uzuyor bacakların dörtnala Süreya kuş içmez kendini zenci Tamer herkesin bir giden savaşı var Uyar dönen yolcusu yokmuş gibi Beyatlı demirlere sütbeyaz yapışarak Hikmet geri kaldı vurgunum dağları aşınca Ali adını gizleyeceğim yanımda Asaf sucuların ayakları çığlık gözlerim Veli dinlendiren bir şey var ayırma gözlerin Oğuzcan ben ağzının yaprağıyım, bir yere yaz bunu Berk
kolajlayan: Zafer Yalçınpınar 7 Ağustos 2023, Burgazada-Cennet Bahçesi
12 Temmuz 2002’de vefat eden sıkı şair Ece Ayhan’ı saygıyla anıyoruz…
“Beni kafakola alamıyorlar. Şu anda bile -ki 60 yaşındayım- kafakola alamıyorlar. Bir beklentim yok. Bir şey istemiyorum. Ev istemiyorum, rüşvet istemiyorum, para istemiyorum, ödül istemiyorum.” (Ece Ayhan)
Dördüncü şiir kitabım tarihinsancısı‘nın yayımlanışının üzerinden altı yıl geçmiş. Geriye dönüp baktığımda, hem editöryal-tasarımsal açıdan özgür yayıncılığa sunduğu katkı nedeniyle, hem de ağır bir tarihsel yükü imleyen (işleyen) şiirsel alan derinliği sonucunda, tarihinsancısı‘nın diğer şiir kitaplarım arasında çok farklı bir yeri olduğunu açık yüreklilikle ifade etmek zorundayım. Bu kitabın adını koyarken “Tarihin Sancısı” ile “Tarih İnsancısı” seçenekleri arasında kararsız kalmış ve kitabın ismini “tarihinsancısı” şeklinde bitişik yazarak, algıyı okurun göreceli zihnine bırakmıştım. Fakat yayımlanışından altı yıl sonra -2023’ün Şubat ayının getirdiği büyük felaketi ve yaşananları göz önüne alarak- kitabın ismini “Tarihin Sancısı” şeklinde belirleseymişim daha doğru olurmuş diye düşünüyorum. Ve aslında, örneğin, yaşadığımız depremler, depremlerin yinelenen -ve yinelenecek olan- somut ve yalın gerçeği, bu geçişken coğrafyada yaşadığımız -yinelenen ve yinelenecek olan- benzeri devasa acılar-sancılar, bizim tuhaf insanlığımıza ve geleceğimize dair çeşitli kanıtlar sunarak şiir-tarihsel bir içeriğin belirleyici rolünü sürekli işaret ediyor. Ve edecek de… Ece Ayhan bu durumu şöyle vurgular:
“Çok Eski Adıyladır gerçekten de benim 40’a yakın insan yılını bulan yazı yaşamımda varabileceğim en yetkin ve en sıkı kitabımdır. (…) Ben en güzel, en yetkin… filan diyorum ama ‘Çok Eski Adıyladır’ kitabı altı yıldır Adam Yayınları’nda ancak 300-400 kadar sattı, kalanı da hiç kıpırdamadan olduğu gibi duruyormuş.(…) Yazdıklarım bin yıllık algı ortalamasının çok altında da olabilir bakın, hepten başarısız da. (…) ‘Çok Eski Adıyladır’ için, aynı zamanda karamsardır da dedim, hem de koyusu ve zifiri. Böylesi bir ‘topluluk’ta, uçsuz bucaksız bu ‘kötülük dayanışması’ ortamında karamsar olunmaz da, ne olunur bilemem. Ama benim karanlığımın rengi akkor’dur, o ayrı.” (Şiirin Bir Altın Çağı, YKY, 1993, s.137)
Tarihinsancısı adlı şiir kitabım için tamı tamına -ne bir eksik, ne bir fazla, ne ifrat hatasına düşerek, ne de tefritte kalarak söylüyorum ki- Ece Ayhan’dan alıntıladığım değerlendirmeyle tümü tümüne örtüşen kara duygulu bir his içerisindeyim. Gerçekten de kendi poetikamı düşündüğümde, yani yaklaşık 16 küsur yılda kaleme alınmış beş şiir kitabından ve 180 küsur şiirden oluşan alan derinliğinin çok boyutlu haritasına baktığımda, imlemek istediklerimi -tarihsellikleriyle birlikte- en doğru şekilde konumlandırarak okura sunabildiğim, en yetkin, en işe yarar, öz-söyleyiş bütünlüğünü en dengeli şekilde oluşturabildiğim, kısacası, en sıkı şiir kitabımdır tarihinsancısı… Gene, Ece Ayhan’dan bir alıntıyla ifade edersek:
“Son biçim”ini alıp almadığını anlamak sorununa gelince, şiirin, buna neden “son öz” denmemiş olduğunu da düşünüyorum, izin verin de bir kömürün bir elmasa dönüşmüş olduğunu artık anlayalım! Bir şiir kıpırdanıyorsa, deviniyorsa sona ermiş demektir; sözgelimi herhangi bir şey eksikse kıpırdanmaz! Ustalar şunu çok iyi anlayacaklardır; şiir tam bir avadanlıktır, tarihsel bir avadanlıktır!… (Türk Dili Dergisi, 1982)
Bu kadar değil mesele, tarihinsancısı‘nın benim için taşıdığı çok kıymetli bir nüve daha var: Kitap, yayıncılık tercihleri anlamında da geleneksel yayıncılığı terk ederek, özgür yayıncılık yaklaşımında kesinkes karar kıldığım bir dönemin ürünüdür. Aralık 2022’de talihsiz bir olay sonucunda 27 yaşında vefat eden sıkı dostum -ve genç yayıncı- Uğur Yanıkel‘in taşıdığı direnişçi ruh ve uzgörü dolu sahici yaklaşım, özgür yayıncılığa geçişimde son derece belirleyiciydi. Uğur Yanıkel o yıllarda kurduğu “Pasaj69” başlıklı özgür yayıncılık platformu kapsamındaki çalışmalarıyla, holdingvari (aşırı ticari, finansal ve düzme/kalp) yayıncılığa taş çıkartacak -hatta, sanat alanında bezirgânlaşmış bir mutat tipolojiye “Eleğinizi duvara asma vakti geldi artık!” dercesine- güçlü dijital tasarımlar hazırlıyor, özenli bir editöryal süreç uyguluyor ve müthiş derinlikli araştırmalar gerçekleştirerek Türkiye’de edebiyat ve şiir alanındaki en sıkı e-kitapları oluşturuyordu. Uğur’un Pasaj69’da kurduğu başarılı zeminde yer almak, hem kendi özgürlük yaklaşımımı teyit etmek hem de Uğur’un yayıncılık mücadelesine katkı sunmak açısından çok önemliydi ve benim için büyük bir onurdu. Tarihinsancısı‘nın “son özü”nü doğru bir şekilde kavrayan ve o “son özü” tasarımıyla, editöryal yaklaşımlarıyla bir e-kitap bütünlüğünde işleyerek tüm hatlarıyla yayına hazırlayan Uğur Yanıkel’dir. (Ayrıca, kitabın arka kapağındaki tipografik tasarım da bizzat Uğur’un fikri ve uygulamasıdır.) Uğur gibi uzgörü sahibi, güçlü, sahici, azimli ve onurlu bir dostumu genç yaşta kaybetmek, onun başına gelen felakete engel olamamak da -tıpkı depremin hatırlattığı yalın gerçekler gibi- tarihsel çevrimlerle vurgulanan -dinmeyecek, yinelenecek- bir başka büyük sancımdır. Belki, Uğur’un anısını ve Pasaj69’daki çalışmalarını yaşatmak, Uğur’un genç arkadaşlarıyla birlikte Uğur’a atfedilmiş yeni nesil yayıncılık projeleri üretmek bu sancıyı hafifletebilir diye düşünüyorum. Herkes gibi… Ama bu umutlu düşünce bir rüzgâr gibi kaçıyor zihnimden… Çünkü ölümün sarsılmaz hakikatini bertaraf etmek için oluşan bu yapay umut hissi “kendini kandırma”, “teselli”, “avunma” motifleri taşıyor ve aslında hepsinden çok bir “safdillik” benim için… Çünkü hiçbir şey Uğur’u geri getirmeyecek. Ölümün hakikatinin ve ağır yükünün önüne -bildiğimiz tüm dillerdeki tüm söylemlerle, bu dünyanın lisanlarıyla- geçmek imkânsız. Böylesi çaresizlikleri daha önce de yaşadım, hissettim ve çok iyi biliyorum. Ölümün suskusundan ve tarihin sancısından daha hakiki bir şey yok.
(…) “Gerçek hayatta karşılıkları olmayan karakterleri barındıran filmler ve gerçek üstü varlıklar ve olaylar benim ilgimi çekmiyor. Benim filmlerim gerçek insanları, gerçek karakterleri ve insanların gerçek vasıflarını gösteriyor. Şiirlerim de böyledir. Şiirlerimde de dünyadan olduğu gibi bir kesit alıyorum. Sanki bir çiçeğin fotoğrafını çeker gibi.” (…)
(…) “Pek çok klasik şiir vezne ve musikiye bağlıdır. Ama benim şiirlerimin daha çok görüntü özellikleri var. Pek çok şiirim, kolayca bir görüntü yaratırlar, bu nedenle şiirlerim bir dilden başka bir dile çok kolay çevrilirler ve bir şey kaybetmezler. Benim şiirlerim sınırsızdır. Ben şiiri görüyorum, okumuyorum.” (…)
Abbas KİYARÜSTEMİ “Pusuda Bir Kurt”, Çeviren: Makbule Aras Eivazi Simurg Art Yayınları, 1. Baskı, Ekim 2020
Sanat aktivisti Fatih Balcı, 17. İstanbul Bienali mekânlarından Müze Gazhane’de (Kadıköy) görülür en yüksek yapı olan eski baca bölümünü kendi işi olarak ilan ediyor! Fatih Balcı ele aldığı yapıyı “bugüne dek sanat için emek vermiş, çabalamış ama hak ettikleri ilgiyi tam görememiş tüm sanatçılar adına bir anıt”a dönüştürüyor. Sanatçı, postmodern sanat stratejilerinden temellük yöntemini kullanırken hem bir duyguyu görünür hale getiriyor hem de bir kez daha Bienal’in çevresinde kurulmuş statüko sınırlarını ve yüksek duvarları geçiyor. Fatih Balcı, Bienali gezen tüm sanatçı ve izleyicileri, eski baca bölümünde kendisi gibi poz vermeye, isimleri ile #MechulSanatciAniti hashtagini kullanmaya ve yer bildiriminde bulunmaya çağırdı!
İşaret Ateşi‘yle bağlantı kurmak için: isaretatesi@gmail.com
Yirminci yüzyılın önde gelen kadın yazarlarından Gertrude Stein, 1914’te yayımladığı, düzyazı şiirlerden oluşan Tender Buttons (“Hassas Düğmeler”: Nesneler, Yemek, Odalar) adlı yapıtıyla, bir yandan Kübizmin yazısal örneklerini sunmuş, diğer yandan feminist bir başkaldırıyla edebiyat dilini yeni baştan konfigüre etme girişiminde bulunmuştu. Yayımlandığı dönemde Modernist çevrelerde dahi hak ettiği karşılığı bulamayan avangart yapıt, ilerleyen yıllarda Stein’ın öteki çalışmalarıyla beraber literatürde kendine bir yer edinse de hâlâ güncel ve dinamik bir edebiyat deneyi olarak karşımızda duruyor.
Tender Buttons’ın ilk bölümünün çevirisi olan Nesneler, Gertrude Stein’ın hayat arkadaşı ve sevgilisi olan Alice B. Toklas ile paylaştığı gündelik hayatın ve ev ortamının duyarlılıklarını yansıtırken okurlara kişisel bir fenomenolojiyi sunuyor. Biricik bir “karaf”, bir “kutu”, bir “şemsiye”, bir “sprey şişesi”, bir “parça kahve”, ya da söz gelimi “sırlı bir parıltı”, “yastıktaki bir cisim” ve “korkulu bir salıverilme” üzerinden bizi, anlaşılır olması veya tek bir okunuşa sahip olması gerekmeyen, hem basit hem karmaşık bir düzyazı şiir metniyle karşı karşıya bırakıyor.
Nesneler, devrimci bir yazarın yepyeni bir dille yarattığı “eşyaları” tüm sevimliliği, oyunbazlığı, tuhaflığı ve mistikliğiyle yazı mekânının baş köşesine yerleştiriyor. (Tanıtım Metni’nden…)
(…) Aslı Barış: Size ‘kent ozanı’ ya da ‘şarkı şairi’ deniyor. Ne düşünüyorsunuz lakaplarınız hakkında? “Hangisi Hayat” şarkısında sorunuzun birini, “Ortaçgil der ki bu ne iş?” diye soruyorsunuz. Kendinizi bir ozan olarak görüyor musunuz?
Bülent Ortaçgil: “Şarkı Şairi” tanımını seviyorum. “Ortaçgil der ki bu ne iş” dizesini halk ozanlarına gönderme olsun diye, mahlas gibi kullandım. Kendimi şair olarak değil de şiiri şarkılarda kullanan biri olarak görüyorum. Şiir şarkı sözünden çok çok daha özgür…
A.B.: Pandemi döneminde birçok sanat dalı gibi müzik de bu dönemde yara aldı. Belki de bazı sektörlere göre daha fazla… Albümün akabinde bir konser serisiyle Türkiye’nin muhtelif yerlerinde izleyiciyle buluştunuz. Nasıl değerlendirirsiniz izleyicinin ruh halini?
B.O.: Pandemiyi herkes ilk defa yaşadı. Her sektör için zordu, bizler için daha da zor. Aslında pandemi bitmedi, şimdilik öldürücülüğünü kaybetti sadece. Ne var ki bizler öyle bıktık ki yeniden ciddiye almak istemiyoruz.
A.B.: Müzikteki dijitalleşme hakkında ne düşünüyorsunuz? Bugünlerde pek çok platformda müzisyenler kolaylıkla dinleyici ile buluşabiliyor. Ama algoritmaların yönettiği dinamiklerle bir türlü buluşamayanlar var. Nasıl değerlendirirsiniz bu durumu?
B.O.: Müzik yapmak, kayıt etmek ve yayınlamak kolaylaştı ve ekonomik olarak ucuzladı, bu iyi bir şey. Ama müzisyen becerisine de sekte vurdu. Biz bile kayıt yaparken bir iki hata için başa dönmeyip, “öteki kayıttan alıverirsin” diyoruz teknisyenlere. Ayrıca her ses birbirine benzer ve sentetik oldu. Bırakın ender kullanılan enstrümanları, davulu bile makinalara çaldırıyoruz… Müzikte dijitalleşme derin konu birkaç satırlık bir iş değil. Müzisyenlerin yanı sıra teknik adamların sosyologların daha çok tartışmaları gerek. (…)
Makedonya’nın en köklü edebiyat, kültür ve sanat dergisi STREMEJ‘in Aralık 2021 tarihli nüshasında “en uzun geceden” ile “en kısa gündüzden” adlı şiirlerim Filiz Mehmetoğlu‘nun özel çevirisiyle Makedonca olarak yayımlanmıştı. Derginin ilkeleri gereği ilgili sayfaları ve çevirinin tam metnini altı aydır paylaşamamıştım. Sağolsun, STREMEJ’in editörü Gabriela Stojanoska-Stanoeska, bugün bana hediye olarak tam çeviri metinleri gönderdi. Filiz’e ve Gabriela’ya çok teşekkür ederim: Yabancı dile çevrilen ilk edebi metinlerimin Kiril alfabesiyle olması -İngilizce olmaması- beni sonsuz mutlu kılıyor. Bu iki eşlenik (ve kritik) şiirimin tam çeviri metinlerini aşağıda paylaşmaktan gurur duyuyorum. (Zafer Yalçınpınar)
(En Uzun Geceden) ОД НАЈДОЛГАТА НОЌ
Болката ја пушам до моите ириси под снегот, зборовите закопани.
Што може да се направи во дното на морето, најголемите бродови ___закопани.
и ова искачување не е добро.
магнолијата се спрема за умирање, сѐ ќе заврши ноќва.
во воздухот закачен чад непопустливи дрвја река раскажувајќи го животот зборлив галеб наутро!
морајќи, моето небо го воспоставувам со твојата ___линија на работ на усните. од најдолгата ноќ.
(En Kısa Gündüzden) ОД НАЈКУСИОТ ДЕН
болката ја оставам на небесните длабочини над дрвјата, зборовите одат.
како може во планинскиот врв, најголемите камења __стојат.
не се лоши мерките на оној тунел.
се спремат птиците за раѓање, утре наутро ќе почне сѐ.
во воздухот закачен облак почвата закажена од живот бесконечнa хоризонтна линија крајот на една река навечер!
морајќи, своето ништо си го чувам во твоите ириси __со смрт од најкусиот ден.
Zafer Yalçınpınar STREMEJ Dergisi, Aralık 2021 Makedonca’ya Çeviren: Filiz Mehmetoğlu
TerraBayt adlı web sitesinde Sn. Nalan Kurunç‘un çevirisiyle Giorgio Agamben’e ait güçlü bir poetika metni/epizotu yayımlandı: “Şiir Kime Seslenir?” başlıklı çözümlemenin tam metnine https://terrabayt.com/kultur/siir-kime-seslenir/ adresinden ulaşabilirsiniz.
Şiir kime seslenir? Bu soruyu ancak bir şiirin muhatabının gerçek bir insan değil bir mecburiyet olduğu anlaşıldığı taktirde yanıtlamak mümkündür. (…)
(…) Aslını söylemek gerekirse şiirin okuyucusu yoktur.
Tüm şiirinin nihai niyetini ve handiyse neye adandığını tanımlarken César Vallejo’nun aklında olan şey buydu belki de, diyecek hiçbir şey bulamadı, tek söylediği por el analfabeto a quien escribo idi. ( İspanyolca. “Yazdığım okuma yazma bilmeyenler için” ) Görünüşte gereksiz olan bu formülasyonu düşünmeye değer: “okuma yazma bilmeyene yazıyorum.” Burada por, “yerine”den çok “için” anlamına gelir. Tıpkı Primo Levi’nin Auschwitz jargonunda Muselmänner olarak adlandırılan hiçbir şekilde tanık olunamayanlara -onlar yerine- tanık olduğunu söylemesi gibi. Şiirin gerçek muhatabı onu okuyacak durumda olmayanlardır. Ama bu aynı zamanda okuyamayanlara mukadder olan kitabın, bir anlamda yazmayı bilmeyen bir el tarafından yazıldığı anlamına gelir. Şiir bütün yazıları kaynaklandığı ve her daim yöneldiği okunaksıza geri veren şeydir.
Öz: İkinci Yeni, 1950’li yıllarda Türk şiirinin toplumsallıktan bireyselliğe geçişinin önemli kilometre taşlarındandır. Bu dönüşümü yaratan şairler bireysel düzeyde toplumun bir parçası olarak kendi duygularını yansıtırken aynı zamanda toplumun mikro örneği olarak zamanın ruhunu yazdıkları şiirlere aktarmışlardır. İkinci Yeni Şiiri’nin en sivri dile sahip şairlerinden olan Ece Ayhan’ın şiirindeki kapalı yapı okurun anlam arayışını zorlaştırır. Bu nedenle şiirlerin arketipsel eleştiri yöntemiyle irdelenmesi dizelerin içerisine yerleştirilmiş ya da gizlenmiş evrensel konseptleri ortaya çıkararak Ayhan’ın şiirinin daha doğru açıklanmasına katkı sunar. Makalede Carl Gustave Jung’un çalışmalarından hareketle anima, gölge, self ve persona olarak dört arketip temel alınır. Analitik psikolojiden yararlanarak Ece Ayhan şiirinin psikolojik yönleri ortaya çıkarılabilir. Bu yöntemle incelenen şiirlerde Ayhan, kendi görüşlerine uygun kadın ve erkek; mitolojik, tarihi ve modern kahramanları şiirlerinin öznesi haline getirerek kendi psişesi ile paralel hikâyeler oluşturur. Şair, şiirlerinde personası ile uyumlu karakterleri eleştirirken, gölgenin bireyin egosunu ele geçirdiği, bilinç dengesi bozulan toplumda ötekileştirilmiş “soysuz”ları olumlar. Böylece evrensel arketipler etrafında Türk toplumu ve kendi bireysel hikâyesi birleşir. 1950’li yılların sıcak konularından olan bireyler üzerinden toplumun ahlaki değişimi ve etnik azınlıklara bakışındaki çarpıklık bireyler üzerinden ortaya konulur. Makalede bu hikâyelerin şiirlere kattığı anlamların arketipler üzerinden derinlemesine incelenmesiyle hem Ece Ayhan’ın şiirini kurgulama biçimi hem de İkinci Yeni Şiiri’nin yaratmak istediği dönüşümler ele alınacaktır.
Şiirin meşgalesi genç bir adama dair bir imgedir Bu genç adam, aşk ve müzik yapar Aşka ve müziğe ilgi duyan bir kızla İkisi de devasa çaresizlikleriyle İçlerindeki benlikleri ümidin kuru sıcak güneşinde telleri kopmuş bir gitara benzer ki o güneşte yabani ve gaddar adamlar çok eskilerden kalmış sararmış bir kitabın sayfasını yırtar gibi hayatı parçalar.
Harold NORSE Beat Kuşağı Antolojisi’nden… Hazırlayan: Şenol Erdoğan 6:45 Yayın, Nisan 2015, s. 493
ŞİİRDE YENİLEŞİM, YENİ NESİL OKUR VE ŞİİRİMİZİN BOZUK TOPRAKLARI!
Yeni nesil üzerine düşünmemizin, derinlemesine araştırmalar gerçekleştirmemizin zamanı geldi. Yeni nesil okuru herhangi bir kavramsal sentezin şekillendirebileceğine ya da buluşlu dahi olsa bir kavramsallığın yeni nesil üzerinde uzun süreli etki yaratacağına inanmıyorum, inanamıyorum pek… Yeni nesil -kısa süreli cazibe odakları ve kısa süreli iştahlar dışında- devamlılık gösteren bir kümelenmeye sahip olmak istemiyor. Bu çok tuhaf bir bilinç yapısı… Şöyle açıklamaya çalışayım: Yeni nesil kendini -herkesten çok- zamanın sonunda hissediyor; yani kronolojik olarak ‘zamanın sonunda bulunmak’ yeni nesil için hem acılı bir yük, hem de bir tür birikimli avantaj veya serbesti… Yeni nesil kendini ‘insanlık tarihinin ve yaşamın biricik kilidi, son çaresi ya da aksine, insanlığın son çaresizliği’ olarak görüyor. Bu noktada tuhaf, tepkisel ve riskli bir kopuş ortaya çıkıyor. Tarihsel açıdan bir tür reddiye hattı oluşuyor: Öyle tuhaf bir şey ki bu, eskisi gibi kuşaklar birbirleriyle çatışmıyorlar bile! Yani bizim ‘kuşak çatışması’ dediğimiz şey değil bu! Yeni bir tepkisellik… Yeni nesil kendinden önceki tüm insanlık tarihini topyekun reddediyor ve kendini ‘İnsanlık 2.0’ şeklinde nitelendiriyor. Bu yük, tabiî yeni neslin zihinselliğini de olumlu-olumsuz birçok noktadan ilkesel veya matematiksel değil de durumcu bir şekilde etkiliyor; yeni neslin zihinselliğinde sürekli anlam kaymaları, zik-zaklar ve çapraşık nedensellikler oluşuyor. Yani, yeni neslin zihnindeki bilişsel harita son derece karmaşık ve hareketli… Yeni nesildeki anlam arayışların ve belki de anlamı bulamayışların haritası da öyle. İmgesel seçeneklerin fazla olması yeni neslin kafasını karıştırıyor ve son derece çapraşık bir mantık işlemeye başlıyor. 1940’lardaki yapay sinir ağları çalışmalarındaki başarısızlıklara benzer bir durum, tuhaf bir kodlama problemi çıkıyor ortaya… Nasıl oluyorsa, ileri beslemeli mantık, benzersiz ve özgün hatalar üretmeye başlıyor. Peki, sıkı şiir bu çapraşık haritanın neresinde? Bir kere, sıkı şiirin oluşturduğu imgesel alan derinliği, kolaylaştırıcı bir unsur veya avadanlık değil. Sıkı şiirde, okurun anlama ulaşması kolay değil. En zoru bu hatta… Sıkı şiir, okurun araştırma icra etmesini gerektiriyor; okur, sıkı şiirin içerdiği tarihsel, sosyolojik ve imgesel arka-planı bulmak, çapraşık zihinselliğiyle ilişkilendirmek ve bir tür şiirsel derinlik oluşturmak zorunda… Yani, dilin sınırlarının genişletilmesi, marjinal imkânların -anlamlandırılarak- içselleştirilmesi gibi bir ön-koşul var. Bu durum yeni neslin çapraşık zihin yapısı için elverişli değil ve anlam arayış sürecinin herhangi bir aşamasında “İnsanlık 1.0” kodları baskın gelirse, zaten, yeni nesil okumayı veya çabalamayı kesinkes bırakıyor. Yapay sinir ağları modelleri, ileri beslemeli ve geriye yayılımlı öğrenme adaptasyonları gibi, bir ‘yapay zeka’ gibi çalışıyor yeni neslin zihni! Analitik yapısı buna benziyor. Ve fakat, sıkı şiir hâlâ güçlü: Şöyle ki analitik açıdan tükenen veya içselleştirilmeyen, vazgeçilen her şey, etkisini o kadim ‘sezgisellik’ noktasında bulmaya çalışıyor. Okur, sonuçta, günün sonunda bir insan… Sezgileri, duyguları, rüyaları olan bir insan… Bence, yeni şiirin bu noktayı iyi kullanması gerek, gerekiyor… Bilgisayar literatüründen bir analoji yaparak anlatmaya çalışayım: Eğer şiir ve teknoloji yenilik getirmek açısından birleşecekse, donanım, alet, makine vb’den önce söz konusu yazılım güncellemesini yapması gerek! Bu noktada Bergsoncu bilgi teorisi üzerinden buluşlar ve alaşımlar oluşturmak elzem…
Diyalektik materyalizm bize şunu söyler: Yanlış sorulara odaklanarak doğru cevaplara ulaşamayız. Şiir aurasına baktığımda, son 10-15 senedir yanlış sorulara odaklanarak ilerlenmeye çalışıldığını düşünüyorum. Yani senin ifade ettiğin panellerin, söyleşilerin, soruşturmaların, dosyaların, mikrofon arkası geyiklerin veya podyumlarda, parlak ışıkların altında sergilenen kırıtışların çoğu nafile uğraşılar, ıskarta atışlar benim gözümde… Sanıyorum, her şeyden önce, coğrafyamızdaki şiir tarihinin ‘iktisadi çeşitlemeler ve küresel yayılmacılık için bir taşıyıcı bileşen olmadığı’ gerçeğini kabul etmeliyiz. Ta ki 2000’lere kadar… Yani 2000’lere kadar şiir dünyasında ‘holdingcilik’, ‘masonik hizipler’, ‘kalkınma retoriği’ veya ‘parayı veren düdüğü çalar’ mantığı hâkim değildi. Fakat, 2000’lerin ortasından itibaren biriken -dahası, ekonomik genişlemesi holding medyasıyla planlanan- yayıncılık hamlelerinin neo-liberal girişimcilik mantığıyla ifrat seviyelerine ulaşması, edebiyat ve özellikle de şiir aurasındaki dengeleri bozmuştur. Bu neo-liberal girişimciliğin yücelttiği parlatılmış ‘ifrat akımı’, bireyciliği de, liyakatsızlığı da, promosyon edebiyatını da, hızlı tüketimsel süpermarketçilik (FMCG) mantığıyla çıkarılan popüler dergileri de körüklemiştir. 90’ların sonundan günümüze doğru ‘şair’ dediğimiz tipoloji egosantrik hezeyanlar içerisinde debelenen tuhaf bir görünüme bürünmüştür. Bu durumun nedeni bir tür ‘arz fazlası’dır. Ayrıca tüm sanat dallarında benzeri bir ‘aşırı endüstrileşme, aşırı sürüm’ desteklenmiştir. Altına boyalı ufak farklarla pazarlanan süpermarket ürünleri gibi… Herkes biraz şair, herkes biraz müzisyen, herkes biraz ressam, herkes biraz oyuncu, herkes biraz editör, herkes biraz dergici, herkes biraz yayıncı… Yani, herkes biraz her şey olmuştur! Hele hele ‘sosyal içerme’ kavramı öyle bir tüketilmiştir ki ‘sosyalleşme’ dediğimiz şeyin kendisi bile sanal bir tabana yayılmıştır. Açık havada veya deniz kıyısındaki bir cafede buluşup aynı masada oturan dört genç arkadaşın veya dört genç şairin sürekli cep telefonlarıyla uğraşarak, birbirleriyle hiç konuşmadan ya da doğayı gözlemeden, ya da şiir üzerine konuşmadan zaman geçirdiğini düşünün! Benzeri tablolarla her yerde karşılaşabilirsiniz bugün… Tabiî ki taşıma suyla çalışan endüstrileşmiş değirmenlerin bir sürdürülebilirliği yoktur, olmamaktadır: Herkes karakter aşınmasına uğrayan egosantrik bireylere evrilmiş ve aslında hiçbir şeye dönüşmüştür! Herkes şöyle bağırmaktadır artık: Hepimiz çokkültürlülüğe inanıyoruz şimdi! Sıçrama sağlayacak bir gelişim veya yenileşim icra edilememiştir, çünkü edebiyat endüstrileşmesinin yöneticileri tarafından pazarlama teorisinin ‘yaygınlaşma ve tutundurma fonksiyonları’ kullanılmıştır. Şiirsel içerik zerre kadar gelişmemiş, aksine gerilemiştir. Pazarlama, tasarım ve markalaşma numaralarının yerine, tarih, bilim, sanat ve felsefeyi anlamak, ilerletmek, zenginleştirmek gerekiyordu aslında! Böylelikle şiir, imgesinden, tözünden ve tarihinden uzaklaştırılmaya, parçalanmaya ve popülerleştikçe kıymet kaybeden pazarlamacı bir iktisadi eksene yerleştirilmeye itilmiştir. Fakat, David Harvey’in de işaret ettiği gibi neo-liberalizmin göz alıcı tarihi dünyanın her yerinde -Şili’de de, Lübnan’da da, Ukrayna’da da ve sonuçta Türkiye’de de- çok kısa sürer. İfrat, ikbal avcılığı ve vurgunculuk dönemi -ya da post-truth kapsamıyla ilerleyen siyasal söylemler- her zaman çölleşmeyle, kısırlaşmayla sonuçlanır. Ülkemizdeki tarım veya tohum politikaları gibi… Sorumsuz üretim ile tüketim, mahsulün kalitesini bozmakla kalmaz, toprağı da bozar. Toprak tuhaf kimyasallarla, kötücül yöntemlerle o kadar bozulmuştur ki artık bir süre sonra o topraktan hiçbir şey yeşermez. Şimdi, bu bağlamda ben, ‘yenileşim’ hamlesinin ‘güdümlü edebiyat’ mantığının terk edilmesiyle başlayacağına inanıyorum. Güdümlü edebiyatın güttüğü, parlattığı tipler şiire ve edebiyata öyle bir zarar vermiştir ki şiirin beşiği olan coğrafyamız “şiir yazılmaz, şiir okunmaz, şiirle ilgilenilmez, şiir sevilmez, şair sevilmez” bir yere dönüşmüştür neredeyse… Şimdi, başından beri anlatmaya çalıştığım tüm bu analojik yaklaşımı bilmeliyiz, görmeliyiz ve fakat bir kenara bırakmalıyız. Aslında meseleyi çok da karmaşıklaştırmaya, yüzlerce kablo çekmeye gerek yok; 10-15 yılın yarattığı göz alıcı podyumlarda sürekli kırıtan bu şairler, çeşitli egosantrik hezeyanlarla debelenen aynı isimler, birbirlerini parlatmak için hizipçi bileşkeler kurmuşlardır. Ece Ayhan buna ‘kötülük dayanışması’ der. E tabiî ki böylesi kermesvari kafalardan ya da neo-liberal hizipleşmeden de ‘yenileşim’ falan bekleyemeyiz. En fazla şu olur; dışarıdan bir yerlerden, yabancı dilde bir eserden yenilik veya özgürlük ithal ederler! 2000’li yıllarla birlikte, birbirine, birbirlerinin kitaplarına, birbirlerinin dizelerine rozetler takmakla meşgul, birbirlerine dergi icat etmekle meşgul, egosantrik zihinsellikten beslenen ve süpermarketlerle çoğalan bir ‘Şiir A.Ş.’ kurulmuştur. Bunu kabul edelim artık! Şimdilerde ‘Şiir A.Ş.’ firması batmaktadır, kredisi bitmiştir, zarar açıklamıştır ve kendisine hizmet eden işçilerini firmadan çıkarmak istemektedir! Charles Bukowski’nin bir sözü vardır: ‘Kapitalizm komünizmi yedi. Şimdi kendi kendini yiyor!’ Maalesef neo-liberal dönemin ön-plana çıkardığı şairlerde de durum aynıdır. Şairler kendi kendilerini yemekle, şiire ve yaşamın şiirselliğine zarar vermekle meşguller şu an… O nedenledir ki şöyle dedim bir keresinde; ‘Şiir öldürülüyor, bu kez şairler marifetiyle!’ İşte, bizim coğrafyamızdaki şiirselliğin azalmasının kök-nedeni böylesine kötücül bir süreçtir.
Not: İşbu yazı Emrah Sönmezışık‘la birlikte gerçekleştirdiğimiz Zor/Konuşma‘daki (Ekim 2019, Upas Yayın) temel beyanlardan derlenmiş ve Üvercinka Dergisi’nin Kasım 2021 tarihli 85. sayısında yayımlanmıştır.
Dönüşüm Dergi taifesi, 8. sayı kapsamında güçlü bir soru sordu: “Günümüz şiirinde günümüz şiiri var mı?” Soruya verdiğim cevabın bir bölümü aşağıda… Cevabın tam metni ise Dönüşüm Dergi’nin yeni sayısında… Dönüşümün içine girmenizi öneriyoruz. (Zy)
Zafer Yalçınpınar: (…) günümüz şiirini irdeleyen bir soruşturma oluşturduğunuza göre, günümüz şiirinde ontolojik bir tutarsızlık sezdiğinizi düşünüyorum. Maalesef, aynı sezgi bende de var ve uzun zamandır bu sezgiyi “anlam”a dönüştürmek için çabalıyorum. (…) Günümüz şiirinde geçmiş tasavvuru ile gelecek tahayyülü arasındaki dilsel bağ doğru kurulamıyor ve bu bağda birçok düğümle karmaşıklaşmış sinsi ketler oluştu. Halbuki günümüz şiirinin birincil işlevi -dilsel açıdan- “geçmiş tasavvuru ile gelecek tahayyülü arasında katalizasyon sağlamak” olmalıydı. Bu katalizasyon işlevi yerine müthiş bir “sıfırlanma”nın ve “değerler yitimi”nin eşiğindeyiz. (Siyasal söylem alanı içinde konuşuyor olsak, bu duruma rahatlıkla “yozlaşma, yolsuzlaşma” filan diyebilirdik.) Şiirin ontolojisinin kabul edemeyeceği ve popüler kültür tarafından oluşturulmuş bir ‘tersine-mühendislik’ yaşanıyor günümüzde… Mevcut düğümleri daha da karmaşıklaştıran yeni nesil FMCG Dergileri’nin yayın yönetmenlerine sorsanız, -zaten- mevcut düğümlerin/kilitlerin açılmasını istemediklerini söyleyeceklerdir, “Böylesi daha şiirsel, daha temiz! Biz böyle iyiyiz, okurlarımız böyle iyi!” diyerek geçiştireceklerdir filan… Maalesef şiir dilinin geleceğe uzanan yolculuğunda popüler kültür tarafından biçimlenen hızlı tüketimsel pazar, ölümcül ve kötücül bir ekosistem yıkımı oluşturuyor. Bu yıkıntı ekosistemde yeni bir “şiir yönsemesi”nin var olması veya şiir dilinin taşıyacağı yeni bir şiirsel içeriğin yeşermesi çok zor. Dilbilimsel açıdan şöyle diyebiliriz: “Şiirin ekosistemi popüler kültürle hastalanmıştır. Popüler kültürün pazarlama biçemleri dilin şiirselliğini ve şiirin iklimini bozuyor. Şiirin toprağı bozuluyor.” Bu konuda 2018 yılında gerçekleştirilen İlhan Berk Sempozyumu’nda şöyle demiştim: “Şiir, dilin sürdürülebilirliğidir.” Popüler kültür şairlerinin şiirlerinde kullandığı yapay imgelem (hazır imajlar, ready made images) şiirin ekosistemini geri dönülmez bir şekilde içeriksizleştiriyor. Ve daha da kötüsünü söyleyeyim: Bu tip bir “ready made” pazarlama yarışında “yaşamın şiirselliği” hızla yok oluyor. Zaten, şiir aurasındaki en büyük sancı da budur: “Yaşamdaki şiirselliğin azalması ve şairin şiiri bulamaması, şiire temas edememesi…” FMCG dergilerinin desteklediği şiir diliyle, geleceğin şiir tasavvurunun oluşması ve yeni şiirsel yüklerin devreye alınması neredeyse imkânsız… Çünkü mevcut popüler kültür endüstrileşmesinde, şiir dili ile yaşamın şiirselliği arasındaki “ıraksama” çok büyük. Bu ıraksama, imgesel alan derinliğindeki gelişimi yok ederek, yaşamın şiirselliği için gerekli olan yeni bilişsel noktaların oluşmasına ket vuruyor. Yani, imgesel alan derinliği, şiir dilinin ihtiyaç duyduğu genişlemeyi sergileyemiyor. Evet, şiir, -ontolojisi gereği- “gecikmeli” bir kavramdır. (Hep sonradan anlaşılır, içeriği de gerçek anlamı da şairinin kıymeti ve büyüklüğü de…) Ve fakat günümüz şiirindeki endüstriyel popüler kültür, hem şairlere daha büyük sancılar veriyor, hem de şiir dilinin geleceğini imkânsız kılarak, yaşamın şiirselliğini tehlikeye atıyor. (…)
Ezra Pound’un kendi sesiyle; “Sestina: Altaforte” (1939 yılında Harvard Üniversitesi’nde kaydedilmiştir.)
(…)
IV Ve bayılırım kan kızıl gün doğumuna bakmaya. Ve izlerim Kara Gök’ü delen mızrakların çarpışmasını Ve neşeyle doluyor gönlüm (…) Tüm karanlığa karşı tek başına.
(…)
Upas Yayın‘ın sıkı dostlarından Mert Can Aksoy, Ezra Pound‘un “Sestina: Altaforte” başlıklı şiirini İngilizce’den dilimize çevirdi. Çevirinin tam metnini https://upas.evvel.org/?p=1665 adresinden okuyabilirsiniz.
Not: “Sıkı şiire öncelik vermek” ve “imgelemin özgürleşmesini sağlamak” amacıyla dijital yayıncılık serüvenine başlayan UPAS Yayın‘ın tüm kitaplarını upas.evvel.org adresinden ücretsiz olarak okuyabilirsiniz. EVV3L kapsamında yayımlanan “Poetika Çalışmaları” ise şuradan incelenebilir: https://evvel.org/ilgi/poetika-calismalari