Edebiyat alanına ürün sunan özgür yayıncılık platformları düşünüldüğünde, editoryal başarı kapsamında en güçlü ve kaliteli örneklerden biri olan Kendi Yayınları‘nın editörü Sn. Eren İnan Canpolat ile önemli bir “söyleşi-yazışı” gerçekleştirdik…
– –
Zafer Yalçınpınar: Kendi Yayınları’yla tanışıklığımın mihenk noktasında iki şey var. İlki, Daniil Kharms’ın “Olan Biten” adlı öyküleri… Bu öykülerdeki imkânsız dil ile öykülerin karakterlerindeki heykelsi donukluğun tuhaf ve yoğun enerjisini fark edince, yahu, dedim kendime, nasıl olur da bu yazarı bilemem? İkinci nokta ise, dijital yayıncılık tercihi açısından Kendi Yayınları‘nın duruşundaki pürüzsüzlük ve dolaysızlıktı… Kendi Yayınları, eğer kişileşseydi, Daniil Kharms’ın bir karakteri olabilirdi sanki. Kendi Yayınları’nın kurulmasında Daniil Kharms’ın “Olan Biten” çevirisinin tetikleyici bir önemi var, öyle seziyorum. Nerelerde yanılıyorum?
Eren İnan Canpolat: Kendi Yayınları’nın kuruluşuyla Kharms çevirileri arasında bir bağ olduğu doğru, ne var ki bunun, birinin diğerini tetiklediği kaçınılmaz bir bağ olduğu söylenemez. Kharms’ın öykülerini, esas olarak, uzunhikaye.org‘da tartışılmak üzere çevirmiştim. O çalışma bitti, ama öyküler aklımdan çıkmadı. Düşük tempoda düzeltmeler yapmaya devam ettim. Çevirileri İngilizceden yaptığım için içim bir türlü rahat etmiyordu. Zaman buldukça, deyim yerindeyse, didikliyordum. Jankelevich’in çevirisindeki –“Today I Wrote Nothing: The Selected Writing of Daniil Kharms, 2007”- açıklayıcı notlar çevirileri geliştirmemde oldukça yardımcı oldu. Böyle böyle Kharms çevirileri sona yaklaşıyordu… Özgür yazılım üzerine yoğun biçimde düşünmeye başlamam da bu döneme rastlar. Özgür yazılım yabancısı olduğum bir şey değildi. Ama toplumsal etkisinin sandığımdan daha derin olduğunu görüp şaşırdım. Hem merkezindeki özgürlük düşüncesi hem de o düşünce etrafında bir araya gelen toplulukların işleyiş biçimi etkileyiciydi. Böylece iki şey bir araya geldi: Elimde yayımlanmaya hazır bir kitapçık vardı ve özgür yayıncılığın geliştirilmesi gerektiğini düşünüyordum. Bu düşüncelerle kitabı önce Kharms’la ilgileneceğini düşündüğüm, daha önce dijital kitap yayımlamamış bir yayınevine önerdim (ücretsiz dijital kitap olarak yayımlanmak üzere). Onlardan olumlu cevap alamayınca iş başa düştü. Bir lisans seçip kitabı dolaşıma soktum. Fakat, dikkatli gözlerin fark edeceği gibi, seçtiğim lisans -kitabın ücretsiz okunup dağıtılmasına izin veriyorsa da- özgür bir lisans değil. Bu, üzerine düşündüğüm fakat henüz bir sonuca varamadığım bir konu. Böyle bakınca Kendi Yayınları’nın özgürleşmeye çalışan bir yayınevi olduğu söylenebilir sanırım. Bu işe Kharms’la başlaması da hoş bir tesadüf oldu, diye düşünüyorum. Kharms yazdıklarının yayımlanması konusunda pek umutlu değildi. Söz gelimi, Olan Biten’deki öyküler belirli bir bütünlük içinde olsalar da, aslında Kharms’ın bunları yayımlamayı hiç düşünmediğini varsaymak için çok nedenimiz var. Şiirde de benzer bir durumdan söz edilebilir mi? “Kitap projesi” denen şey şiire pek uygun değilmiş gibi geliyor bana. Şiir kitabını sonradan şekil alan bir şey olarak anlıyorum. Ama hep böyle midir?
Z.Y.: Çok doğru ifade ettin aslında; şiirin projelendirilecek “pro-eject” türden ‘endüstriyel’ bir varoluşu yok. Bir ideolojiyi, büyük bir mücadeleyi çevreleyen şairler, şiirler için hiçbir zaman olmamış zaten… Bu şairlerde -kendileri farkında olmasalar da, ve bu ifadeyi ben pek sevmesem de- iktidar ve gaddarlık karşıtlığı ekseninde tarihsel bir ‘konsept’ oluşuyor. Örneğin, Nâzım Hikmet’in “Kurtuluş Savaşı Destanı” veya “Memleketimden İnsan Manzaraları” bir kitap bütünlüğü olmaksızın yayımlansalardı, okuyucu ve kuşaklar üzerinde böylesi süreğen bir etki bırakamazlardı. İşin kökünde dilsel ve çok önemli bir faktör daha var: Şiir, bir üst-dil -aşkın dil- türüdür. Bunun nedeni de düzyazı gibi bütünüyle “t” ânında ‘semantik’ bir duruşu olmamasıdır. İmge yoğunluğu ya da imgesel alan derinliği düzyazıdan fazladır şiirin… Yani sadece “t” ânındaki “t anlamları”na yaslanmaz. Gerçekte, ‘geleceğin dili’ olarak kendini ve yaşamı yeniler. Ya da şöyle diyelim; “t” ânında “t’nin artı eksi x anlamlarının tümüne” yaslanır. Bu nedenle, bugünden o dilin kimyasını, bir şiir kitabının kimyasını okuyucunun ‘konsept’ olarak kafasında oluşturması “t” anında, eşanlı olarak, pek mümkün değil. Bu söylediğim açının da en güzel örneği Ece Ayhan ve kitaplarıdır: “Kınar Hanım’ın Denizleri” ve “Bakışsız Bir Kedi Kara”. Bir 30 sene kadar Ece Ayhan’ın iktidar ve gaddarlık karşıtlığı üzerine kurduğu imgesel alan derinliklerini okuyucu da eleştirmen de editör de anlamamış. Ece Ayhan poetikası “t+30” anında kendini göstermiş. Şimdilerde Ece’nin ‘konsept’i anlaşıldı ve konuşma dilinde -hatta siyasette bile- yerini aldı. Aslında tüm İkinci Yeni şiirinde bu üssel başarı vardır. Bununla birlikte, söylediklerimi hem doğrulayan hem de geçersiz kılan bir İkinci Yeni şairi var: İlhan Berk. Bazı kitapları gerçekten de “kitap projesi” bütünlüğü taşımıyor. Yani aslında bir kitap projeksiyonu yok o bazı şiirlerin… Ama bazı kitaplarında da tam tersidir: “Mısırkalyoniğne”, “Pera”, “Galata”, “Kül”, “İstanbul”… Bir de sanırım, insanlık üzerinde müthiş bir endüstriyel etki, pragmatik baskı var. Yani biliyorsun, bir tür mühendislik ve matematik baskısı. Bu baskıyla ve strateji hastalığıyla insanlar konuları, olayları, tarihi, diğer insanları, kısacası her şeyi unsurlarına ayırmaya ya da birleştirip ele almaya çalışıyorlar. Bir lego oyuncağı gibi, sök tak, uydu uymadı, oldu olmadı vs… Şiir böyle bir şey değil, olmamalı. Buradaki fabrikasyon tehlike görülmeli. Belki de Kharms bunu görmüştür… Gördü mü gerçekten sence? Ayrıca, cevabının içerisinde “özgür yayıncılık” konusuna ilişkin bir tereddütü dile getirmişsin. Bu tereddütü biraz açar mısın? Nedir o lisansın özellikleri? Sonuçta, bir yazının ya da kitabın kapitalizmin vahşeti içerisinde bir ‘anamal veya meta’ olarak dolaşmaması yeterince büyük, özgür bir adım değil midir?
E.İ.C.: Edebiyatta fabrikasyondan söz edilince benim aklıma ilk olarak “yaratıcı yazarlık” geliyor. Onun yaygınlaşması da esas olarak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonrasına rastlıyor sanırım. Dolayısıyla, Kharms’ın bu tehlikeyi görmüş olduğunu iddia etmek kolay değil. Yine de, her avant-garde yazar gibi Kharms’ın da anaakım sanatın değerlerine ve “tüketim”ine mesafeli durduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Özgür yayıncılık meselesine gelince… Creative Commons’ın özgür kültürel eser tanımı dört temel özgürlükten oluşur. Bunları kısaca açıklamaya çalışayım: 1. Eseri dilediğiniz gibi kullanma özgürlüğü: Özgür bir kültürel eseri istediğiniz amaca uygun olarak -ister kişisel ister ticari olsun- kullanabilirsiniz. Lisans, eserin ticari kullanımını kısıtlamamalıdır. 2. Eserin içerdiği bilgiyi dilediğiniz gibi kullanma özgürlüğü: Özellikle teknik eserlerin -araştırma, teknik dokümantasyon- içeriğini kullanarak yeni araştırmalar yapabilme, teknik bilgileri kullanarak yeni sistemler geliştirebilme özgürlüğü. 3. Eseri dilediğiniz gibi dağıtabilme özgürlüğü: Eseri internette paylaşabilir, yeniden yayımlayabilir, basıp satabilirsiniz. 4. Eserin türevlerini üretme özgürlüğü: Eseri editoryal olarak düzenleyebilir, üzerinde değişiklik yapabilir, ya da eserden hareketle yeni eserler -roman serisinin ardılları gibi- üretebilirsiniz. Kendi Yayınları’nın kullandığı lisans iki yerde bu tanımla çelişiyor. Birincisi ticari kullanıma izin vermemesi, ikincisiyse editoryal düzenlemeyi kısıtlaması. Kişisel olarak ticari kullanımla ilgili bir sorunum yok. Gerçek anlamda özgür bir lisansın metalaşmayı da engelleyeceği düşüncesindeyim. Bu nedenle, yakın gelecekte ticari kullanıma izin veren bir lisans kullanmayı planlıyorum. Öte yandan editoryal düzenlemeye izin verme henüz ikna olabildiğim bir özgürlük değil. Teknik eserler için anlaşılır geliyor, fakat edebiyat alanında uygulamasının nasıl olacağını kestiremiyorum. Üstelik yazılı eserlerin kullanımıyla ilgili oturmuş bir sistem var; alıntı yapma, kaynak gösterme vb. kurallar çoğu zaman eserlerin bilgi birikimine katkıda bulunmaları için yeterli oluyor. -Akademik dergilerin ve yayın dizinlerinin kurduğu tekelin ayrı bir tartışma konusu olduğunu düşünüyorum.- O nedenle, bu özgürlük üzerine düşünmeye devam ediyorum. Kendi Yayınları’nın özgürleşmeye çalıştığını söylerken kastettiğim de buydu. Bu dört temel özgürlük bir ölçüde, hikâyelerin dilden dile değişerek yayıldığı sözlü kültürü anımsatıyor. Yazılı kültür hayatımıza egemen olana dek kültürel birikimimizin oluşabilmesini büyük ölçüde hikâye anlatıcılarının bu özgürlüklerin hepsine sahip olmasına borçlu değil miyiz? Buradan hareketle şunu merak ediyorum: Yazarların, şairlerin sözlü kültürün özgürlüklerini yeniden benimsemeleri mümkün olabilir mi? Bunun önündeki engeller neler olabilir?
Z.Y.: En başta günümüz “piyasa” şairlerinin, yazarlarının yani daha doğrusu etrafta “Ben şairim-yazarım-ünlüyüm!” diye bağıranların, gezinenlerin takındığı tuhaf tavırlar ya da bu zevatların ontolojik-tarihsel çelişkileri, söz ettiğin özgürlüğün önünde çok büyük bir engel… Şiirin ve şairin varoluş ya da yok oluş tanımları -veya tüm bu meselelerin tanımlanamazlığı, tanım tutmayışı- en az iki bin yıldır süren ve felsefi boyutta tartışılan ontolojik bir konu… Dilsel, tarihsel, toplumsal olarak çok büyük, çok önemli bir kapsamı, etkisi var. Ama bugünün, yakın tarihimizin şairleri -ideolojik mücadele verenlerden bazılarını özellikle sözlerimin dışında tutarak ifade ederim ki- konuyu iktisadi bir varoluş biçimi haline getirdiler. Yani, kitapları çok okununca, çok satınca, tanıtım dergilerinde, televizyon programlarında, köşe yazarlarının ağzında çeşitli atıflarla boy gösterince şairliklerinin, şiirlerinin hem toplumsal hem de edebi olarak “tescillendiğini” sanıyorlar. Yani bu zevatlar, betiklerine bir iktisadi tanınırlık yüklediklerinde, edebi anlamda bir tescile, başarıya kavuştuklarını düşünüyorlar. Aynı pragmatik iktisadi tavrı, yazar örgütleri ve yayıncı birlikleri de yükleniyor. Yazar örgütü, kendisine üye olan yazar sayısını arttırdıkça varoluşunu anlamlandırdığını, üye yazarlarını ve şairlerini de edebi olarak tescillediğini sanıyor. Yayıncı birlikleri de -üyelik anlamında- yayın sayısını, yayınevi sayısını ve yayınevlerinin kârlarını arttırdıkça, edebiyatın gelişiminde aynı oranda bir katkı oluşacağını düşünüyorlar filan… 19. yüzyıldan beri bir “iktisadi çerçeve” oluşturmaya çalışıyorlar edebiyat ve şiir için… Bu çerçeveyi, aslında, devlet düzeneği de istiyor: Modellenebilir, kontrol edilebilir, denetlenebilir, ödüllendirilebilir ve tabiî ki cezalandırılabilir bir “edebiyat çerçevesi” istiyorlar… Dilin, kültürün, edebiyatın ve tahayyül gücünün sınırlarını belirlemek istiyorlar. Tüm bu melanet fotoğrafına karşı yeni nesil dijital platformların özgürlük adına kullanılması ve Creative Commons lisansı, senin de bahsettiğin mevcut kısıtlarına rağmen çok önemli bir yolculuk… Kurtuluş patikasına “büyük bir adım” olarak görüyorum bunu ben… Ece Ayhan’ın hayatından biliyorum, sıkı şiirin ve sahici edebiyatın bu topraklarda, bir iktisadı ya da maliyesi yoktur. Mülkiyesi de yoktur! İktisadi kapsamda çok açık söylüyorum ki devletle bir işi de yoktur, olamaz da. Çünkü -dilbilimsel açıdan bakıldığında- yazılı kültürün okuyucusu veya sözlü kültürün dinleyicisi, bir meta tüketicisi türü değildir. Yaşamın tözünü kavramaya ve bu tözün gelecek salınımlarını tahayyül etmeye çalışan insanlardır sadece… Sahici insanlık diyelim buna: İktidarı ve gaddarlığı yok eden bir dilin nasıl örüldüğünü anlamaya, görmeye, zihninde resimlemeye, imlemeye çalışan sahici bir insanlık… Geleceğin dilini, yaşamın tözünü ve hakikati zihninde yerlemlemeye çalışan bir insanlıktır bu… Ben bu noktada hem içerik, hem birliktelik hem de dağıtım anlamında Kendi Yayınları’nı ve katılımcı derlemelerini de çok önemsiyorum. J. D. Salinger’ın öyküleri, Hüseyin Cöntürk’ün mektupları, “Ahiku Dünya” ve “Kızlı-Erkekli” bütünsel açıdan önemli çatkılar… Çok önemli bir şeyi ve alt-kırılımlarını öğrenmek istiyorum: Kendi Yayınları’nın vizyonu, uzgörüsü nedir? Benimsediği, savunduğu ve taşıyacağı temel değerler nelerdir? Hem içerik hem de teknik açıdan soruyorum bu soruyu…
E.İ.C.: Şu ifade Kendi Yayınları’nın mevcut durumunu doğru biçimde açıklıyor: “Kendi Yayınları telif sahiplerinin kendi eserlerini yayımlayabilmesi için oluşturulmuş ne idüğü belirsiz bir platformdur.” Bu bir tembelliğin de ifadesi aslında: Yayınevini kurmadan önce vizyon ve değerler üzerinde çalışıp bunları en baştan ilân etmektense, işleri zamana bırakıp bu sorunlarla yeri gelince, gelirse eğer, ilgilenmek gibi pratik bir düşünce yatıyor gerisinde. Değerlerin ilân edilmemiş olmasıyla var olmaması aynı şey değil elbette; Kendi Yayınları her kitabın sorgusuz yayımlanacağı bir yer değil. Ama yayınevinin kimliğinin oluşturulması konusunda kendini belli eden acil bir ihtiyacın varlığından söz etmek de zor. Dolayısıyla, şu aşamada, yayınevinin etkinliği daha çok kişisel yatkınlıklar tarafından belirleniyor (söz gelimi, şiir konusunda girişken olmamasının nedenlerinden biri bu). Bunun değişmesi, Kendi Yayınları’nın yayın kuruluyla, editör kadrosuyla dört başı mamur bir yayıncı olması istenmeyecek şey değil, ama bunun için ortada bir ihtiyaç olduğundan pek emin değilim henüz.
Z.Y.: Ben öyle düşünmüyorum. En basitinden, bendeniz Zafer Yalçınpınar özel bir ihtiyaçla Kendi Yayınları’nın kapısını tıklattı: Basılı, kâğıttan yayıncılık ortamının ihtiva ettiği editöryal kırıtışların, yalancılığın, ticarileşmenin, ödüllendirme düzeneklerinin, eskimiş ve yanlış tanımlanmış süreçlerin ve en hafif deyimiyle “çeteleşmiş” oligarşik mevcudiyetin kötücül statükosunda yer almak istemiyordum ve Çalmayan Şiir‘le birlikte Kendi Yayınları’na geldim. Bugün düğmeye bassak, demin saydığım nedenlerle Kendi Yayınları’na gelecek hatırı sayılır yazar ve şairler olduğunu biliyorum. Son olarak, Ulus Baker’in önemli bir metnini yayımladı Kendi Yayınları… Söyleşimizi, Ulus Baker’in bu metninin yayım süreciyle ilgili sizden bilgi alarak noktalamak istiyorum.
E.İ.C.: Kendi Yayınları’nın dijital yayıncılık içinde özgür bir adacık oluşturması, tartışan, eleştiren, üreten bir kolektife dönüşmesi benim hayal etmeye bile çekindiğim bir şey. Ama ‘Çalmayan Şiir’i yayımlama deneyimi bu konuda umutlu olmak gerektiğini düşündürüyor. Yürekledirici sözleriniz için teşekkürler. Ulus Baker’in kaleme aldığı Siyasal Alanın Oluşumu Üzerine Bir Deneme, bana kendini sık hatırlatan bir eser. Sanırım her şeyden çok o nedenle düzgün bir dijital kopyası olsun istedim. Basılı kopyasını isteyenler Ege Berensel’in İletişim Yayınları için derlediği “Dolaylı Eylem” kitabını edinebilirler. Bir de Ulus Baker’i anmak, onu yeniden hatırlamak için. Dahası, bu küçük kitabın, Ulus Baker’i tanımayanlar için iyi bir tanışma aracı olacağını düşünüyorum. Sosyal medyada şimdiye dek kitaba gösterilen ilgi son derece olumlu… Bitirirken, bu güzel söyleşi boyunca gösterdiğiniz sabır için teşekkür etmek istiyorum.
Z.Y.: Asıl ben teşekkür ederim. Kendi Yayınları’nın yolculuğunun sonsuz olmasını diliyorum.
13.11.2014