Felsefenin önemli kilometre taşlarından biri olan Heiddeger, duygu dünyasının retorikçileriyle iddialaşmak için “Dil varlığın evidir” tümcesini ortaya atmıştır. Bunun üzerine İlhan Berk bir şiir kitabına “Dün dağlarda dolaştım, evde yoktum” ismini koyar. Tarihin dehlizlerinden başka biri çıkıp “Dil, ev değildir; evin balkondur!” diye ifade etseydi, ona şöyle derdim;
“Dün evdeydim, balkona çıkmadım.”
Oruç Aruoba “yazmaya hazırlanmak” için “Kapıyı içerden kilitleyip anahtarı da pencereden dışarı atmak” gerektiğini söyler. Ben de öyle yapıyorum, kısacası, okumakta olduğunuz bu satırları size evde(n) yazıyorum.
Bugünün yaşantısını ve koşullarını düşünürsek, yazmak için üzerimize açık renk kıyafetler giyip, değişik şapkalar ve güneş gözlükleri takıp, dizüstü bilgisayarlarımızı yanımıza alıp yeşilliklerin, çiçeklerin ve böceklerin içerisinde -etrafta bulunanların herbirinin kendini Maradona zannettiği ve tek kale futbol maçlarının oynandığı- bir piknik ortamında ya da benzer komik koşulların (mayoların, şişme deniz toplarının filan) bulunduğu bir plajda “sıkı eser”lerin yazılabileceğine inanmıyorum. (Üstelik, kene tehlikesi de var.) Bununla birlikte herhangi bir mağaraya çekilip, münzeviler gibi bize vahiy inmesini bekleyerek de bir yere varamayacağımız kesindir. “İşin doğrusu evde yazmaktır.” (Ev, kentin göbeğinde, köyün içinde, dağın tepesinde veya okyanusun kıyısında olabilir, fakat bunlar “yazmak” açısından birbirlerinden çokça farklı değildir. Önemli olan evde yazmaktır.) Ayrıca, büyük yazarların çoğu “yazmak” ile “yaşamak” durumlarını sıkı sıkıya birbirlerine karıştırmışlardır. Zamanla, ağaca ağaç, denize deniz, göğe gök olarak bakamazlar. Yaşama -her şeye, her olaya ve herkese- “yazılacak bir şey midir?” sorusunun eşliğinde bakarlar; bu nedenle de büsbütün yaşayamazlar. Evleri de bir yaşama alanından çok bir “yazı alanı” haline gelmiştir.
Ünlü güncesinde Andre Gide, “yazı alanı” ve “yazmak” üzerine şu tip bir pusula sunar;
“Odamda alçak bir yatak, biraz dolaşılabilecek boş bir yer, dayanılabilecek yükseklikte ağaçtan yapılmış bir mobilya, dörtgen küçük bir masa, sert bir sandalye… Yazacaklarımı, yatmış bir vaziyette tasarlarım; yürüyerek düzenlerim; ayakta yazarım; sonra da masaya oturmuş olarak kopya ederim. Bu dört vaziyet benim için hemen hemen zorunlu olmuştur(…)Odada dil kılavuzlarından başka kitaba da yer verilmeyecek. Hiçbir şey zihni çelmemeli… Odada sıkıntıyı dağıtacak tek çare çalışmak olacaktır. ”
Buna karşılık, edebiyat tarihimizde madalyalarla, evlerle, arabalarla, şölenlerle veya statükoyla değil de “sefalet”le ödüllendirilmiş sıkı bir şair olan Ece Ayhan’ın nasıl ve nerede yazdığını düşleyelim;
“Üzerinde o eski emanet ceketle, kapısız, penceresiz, eşyasız, altı duvarlı ve sekiz köşeli odasının tam ortasında, yaşadıklarının tüm yükünü ve zamanın varlığını kanıtlayan bir bakışla, bir omzu düşmüş, yüzünün bir yarısı felçli, duruyor. Şapkası ve gözlüğü yerde, ayaklarının dibinde… Eğiliyor, şapkayı ve gözlüğü alıyor, takıyor. Gidip odanın bir “köşe”sini ziyaret ediyor, onu dinliyor. Ağzını elinin tersiyle kapayarak “köşe”nin kulağına bir şeyler fısıldıyor, tartışıyorlar, “tamam!” anlamında başını sallıyor. Ellerini cebine sokuyor ve biraz önce konuştuğu köşeye sırtını dayayarak;
Biz bir şairi şiir yazsın için evsizlikle korkuturuz dom!” diyor.”
Zafer YALÇINPINAR “Ev Yapımı / Dil Yazısı”, Karga Mecmua, Sayı: 19, Eylül 2008
(…) Zafer YALÇINPINAR: Şiirin projelendirilecek “pro-eject” türden ‘endüstriyel’ bir varoluşu yok. Bir ideolojiyi, büyük bir mücadeleyi çevreleyen şairler, şiirler için hiçbir zaman da olmamış zaten… Bu şairlerde -kendileri farkında olmasalar da -ve bu ifadeyi ben pek sevmesem de- iktidar ve gaddarlık karşıtlığı ekseninde tarihsel bir ‘konsept’ oluşuyor. Örneğin, Nâzım Hikmet’in “Kurtuluş Savaşı Destanı” veya “Memleketimden İnsan Manzaraları” bir kitap bütünlüğü olmaksızın yayımlansalardı, okuyucu ve kuşaklar üzerinde böylesi süreğen bir etki bırakamazlardı. İşin kökünde dilsel ve çok önemli bir faktör daha var: Şiir, bir üst-dil -aşkın dil- türüdür. Bunun nedeni de düzyazı gibi bütünüyle “t” ânında ‘semantik’ bir duruşu olmamasıdır. İmge yoğunluğu ya da imgesel alan derinliği düzyazıdan fazladır şiirin… Yani sadece “t” ânındaki “t anlamları”na yaslanmaz. Gerçekte, ‘geleceğin dili’ olarak kendini ve yaşamı yeniler. Ya da şöyle diyelim; “t” ânında “t’nin artı eksi x anlamlarının tümüne” yaslanır. Bu nedenle, bugünden o dilin kimyasını, bir şiir kitabının kimyasını okuyucunun ‘konsept’ olarak kafasında oluşturması “t” ânında, eşanlı olarak, pek mümkün değil. Bu söylediğim açının da en güzel örneği Ece Ayhan ve kitaplarıdır: “Kınar Hanım’ın Denizleri” ve “Bakışsız Bir Kedi Kara”. Bir 30 sene kadar Ece Ayhan’ın iktidar ve gaddarlık karşıtlığı üzerine kurduğu imgesel alan derinliklerini okuyucu da eleştirmen de editör de anlamamış. Ece Ayhan poetikası “t+30” ânında kendini göstermiş. Şimdilerde Ece’nin ‘konsept’i anlaşıldı ve konuşma dilinde -hatta siyasette bile- yerini aldı. Aslında tüm İkinci Yeni şiirinde bu üssel başarı vardır. Bununla birlikte, söylediklerimi hem doğrulayan hem de geçersiz kılan bir İkinci Yeni şairi var: İlhan Berk. Bazı kitapları gerçekten de “kitap projesi” bütünlüğü taşımıyor. Yani aslında bir kitap projeksiyonu yok o bazı şiirlerin… Ama bazı kitaplarında da tam tersidir: “Mısırkalyoniğne”, “Pera”, “Galata”, “Kül”, “İstanbul”… Bir de sanırım, insanlık üzerinde müthiş bir endüstriyel etki, pragmatik baskı var. Yani biliyorsun, bir tür mühendislik ve matematik baskısı. Bu baskıyla ve strateji hastalığıyla insanlar konuları, olayları, tarihi, diğer insanları, kısacası her şeyi unsurlarına ayırmaya ya da birleştirip ele almaya çalışıyorlar. Bir lego oyuncağı gibi, sök tak, uydu uymadı, oldu olmadı vs… Şiir böyle bir şey değil, olmamalı. Buradaki fabrikasyon tehlike görülmeli. (…) Şiirin ve şairin varoluş ya da yok oluş tanımları -veya tüm bu meselelerin tanımlanamazlığı, tanım tutmayışı- en az iki bin yıldır süren ve felsefi boyutta tartışılan ontolojik bir konu… Dilsel, tarihsel, toplumsal olarak çok büyük, çok önemli bir kapsamı, etkisi var. Ama bugünün, yakın tarihimizin şairleri -ideolojik mücadele verenlerden bazılarını özellikle sözlerimin dışında tutarak ifade ederim ki- konuyu iktisadi bir varoluş biçimi haline getirdiler. Yani, kitapları çok okununca, çok satınca, tanıtım dergilerinde, televizyon programlarında, köşe yazarlarının ağzında çeşitli atıflarla boy gösterince şairliklerinin, şiirlerinin hem toplumsal hem de edebi olarak “tescillendiğini” sanıyorlar. Yani bu zevatlar, betiklerine bir iktisadi tanınırlık yüklediklerinde, edebi anlamda bir tescile, başarıya kavuştuklarını düşünüyorlar. Aynı pragmatik iktisadi tavrı, yazar örgütleri ve yayıncı birlikleri de yükleniyor. Yazar örgütü, kendisine üye olan yazar sayısını arttırdıkça varoluşunu anlamlandırdığını, üye yazarlarını ve şairlerini de edebi olarak tescillediğini sanıyor. Yayıncı birlikleri de -üyelik anlamında- yayın sayısını, yayınevi sayısını ve yayınevlerinin kârlarını arttırdıkça, edebiyatın gelişiminde aynı oranda bir katkı oluşacağını düşünüyorlar filan… 19. yüzyıldan beri bir “iktisadi çerçeve” oluşturmaya çalışıyorlar edebiyat ve şiir için… Bu çerçeveyi, aslında, devlet düzeneği de istiyor: Modellenebilir, kontrol edilebilir, denetlenebilir, ödüllendirilebilir ve tabiî ki cezalandırılabilir bir “edebiyat çerçevesi” istiyorlar… Dilin, kültürün, edebiyatın ve tahayyül gücünün sınırlarını belirlemek istiyorlar. Ece Ayhan’ın hayatından biliyorum, sıkı şiirin ve sahici edebiyatın bu topraklarda, bir iktisadı ya da maliyesi yoktur. Mülkiyesi de yoktur! İktisadi kapsamda çok açık söylüyorum ki devletle bir işi de yoktur, olamaz da. Çünkü -dilbilimsel açıdan bakıldığında- yazılı kültürün okuyucusu veya sözlü kültürün dinleyicisi, bir meta tüketicisi türü değildir. Yaşamın tözünü kavramaya ve bu tözün gelecek salınımlarını tahayyül etmeye çalışan insanlardır sadece… Sahici insanlık diyelim buna: İktidarı ve gaddarlığı yok eden bir dilin nasıl örüldüğünü anlamaya, görmeye, zihninde resimlemeye, imlemeye çalışan sahici bir insanlık… Geleceğin dilini, yaşamın tözünü ve hakikati zihninde yerlemlemeye çalışan bir insanlıktır bu…” (…)
Hamiş: Yukarıdaki metin 13 Kasım 2014 tarihinde, Eren İnan Canpolat ile Zafer Yalçınpınar‘ın gerçekleştirdiği konuşmadan bir alıntıdır. Konuşmanın tam metnini okumak için https://zaferyalcinpinar.com/dilinkemigiyoktur.pdf adresini ziyaret edebilirsiniz.
İşin asıl ilginç yanı şu: Söz konusu videonun çekimine hazırlanırken arşivimin dehlizlerinde yeni gezintiler yapmak zorunda kaldığımdan, İlhan Berk’e dair bazı öğeleri tekrardan irdeleme fırsatı buldum. Böylece, İlhan Berk’in söyleşilerinin bütünlendiği kitaplarda yer almayan çeşitli buluntu parçalarının yeni bir efemeratik araştırma alanı oluşturduğunu fark ettim. (Bkz: İlhan Berk’in Çeşitli Söyleşileri Hakkında Açıklama)
İlhan Berk’in ‘dışarda bıraktığı’ söyleşiler, Türk Şiiri’nde temel problematik olarak anılan birçok konuya ve ‘şiir dili’ne dair müthiş söylemler, önemli odaklar ve pratik çözümler sunuyor. Bu kavramsal çerçevenin oluşmasına katkıda bulunan Anıl Yurdakul’a çok teşekkür ediyorum.
Gerçek Fenerbahçeli’lerin üzülmesine hiç gerek yok… Ama tabiî, bugün (21 Eylül 2024) çoğunluğu statta bulunan, 1-3’lük yenilgiye tanık olan ve Haziran 2024 kongresinde Ali Koç’a oy veren 16.900 küsur stajyer Koç Spor’lu derinden üzülerek hakikati görmeli artık… Olan biten şey şu: Ali Koç’un ve taifesinin hayalindeki ‘endüstriyel futbol hamlesi’ bugün bir kez daha yenildi. Defalarca dile getirdiğimiz “çürük kaya” teorisine bugün dünyaca ünlü José Mourinho da eklendi; rezalet seviyesindeki uzun soluklu başarısızlığın endüstriyel/teknik bir parçası da o oldu falan… Ne bir eksik, ne de bir fazla… Bütün hikâye budur!
Üzülmeyin, yakında Fenerbahçe efsanesinin ruhu Koç Spor’dan kurtulacak ve yeniden -küllerinden- doğacak… Kimse kusura bakmasın: Ali Koç ve taifesinin başarısızlığı artarak devam edecek. Bunun böyle olacağı “Ağrı Dağı” gibi apaçık ortada… Delfi kâhini olmaya gerek yok.
Sağolsun, Anıl Yurdakul‘la birlikte Ece Ayhan‘a dair belgesel bir kısa video çalışmasına imza attık:- çokça gevezelik ettik yani… Anıl‘ın çekimini gerçekleştirerek yayına hazırladığı 15 dakikalık bu video kaydında Ece Ayhan’ın poetikası hakkında “doğru kabul edilen yanlışları” düzelterek, yani bu kez “edebiyat tarihini düzünden okuyarak!” 20 yıllık analizlerim sonucunda elde ettiğim çıkarımlarımı anlatmaya çalıştım. Örneğin, Ece Ayhan’ın hangi söylemlerle, kimler tarafından “nasıl ve neden” yanlış tanıtıldığını veya itibarsızlaştırıldığını ya da tersine nasıl yüceltildiğini dile getirdim. Ece Ayhan yaşıyor olsaydı bizim bu video için -yarı şakayla da olsa- “Yeni sesler, çatlak!” yorumunda bulunurdu belki de… Her neyse… Ece Ayhan’ın poetikasındaki gerçekleri merak edenler için, iyi avlar (good hunting!) dilerim.
Duyduğuma göre İlhan Berk ve Ece Ayhan’a karşı itibarsızlaştırma/kıskançlık hamleleri varmış ortalıkta gene… Hiç değişmedi, 40 yıldır hep aynı şeyler! Madem öyle, işbu mutat laklakıyat taifesine karşı biz de -her daim- yalın gerçekleri söylemek zorundayız. 90’ların radyolarındaki gibi; bizden gelsin o septik-egosantrik taifeye:
Türkiye’de “poetika tasarımı, şiir dili, şiirsel yük ve imgelemin özgürleşmesi” açısından baktığımızda, İlhan Berk’in veya Ece Ayhan’ın yanına yaklaşabilecek düzeyde bir şiir aurası hâlâ yoktur. 1950 kuşağının kurduğu poetika -şiir sanatının kapsamı gözetildiğinde- hâlâ zirvededir. Teknolojinin yükselişi ve yığışımın (sosyolojik çokluk, sosyal medya, sosyal mühendislik ve bunların yarattığı doksozof kümesinin) niceliksel olarak artmasıyla birlikte kültür endüstrisi yaygınlaştı ama bu yaygınlık etkili bir poetika gelişimine veya niteliğe dönüşmedi. Yani, Türk Şiiri’nde çok uzun soluklu (50 yılı aşkın) bir “nafile ve ıskarta” dönem yaşandı. 2000’lerin başında biraz umut vardı, ve fakat o kabiliyetli gençleri de 2007 yılından itibaren neo-liberalizmin psikopolitik tüketim oyunlarıyla ve diğer palyatif psikolojik yaklaşımlarla zehirleyip -zihnen- öldürdüler! Hatta öyle ki koca bir kuşak doğumundan itibaren iğdiş edildi, zombileştirildi! (Bkz: Gen-Z)
Bunları neden söylüyorum: İtibarsızlaştırma hamlesine katılanlar da bu hamleyi yönetmeye çalışan “kötülük dayanışması” bileşenleri de bırakın tarihin ön sayfalarını/saflarını, tarihin çöplüğünde bile konumlanamayacak derecede garip-gureba ve meczup takımına dönüşmüş durumdadır. Bu tekaüt olmuş ve dolaşımdan çıkarılmış taifeye benim/kişisel tavsiyem; enerjilerini “emeklilerin ekonomik haklarını savunmak” falan gibi eylemlerde harcamaları ya da lümpenleşmiş pembe popolu arkadaşlarıyla birlikte rantçı/beleşçi ortamlara -misal; Anadolu Yakası Ev Sahipleri, Emlâkçılar ve İnşaatçılar Birliği’ne falan- yanlamaları…
Son sözümüz gayet açık: Türk Şiiri’nin haysiyetine musallat olmayı bırakın artık!
İlhan Berk şiirlerindeki nüveleri korumak için sürekli poetikasının özelliklerini açıklamak zorunda kalmış ve bizatihi bu nedenle de yaşamı boyunca birçok söyleşi gerçekleştirmiştir. Bu söyleşiler toplu olarak iki kaynakta yer alır.
İlk kaynak “Yaşantı” alt-başlığıyla ilk baskısı 1994 yılında YKY’dan gerçekleşen “Kanatlı At” adlı kitaptır. (İlhan Berk’in söyleşilerini topladığı bu kitaba ‘Kanatlı At’ -Yunan mitolojisindeki karşılığıyla ‘Pegasus’- ismini vermesindeki yaklaşımın ‘Söz uçar, yazı kalır’ söylemiyle ilişkili olduğunu ve İlhan Berk’in kendi söyleşilerini “uçan sözler” olarak nitelendirdiğini tahmin ediyorum.) İşbu kitabın 2. baskısı 2005 yılında bazı yeni söyleşiler eklenerek gene YKY’dan gerçekleşmiştir. (2. baskı sırasında İlhan Berk hayatta olduğundan, 2. baskının da ilk baskı gibi İlhan Berk’in içerik tercihlerine göre biçimlendiğini söylebiliriz.)
Söyleşilere dair ikinci kaynak ise T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü tarafından Aralık 2004’te yayımlanan “Kendi Seçtikleriyle İlhan Berk Kitabı” adlı eserdir. Ahmet Kot’un projelendirdiği ve M. Harun Tan’ın sanat yönetmenliğini gerçekleştirdiği bu kitapta da İlhan Berk’in -özellikle 2000 sonrası gerçekleştirdiği ve Kanatlı At’ta yer almayan- birçok söyleşisine yer verilmiştir. Kitabın üst-başlığındaki “Kendi Seçtikleriyle” ifadesinden anlaşılacağı üzere bu kitapta yer alan görseller, metinler ve söyleşilere dair içerik tercihlerinde -Kanatlı At’ın 2. baskısındaki gibi- İlhan Berk müdahil olabilmiştir.
Bunlarla birlikte, her iki kaynak eserde de yer almayan İlhan Berk söyleşilerinin var olduğunu biliyoruz; Örnek olarak, 2001 ve 2002 yıllarının Kasım aylarında E Dergisi’nde yayımlanan iki İlhan Berk söyleşisi ya da ntvmsnbc.com’da yayımlanan söyleşi gösterilebilir veya 2005 yılında Özel Bodrum Hastanesi’nin Aspirin adlı sağlık dergisindeki ilginç söyleşi de dikkate alınabilir…
evvel.org’un İlhan Berk arşiv çalışmaları kapsamında -önümüzdeki günlerde eksiklikleri giderilmek üzere- yazının başında ifade ettiğim iki kaynak eserde de yer almayan İlhan Berk söyleşilerinden şu âna kadar tespit ettiklerimi bir liste olarak şiir ve poetika araştırmacılarıyla paylaşmaktan mutluluk duyuyorum.
Yazıda bahsi geçen ve İlhan Berk’in kitaplarına girmeyip dışarıda kalan söyleşilerin listesi aşağıdadır ve sürekli güncellenmektedir. Son güncelleme 12 Eylül 2024’te gerçekleşmiştir: Yapı Kredi Kültür ve Sanat Yayıncılık Tic. ve San. A.Ş.’nin yasal temsilcisi olan UKA Avukatlık Ortaklığı‘nın 11 Eylül 2024 tarihli talep/ihtar e-postası doğrultusunda, arşivimizde yer alan bazı söyleşileri 12 Eylül 2024 tarihinde kaldırmak zorunda kaldık.Okuyucularımıza ve takipçilerimize üzüntüyle duyururuz. (Bkz: https://evvel.org/bilgilendirme-arsivimizde-yer-alan-bazi-ilhan-berk-soylesilerini-yayindan-kaldirmak-zorunda-kaldik)
“NTVMSNBC Söyleşisi” (Ekim 2006) (12 Eylül 2024 tarihinde arşivimizden kaldırmak zorunda kaldık.)
“Ya, sizin söz ettiğiniz ‘umut’ mu? Onu da umutsuzluk (sevgili umutsuzluk!) büyütecek! (Haziran 2004) (12 Eylül 2024 tarihinde arşivimizden kaldırmak zorunda kaldık.)
“Şairler sözcüklerin gölgeleriyle yazarlar.” (Mart 2004) (12 Eylül 2024 tarihinde arşivimizden kaldırmak zorunda kaldık.)
“Dünyada benden gizli bir şiir yazılamaz.” (Ekim 2002) (12 Eylül 2024 tarihinde arşivimizden kaldırmak zorunda kaldık.)
“Şairlerin yeri cehennemdir, cenneti düşünenlerse hiç olmamıştır” (Kasım 2002) (12 Eylül 2024 tarihinde arşivimizden kaldırmak zorunda kaldık.)
Yankı Odası‘nın 11. Bölümü’nde Tomris ve Turgut Uyar’ın Marmara Adası’nda geçirdiği tatil zamanları ile Marmara Adası’nda kaleme aldığı eserleri inceleyen özel bir yayın gerçekleştirdik. Canlı yayında adalar kültürü araştırmalarıyla tanınan H. Can Yücel konuğumuz oldu ve Uyar ailesinin arşivinde yer alan birçok efemerayı bizlerle paylaştı.
Yaz döneminde olmamız sebebiyle canlı yayınlarımız seyrekleşecek. Ekim 2024’e kadar 10 veya 15 günde 1 canlı yayın gerçekleştirmeyi planlıyoruz. Ekim 2024 itibariyle ise her Pazar, 23.00’da canlı yayında olacağız. Yaz dönemindeki canlı yayın tarihlerimizi ve saatlerimizi sosyal medya hesaplarımızdan takip etmenizi önemle rica ediyoruz. (instagram: @evvelfanzin twitter: @calmayan)
Öküz Dergisi, Sayı: 40, Eylül 1997 (Metni büyütmek için üzerine tıklayınız…)
Öküz Dergisi arşivinde Ece Ayhan’ın güncelerinin yanı sıra, kendi el yazısıyla kaleme aldığı mektuplar da bulunuyor. Öküz Dergisi’nin 40. sayısında yayımlanan 13 Ocak 1997 tarihli mektubunda Ece Ayhan, Morötesi Requiem metninin devamı (veya tamamlayıcısı) niteliğinde bir başka metinden bahsediyor. “Yaşasın Kötülük ve de Ötesi” adını verdiği bu metnin akıbeti bilinmiyor…
Öküz Dergisi, Sayı: 39, Ağustos 1997 (Metni büyütmek için üzerine tıklayınız…)
90’lı yılların sonunda (tahminen 1996-1998 döneminde) Ece Ayhan’ın “final niteliğinde bir anlatı, özel bir minyatür” kaleme aldığını, bu doğrultuda çalıştığını biliyoruz. Önceleri tek -bütünsel- bir kitap olarak düşünülen bu anlatının adı “Melanet” olarak belirlenir… Sonradan, bu “final niteliğindeki anlatı”nın Ece Ayhan tarafından -bilinçli olarak- ikiye bölündüğünü ve bir bölümünün “Morötesi Requiem” adıyla 2001 yılında YKY’den yayımlandığını biliyoruz. Peki diğer bölüme ne oldu?
Bazı çevreler bu bölümün ilk baskı yayımlanırken Morötesi Requiem’e dahil edildiğini iddia ediyor. Bazı çevreler ise Morötesi Requiem’in ilk baskısı yayımlandıktan sonra, -kitabın tepki çekerek mahkeme kararıyla yasaklanıp toplatılması nedeniyle- diğer bölümün kitap olarak yayımlanmasına YKY’nin cesaret edememiş olduğunu düşünüyorlar. (Enis Batur YKY’den ayrıldığı için kitabın yayımlanmadığını dile getirenler de var.) Morötesi Requiem’in 2001 yılında yayımlanmasından hemen bir yıl sonra Ece Ayhan’ın vefatı sonucu kitabın yarım kalmış olma ihtimali de tahminlerin arasında bulunuyor.
Benim kanaatim Ece Ayhan’ın el yazısıyla kaleme aldığı bu metninin hâlen kayıp (gizli) ve tamamlanmamış/yayımlanmamış olduğu yönünde… Çünkü,YKY tarafından çıkarılan Kitap-lık dergisinin 1997 tarihli 29-30 nolu ortak sayısında ‘Yaşasın Kötülük ve de Ötesi’den çeşitli parçalar‘a yer verilmiş; ayrıca da “Work in Progress” (hazırlanmaya/yazılmaya devam ediliyor) şeklinde bir üst başlık/not koyulmuş… Sonra detaylı inceledim; Kitap-lık dergisinde yer alan bu parçalar Morötesi Requiem’in hiçbir baskısında bulunmuyor. (Yani bu bölümün Morotesi Requiem’in ilk baskısına dahil edildiği yönündeki iddia da çürümüş durumda…)
Nihayetinde… Ece Ayhan’ın kendi el yazısıyla kaleme aldığı ve Morötesi Requiem’le birlikte düşündüğü ‘Yaşasın Kötülük ve de Ötesi’ adlı metnin nerde, kimde olduğunu bilen ya da bu metnin akıbetine dair detaylı, doğrulanmış bilgi sahibi olan biri var ise zafery@yandex.com adresine e-posta gönderebilir… Böyle bir bilgiye ulaşırsam, şimdiden, “yerden göğe kadar teşekkür ederim.”
Zafer Yalçınpınar, Karga Mecmua, Ağustos 2009, Sayı: 30 (Görseli büyüterek okumak için üzerine tıklayın…)
“Yavuz Çetin, ‘soundcheck’ yaparken… “ Fotoğraf: Z. Yalçınpınar 1999, Shaft Blues Club-Kadıköy
SIKI GİTARİST YAVUZ ÇETİN
Sıkı gitarist Yavuz Çetin’in ölümünün üzerinden yaklaşık olarak sekiz yıl geçmiş. Demek ki Yavuz Çetin hakkında bir şeyler yazmaya ancak sekiz yıl sonra cesaret edebiliyorum.
Her şeyden önce Yavuz Çetin’i “sıkı gitarist” yapan şeyin ondaki eşsiz “tuşe” olduğunu -tüm ağırlığıyla- ortaya koymalıyız. Tuşe; bir şarkının, bir melodinin ya da bir müzikal tipolojinin ruhunu/özünü dinleyiciye aktarabilmedeki ustalıktır. Bir tür içtenliktir. Senelerini gitar tekniğini güçlendirmekle harcamış biri, evet, her türlü şarkıyı çalabilir, gitar üzerinde her türlü akrobasiyi yapabilir, fakat çaldığı şeyin ruhunu içselleştiremeyip ömrü boyunca tuşesiz bir gitarist olarak kalabilir de… Böylesine sportmen bir gitaristin çaldığı her şey saman gibi gelir dinleyiciye. Yavuz Çetin ise bastığı her notayı içselleştirebilen nadir gitaristlerdendi. 1998 yılının kış aylarından birinde Yavuz Çetin’in “İLK” adlı albümünü “ilk” kez dinlediğimde, albümü hemen beğenmemin nedenlerinden biri de -sanırım- bu güçlü tuşeydi. Özellikle de şarkılardaki blues rifflerinin zamanlamasından, yerlemlerinden ve şarkının armonisine pürüzsüzce eklemlenebilmiş olmalarından dolayı çokça etkilenmiştim. Albümü defalarca dinledim ve albümdeki dinginliğin nasıl olup da bu kadar “enerji dolu” olduğunu, olabildiğini düşündüm, durdum. Hatta bu kimyayı -kendimce- matematiksel (modal/makamsal) olarak hesaplamaya bile çalıştım. O zamanlar cevabı bulamamıştım fakat şimdi, bugün, özellikle de gitar için düşündüğümüzde bu sorunun cevabının Blues Ruhu’yla açıklanabileceğini biliyorum.
1998’in yazında Kadıköy’ün cafe-barlarından birinin tüm masalarında Yavuz Çetin ve grubunun tanıtım broşürünü gördüm. Bu tanıtım broşürleri aynı zamanda da indirim biletleriydi. Yavuz Çetin ve grubu Çarşamba akşamları “Kallavi Bar” diye bir yerde çalıyordu ve indirim biletleri bu barda geçerliydi. Biletlerden birkaç tane aldım ve ilk Çarşamba gününün gelmesini bekledim.
(Yazıda bahsedilen indirim kuponu, Shaft Blues-Jazz Club’ın ilk yeri Kurbağalıdere’nin yanında bulunan Kallavi Fasıl/Meyhane’nin bodrum katıydı. Zy)
Söz konusu ilk Çarşamba gecesi Blues tutkunu bir arkadaşımla birlikte soluğu Kallavi Bar’da aldık. Barı gördüğümüzde çok şaşırdığımızı itiraf etmeliyim. Kallavi Bar, Şükrü Saraçoğlu Stadı’nın yanında, Kurbağlıdere’ye paralel olarak inşa edilmiş, köşkten devşirme bir yapıydı. Barın “üst” katından bol rakılı fasıl ezgileri filan geliyordu. Kapıdaki görevliye Yavuz Çetin’i izlemek istediğimizi ve fasıl seslerini duyunca şaşırdığımızı söyledik. Görevliden Yavuz Çetin’in ve grubunun “alt” katta çaldığı bilgisini alınca rahatladık. (Aslında rahatlamamalıydık, çünkü gerçekte –yani bu memleketin “kara” gerçeğinde- Yavuz Çetin isimli sıkı gitarist, o köşkün alt katında değil de yandaki stadyumda çalmayı hak eden biriydi.)
Köşkün bodrum dairesine benzeyen alt katına girdiğimizde sahnede Yavuz Çetin ve grubu, Jimi Hendrix’in “Voodoo Chile” adlı şarkısının solo bölümünü çalıyorlardı. Ardından, Cream’den “Sunshine Of Your Love” geldi. Şarkıların sololarında Yavuz, bir nota bile teklememişti. Büyülenmiştik. Daha önce Kadıköy’de hakkını vererek Jimi Hendrix çalan bir grup da görmemiştik. Yavuz, bu eski ve sıkı şarkıyı çalarken şarkının ruhunu kendinde hissediyordu ve bu ruh Yavuz Çetin’den bize doğru akıyordu.
Bütün gece hayranlıkla Yavuz Çetin’i izledik, dinledik, içki içtik. Blues tutkunu arkadaşım, programın sonuna kadar beklemişti ve sonunda sahneden indiğinde Yavuz’un yolunu kesip, onun elini öpercesine;
“Bu sıkı şarkıları bu kadar sıkı çalmaya devam ederseniz size dinozor diyecekler…” dedi.
Yavuz Çetin gülümseyerek:
“Desinler, önemli değil… Bir gün gelecek bugün bana dinozor diyenlere de başkaları dinozor diyecekler. ” diye cevapladı ve içkisini almak üzere bara yöneldi.
Şimdi, bugün, 2009’da, kime “dinozor” diyebileceğimizi bilemiyorum, fakat hangi gitaristlere ve gruplara “geyik” denilebileceğini çok iyi biliyorum. Açıkça söyleyeyim; Yavuz Çetin bugüne kadar sahnede izlediğim en tuşeli ve sıkı gitaristlerden biridir. Belki de birincisidir.
Yavuz Çetin’in ölümünün üzerinden sekiz yıl geçmiş. Bunca zamana rağmen zorlukla –ellerim titreyerek ve kafa karışıklığıyla- yazdığım bu yazıyı, Yavuz Çetin’in şarkı sözlerinden bir bölüm alıntılayarak bitirmek “yerinde” olacaktır:
“Sahil sakin ve sessiz Motel ışıkları durgun deniz Karşıda bir balıkçı teknesi Kırık dökük iskele
Sıcak günlerin yorgunluğu üzerimde Umutsuzluk görünürde Henüz batan güneşin özlemi Ve bu yalnızlık çekilmez gibi”
Yankı Odası‘nın 10. Bölümü’nde Turgut Uyar’ın 97. doğum gününü özel bir yayınla kutladık… evvel.org arşivinde yer alan Turgut Uyar başlıklı paylaşımlara https://evvel.org/?s=Turgut+Uyar adresinden ulaşabilirsiniz.
Yaz döneminde olmamız sebebiyle canlı yayınlarımız seyrekleşecek. Ekim 2024’e kadar 10 veya 15 günde 1 canlı yayın gerçekleştirmeyi planlıyoruz. Ekim 2024 itibariyle ise her Pazar, 23.00’da canlı yayında olacağız. Yaz dönemindeki canlı yayın tarihlerimizi ve saatlerimizi sosyal medya hesaplarımızdan takip etmenizi önemle rica ediyoruz. (instagram: @evvelfanzin twitter: @calmayan)
Yankı Odası‘nın 9. Bölümü’nde ‘kara gerçeğin sivil şairi Ece Ayhan‘ı saygıyla andık ve evvel.org arşivinin içinde gezindik…
Ece Ayhan odağında gerçekleştirmeyi planladığımız özel yayınlarımız kısımlar halinde devam edecek…
evvel.org kapsamındaki 20 yıllık Ece Ayhan arşiv çalışmalarımıza (ve çalışmalarımızın detaylı indeksine) https://evvel.org/eceayhanindeksi.pdf adresinden ulaşabilirsiniz. Ece Ayhan için hazırladığımız web sitesi ise burada…
Yaz döneminde olmamız sebebiyle canlı yayınlarımız seyrekleşecek. Ekim 2024’e kadar 10 veya 15 günde 1 canlı yayın gerçekleştirmeyi planlıyoruz. Ekim 2024 itibariyle ise her Pazar, 23.00’da canlı yayında olacağız. Yaz dönemindeki canlı yayın tarihlerimizi ve saatlerimizi sosyal medya hesaplarımızdan takip etmenizi önemle rica ediyoruz. (instagram: @evvelfanzin twitter: @calmayan)
(…) “Rüzgârı düşünüyorum” deseydim, inanır mıydın buna? Örneğin, rüzgârın resmi nasıl çizilir, nasıl boyanır? Evet, eğilmiş ağaçlar, uğuldayan tepeler, dolgun yelkenler, sallanan yapraklar, vuran kapılar, kepenkler, toz bulutları: Hızla büyüyen sarmaşıksı bir duygu. Ancak, hiçbirisi rüzgârın anlamını karşılamıyor: Bunlar rüzgârı algılamamızı sağlayan imgeler, göstergeler; yani, gördüklerimiz: Rüzgârla -rüzgârın etkisiyle- devinen şeyler bunlar, rüzgâr değil. (…)
2015 yılında Uğur Yanıkel’le birlikte ‘Rüzgâr Defteri’ adlı metnimi orjin alarak başladığımız, ardından da ‘İmgelemin Özgürleşmesi’, ‘Ece Ayhan’ ve ‘İkinci Yeni’nin şiirsel alan derinliğine doğru genişlettiğimiz söyleşiden bir bölüm aşağıdadır. Bu söyleşinin özel bir öneme sahip olduğunu dile getirmeliyim: Bu söyleşi, yazdığım bir metnin imgesel imkânlarının yanı sıra semantik etkileşimlerini de sınayan, beni yeni düşünce merhalelerine götüren, kendi metnimin anlamını daha tutarlı bir şekilde görebilmemi sağlayan tam bir ‘poetika çalışması’ oldu. Uğur Yanıkel’e ne kadar teşekkür etsem azdır… (Zy)
Uğur Yanıkel: Oyun Yayınevi tarafından geçtiğimiz ay yayımlanan Rüzgâr Defteri, adalarda ‘örülmüş’ bir anlatı, zaten kitabın giriş kısmında da bunu açıkça dile getiriyorsun. Kitabı okuduğumda şunu fark ettim; evet, ada kültürünün etrafında yoğun bir şekilde ‘dolaşıyorsun’ ancak bir şeyi ‘yakalıyorsun’, rüzgârı… Rüzgârı yakalıyorsun ve rüzgâr üzerinden derinlemesine bir sorgulama, analiz sürecine girişiyorsun. Ancak, burada bahsettiğim sorgu ve analiz, duyusal alan üzerinden ilerliyor. Bu süreçten sonra da rüzgârı adeta modelliyorsun. İfade etmeliyim ki bahsettiğim bölüm, beni en çok heyecanlandıran, etkileyen bölümdü. Çünkü rüzgârın işlevini, oluşumunu biliyoruz ve tüm bunların doğaya ve canlılara yansımasını görebiliyoruz, ancak kendisini göremiyoruz somut bir şekilde. Görünmeyeni görünür kılman beni heyecanlandırdı açıkçası. Ayrıca bu modellemeyi yapabiliyor olmanda imgelem gücünün yanı sıra geçmişteki eğitim sürecinin ve çalışma hayatının da etkisi olduğunu düşünüyorum. Sen bu konuda neler diyeceksin?
Zafer Yalçınpınar: Ne diyeyim; tutarlı, doğruya yakınsayan sözler bunlar… Sorduğun soruda ‘analiz ve modelleme’ diyerek tespit ettiğin durumun nedeni, Rüzgâr Defteri’ni yaşarken -ya da ‘rüzgâr’ denen şeyi düşünürken- elde ettiğim bulguları, görüngüleri alegorik bir dille işlemeye, örmeye çalışmamdır. Bu alegorik dilin bir tür eksiltme hareketi sonucunda oluştuğunu söyleyeyim: Defterin başlangıçtaki, yaşandığı ândaki gerçekliğini değiştirerek ‘rüzgâr’ olgusunun işaret ettiği düşünsel alanı daha belirgin, göz önüne getirilebilir ve nihayetinde ‘sorgulanabilir’ kılmaya çalıştım. Yani, matematikle özdeşleştirerek ifade edersem; yazdığım metnin sürekli olarak türevini aldım ve ‘rüzgârın anlamı’ diyebileceğimiz alegorik bir katmana ulaştım. Bahsettiğim bu işlek kulağa zor, karmaşık, saçma ve tuhaf geliyor olabilir. Basitleştirirsek; ‘rüzgâr’ denen şeyi önce anlayıp sonra da anlatmaya çalıştım. Bunu da metindeki düşünselliği ve imgeselliği dengeleyerek kotarmaya gayret ettim. Aslında, Rüzgâr Defteri’ndeki işleğin ne olduğunu anlatmak için Almanca’da güzel bir fiil vardır: ‘dichten’. Oruç Aruoba bu kelimeyi “şiir olarak kurmak” şeklinde çevirir. Ludwig Wittgenstein bir yazısında “Felsefenin aslında şiir olarak kurulması gerekir.” diyor. Ben de bunu yapmaya çalıştım. ‘Rüzgâr’ olgusunu şiirlemeye, rüzgârın varoluşunu ‘şiir olarak kurmaya’ gayret ettim. Rüzgâr Defteri’nin adalar kültürü ve geçmiş çalışma hayatımla olan ilgisinden önce, bu bahsettiğim ‘şiir olarak kurmak’ meselesi çok daha belirleyici ve önemli… Bunun üstünde durmalıyız sanırım. Bütün bu sözlerimden ve açıklamalarımdan ne anlaşılıyor? Sence nedir Rüzgâr Defteri? Felsefi bir metin mi, şiir mi? Nedir sence?
Uğur Yanıkel: Aslında tüm bu bahsettiklerinin bir çıktısı olarak şunu söyleyebilirim, Rüzgâr Defteri tek tığ ile örülmemiştir. Yani, oluşma, örülme evresindeki ilerleyiş, izlenen yol, yöntem bakımından baktığımızda ve bunun yanında kitabın içeriğindeki rüzgârı anlamaya yönelik sorulan soruların yönlendiriciliği bakımından felsefi bir ‘tığ’ kullanılmış diyebilirim. İkinci tığ ise senin de bahsettiğin ‘şiir olarak kurmak’ fiilinden de yola çıkarak erişilen şiirsellik ya da içeriğinde şiirsel bir tını barındıran imgelem. Tüm bu söylediklerimden de anlaşılacağı üzere Rüzgâr Defteri için yalnız başına bir ‘felsefi metin’ ya da bir ‘şiir’ diyemem. Rüzgâr Defteri, yazarının gördükleri, yaşadıklarının bir sonucudur en nihayetinde, dilin kendine özgü bir biçimde kullanılmasından dolayı yine bu temel üzerinden tanımlanabilir, diye düşünüyorum. Zaten, Rüzgâr Defteri dahilinde ve haricinde de böyle düşünüyorum. Yani mesela, bugün artık, ‘şiir’ kavramını gördüğümüzde ya da duyduğumuzda ‘kafamızın içinde’ ne kendini gösteriyor? Bu çok önemli. Şiirin ‘dinamik öz’ diyebileceğim ya da kavramlar üstü bir ‘şey’ olduğunu düşünüyorum. ‘Dinamik öz’ dememi şöyle bir örnek vererek açıklamaya çalışayım: Ateş böcekleri geceleri parıldayan bir böcek türüdür, yani gündüzleri ışık saçmazlar, hâl böyleyken gündüz bir ateş böceğini -tanıyıp- gördüğümüzde, gözümüzü kapatıp elde ettiğimiz ‘karanlık’, ateş böceğinin parıldamasına neden olmaz. Üstelik ateş böceğini de göremeyiz. Bu örnekte bana göre asıl ‘şiir’ ateş böceğidir. Yani o ‘dinamik öz’ dediğim kısıtlandırılamayan, ‘gözümüzü kapattığımızda’ görünmeyen ‘şey’dir. Buradan hareketle şiirin alışılmış bir biçime(forma) artık gerek duymadığını söyleyebilirim. Bana kalırsa şiir bunu aşan tek türdür; bir biçime(forma) ihtiyaç duymadan varlığını sürdürebildiği için… Bu bağlamda dilin ve kelimelerin göz önünde olmadığı ‘şeylere’ bakalım; yanmış bir filmi banyo ettiğimizde elde ettiğimiz görüntü, ufak bir çocuğa oyalanması için verilen kâğıt ve kalem ile çocuğun yaptığı çizim -ki çocuk genelde o kâğıdı rastlantısal olarak karalar yani ‘rüzgâr’ı çizer-. Verdiğim örnekler çoğaltılabilir elbette. Ancak bu verdiğim örneklerin ve daha fazlasının kişisel sezme yetimiz ile farkında olabiliriz. Rüzgâr Defteri’nin benim için asıl önemi, senin bahsettiklerini saklı tutarak söylüyorum, buradan geliyor. Çocukken hepimiz rüzgârı ‘modellemişizdir’ ancak bunun rüzgârı görünür kılıyor olduğunu bilmeden, farkında olmadan. Rüzgâr Defteri ile şahsen bu farkındalığı kendime kazandırdım. Peki, sen, Rüzgâr Defteri’ni oluştururken, ‘rüzgârı keşfettin’ diyebilir miyiz? Eğer öyleyse, bu keşfin Rüzgâr Defteri dışında bir yansıması oldu mu sende?
Zafer Yalçınpınar: Doğduğumdan beri her yılın belli bir dönemini adada yaşıyorum. Ada yaşamında, denizin hareketini belirleyen rüzgâr çok önemlidir. İnsan için ‘düşünmek’ ne ise ada için de ‘rüzgâr’ odur. Rüzgâr sürekli yaşamı değiştirir, hemen her şey rüzgâra bağlıdır adalarda… Rüzgâr Defteri’nin yazım sürecini yaşamsal düzlem üzerinden anlatayım o zaman… 2013 yılında Duygu Gündeş’le birlikte Bozcaada’da tatile gittik. Bu tatilde, konaklamak için Bozcaada’nın kıyı şeridinde bulunan popüler mevkilerden birini değil de, daha içrek, adanın kuzeydoğuya bakan tarafında bulunan bağ ve bahçelerin ortasında, salaş diyebileceğimiz bir yer seçtik. Bu mevkide, tatilin ilk ânından son ânına kadar rüzgâr hiç durmadı, sürekli ve kuvvetli olarak kendini hissettirdi. Sürekli esiyor, bir şeyler anlatıyor, sürekli bir şeyleri düşünüyor, düşündürtüyor gibiydi. Bu yaşantı parçasında, Rüzgâr Defteri’nin ilk orjini oluştu; belirleyici kavram, metne eşlik edecek olan odak noktası bu ‘süreklilik’ti. Diğer orjin ‘rüzgârın etkinliği, etkililiği’ydi. ‘Devinim’ olgusuyla birlikte ‘rüzgârın yaşama düşünce katması’ da defterin temel eğretilemesidir. Bu orjinler ya da ‘mihenk noktaları’ üzerinden defterin örülümü, yazımı bir tam yıl boyunca sürdü. Marmara Adası’nda, 2014 yılında, fırtınalı bir gecede deftere son noktayı koydum. Bu başlangıç ve bitiş arasında oluşan imgelemin, evet, konuşmamızın başında da vurguladığın gibi matematik ağırlıklı eğitim sürecimden, para kazanmak için bir on yıl kadar çalıştığım bilim kurumundan tut da bulanık mantığa veya dilbilim felsefesine olan ilgime ve araştırma çalışmalarıma kadar uzanan bir arkaplanı olduğunu söyleyebiliriz. Ancak, önemli olan defterin yazımındaki tetikleyici kıvılcımlardır. İlk denklemdir. Daha önce de ‘Çalmayan’(Eylül 2014, Kendi Yayınları) adlı şiir kitabımı okuyan bir arkadaş şiirlerimi ‘matematiksel’ bulduğunu ifade etmişti. Sence, şiir ve matematik arasında belirgin bir ilişki var mı? Sembolik anlatım ekolünde, Bilge Karasu’da veya Rüzgâr Defteri’ndeki alegorik katmanda bu türden bir ilişki mecburiyet hâline mi dönüşüyor? Ece Ayhan, bir yazısında, ‘İkinci Yeni logaritmalı şiirdir.’ der. Peki, şimdi ben kalksam, ‘şiirsel önerme’ ya da ‘imgesel önerme’ diye bir şeyler, kavramlar atsam ortaya, bu ifadeleri duyduğunda aklına neler gelir, ilkin?
Uğur Yanıkel: ‘Şiir ve matematik’ dendiğinde akla ilk gelen şey ‘ölçülü şiirler’ oluyor. Ancak buradaki biçim odaklı ilişkiyi bir kenara bırakırsak, sanırım şiir ve matematik arasındaki ilişkinin temel belirginliği soyut düşünce ya da soyut düşünebilme becerisinden geliyor. En genel tabiri ile matematik, evren ve zaman içerisinde bulunmayan ancak akılda varlığını sürdüren, soyut zeminde düşünebilmenin sonucudur. Şiirde de böylesi bir soyut zeminin varlığından söz edebiliriz. Formüleri, sayısal bir dili olsa da bu sayısal dilin çözümlenme süreci analitik düşünceyi ortaya çıkarır, sonrasında da güçlendirir. Bu analitik düşünce hayatla, yaşamla, varlıklarla bir bağ kurmaya yönlendirir insanı. Bu bağ ile imgelem gücünün birleşimi de Rüzgâr Defteri’nde kendini hissettiriyor. İlk başta söylediğin ‘…matematikle özdeşleştirirsem sürekli türevini aldım’ sözü de buna delil olarak gösterilebilir… Şimdi, Rüzgâr Defteri’ndeki alegorik katmanda ise tüm bu ilişkinin mecburiyet hâlinden ziyade kendiliğinden oluştuğunu düşünüyorum, az önceki açıklamalarıma dayanarak. (…)
Yankı Odası‘nın 8. Bölümü’nde ‘kara gerçeğin sivil şairi Ece Ayhan‘ı saygıyla anıyoruz.
Ece Ayhan odağında gerçekleştirmeyi planladığımız özel yayınlarımız önümüzdeki günlerde kısımlar halinde devam edecek…
evvel.org kapsamındaki 20 yıllık Ece Ayhan arşiv çalışmalarımıza (ve çalışmalarımızın detaylı indeksine) https://evvel.org/eceayhanindeksi.pdf adresinden ulaşabilirsiniz. Ece Ayhan için hazırladığımız web sitesi ise burada…
Yaz döneminde olmamız sebebiyle canlı yayınlarımız seyrekleşecek. Ekim 2024’e kadar 10 veya 15 günde 1 canlı yayın gerçekleştirmeyi planlıyoruz. Ekim 2024 itibariyle ise her Pazar, 23.00’da canlı yayında olacağız. Yaz dönemindeki canlı yayın tarihlerimizi ve saatlerimizi sosyal medya hesaplarımızdan takip etmenizi önemle rica ediyoruz. (instagram: @evvelfanzin twitter: @calmayan)
Aralık 2022’de 27 yaşında vefat eden sıkı dost -ve genç yayıncı- Uğur Yanıkel, Ece Ayhan‘ın yaşamıyla ve poetikasıyla özel olarak ilgileniyordu. pasaj69.org adresinde kurduğu özgür yayıncılık platformu kapsamında hem bütünlenmiş e-kitapçıklar olarak hem de parça parça buluntular olarak, kimsenin cesaret edemediği arşiv kazıları gerçekleştirdi. Tabiî ki, araştırma konusu Ece Ayhan olunca, bütünsel sonuçlara ve çıkarımlara ulaşmak zorlaşır, çünkü Ece Ayhan’ın poetikası da yaşamı da kilitlerle, gizli dehlizlerdeki gizli geçitlerle, katastrofik olaylarla ve tarihsel labirentlerle doludur. Bununla birlikte, Uğur’un Ece Ayhan araştırmalarındaki gayreti -kazıyı sürekli derinleştirmesi, parçalara, buluntulara ulaşması- bir şiir tarihi araştırmacısı (veya poetikasını oluşturmaya çalışan bir şair) için kilit açıcı nitelikler taşıyor. Basitçe söylersek; Uğur’un araştırmaları puzzle’ın parçalarını birleştirebilmek veya büyük haritanın bir kısmını görebilmek için ipuçları sunuyor. EVV3L kapsamındaki Ece Ayhan araştırmalarının kaotik alan derinliğinde kaybolmaması amacıyla ve Uğur’un Ece Ayhan arşiv çalışmalarını bir kez daha okurun zihnine sunabilmek için kısa bir listeleme/derleme gerçekleştirdik. “İyi avlar” dileriz! (İngilizcesi; “Have a good hunting!”)Zafer Yalçınpınar
pdf olarak indirmek için tıklayınpdf olarak indirmek için tıklayın