evvel.org‘da yayımlanan 20 yıllık İlhan Berk arşiv çalışmalarımızın ve efemeraların tamamına http://evvel.org/ilgi/ilhan-berk adresinden ulaşabilirsiniz.
İlhan Berk odağında gerçekleştirmeyi planladığımız özel yayınlarımız kısımlar halinde devam edecek…
17. Bölüm’ün yayın tarihine/saatine ilişkin bilgiler/güncellemeler/değişiklikler için lütfen sosyal medya hesaplarımızı takip ediniz. (instagram: @evvelfanzin twitter: @calmayan)
İşin asıl ilginç yanı şu: Söz konusu videonun çekimine hazırlanırken arşivimin dehlizlerinde yeni gezintiler yapmak zorunda kaldığımdan, İlhan Berk’e dair bazı öğeleri tekrardan irdeleme fırsatı buldum. Böylece, İlhan Berk’in söyleşilerinin bütünlendiği kitaplarda yer almayan çeşitli buluntu parçalarının yeni bir efemeratik araştırma alanı oluşturduğunu fark ettim. (Bkz: İlhan Berk’in Çeşitli Söyleşileri Hakkında Açıklama)
İlhan Berk’in ‘dışarda bıraktığı’ söyleşiler, Türk Şiiri’nde temel problematik olarak anılan birçok konuya ve ‘şiir dili’ne dair müthiş söylemler, önemli odaklar ve pratik çözümler sunuyor. Bu kavramsal çerçevenin oluşmasına katkıda bulunan Anıl Yurdakul’a çok teşekkür ediyorum.
Sıddık Akbayır, hazırladığı biyografi ve portre çalışmalarıyla yakın dönem edebiyat tarihine çözümleme-karşılaştırma açısından en çok katkıyı sağlayan araştırmacılardan biridir. Akbayır’ın 2008 yılında İlhan Berk’e dair kaleme alarak çeşitli şiir mecralarında yayımladığı sıra dışı portre çalışmasını -bir kez daha- okurun ilgisine sunmaktan mutluluk duyuyoruz.
Önemli Not: “Sıkı şiire öncelik vermek” ve “imgelemin özgürleşmesini sağlamak” amacıyla dijital yayıncılık serüvenine başlayan UPAS Yayın‘ın tüm kitaplarını upas.evvel.org adresinden ücretsiz olarak okuyabilirsiniz. EVV3L kapsamındaki İlhan Berk Arşivi’ne ise http://evvel.org/ilgi/ilhan-berk adresinden ulaşabilirsiniz.
UPAS YAYIN MI? O DA NEDİR Kİ! (Söyleşi, EKİM 2019)
Zeynep Meriç: Upas Yayın’ı kurmaya ne zaman karar verdiniz? Bu oluşumda sizi tetikleyen en önemli olay veya olgu nedir?
Zafer Yalçınpınar: Tahakkümlerden ve ezberlerden uzak bir özgür yayıncılık projesi oluşturmayı yıllardır düşünüyordum. 15 yıldır evvel.org kapsamında çeşitli edebiyat çalışmaları gerçekleştiriyorum. Çevremdeki dostlar, özellikle şiir ve poetika kapsamında evvel.org’un çok değerli bir arşiv ihtiva ettiğini, bununla birlikte fazlasıyla kişisel olduğunu sürekli dile getiriyorlardı. Haklılardı. En başından beri evvel.org’u kişisel not defterim, edebiyat ve şiir kapsamında tutulmuş bir not defteri olarak tasarlamıştım. Tuhaftır, okuyucunun ilgisini çekti falan… Neyse… 2018 yılında, evvel.org’un sub-domain’i olarak “upas” başlığını kullanmaya ve burada özgür bir şekilde dijital kitaplar yayımlamaya karar verdim. Balzac’ın bir kitabında ‘Upas’ ismiyle ve ‘Upas Ağacı’nın hikâyesiyle karşılaşmam, çok belirleyici ve tetikleyici oldu. Şu an Türkiye’de, Upas’ın dışında, şiiri, poetikayı ve imgelemin özgürleşmesi gibi kavramları yayın politikasının orjinine yerleştiren, şiiri öncelikli gören, bu kapsamda elini taşın altına koyan sadece bir-iki yayınevi var. Çünkü şiir -özellikle de sıkı şiir- iktisadi bir varoluş sergileyemiyor, satmıyor, okuru ve takipçisi az… Anlayanı ve ilgileneni de az… Bu duruma, böylesi bir çaresizliğe ve imkânsızlığa -kendimce- bir son vermek istedim.
Zeynep Meriç: Upas’ın poetikaya öncelik veren özgür bir yayın girişimi olduğunu belirtiyorsunuz. Peki, Upas’ta sadece şiir mi yer alıyor, diğer edebi türlere yer veriyor musunuz? Okurların arzuları mı size ışık tutuyor?
Zafer Yalçınpınar: Upas Yayın’da yer alan eserlerin özünü şiir ve poetika oluşturuyor. Bizim mihenk taşımız da turnusol kâğıdımız da şiirdir. Şibolet gibi… -Araştırın bakalım ‘Şibolet’ ne demekmiş- Sonuçta, öyküler, roman parçaları, roman karakterleri, polisiye, mizah, popüler kültür falan bizim dışımızda. Bizim önceliğimiz şiir… Sıkı şiir… Deneysellik, avangard, dada, gerçeküstü, letterizm, görsel şiir gibi kavramları kapsam-içi görüyoruz. Bu konuda azıcık katıyız. Sıkı şiiri ve imgelemin özgürleşmesini dert edindik. Yaşamdaki şiirselliğin arttırılması, şiir birikiminin arttırılması, şiir dilinin geliştirilmesi, sezgisel ve bilişsel bir auranın yaratılması, şiirin dilimizdeki sürdürülebilirliği, şiirsel yükün ihtiva ettiği kalp, vicdan ve hakikat duygusu bize yol gösteriyor. Tabiî ki okurumuzu da önemsiyoruz: Sıkı, olgun, güçlü ve geleceği belirleyen bir şiir dilini ve poetikayı okura sunarak, böyle yaparak okurlarımızı önemsiyoruz.
Zeynep Meriç: Upas’ın varoluşunda İlhan Berk ve Ece Ayhan’ın önemi nedir? Bu doğrultuda şiirsel çizginizden ödün verdiniz mi hiç? ‘Dilin imkânlarının genişletilmesi’ gerekliliğinden mi yanasınız sürekli?
Zafer Yalçınpınar: Şiirsel çizgimizden ve şiirsel maksadımızdan ödün vermeyiz. İlhan Berk ve Ece Ayhan da taviz vermemiştir. Sıkı şairlerin en büyük özelliği budur. Tarihsel varoluş, yazgı veya lanetimiz böyledir maalesef… Ece Ayhan ve İlhan Berk’in önemi, Dünya’daki 1950 şiir hareketinden yola çıkarak 2020’lere uzanmayı başaran dilsel uzgörü çizgilerini Türkçe’de oluşturabilmelerinde gizlidir. Felsefi bir boyut, yaşama alan derinliği katan dilsel bir sınırsızlık… Türkçe’deki şiir dilinin günümüze uzanan en başarılı motiflerini bu iki şairin zihnindeki bilişsel harita belirlemiştir. Dikkat ederseniz ‘İkinci Yeni’ akımı demiyorum. 1950 şiir hareketi diyorum. Ve bu durumu derinlemesine araştırmayı sizlere bırakıyorum.
Zeynep Meriç: Basılı nüshalarınızın olmadığını söylemiştiniz. Peki, ilerleyen süreçte bu mümkün mü? Basılı nüshaya geçiş için Upas’ta büyük değişiklikler olabilir mi?
Zafer Yalçınpınar: Olabilir. Fakat şu an böyle iyiyiz. Gidebildiğimiz yere kadar gideceğiz. Ne kendimizi ne de şiir okurunu ekonomik bir külfet altına sokmak istemiyoruz. Şiiri neo-liberal sisteme sokmak istemiyoruz. Dijital yayıncılığın, yeni nesil yayıncılığın güzelliği de budur zaten… Şiire neo-liberal girişimci bir tavır yüklemek isteyen muhteris tipolojiden de yıllardır -açıkça söylüyorum- nefret ediyoruz.
Zeynep Meriç: Okurlarınız yayınlarınıza nasıl ulaşabilir? Sitedeki etkinlikleri nasıl takip edebilir?
Zafer Yalçınpınar: Cevap sorunuzda bulunuyor zaten… Cep telefonunuzdan, tabletinizden veya bilgisayarınızdan upas.evvel.org adresini ziyaret etmeniz yeterli… Tek tıklamayla kitaplarımızı, tüm paylaşımlarımızı ücretsiz olarak indirip pdf biçeminde okuyabiliyorsunuz, arşivleyebiliyorsunuz. Sosyal medyada da çok aktifiz. Duyurularımız da etkinliklerimiz de… Kısacası, her şey bir tık uzağınızda… Daha ne olsun. Büyük hizmet!
Zeynep Meriç: Bilginin bu denli karmaşık ve kirli olduğu dönemde basılı yayının azalmasını ve dijital yayınların çoğalmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce bu durum yayımlanan eserlerin değerini arttırıyor mu, azaltıyor mu?
Zafer Yalçınpınar: Vallahi, bizim yayınladığımız eserler Mars gezegeninin dilinde yazılmıyor. Türkçe yazıyoruz… (Gülüyor) Aynı harfler, aynı dil… Kâğıdın üzerinde veya kitabın içinde olsun ya da ekranda dijital kitap biçeminde olsun son derece özenli ve titiz çalışıyoruz. Şiir dili, redaksiyon, mizanpaj ve diğer tasarımsal öğeler konusunda basılı yayınların çoğundan özenliyiz. Belki, koleksiyonerler için bazı basılı deneylerimiz de olacak gelecekte… Bakacağız.
Zeynep Meriç: Upas’ı bundan sonra nerede göreceğiz?
Zafer Yalçınpınar: Upas Yayın’ın poetikası bir fısıltı gibi yayılır. Hiç ummadığınız bir anda bizim yayınlarımızla veya bizatihi bizimle karşılaşabilirsiniz. Fakat şunu söyleyebilirim; kitap fuarlarında, mikrofon arkalarında ya da ışıltılı podyumlarda birer dünya güzeli veya doksozof gibi kırıtmayacağımız kesin!
Zeynep Meriç: Devam eden veya başlayacağınız yeni bir proje var mı? Son olarak neler söyleyeceksiniz?
Zafer Yalçınpınar: Birçok gayretimiz var. Şiir aurasına, şiirsel alan derinliğine görsel ve işitsel eklemler sağlamak istiyoruz yakın gelecekte… Sıkı şiiri desteklemeye ve şiire öncelik vermeye devam edeceğiz. Son olarak, ne diyeyim, gözünüz, kulağınız upas.evvel.org’da olsun. Ve tabiî ki bu çevik söyleşi için de sana çok teşekkür ederim.
Zeynep Meriç:Ben teşekkür ederim… Samimi yanıtlarınız için asıl….
Karga Mecmua, Sayı: 19, Eylül 2008 (Büyüterek okumak için görselin üzerine tıklayınız…)
EV YAPIMI DİL YAZISI
Felsefenin önemli kilometre taşlarından biri olan Heiddeger, duygu dünyasının retorikçileriyle iddialaşmak için “Dil varlığın evidir” tümcesini ortaya atmıştır. Bunun üzerine İlhan Berk bir şiir kitabına “Dün dağlarda dolaştım, evde yoktum” ismini koyar. Tarihin dehlizlerinden başka biri çıkıp “Dil, ev değildir; evin balkondur!” diye ifade etseydi, ona şöyle derdim;
“Dün evdeydim, balkona çıkmadım.”
Oruç Aruoba “yazmaya hazırlanmak” için “Kapıyı içerden kilitleyip anahtarı da pencereden dışarı atmak” gerektiğini söyler. Ben de öyle yapıyorum, kısacası, okumakta olduğunuz bu satırları size evde(n) yazıyorum.
Bugünün yaşantısını ve koşullarını düşünürsek, yazmak için üzerimize açık renk kıyafetler giyip, değişik şapkalar ve güneş gözlükleri takıp, dizüstü bilgisayarlarımızı yanımıza alıp yeşilliklerin, çiçeklerin ve böceklerin içerisinde -etrafta bulunanların herbirinin kendini Maradona zannettiği ve tek kale futbol maçlarının oynandığı- bir piknik ortamında ya da benzer komik koşulların (mayoların, şişme deniz toplarının filan) bulunduğu bir plajda “sıkı eser”lerin yazılabileceğine inanmıyorum. (Üstelik, kene tehlikesi de var.) Bununla birlikte herhangi bir mağaraya çekilip, münzeviler gibi bize vahiy inmesini bekleyerek de bir yere varamayacağımız kesindir. “İşin doğrusu evde yazmaktır.” (Ev, kentin göbeğinde, köyün içinde, dağın tepesinde veya okyanusun kıyısında olabilir, fakat bunlar “yazmak” açısından birbirlerinden çokça farklı değildir. Önemli olan evde yazmaktır.) Ayrıca, büyük yazarların çoğu “yazmak” ile “yaşamak” durumlarını sıkı sıkıya birbirlerine karıştırmışlardır. Zamanla, ağaca ağaç, denize deniz, göğe gök olarak bakamazlar. Yaşama -her şeye, her olaya ve herkese- “yazılacak bir şey midir?” sorusunun eşliğinde bakarlar; bu nedenle de büsbütün yaşayamazlar. Evleri de bir yaşama alanından çok bir “yazı alanı” haline gelmiştir.
Ünlü güncesinde Andre Gide, “yazı alanı” ve “yazmak” üzerine şu tip bir pusula sunar;
“Odamda alçak bir yatak, biraz dolaşılabilecek boş bir yer, dayanılabilecek yükseklikte ağaçtan yapılmış bir mobilya, dörtgen küçük bir masa, sert bir sandalye… Yazacaklarımı, yatmış bir vaziyette tasarlarım; yürüyerek düzenlerim; ayakta yazarım; sonra da masaya oturmuş olarak kopya ederim. Bu dört vaziyet benim için hemen hemen zorunlu olmuştur(…)Odada dil kılavuzlarından başka kitaba da yer verilmeyecek. Hiçbir şey zihni çelmemeli… Odada sıkıntıyı dağıtacak tek çare çalışmak olacaktır. ”
Buna karşılık, edebiyat tarihimizde madalyalarla, evlerle, arabalarla, şölenlerle veya statükoyla değil de “sefalet”le ödüllendirilmiş sıkı bir şair olan Ece Ayhan’ın nasıl ve nerede yazdığını düşleyelim;
“Üzerinde o eski emanet ceketle, kapısız, penceresiz, eşyasız, altı duvarlı ve sekiz köşeli odasının tam ortasında, yaşadıklarının tüm yükünü ve zamanın varlığını kanıtlayan bir bakışla, bir omzu düşmüş, yüzünün bir yarısı felçli, duruyor. Şapkası ve gözlüğü yerde, ayaklarının dibinde… Eğiliyor, şapkayı ve gözlüğü alıyor, takıyor. Gidip odanın bir “köşe”sini ziyaret ediyor, onu dinliyor. Ağzını elinin tersiyle kapayarak “köşe”nin kulağına bir şeyler fısıldıyor, tartışıyorlar, “tamam!” anlamında başını sallıyor. Ellerini cebine sokuyor ve biraz önce konuştuğu köşeye sırtını dayayarak;
Biz bir şairi şiir yazsın için evsizlikle korkuturuz dom!” diyor.”
Zafer YALÇINPINAR “Ev Yapımı / Dil Yazısı”, Karga Mecmua, Sayı: 19, Eylül 2008
Erdoğan Alkan, “Ece Ayhan ve Şiiri” Varlık Dergisi, Eylül 2002, Sayı: 1140, s. 46-47
Erdoğan Alkan, “Ece Ayhan ve Şiiri” Varlık Dergisi, Eylül 2002, Sayı: 1140, s. 47-48 (İşbu yazının “Yeniden Birlikte” başlıklı bölümünde Ece Ayhan’ın Denizli’de yaşanan olaylara ilişkin açıklamaları/son sözü bulunuyor.) (Görselleri büyüterek okumak/incelemek için üzerlerine tıklayınız.)
Evrak-1Evrak-2Evrak-3
Yukarıda, 1966’da Ece Ayhan’ın Tahir Galip Harmancı‘yla birlikte kaymakamlık görevinden uzaklaştırılışına ve Denizli’de yaşanan ilk olaya (vukuata) dair resmi evraklar (Evrak 1,2,3) görünüyor. Bu ilk olay gerçekleştiğinde Tahir Galip Harmancı Denizli’nin Çameli ilçesinde, Ece Ayhan ise Çardak ilçesinde kaymakamdır. Harmancı’nın uzaklaştırılışındaki gerekçe açıklaması (Evrak-1) çok önemlidir çünkü Denizli’de yaşanan bu ilk olayda iki kaymakamın birlikte hareket ettiği düşünülmektedir. Ece Ayhan’ın hüküm giydiği ırza tasaddı olayının ise bu ilk olayın ardından ikinci vukuat olarak geliştiği düşünülmektedir. (Zy)(Evrakları büyüterek okumak için üzerlerine tıklayınız.)
İkinci Olaya Dair Ece Ayhan için Açıklanan Gerekçeli Karar ve Ece Ayhan’ın Hükümlülüğü, 28 Ocak 1968 (Görseli büyüterek okumak/incelemek için üzerlerine tıklayınız.)
İÇİŞLERİ BAKANLIĞINDAN; Çardak Kaymakamı iken, 2/9 1966 tarihinde Bakanlık emriyle alınıp, 6435 sayılı Kanunun 1. Maddesi uyarınca, 5/3 1967 tarihinden itibaren emekliye sevkedilen ve daha sonra açmış olduğu dâvâ sonunda emeklilik işlemi iptal edilen Ece Ayhan Çağlar’ın, Bakanlık emirinde geçen 6 aylık sürenin bitimi olan 1/4/1967 tarihinden itibaren 6435 sayılı Kanunun 1. Maddesinin 3. Bendi gereğince emekliye sevkedildiği, adresi meçhul olduğundan ilanen tebliğ olunur. (Milliyet Gazetesi-İlan)
“Ece Ayhan 1962 yılında Sivas’ın Gürün ilçesinde kaymakamlık görevine başladı. Aynı yıl Deniz Hafize Hanım’la evlendi. Gürün’de kaymakamlık yaptığı sırada, genç bir çocukla ilişkisi olduğu iddia edildi. 1963’te Çorum’un Alaca ilçesi kaymakamlığına atandı. Aynı yerde Belediye Başkanlığı da yapan Ayhan hakkındaki tecavüz söylentileri giderek yoğunlaşınca, buradan da ayrıldı ve Denizli’nin Çardak ilçesi kaymakamlığına tayin edildi. Çardak’ta kısa bir süre görev yapan Ece Ayhan, 1966’da kaymakamlıktan ve devlet memurluğundan ayrıldı. Bu ayrılmanın Ece Ayhan’ın kendi isteğinden mi yoksa bir türlü peşini bırakmayan ‘genç çocuğa tecavüz’ iddiaları nedeniyle İçişleri Bakanlığı’nın Ayhan’a ‘işten el çektirme’ cezası uygulamasından mı kaynaklandığı hiç açıklanmadı. Ece Ayhan’ın eşcinselliğini öne sürenler, bakanlıktaki kişisel dosyasında herhangi bir istifa dilekçesi bulunmadığını, Ece Ayhan’ın Gürün’de karıştığı iddia edilen ‘tecavüz suçlaması’ nedeniyle devlet memurluğundan kovulduğunu söylediler. (…)” Lemi Özgen, K Dergisi, Sayı:100, 29 Ağustos 2008, s.5
Abdurrahim Sercan, “Şair Ece Ayhan’dan Bugüne Tarikatlar” Üvercinka Dergisi, Sayı: 20, Haziran 2016, s.18
Cezaevinde Ece Ayhan tarafından İlhan Berk’e yazılmış iki mektup… (1969) Ece Ayhan, “Hoşça Kal -İlhan Berk’e Mektuplar”, 3. Baskı 2019, ss.7-8 (Mektupları büyüterek okumak/incelemek için üzerlerine tıklayınız.)
Okuyucularımıza ve takipçilerimize üzüntüyle duyururuz:
11 Eylül 2024, saat 17:00’da, Yapı Kredi Kültür ve Sanat Yayıncılık Tic. ve San. A.Ş.’nin (YKY’nın) yasal temsilcisi olan Ünal–Kıraner–Aydemir (UKA) Avukatlık Ortaklığı’nın tarafımıza gönderdiği e-postada ‘Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’ gerekçe gösterilerek, sitelerimizde arşiv çalışması olarak yayımlanan bazı İlhan Berk söyleşilerinin sitelerimizden kaldırılması talep/ihtar edilmiştir. İşbu talep/ihtar kapsamında 12 Eylül 2024 saat 02:00’da yayından kaldırılan İlhan Berk söyleşilerinin listesi ve yayından kaldırılan linkler aşağıdadır.
YAYINDAN KALDIRILAN İLHAN BERK SÖYLEŞİLERİ VE BAĞLANTI ADRESLERİ (Son Güncelleme: 12/9/2024, 12:01)
1) NTVMSNBC.COM İlhan Berk Söyleşisi (2006) https://evvel.org/sairlerin-hayati-hep-boyledir-kim-okur-kim-sever-bilmezsiniz-ilhan-berk-2006
Duyduğuma göre İlhan Berk ve Ece Ayhan’a karşı itibarsızlaştırma/kıskançlık hamleleri varmış ortalıkta gene… Hiç değişmedi, 40 yıldır hep aynı şeyler! Madem öyle, işbu mutat laklakıyat taifesine karşı biz de -her daim- yalın gerçekleri söylemek zorundayız. 90’ların radyolarındaki gibi; bizden gelsin o septik-egosantrik taifeye:
Türkiye’de “poetika tasarımı, şiir dili, şiirsel yük ve imgelemin özgürleşmesi” açısından baktığımızda, İlhan Berk’in veya Ece Ayhan’ın yanına yaklaşabilecek düzeyde bir şiir aurası hâlâ yoktur. 1950 kuşağının kurduğu poetika -şiir sanatının kapsamı gözetildiğinde- hâlâ zirvededir. Teknolojinin yükselişi ve yığışımın (sosyolojik çokluk, sosyal medya, sosyal mühendislik ve bunların yarattığı doksozof kümesinin) niceliksel olarak artmasıyla birlikte kültür endüstrisi yaygınlaştı ama bu yaygınlık etkili bir poetika gelişimine veya niteliğe dönüşmedi. Yani, Türk Şiiri’nde çok uzun soluklu (50 yılı aşkın) bir “nafile ve ıskarta” dönem yaşandı. 2000’lerin başında biraz umut vardı, ve fakat o kabiliyetli gençleri de 2007 yılından itibaren neo-liberalizmin psikopolitik tüketim oyunlarıyla ve diğer palyatif psikolojik yaklaşımlarla zehirleyip -zihnen- öldürdüler! Hatta öyle ki koca bir kuşak doğumundan itibaren iğdiş edildi, zombileştirildi! (Bkz: Gen-Z)
Bunları neden söylüyorum: İtibarsızlaştırma hamlesine katılanlar da bu hamleyi yönetmeye çalışan “kötülük dayanışması” bileşenleri de bırakın tarihin ön sayfalarını/saflarını, tarihin çöplüğünde bile konumlanamayacak derecede garip-gureba ve meczup takımına dönüşmüş durumdadır. Bu tekaüt olmuş ve dolaşımdan çıkarılmış taifeye benim/kişisel tavsiyem; enerjilerini “emeklilerin ekonomik haklarını savunmak” falan gibi eylemlerde harcamaları ya da lümpenleşmiş pembe popolu arkadaşlarıyla birlikte rantçı/beleşçi ortamlara -misal; Anadolu Yakası Ev Sahipleri, Emlâkçılar ve İnşaatçılar Birliği’ne falan- yanlamaları…
Son sözümüz gayet açık: Türk Şiiri’nin haysiyetine musallat olmayı bırakın artık!
İlhan Berk şiirlerindeki nüveleri korumak için sürekli poetikasının özelliklerini açıklamak zorunda kalmış ve bizatihi bu nedenle de yaşamı boyunca birçok söyleşi gerçekleştirmiştir. Bu söyleşiler toplu olarak iki kaynakta yer alır.
İlk kaynak “Yaşantı” alt-başlığıyla ilk baskısı 1994 yılında YKY’dan gerçekleşen “Kanatlı At” adlı kitaptır. (İlhan Berk’in söyleşilerini topladığı bu kitaba ‘Kanatlı At’ -Yunan mitolojisindeki karşılığıyla ‘Pegasus’- ismini vermesindeki yaklaşımın ‘Söz uçar, yazı kalır’ söylemiyle ilişkili olduğunu ve İlhan Berk’in kendi söyleşilerini “uçan sözler” olarak nitelendirdiğini tahmin ediyorum.) İşbu kitabın 2. baskısı 2005 yılında bazı yeni söyleşiler eklenerek gene YKY’dan gerçekleşmiştir. (2. baskı sırasında İlhan Berk hayatta olduğundan, 2. baskının da ilk baskı gibi İlhan Berk’in içerik tercihlerine göre biçimlendiğini söylebiliriz.)
Söyleşilere dair ikinci kaynak ise T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü tarafından Aralık 2004’te yayımlanan “Kendi Seçtikleriyle İlhan Berk Kitabı” adlı eserdir. Ahmet Kot’un projelendirdiği ve M. Harun Tan’ın sanat yönetmenliğini gerçekleştirdiği bu kitapta da İlhan Berk’in -özellikle 2000 sonrası gerçekleştirdiği ve Kanatlı At’ta yer almayan- birçok söyleşisine yer verilmiştir. Kitabın üst-başlığındaki “Kendi Seçtikleriyle” ifadesinden anlaşılacağı üzere bu kitapta yer alan görseller, metinler ve söyleşilere dair içerik tercihlerinde -Kanatlı At’ın 2. baskısındaki gibi- İlhan Berk müdahil olabilmiştir.
Bunlarla birlikte, her iki kaynak eserde de yer almayan İlhan Berk söyleşilerinin var olduğunu biliyoruz; Örnek olarak, 2001 ve 2002 yıllarının Kasım aylarında E Dergisi’nde yayımlanan iki İlhan Berk söyleşisi ya da ntvmsnbc.com’da yayımlanan söyleşi gösterilebilir veya 2005 yılında Özel Bodrum Hastanesi’nin Aspirin adlı sağlık dergisindeki ilginç söyleşi de dikkate alınabilir…
evvel.org’un İlhan Berk arşiv çalışmaları kapsamında -önümüzdeki günlerde eksiklikleri giderilmek üzere- yazının başında ifade ettiğim iki kaynak eserde de yer almayan İlhan Berk söyleşilerinden şu âna kadar tespit ettiklerimi bir liste olarak şiir ve poetika araştırmacılarıyla paylaşmaktan mutluluk duyuyorum.
Yazıda bahsi geçen ve İlhan Berk’in kitaplarına girmeyip dışarıda kalan söyleşilerin listesi aşağıdadır ve sürekli güncellenmektedir. Son güncelleme 12 Eylül 2024’te gerçekleşmiştir: Yapı Kredi Kültür ve Sanat Yayıncılık Tic. ve San. A.Ş.’nin yasal temsilcisi olan UKA Avukatlık Ortaklığı‘nın 11 Eylül 2024 tarihli talep/ihtar e-postası doğrultusunda, arşivimizde yer alan bazı söyleşileri 12 Eylül 2024 tarihinde kaldırmak zorunda kaldık.Okuyucularımıza ve takipçilerimize üzüntüyle duyururuz. (Bkz: https://evvel.org/bilgilendirme-arsivimizde-yer-alan-bazi-ilhan-berk-soylesilerini-yayindan-kaldirmak-zorunda-kaldik)
“NTVMSNBC Söyleşisi” (Ekim 2006) (12 Eylül 2024 tarihinde arşivimizden kaldırmak zorunda kaldık.)
“Ya, sizin söz ettiğiniz ‘umut’ mu? Onu da umutsuzluk (sevgili umutsuzluk!) büyütecek! (Haziran 2004) (12 Eylül 2024 tarihinde arşivimizden kaldırmak zorunda kaldık.)
“Şairler sözcüklerin gölgeleriyle yazarlar.” (Mart 2004) (12 Eylül 2024 tarihinde arşivimizden kaldırmak zorunda kaldık.)
“Dünyada benden gizli bir şiir yazılamaz.” (Ekim 2002) (12 Eylül 2024 tarihinde arşivimizden kaldırmak zorunda kaldık.)
“Şairlerin yeri cehennemdir, cenneti düşünenlerse hiç olmamıştır” (Kasım 2002) (12 Eylül 2024 tarihinde arşivimizden kaldırmak zorunda kaldık.)
Azimet Avcu: Geçtiğimiz yıl daha 27 yaşında kaybettiğimiz şair Uğur Yanıkel‘e ithafen bütünlediğin ‘Dipsiz Göl’ adlı şiir kitabı, 2023’ün Mart ayında -Uğur’un vefatından yaklaşık üç ay sonra – Upas Yayın kapsamında dijital nüsha şeklinde okuyucuya sunuldu. Geçtiğimiz günlerde de ikinci edisyon, basılı nüsha olarak Plüton tarafından kitaplaştırıldı ve yayımlandı. Kitabın girişinden itibaren bizi karanlık ormanlardan geçirerek tabiri caizse Yunan mitolojisinde Tartaros olarak bilinen ölüler dünyasına sokuyorsun ve ismiyle müsemma Dipsiz Göl bir tarihsel mezarlığa dönüşüyor. Kimi zaman kelimeleri bozarak kimi zaman da kelimelerin gücünü kullanarak yeni bir evren yaratmaya çalışıyorsun. Bu nefessiz imgesel düzlemde gökyüzü, rüzgâr ve benzeri imgeler dile getirilerek dış dünyaya devamlı özlem duyuluyor… Bu kitap ölümle kalım arasında geçen söylenceler gibi… Uğur’un aramızdan ayrılması da ancak bu kadar güzel bir imgeyle anlatılabilirdi. İlk sorumu şu noktadan sormak istiyorum. Bu kitap çalışması tam olarak ne zaman başladı ve Uğur’un kitap üzerindeki etkisi hakkında neler söylemek istersin?
Zafer Yalçınpınar: Dipsiz Göl’de yer alan şiirler 2017’den günümüze kaleme aldığım 21 pâreden oluşuyor. Bu şiirleri fragmante varoluşlarından çıkararak, şiirlerin taşıdığı kırık ve acılı yükleri bütünsel bir düzlemde nasıl konumlandırırım diye uzun zamandır düşünüyordum:- maalesef şairler bazı tarihsel döngü noktalarında birer düşünür gibi davranmak zorunda kalır. Neyse… Bahsettiğim ve ihtiyaç duyduğum konumlandırma noktasında yeni bir imgesel alan derinliği tasarımı oluşturmam gerekiyordu ki bu tasarımı oluşturabilmem için de 21 pâredeki benzerlikleri ve farklılıkları belirlemek çok önemliydi. Şiirlerin sınırlarını yoklamam, şiirsel dil açısından yakınsama ve ıraksama noktaları nasıl akışkanlaşıyor gibi sorulara cevap bulmam ve şiirlerin biçimsel öğelerini dönüştürmem gerekiyordu. İşte, senin ifade ettiğin ‘nefessiz imgesel düzlem’ veya ‘karanlık ormanlardan geçmek’ gibi benzetmeler böylesi bir ortak alanda anlam kazanıyor; Almancası ‘weltschmerz’… Bu ifadeyi ‘dünya ağrısı’ veya ‘varoluş sancısı’ olarak çevirebiliriz. Bugün içerisinde hayatta kalmaya çalıştığımız neoliberal düzenin kentsel gündemini ve tüm bileşenleriyle birlikte kurulu rant ekosistemini -gerçekten de- kötücül bir ‘karanlık orman’ olarak görebiliriz. Ve evet, bu palyatif ve tıknefes süreç bir yaşayıştan çok ‘hayatta kalma’ uğraşısı olabilir ancak… Ölümle kalım arasında… Uğur’un Taksim’deki düşüş ânı zihnimdeki imgesel haritada böylesi bir orijin oluşturdu. ‘Dipsiz Göl nerde, neresidir?’ diye sorsan bana, ‘Taksim’de, Uğur’un atladığı ânda ya da düştüğü yerde açılan bir paralel evrende!’ diye cevaplarım. Uğur’un ‘kazayla intihar’ olarak tanımladığım düşüşü ve vefatı zihnime bir şimşeğin görüntüsü gibi mıhlandı… Peki, anlatmaya çalıştığım tüm bu şeyler, bahsettiğim tasarım yaklaşımı falan… Kitapta doğru veya etkili yansıtılmış mı sence? Dahası, okuyucu tarafından hissedilebiliyor mu gerçekten… Sence, bu varoluş sancısı, tıknefes yaşam en çok hangi şiirde kendini gösteriyor, en çok hangi şiirde daha etkili?
Azimet Avcu: En önce sonda sorduğun soruya cevap vereyim: ‘Çizgi’ şiiri… Bu şiirinin çıkış noktası olan İlhan Berk’le gerçekleşen diyalogunu ilk defa Rüzgâr Defteri’nde okumuştum. Her şairin akılda kalır bir dizesi veya anısı olur. Sizin bu diyalogunuz hem akılda kalır bir dize hem akılda kalır bir anı niteliği taşıyor. Bu diyalogun cevabını yıllar sonra ağaçlarda bulup onun aralarında gezinmen en büyük sancılardan bir tanesi. Bulmanın sancısı. Ayrıca o kitap üzerine Uğur’la yaptığınız uzun söyleşi de hem o dizeleri hem de o şiiri anlamlı kılıyor. Bunun dışında kitabı okurken kafamda Cemal Süreya’nın ölmeden önce yazdığı ‘Göller Denizler’ şiiri gözümün önüne geldi. Şiirde; ‘Ölüm? / Bir gölün dibinde durgun uykudasın… Denizler? / Tanrılar karıştırır durur denizleri…’dizelerini düşündükçe senin dipsiz gölünde bir uyku uyanıklık arasında gezinip durdum. Kitapta istediğin ve planladığın şeyler gerçekleşmiş diye gözlemledim. Örneğin; ‘Kırmızı Bahçenin Dalgalanışı’ şiiri hem görsel hem şiirsel anlamda kitabın en can alıcı kısımlarından. Uğur’un artık o dalgalı evde yaşamaya başladığını gözümün önüne getirdim. Yazmak istenen ve hissedilen şeyler bu noktada bir paralelliğe oturuyor. Bu şiir dışında gözüme başka bir bağlantı daha takıldı. ‘Yeni Gün Yoktur’ şiirinde Turgut Uyar’ın Akçaburgazlı Yekta’sıyla bir kardeşlik sezdim. Bu defa Yekta’yla değil Turgut’la konuşmaya başladığımızı düşündüm. Şiirdeki bireyin kendini mezarının başında beklerken hisleri, özellikle ‘bir çocuğum buz dolu taş / sokakta kimsesiz yollar yok ben de burada değilim’ ifadeleriyle anlatılıyor. Bu ifadelerin ortaya çıktığı duygu ve anlam dünyasını farklılaştıran, bireyin yaşamla olan bağını ve yalnızlığın iç geçmişini nasıl yorumluyorsun?
Zafer Yalçınpınar: ‘Kırmızı Bahçenin Dalgalanışı’ adlı şiirim Şahin Çetin’in efsanevi çizimiyle birlikte düşünülmeli. Zaten bu şiiri kaleme almaya karar vermemde de Şahin’in çizimi özel bir tetikleyici olmuştu. Çizimi basitçe anlatmaya çalışayım. Güçlü dalgalara -belki de her yeri kaplayan bir fırtınaya veya sele- karşı ayakta durmaya, yaşamaya çalışan yıpranmış, yarı yıkık, ahşap bir kulübe çizimi… Sonsuz dalgalarla uzanan bir fırtınanın alan derinliğinde kulübenin yalnızlığı, tek başına duruşu… Sanki, ıssız, insansız, ufuksuz ve sonsuz dalgalardan oluşmuş bir çöl veya okyanus fırtınası gibi… Ve o kulübenin dalgalarla temas eden yüzeyi gücünün sonuna kadar direniyor… Direniyor bir anıt gibi, onurlu bir duruş sergiliyor. Ok ve yay gibi… Tüm zorluklar, her şey, tüm varoluş, her şey gerilimin son noktasında! İnan ki Uğur’un yaşamı böyleydi. Hem şiir-edebiyat araştırmacılığı, hem yayıncılığı, hem de gazetecilik yaşamında sonuna kadar direndi, hiç vazgeçmedi… Üstelik kendisine ‘kahraman’ denmeyeceğini bilerek, alkışlanmayacağını bilerek, hiçbir maddi-manevi çıkar beklemeden… Ece Ayhan bu durumu ‘haklılığın inadı’ olarak tanımlıyor. Ece Ayhan’ın kavramlarıyla formülize etmek gerekirse Uğur’un yaşamı için şunu açıkça söyleyebiliriz: ‘Kötülük dayanışmasına karşı haklılığın inadını göstermek…’ İşte, ‘Kırmızı Bahçenin Dalgalanışı’ adlı şiirimin Uğur’un varoluşuyla özdeşleşen böylesi bir ‘haklılığın inadı’ direnci var! Bu anlattıklarımdan çok daha ayrıksı olarak baktığımızda, gerçekten de Cemal Süreya’nın son dizeleri sayılan ‘Göller Denizler’ şiirinin imgelemi tüm kitapla ilişki içerisinde… ‘Çizgi’ adlı düzyazı-şiir metnimi de kitaba ismini veren ‘Dipsiz Göl’ söylemini de Düzce’de, Topuk Yaylası’ndaki bir gölü ve gölün donmuş yüzeyini seyrederken bütünledim. Sen söyleyince fark ettim bunu… Çok doğru bir tespit… ‘Yeni gün yoktur’ adlı şiirim ise tüm zamanlarda kaleme aldığım şiirlerimin arasında en kara veya karanlık olanlarından biri… Bu şiiri bir kış gecesi, Kadıköy sokaklarından birinin köşesinde bir apartman boşluğuna sığınmışken yazdım. Işık çok azdı, zar zor yazıyordum defterimin sayfasına… Hatta o günlerde şiiri okuyanlar son derece olumsuz etkilenmişti şiirden… Turgut Uyar’ın şiirine ilişkin yaklaşımın da çok doğru… O zamanlar Derviş Aydın Akkoç’un hazırladığı ‘Turgut Uyar’ın Çocuklarıyız’ adlı özel söyleşi kitabını okuyordum. Orada Turgut Uyar’ın ilk kızı Serap’tan bahsedilir, birkaç aylık bir bebekken Ardahan’ın Posof ilçesinde vefat eden ilk kızı Serap’a ve Serap’ın mezarına dair bilgiler vardır. Bilgileri dile getiren Turgut Uyar’ın Semiramis’ten sonraki kızı Şeyda Uyar Dikmen’dir. Şöyle der: “Serap’ın gömülmesiyle ilgili de konuşmuştu babam, iyi hatırlıyorum. O sırada Posof’talar ve kara kış her yanı kasıp kavuruyor. Babam asker, yanında da erler var, Serap’ı gömmüşler ve mezarında ateşler yakıp sabaha kadar beklemişler; kurtlar toprağı eşeleyip de taze ölüyü çıkarmasın diye. Kısacası ne zaman Serap bahsi açılsa, seneler geçmiş olmasına rağmen, babam her seferinde üzülür, kederlenirdi.” (İletişim Yayınları, 2014, 1. Baskı, ss.85-86) Bilemiyorum Azimet… Bu anlattıklarımdan başka-daha acı bir şey olabilir mi… Acı bir ‘yankı odası’ gibi… Ama tabiî ‘yalnız olmak’ ile ‘tek başına olmak’ felsefi düzlemde birbirinden ayrılır. Biz, ben de, Uğur da, sen de, sanırım yalnız değiliz, ama tek başımızayız. Şiirsel alan derinliği de böyle bir uzam… Gezegenler gibi ‘tek başına’ olmak… Peki, İlhan Berk’in bana sorduğu soruyu ben sana sorayım: Senin kendi çizgin nerden geliyor? Nasıl devam ediyor… Hangi noktalarda, nasıl bütünleniyor…
Azimet Avcu: 2016 yılında Kadıköy Kitap Günleri galiba son kez olarak Haydarpaşa’da
yapılıyordu. Seni ismen Uğur’dan çok duyduğum ve çalışmalarını takip ettiğim
için biliyordum. Orada bir stantta ‘Rüzgâr Defteri’ kitabını görmüştüm. Hemen
almak isteyip etrafta standa kimin baktığını bulmaya çalışmıştım. 10 dakikaya yakın
bekledikten sonra birisi gelmişti. Kitabı alıp oradan Karaköy vapuruna yürüyüp
vapurda kitabı okumaya başlamıştım ki İlhan Berk’in sana sorduğu bu soruya
gelmiştim. Uzun zaman kendi adıma bunu düşünmeye çalışmıştım. Yıllar yılı arada
aklıma gelir ve çizginin başına gitmeye çalışırdım. Ama Dipsiz Göl’ü okurken bu
soruyla tekrar karşılaşınca çizginin başını buldum. Uğur, bir gün yanımıza
gelip çok garip bir rüya gördüğünden bahsetmişti. Ne olduğunu anlatmasını
istemiştik. Rüyasında ‘insan annesinin karnında cenin pozisyonundayken bir soru
işaretine benzer’ diye bir cümle kurmuş. Uyanınca internetten bir bakmış ki
gerçekten öyle. Bunu günlerce anlattı. Çizgimin başlangıcını ararken buraya
geldim. İnsan ana rahmine düştüğü ân, yani o çizgi, yaşama yolculukla başlıyor.
Bir soru işareti olarak gidiyor. Ben şiir yazmaya çocukluk yıllarımda başladım.
Galiba bu illet insanın yakasına gelip bir türlü yapışıyor. Şiir dilini
öğrendikten sonra da kendini başka bir dille ifade edemiyorsun. Bana bazen ‘kaç
dili iyi seviyede biliyorsun?’ diye sorduklarında ‘iki’ diye söylüyorum.
Birincisi Türkçe, ikincisi şiir dili. Söyleme dikkatlice bakınca biraz romantik
gelebilir ama bunu başka türlü anlatamam. Şiir dilini öğrenince de o dili
bilenlerle iyi diyaloglar kuruyorsun. Uğur’la, senle öyle bir dil üzerinden
konuşuyoruz. Normal yaşamlarımız ve gündelik dilimiz kendimizi tarif etmeye
yetmiyor. İnsan yürüdüğü yolda arkadaşlarını iyi seçerse yolu da sağlıklı
katetiyor. Uğur, Selim, Kadir ve ben böyle bir yolculukta karşılaştık. Onlar
benim için iyi şiirin yanında iyi şairin nasıl olması gerektiğini de
gösterdiler. Zamanla yolda azalsak da burada haklılığın inadıyla devam
ediyoruz. Şiire bakış açıma gelecek olursak da yine bu yolda oluşup gelişti.
Şiirimi post-modern çizgiye koyabilirim ama tamamen o anlayışla yazmıyorum.
Türkiye’de her türlü sanat akımı gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalıyor.
Politikanın hayatımızı çekip elimizden aldığı, hayatlarımızı zorlaştırdığı bir
dünyada güncelden uzaklaşıp sadece sanatsal üretim yapamıyoruz. Ece Ayhan’ın
şairlik tanımına ‘etikçi’ dediği bir ülkede etikçiliği biz de elden
bırakamıyoruz. Uğur, ihmallerle öldü. Orada ambulansından hastanesine sağlıklı
çalışan bir sistem olsaydı, Uğur hayattaydı. Burada gelmek istediğim nokta
devletin insan hayatına bu kadar kastettiği bir ortamda şiiri silah gibi
savunma aracı olarak görmekten başka çaremiz kalmıyor. Pekâlâ, bu noktaya
gelmişken iki soru sorayım. Dipsiz Göl’e politik açıdan nasıl bakabiliriz? Dili
bu noktada nereden kurmalıyız?
Zafer
Yalçınpınar: Bir kere hemen ifade
edeyim; Uğur’un vefatına neden olan düşüşe dair söylediklerine yüzde yüz
katılıyorum. Uğur’un vefatında çok boyutlu bir ihmal olduğu açık… Doktorlar,
hastane vesaireden önce toplumsal bir ihmal var: Uğur, düştüğü yerde çok uzun
süre kalıyor! Gelen geçen ahaliden kimse umursamıyor ölü gibi yerde yatan,
bilinci kapalı bir insanı! Üstelik bir cumartesi gecesi! İşte mesela, Ece
Ayhan’ın ‘toplum’ ifadesinin yerine koyduğu ‘topluluk’ söylemine çok acı bir
örnek daha… İnsan toplumu refleksi gösterilmiyor çünkü! Herkes yılbaşı öncesi
tatil, eğlence, tüketim ve alışveriş merkezi kafasında çünkü! Yığışım! Herkes
yeni yılda fiyatlar ikiye katlanmadan ne satın alayım, nereye gideyim, ne
yapayım derdinde! Keza, Uğur’un hastaneye sevk edilmesi de bence çok uzun bir
süre… Sonra, hastanede tetkik-teşhis-tedavi
falan gibi süreçler için de çok bekletiliyor. Standartlardan çok uzun bir
bekleme süresi yaşıyor Uğur… Aleyhine çalışan, ölüm kalım gibi bir bekleme
süresi… Çok acı… Şimdi, bunca hakikati tüm hatlarıyla düşündükten sonra hemşire,
doktor kimse çıkıp olayı normalleştirmeye çalışmasın bana! Hepsi o günlerde ya
tatilde olmayı düşünür ya arkadaşlarıyla eğlenmeyi ya da benzerleriyle elit
elit takılmayı kuruyordur kafalarında… Yıllardır bu böyle! Yıllardır,
utanmadan! Taksim dediğimiz lokasyon, rantıyla, oteliyle, turistiyle, elçilikleriyle,
esnafıyla, meyhanesiyle, ev sahibiyle, kiracısıyla, taksicisiyle, fuhuşuyla,
uyuşturucusuyla, serserisiyle, ruhsatçısıyla, zabıtasıyla, liberaliyle,
belediyesiyle ve nihayetinde hastanesiyle, doktoruyla falan tüm hatlarıyla, tüm
dokularıyla lağıma dönmüş durumda! Zaten, Bilge Karasu’nun kitabının adını
hatırlayalım: “Lağımlar Anası ya da Beyoğlu”. Yani ben Uğur’un vefatındaki
ihmaller silsilesinin ‘Yahu çocuk çok ters atlamış, çok ters düşmüş, çok talihsizmiş…’
falan gibi bir doktor ağzı söylemle geçiştirilebileceğini, dahası benzeri
söylemlerle ‘müesses nizam’ tarafından geçiştirilmiş olmasını da
kabullenemiyorum bir türlü… Şimdi, bu noktada Nâzım Hikmet’in birçok yazısında
şiir diline ithafen ifade ettiği başka bir kavrama geçmek gerekiyor:
Şiirimizin, şiir dilinin taşıdığı yük! Ve bu yük yaşadığımız coğrafyada çok
ağırdır yüzyıllardır… ‘Davet’ adlı şiirinde Nâzım Hikmet’in ‘Dörtnala gelip
Uzak Asya’dan / Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan / bu
memleket…’ olarak tanımladığı coğrafyamızda her şey çok zorlu ve acılı
yaşanıyor. Yüzyıllardır içinde bulunduğumuz coğrafyanın ‘kara gerçeğini’ gören bir
şairin durumu da Nâzım’ın aynı şiirindeki şu dizelere benzer: ‘Bilekler kan
içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak / ve ipek bir halıya benzeyen toprak /
bu cehennem, bu cennet bizim’ Dipsiz Göl, sanıyorum, en ağır ve kara
gerçeklerle örülmüş şiir kitabım… Böylesi bir ‘şiirsel yük’ taşıyor. Özellikle
de ‘Dipsiz Göl’e girdim’ diye başlayan birinci bölüm… Uğur’un ölümüyle birlikte
kitabın üzerindeki şiirsel yük de çok arttı. Tuhaf bir çelişki var: Gündelik yaşamın
şiirselliği her geçen gün azalıyor, ama dilin ve mantığın yaşamındaki derin
tarihsel yük, dile getirilen kalp ve vicdan arayışı her geçen gün daha fazla
artıyor. Hakikat yolundaki kalp ve vicdan arayışı… Bence bu durum bizim
coğrafyamıza özgü… Sence de öyle değil mi, bütün bu yakın ve uzak tarihsellik
boyunca, tüm yaşadıklarımızdan sonra, kim bu coğrafyanın şiirsel yükünü
sırtlanmak ister ki? İkinci Yeni’nin parladığı baskılı dönemde bile daha fazla
şiirselliği vardı yaşamın, ya da 1950 şiir hareketinde… Mesela, Ece Ayhan
yaşasaydı bugün, 2023’te, kesinkes söylüyorum bunu; şiir yazmayı bırakırdı!
Sıkılırdı. Kapitalizm sonrası neoliberal dünyanın aldatıcılığından,
sinsiliğinden, bireyi içine düşürdüğü kapandan sıkılırdı. Öylesine karanlık ve
palyatif bir dönemde yaşıyoruz şu an… Uğur’un sana gönderdiği bir mesajı
göstermiştin bana. Şöyle diyordu Uğur son merhalede: ‘Şiirle rabıtamız
kalmamıştır.’
Azimet Avcu: Birgün Aslıhan Pasajı’ndaki sahafları dolaşırken Uğur sevinçle “Azi koş Ece Ayhan’ın bir süredir aradığım ‘Şiirin Bir Altın Çağı’ kitabını buldum.” dedi. Sahaf 200 Lira gibi yüksek bir fiyat çekince üzüntüyle daha sonra alırım deyip kimsenin göremeyeceği bir yere sıkıştırdı. O dönem için bu kitap kafamın köşesine kazınmıştı. Yıllar sonra bu kitap elime geçtiğinde “TARİHE BAKARSANIZ ANLARSINIZ!” diye bir yazıya denk gelmiştim. Orada şöyle bir kesit vardı: “Zaten yamuk ve yampiri bu dünya; tabii bana göre, tümüyle bir ‘kötülük toplumu’ ya da daha yetkin anlatışla, ‘örgütlenmiş sorumsuzluk’tur: Gerçekte ve dipte olan!” Dipsiz Göl tam bu noktada daha büyük bir karşılık buluyor. Yüzeyden bakınca anlaşılmayan ve içine düştükçe çıkılmayan o büyük bir dehliz… Sanatın her zaman iyileştirici bir yanı var. Eğer şiir bizim hayatımızda bu kadar yer edinmese iyileşmez yaralarımızla silinip gideceğiz. Ece Ayhan’da bugün yaşasa senin aksine böyle düşünürdü. Ölümle yüzleşmenin tek yolu yazmaktan geçiyor. Söz bitiyor, ağıtlar diniyor, toprak soğuyor… ama bu şiirler birilerinin kitaplığında, dilinde, hafızasında duracak. Bu özel kitap için ben Yalçınpınar’a teşekkürlerimi sunuyorum. İmgenin ve doğanın bu kadar çoğullandığı Dipsiz Göl’de bize yaşam ideasını tekrar hatırlatan şair okurlara son olarak ne söylemek ister, bunu merak ediyorum.
Zafer Yalçınpınar: Herkesin farklı bir dilsel formülü veya şiarı vardır, şiir ve yaşamla ilgili… Tamamıyla benim icat ettiğim ve kendi 44 yıllık zavallı yaşamımda tüm hatlarıyla deneyimlediğim formül şu: ‘Şiir, dilin sürdürülebilirliğidir.’ Bu formülü ilk kez Kasım 2018’de gerçekleştirilen İlhan Berk Sempozyumu’nda dile getirmiştim. Şiir, imgesel alan derinliğinin uzamında salınan ve dilin sınırlarını genişleterek geliştiren bir özüt! Geçmiş ile geleceğin dili arasında hakiki ve adil bir bağ kurabilen tek-son-öz! Şiirin eşsizliği -eşsiz olana yakınlığı- bu bağda, bu bağın haysiyetinde gizli… Şimdi, aslında, Ece Ayhan’dan aktarmak istiyorum son sözlerimi… Uğur yaşasaydı, o da öyle yapardı çünkü. Yaklaşık olarak şöyle diyor Ece Ayhan Çağlar: “Böylesi bir uçsuz bucaksız ‘kötülük dayanışması’ ortamında karamsar olunmaz da, ne olunur bilemem. Ama benim karanlığımın rengi akkordur, o ayrı. (…) İzin verin de bir kömürün bir elmasa dönüşmüş olduğunu artık anlayalım! (…) Şiir gerçeği yeder! İşte böyle olumsuz bir yeri vardır şiirin toplumlarda. Bir toplumda yeri olmayışı onun yeridir.”
2/ Zafer Yalçınpınar’ın tüm edebiyat çalışmalarını https://zaferyalcinpinar.info adresinden inceleyebilir ve tüm kitaplarını aynı adresten -pdf dosyası biçeminde- arşivleyebilirsiniz.
Aralık 2022’de 27 yaşında vefat eden sıkı dost -ve genç yayıncı- Uğur Yanıkel‘le birlikte Uğur’un pasaj69.org adresinde kurduğu özgür yayıncılık platformu kapsamında bütünlenmiş e-kitapçıklar olarak İlhan Berk arşiv çalışmaları yayımlıyorduk.
Bu verimli gayretler süresince birçok vukuat geldi başımıza! Uğur’la birlikte İlhan Berk’in kitaplarına girmemiş dergi yazılarını ve diğer içerikleri toparlarken, yayıncılık adına çok tuhaf tavırlara/operasyonlara maruz kaldık. Ve fakat, bu maruziyetin en ince, en derin detaylarını açıklamak başka bir zamanın/hesabın konusudur. Merakla beklemenizi öneriyorum! (Önemli bir ipucu 3 Aralık 2019’da Uğur’la birlikte yazdığımız şu açık mektupta yer alıyor: “Bir Teşekkürü Çok Görmek ya da Görmezden Gelmek”)
Nihayetinde, gerçekleştirdiğimiz arşiv kazılarının içerisinde, başımıza gelen vukuatlara ve diğer her şeye rağmen “buluntu” değerini kaybetmeyen eser -Uğur’un da katkısıyla birlikte- tasarım esnasında “Yarı Saklı Günlükler” adını verdiğimiz ‘Mısırkalyoniğne ve Yugoslavya Günlükleri‘dir. Bu günlükler İlhan Berk’in yayımlanan kitaplarında yer almıyor ve İlhan Berk’in kurguladığı şiirsel alan derinliğinin sınırlarını sezdirerek -özellikle ‘Mısırkalyoniğne’ için- ‘doğru yan okumalar’ sağlamak adına önemli işaretler taşıyor. Çünkü İlhan Berk birçok söyleşisinde ve poetika metninde, şiirinden “anlamı tam silmek” gayretinin Mısırkalyoniğne adlı eseri kapsamında zirve noktasına ulaştığını, bu gayrette en başarılı eserinin de Mısırkalyoniğne olduğunu ifade eder. ‘Mısırkalyoniğne Günlüğü’nün İlhan Berk okurunun zihnindeki ‘şiir’, ‘imge’ ve ‘anlam’ kavrayışında yeni bütünler ve yeni yaklaşımlar oluşturacağını düşünüyorum.
2005 yılında Özel Bodrum Hastanesi’nin yayımladığı “Aspirin” adlı yerel dergide İlhan Berk‘le gerçekleştirilen bir söyleşi bulunuyor… Fevzi Demirtaş ve Berrin Tuna tarafından gerçekleştirilen söyleşide İlhan Berk, Bodrum’u, Bodrum’a yerleşme nedenlerini ve Bodrum’un yerel halkıyla birlikte yaşama sürecini dile getiriyor….
(Söyleşiyi okumak için görsellerin üzerine tıklayınız…)