Ağu
31
2010
0

YOKSULLUĞUN HARÇLIĞINDAN DENKLEŞTİRİLMİŞ DUHULİYEDİR EN İYİSİ. (ECE AYHAN)

Ne türden olursa olsun, gerçek şiirin, çağdaş toplumlarda, öyle “ayrılmış” bir yeri filan yoktur, söylenenlerin, yalanla başlayıp yalanla bittiği dillere destan olmuş bütün bayram demeçlerinin aksine.
Eh, toplumuna göre değişebilir biraz bu, kötülüğün koyuluğundan, iyiliğin açıklığına kadar —iyilik de, olanaksızlığın iyiliğidir. (…)
Tekin değildir şiir pek, iyi gözle bakılmaz ona, taş atar durup durduğu yerde çok dalgalara; çünkü şiir, bir yerde, gerçeğin de yedilmesidir; yani, ortaya konuşuyorum, şiir gerçeği yeder.
İşte böylesi bir olumsuz yeri vardır şiirin toplumlarda. Sonuçlayarak diyebilirim ki, bir toplumda yeri olmayışı onun yeridir. (…)

Ece Ayhan
Yeni Dergi, Ekim 1970, Sayı: 73

Ağu
31
2010
0

“Ortodoksluklar” Üzerine… (Sezer Tansuğ)

Sezer Tansuğ, “Yeni Dergi”nin 1968’de yayımlanan 48. sayısının “değinmeler” bölümünde Ece Ayhan’ın “Ortodoksluklar”  adlı kitabına ilişkin bir yazı kaleme almış… O günlerde “Ortodoksluklar” yeni yayımlanmıştı… Sözkonusu yazının tam metnine https://zaferyalcinpinar.com/ecesezertansug.jpg adresinden ulaşabilirsiniz…

Ağu
12
2010
1

Haber: Ece Ayhan’ın Yeğeni Bodrum’da Öldürüldü!

Bkz: https://www.canakkaleicinde.com/sair-ece-ayhanin-yegeni-bodrumda-olduruldu.html

Şair Ece Ayhan’ın yeğeni Sadık Ece Deniz (44), çalışmak için gittiği Muğla’nın Bodrum ilçesinde, kendisinden istenen bira parasını vermediği için bıçaklanarak öldürüldü.

Olay, Kumbahçe Mahallesinde sabaha karşı yaşandı. Yanına gelen kişi ya da kişiler tarafından kendisinden bira parası istenen Sadık Ece Deniz (44), “Benim de param yok” demesi üzerine göğsünden bıçaklandı. Ağır yaralı olarak sahil bandında “Yardım edin” diye bağırarak olay yerinden uzaklaşmaya çalışan Deniz, bıçaklandığı yerden yaklaşık 80 metre uzaklaştıktan sonra belediye çay bahçesi önünde yere düştü. Haber verilmesi üzerine olay yerine gelen 112 acil servis ambulansındaki sağlık ekibinin müdahalede bulunduğu Sadık Ece Deniz’in hayati fonksiyonlarını kaybettiği belirtildi. Deniz, kaldırıldığı özel hastanede tüm müdahalelere rağmen kurtarılamadı.

SON NEFESİNDE CİNAYET SEBEBİNİ SÖYLEDİ

Bıçaklandıktan sonra yaralı olarak geldiği belediye çay bahçesi önünde yere yığılan Sadık Ece Deniz’in yardımına koşan vatandaşlara, kendisinden bira parası istendiğini, ancak parası olmadığını söylediğini belirttiği öğrenildi.
Olay yeri inceleme ekibi ve nöbetçi cumhuriyet savcısı olay mahallinde inceleme yaptı. Sahil bandında kan izleri olduğu görüldü.

Bu arada Sadık Ece Deniz’in olaydan bir süre önce yakın çevredeki bir taksi durağına gelerek su içtiği ve “Çanakkale’den geldim. İş arıyorum” dediği öğrenildi. Hastane morguna kaldırılan Sadık Ece Deniz’in cesedi otopsi için İzmir Adli Tıp Kurumu’na gönderileceği bildirildi.

CİNAYET ZANLILARI YAKALANIYOR

Muğla’nın Bodrum ilçesinde aşçı Sadık Ece Deniz’in bıçaklanarak öldürülmesiyle ilgili olarak bir zanlı Bodrum’da gözaltına alınırken, 1 zanlı da İzmir Şehirlerarası Otobüs Terminali’nde yakalanarak gözaltına alındı.
Edinilen bilgiye göre iki hafta önce iş bulmak için Bodrum’a geldiği öğrenilen aşçı Sadık Ece Deniz, parasız kalınca Kumlubahçe Mahallesi sahilindeki bir bankta uyudu. Gece saat 04.30 sıralarında Sadık Ece Deniz’in yanına gelen ve 4 kişi oldukları ileri sürülen bir grup, kendisini uyandırıp bira parası istedi. “İki haftadır iş bulamadım. Beş kuruş param yok” diyen Deniz, boş olan ceplerini gösterdi. Bunun üzerine gruptakiler sinirlenerek Sadık Ece Deniz’i dövüp 8 ayrı yerinden bıçaklayıp kaçtılar. Kanlar içinde kalan Deniz, güçlükle olay yerinin 100 metre ilerisinde belediyeye ait Kumbahçe Kafeterya’ya kadar gidip başından geçenleri anlatarak yardım istedi. Deniz, ambulansla Özel Bodrum Hastanesi’ne kaldırılırken yolda kan kaybından öldü. Deniz’in cesedi otopsi için İzmir Adli Tıp Kurumu Morgu’na kaldırıldı.

Olayın ardından kafeteryanın güvenlik kamerası görüntülerini incelemeye alan polis, üç görgü tanığının ifadelerine başvurdu. Polis, görgü tanıklarının ifadelerinden yola çıkarak, olaya karıştığı ileri sürülen 27 yaşındaki F.K.’yi Bodrum’da yakalayıp gözaltına aldı.

Kaçan 3 zanlıyı arama çalışmaları başlatan polis ekiplerinin çalışması sonucu zanlılardan R.O.’nun (40) İzmir’e kaçtığı bilgisine ulaşıldı. İzmir Emniyet Müdürlüğü’ne kaçan kişinin eşkal ve kimlik bilgilerinin verilmesi üzerine Asayiş Şube Müdürlüğü Cinayet Büro Amirliği ekipleri ve Huzur Timi ekipleri İzmir Şehirlerarası Otobüs Terminali’nde önlem aldı. Zanlılardan R.O., otobüsten indiği sırada polis ekipleri tarafından yakalanıp gözaltına alındı. Asayiş Şube Müdürlüğü’ne götürülen R.O.’nun ilk ifadesinde iddiaları reddettiği öğrenildi. Zanlının işlemlerinin tamamlanmasının ardından karayoluyla Bodrum’a gönderileceği bildirilirken, olayın ardından kaçan diğer zanlıların da yakalanması çalışmalarının devam ettiği öğrenildi.

(İHA)

Ayrıca bkz: https://www.hurriyet.com.tr/ege/15527842.asp?gid=0&srid=0&oid=0&l=1

Written by in: Duyurular, Tartışmalar | Etiketler:
Ağu
09
2010
0

kafandaki sözcükleri aç…

kafandaki sözcükleri aç,
ebrulu sayfayı geç,
ve baştan başla
(…)
bir saat koy masaya,
-kum saati değil, bildiğimiz saatlerden
zili ve takvimi olursa iyi olur-
bir metronom,
-temponun hızı için, ayarlarsın sen-
mademki eski nüfus kâğıdın duruyormuş
yaşamının sayfalarını da ona eklersin.

ECE AYHAN
“Hayvan” Dergisi, Ağustos 2004, Sayı:27, s.2

Tem
21
2010
0

Söyleşi: “Ahmet Soysal ile…”

20 Temmuz 2010 tarihinde Ahmet Soysal ile -oradan buradan şuradan konuştuk- kısa bir durum değerlendirmesi yaptık… Söyleşinin tam metni aşağıdadır.

Zafer Yalçınpınar: Benim sizin metinlerinizle öncelikli tanışıklığım “A’dan Z’ye Ece Ayhan” adlı kitabınızla birliktedir. Ece Ayhan ve İlhan Berk’in ikinci yeni akımı içinde ayrı bir yerinin olduğunu ve ikinci yeninin bu iki şairin poetikası aracılığıyla geleceğe uzandığını, gelecekte yeni bir şeyle bütünleneceğini düşünüyorum. İkinci Yeni şiiri ve şairlerin tipolojisi hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

Ahmet Soysal: İkinci Yeni’nin ne demek olduğunu saptamak gerekiyor. İlkin ve daha dar bir anlamda tarihsel bir adlandırma (M. Erdost’un). İkinci olarak, daha geniş bir tanımlama: 50’ilerin ortalarıyla sonları arası Türk şiirinde bir yenilenme devinimi; o zaman bu tanımlamaya 30’lu yıllarda doğan Ankara ağırlıklı gruba, ve onlara belli bir doğallıkla eklenen biraz daha yaşlı şairlere (T. Uyar, E. Cansever gibi), en başta İlhan Berk’i (bkz Galile Denizi), hatta Oktay Rifat’ın bu dönemde yazdığı şiirleri katabiliriz. Bu ikinci tanımlamayı 60’lı yıllarda yazılan modern şiire de genişletebiliriz (bir Necatigil’in İki Başına Yürümek gibi bir kitabı, diğer modern şiirlerden geri değil). Ama dar tanıma dönecek olursak, İkinci Yeni en başta üç Mülkiyeli şairin, Ece Ayhan, Cemal Süreya ve Sezai Karakoç’un başlattığı bir akım… Bu üç şairin o dönemdeki yapıtlarında bir “kopma” durumu belirgin. İmge bağımsızlaşıyor, gramer yer yer bozuluyor, toplumsal ve tarihsel bir derinlik öznel bir anlatımın içinden kendini belli ediyor. Bu üç nokta da önemli. Buna İlhan Berk’i, Turgut Uyar’ı, Edip Cansever’i, ve Metin Eloğlu’na katabiliriz. Bu şairlerin birbirinden farkı ise ayrı ve uzun bir konu. Çünkü hepsi aslında farklı. Bu yüzden İkinci Yeni daha önce (ve sonra) alıştığımız akımlara benzemiyor. Bir “ekol” değil. Genişletirsek, o dönemde yazılan iyi ve modern şiiri bize gösterir. İkinci Yeni’yi dışlayan, karalayan, iyi şiirin dışında bırakır kendini.

Z.Y.: Türk felsefecileri tarafından ele alınmaya korkulan, hakkında Türkçe’de çok az metin bulunan bazı filozofların (Lacan, Hegel, Blanchot gibi) Türkiye’de tanınmasına ve bu filozofların önermelerinin, temellendirmelerinin yaygınlaşmasına çeşitli metinlerle ya da çevirilerle katkılarda bulunuyorsunuz. Felsefe dünyasına özellikle de Monokl dergisi kapsamında birçok fikir verdiniz. Sizce Türk felsefe dünyasının ya da akademik hayatının, o kürsülerin kısır ve ezberci düşünceler içerisinde kaldığını söyleyebilir miyiz? Gerçekten merak ediyorum, Türk felsefe dünyası modernitenin neresinde?

A.S.: Şiirden felsefeye geçince başka bir dünyaya geçiyoruz. Bu, Türkiye’de oldukça başka bir dünya! Felsefenin kurumsallığı çok belirgin (hem dilinde, hem de sınırlarını çizen Üniversite’de). Türkiye’de felsefe geç “başlamış” bir olgu ve kurumsallık. Yine de Cumhuriyet’in çabaları yabana atılacak gibi değil. Macit Gökberk’lerin kuşağı, sonra Nermi Uygur’ların, Bedia Akarsu’ların kuşağı çok önemli çaba göstermişlerdir. Bir dil yaratılmıştır felsefe için. Bu temeller üstüne daha önemli yaratılar beklenebilirdi, ama bunların geldiğini söyleyemeyiz. Hatta, yer yer, yaratılan bu dilin bile yittiğini gözlemliyoruz. Oysa felsefe her şeyden önce bir dildir, bu dilin doğru kullanımıdır, yaratıcı kullanımıdır. Yabancı dille eğitime verilen ağırlık, bir bakıma Türkiye’ye özgü bir “postmodernizm”i belirlemiştir: Türk “düşünürler”, Türkçe düşünmenin dışına çıkıp, tam sahiplenemedikleri yabancı dilde bocalayıp, döndüklerinde Türkçe’ye ve felsefeye saygısızlık etmektedirler. Bir süredir belli düşünürlerin “temsilcisi” olma çabası öne çıkmaktadır (kimi Deleuze, kimi Foucault, kimi Zizek, kimi Heidegger, kimi Levinas’ın…). Düşünmek, temsil etmektir belki… ama temsilci olmak değildir! Türk felsefeci eğer “Düşünüyorum, demek başka bir düşünürün şubesiyim” durumuna gelmişse, bu, onun yok olduğunu belgeler! Öğrenmek, öğretmek güzel ama felsefe düşüncenin kendi dili sıkılığında uzlaşmaz devinimi ve macerasıdır.

Z.Y.: Misal, Türk felsefe dünyasında ya da akademik hayatta bir Wittgenstein kürsüsünün olmaması bana garip geliyor. Üstelik Oruç Aruoba’nın çabalarına ve çevirilerine karşın… Wittgenstein şöyle diyor: “Felsefe, şiirle kurulmalıydı.” Demin söylediklerinizden çıkardığım kadarıyla dilbilim felsefesinin dehlizlerine yeterince inilmemiş gibi görünüyor… Ben dilbilim felsefesinin ve türev retoriklerin gelecek üzerinde daha belirleyici olduğuna inanıyorum… Ne dersiniz?

A.S.: Wittgenstein konusu özel. Felsefe dünyasında analitik çizgi ile analitikçilerin deyimiyle “kıtasal” çizgi arasında büyük bir bölünme var. Wittgenstein, bilindiği üzre, analitik çizgiye kökenlik eden düşünürlerden biri. Bunun yanısıra, Wittgenstein, “kıtasal” geleneğin egemen olduğu ortamlarda da değinilen, bilinen bir düşünür (hatta bir mitos boyutunda). Wittgenstein’ı, “analitik çizgi” dediğimizin kendine özgü sorunsal bütününde, özellikle tartıştığı, bağlantıda olduğu Frege, Russell, Moore gibi düşünürleri, analitik gelenekte kendisini tartışan, kendisiyle şöyle ya da böyle ilişkisi olan diğer düşünürleri (Anscombe, Austin, Ayer, Searle,  Pears, Granger gibi) hesaba katmadan anlamaya kalkışmak sınırlı bir çaba olmaya mahkumdur. Türkiye’de Wittgenstein’a epeydir ilgi var ama bundan henüz özgün bir yorumun çıktığını söylemek kolay değil (bu konuda Arda Denkel’in çalışmalarını bir kenara koymalıyız). “Dilbilim felsefesi”nden söz ediyorsunuz. Yapısalcı kökenli dilbilimin ve türevlerinin “kıtasal” çizgide belli bir etkisi olduğu kesin (Althusser, Foucault, Deleuze…) ama genel olarak dil sorunu 20. yüzyıl felsefesinin bütünü için temel bir sorun olmuştur (Mantık Araştırmaları’nın Husserl’inden Heidegger’e ve Merleau-Ponty’e, Derrida’ya kadar; Wittgenstein’dan Austin’e kadar). Tabii ki dil, analitik geleneğin en büyük konularından biridir. İki ayrı felsefe çizgisinin dili ele alışları arasında büyük farklar göze çarpmaktadır. Ama bir felsefe çizgisindeki felsefecilerden birinde bile, bu felsefecinin değişik dönemlerinde, birbirinden farklı dil görüşleri olabilmektedir (bunun en büyük örneği Wittgenstein’ın iki ayrı dönemidir). Dil sorunu, bitmez tükenmez bir sorundur.

Z.Y.: Fikir, edebiyat ve sanat ortamımızın -daha doğrusu ortalığımızın- genel görüntüsü hakkında ne düşünüyorsunuz? Mevcut siyasal koşulları göz önüne aldığımızda dergilerde ve etkinliklerde yer alan insanların, yazarların ya da bizzat o kültürel etkinliklerin, festivallerin filan bir içerik ya da karakter aşınmasıyla şekillendiğini düşünüyor musunuz?

A.S.: Kültür ortamı konusu çok geniş. Bir çok etken devreye giriyor: toplumsal, politik, kültürel vs. Devlet, yerel yönetimler, özel sektör devrede. Bu, genel anlamda bir iktidar konusu. Bu iktidarlar ağında sanatçılar ve yazarlar kendilerine elverişli konumlar arıyorlar. Görünmek kolay değil. Ama uzlaşmadan, ödün vermeden görünmek daha da zor, hatta nerdeyse olanaksız. Uzlaşmanın ve ödünün gerekçelerini de kolaylıkla üreten bir sistemdeyiz. Herkes bir bakıma “haklı”, bu durumda. Bir yer kapmaca yarışı söz konusu. Özellikle dış yerlere ulaşmaya değer veriliyor (Avrupa, Amerika, Asya…). Günümüzün sanatçısı ve yazarı “global” olmak arzusunda. Yalnızca niteliği arayan sanat kurumu ve yayıncı bulmak zor Türkiye’de. Ama bazı olumlu adımlar, çabalar var. “Alternatif” girişimler var (örneğin internet’te). Yaratı sürüyor, ama bazen oldukça gizli kalarak. Büyük ün’lerden kuşkulanmamız gereken bir çağdayız. Medya’larda ve sözüm ona büyük kurumlarda “görünmek” hiçbir zaman masum değildir. Özellikle televizyon ve büyük medya şöhretlerinden bir tiksinti duymak bana sağlıklı görünüyor. Bu yalnızca Türkiye’nin sorunu değildir, ama küresel bir sorundur, kapitalizmin fütursuzluğunun ve adiliğinin sorunudur. Adilik, kolaylık, uyanıklık ya da kurnazlık, çıkar için uğraşma, rehavet merakı, zevk kapitalist erdemlerdir, unutulmamalı.

Z.Y.: Ece Ayhan’ı yakından tanıyan ve savunan biri olduğunuz için bu kısacık -ama önemli, etkili- söyleşiyi Ece Ayhan’a ilişkin bir şeyler sorarak sonlandırmak istiyorum. Ece Ayhan bugün yaşasaydı, kimleri okurdu, kimleri şairden sayardı, neyi sıkı şiirden sayardı, kimlerin düşüncelerini savunurdu?

A.S.: Bunu bilmek elbette olanaksız, tahmin yürütülecek olursa da nesnel olması olanaksız. Ece Ayhan yaşarken bile kestirilmez biriydi. Yaralı bir öznelliği vardı… Aşırı duyarlılık… Belleğinde düğüm noktaları seziliyordu… En büyük duyarlılık noktaları, “sabit fikir”ler, öfkeler… Daha çok olumsuzluk… Ama sevdiği şeyler, yaratıcılar da vardı (besteciler, örneğin Webern, Berg; yönetmenler, örneğin Vigo, Rouch…; yazarlar, örneğin Sait Faik…; kitaplar, örneğin Çocuk ve Allah, Suç ve Ceza). Ve “kişilikler”: Nilgün Marmara, Çanakkaleli Melahat. Aslında Nilgün dışında devamlı ve tutarlı biçimde dost kabul ettiği kimseye rastlamadım “yakın” çevresinde, çok kişiyle ya zamanla uzaklaştı (Mustafa Irgat gibi, İzzet Yasar gibi) ya da bozuştu. “Kimleri okurdu?” Bunu gerçekten bilemem. Pek şiir okumuyordu. Sanırım tarihle ilgili kitaplar okumaya devam ederdi (tarihten şiirinde çok beslendiğini biliyoruz). Yeni tanışacağı şairlerin şiirine bakardı elbette (ama gerçekten şiir okumuyordu pek). Marjinal duruşlar, varoluşlar onu çok çekiyordu. Sanırım cumhuriyete ilişkin eleştirel duruşunu sürdürürdü, ama bu eleştirinin bugünkü siyasi ifadelerine – bunların iktidar bağlarıyla birlikte – ne derdi, bilemem. Sanırım pek yakın olmazdı (değil mi ki bunlar yeni kapitalist ve emperyalist devinimlerle bariz bir bağlantı içinde).

Tem
15
2010
0

“Bakışsız Bir Gece Kara” ya da “12 Temmuz 2010”

Chris King ve Poetry Scores taifesinin hazırladığı Blind Cat Black isimli filmin Türkiye gösterimi 12 Temmuz Pazartesi akşamı saat dokuzda İstanbul Kadıköy Kargart’ta ve Çanakkale Yalı Han’da eş zamanlı olarak gerçekleşti. 12 Temmuz 2010 gecesine ilişkin bilgilere ve fotoğraflara https://www.futuristika.org/bakissiz-bir-gece-kara/ adresinden ulaşabilirsiniz.

İşbu film gösterimini hazırlayan ya da destekleyen tüm ekibe (Chris King ve Poetry Scores taifesine, Barış Yarsel’e, İpek Yarsel’e, Pınar İlkiz’e, Peri Kazancı’ya, Futuristika! taifesine,  Çanakkale İçinde taifesine, Onur Özer’e, Sürrealist Eylem Türkiye taifesine, Tayfun Polat ve Karga Mecmua taifesine, KargART’a ve KargaBar’a, Underground Poetix taifesine, Kadıköy’ün lodosuna, kafasına ve sokaklarına) ve katılan tüm konuklara içtenlikle  teşekkür ederim.

Şimdi, bu gösterimin ardından, birkez daha ayağa kalkarak ve kurşun kalemlerimizi avcumuzda sıkarak ya da gökyüzüne zarfsız kuşlar göndererek şunu söyleyebiliriz;

“Hay Hak! Ece Ayhan yaşıyor… Dom!”

Zy

https://www.futuristika.org/wp/wp-content/uploads/2010/07/MG_1106-590×393.jpg
Tem
14
2010
0

Açık Radyo, Açık Dergi’de Ece Ayhan üzerine…

12 Temmuz 2010’da Açık Dergi’de Ece Ayhan’ı anmak üzere bir episod gerçekleştirilmiş…

Bkz: https://www.acikradyo.com/default.aspx?_mv=a&aid=26896&cat=100

Hamiş: Bu programın en önemli yanı İlhan Usmanbaş’ın 1986 tarihli Bakışsız Bir Kedi Kara ve Mısrâyim bestelerinin soprano Ece İdil’in sesinden yayımlanmasıdır.

Tem
14
2010
0

Bakışsız Bir Fanzin Solgun ve Nalsız Atlarıyla; Ak ya da Kara!

Chris King ve Poetry Scores taifesi tarafından çekilen “Blind Cat Black” (Bakışsız Bir Kedi Kara) adlı filmin İstanbul-Kadıköy ve Çanakkale-Yalıhan‘da eşanlı olarak gerçekleşen Türkiye Gösterimi sırasında yayımlanan fanzindir. (Fanzine Kadıköy’de ve Çanakkale’de muhtelif mekânlarda ulaşabilirsiniz.) Fanzinin tasarımını Futuristika! taifesi gerçekleştirdi. Ayrıca, filmin Kadıköy gösterimine katılanlara Ece Ayhan’ın kitaplarına girmeyen “İnsanların Kötüleri” adlı şiiri  bir bildirge  olarak dağıtılmıştır.

Hamiş: Blind Cat Black’in Türkiye Gösterimi’ne ait birtakım görüntüler Futuristika! ve Evvel Fanzin takipçileriyle önümüzdeki günlerde paylaşılacaktır.

Tem
13
2010
0

Haklılığın İnadı: Ece Ayhan (Birgün Gazetesi)

11 Temmuz 2008 tarihinde Dr. Erdoğan Kul’la gerçekleştirdiğimiz söyleşi, 12 Temmuz 2010 tarihli -dünkü- Birgün Gazetesi’nde tekrardan yayımlanmış… Söyleşiye  https://www.birgun.net/cultures_index.php?news_code=1278941471&day=12&month=07&year=2010 adresinden ulaşabilirsiniz.

Tem
12
2010
0

Buluntu: İnsanların Kötüleri (Ece Ayhan Çağlar, 1955)

Ece Ayhan’ın YKY’den ve diğer yayınevlerinden yayımlanan kitaplarına girmemiş olan “İnsanların Kötüleri” adlı şiirini Yenilik Dergisi’nin 1955 tarihli 28. sayısında buldum. Şiir, “E. Ayhan Çağlar” imzasıyla yayımlanmış. Yeni Ufuklar’da bulduğum ve  Evvel Fanzin kapsamında  tekrardan yayımladığım  “Takma Göz” (1956) adlı şiir de “E. Ayhan Çağlar” imzasıyla yazılmıştı. Ece Ayhan’ı ve onun “insanlık” görgüsünün, anlayışının kökenlerini, sahiciliğini kavramak açısından “E. Ayhan Çağlar” imzasıyla yayımlanan işbu şiirleri ve buluntuları çok önemsiyorum. Ece Ayhan’ın düşüncelerini ve imgelemini “ters” algılayan ortalama idraklıların bu şiirlerden öğreneceği çok şey var… Ancak her şeyden önce, Ece Ayhan’ın zihninde yarattığı ve ölümüne karşı olduğu o “kötülük tipolojisi”nin algısal nitelikleri bu şiirde bulunmaktadır. Zaten Ece Ayhan’ı ve şiirini doğru okumak için ona “Ayhan Çağlar” olarak bakmak ve onu Ayhan Çağlar olarak araştırmak gerektiğini her vesileyle dile getirmiştim.
Sonuçta, Ece Ayhan’ı ve onun poetikasının evrenselliğini, sıkılığını unutturmak isteyen “kötülük dayanışmaları” ve dernekleri başaramadılar. Şimdi onu yanlış tanıtmak isteyen kifayetsiz muhterisler ve fetbazlar da başaramayacaklar…
12 Temmuz 2010‘un (yani Chris King tarafından Ece Ayhan poetikasından esinlenerek çekilen Blind Cat Black -Bakışsız Bir Kedi Kara- adlı filminTürkiye gösteriminin) hemen öncesinde Ece Ayhan’a ilişkin sıkı bir buluntuyu ve efemerayı Ece Ayhan okuruyla yani sıkı ve sahici insanlarla  paylaşabilmenin mutluluğunu yaşıyorum.

Sahicilikle
Zafer Yalçınpınar

*

Tem
12
2010
0

Murat-Nemet Nejat ile…

Ece Ayhan’ın eserlerini İngilizce’ye çeviren Murat-Nemet Nejat ile Futuristika! taifesi tarafından gerçekleştirilen söyleşiye https://www.futuristika.org/kultura/edebiyat/roportaj-murat-nemet-nejat-anlatilmaz-bir-kilic-kusanan/ adresinden ulaşabilirsiniz.

Tem
10
2010
3

Blind Cat Black (Bakışsız Bir Kedi Kara) Türkiye Gösterimi!

Amerikalı yönetmen Chris King ve şiir çetesi Poetry Scores’un, Ece Ayhan şiirlerinin çevirisi üzerinden yaptıkları müziklerle hazırladıkları zombi filmi, Futuristika! Ece Ayhan’ı anma etkinlikleri kapsamında ilk defa İstanbul’da!

Hazırlayanlar:
Futuristika!
Enteresan Mevzular Dergisi (TR) / Chris King [Poetry Scores] (ABD)
ve Zafer Yalçınpınar [EVVEL] (TR)

“Blind Cat Black / Bakışsız Bir Kedi Kara”
2008 // 58 Dakika – Renkli – Amatör Sürrealist Zombi Sessiz
12 Temmuz 2010 Pazartesi, Saat: 21:00 – Ücretsiz gösterim
Mekân: KargART
Adres: Kadife Sokak No:16 Kadıköy

Facebook Etkinlik Sayfası: https://www.facebook.com/event.php?eid=130322370325982

Ayrıntılı bilgi için: edit@futuristika.org

Tem
10
2010
0

Blind Cat Black (Bakışsız Bir Kedi Kara) Çanakkale Gösterimi!

Amerikalı şair ve yönetmen Chris King ile şiir çetesi Poetry Scores’un, Ece Ayhan şiirlerinin çevirisi üzerinden yaptıkları müziklerle hazırladıkları zombi filmi, Bir Sivil Girişim Kara, Çanakkale İçinde (www.canakkaleicinde.com) ve Futuristika! Enteresan Mevzular Dergisi ortak çalışmasıyla İstanbul gösterimiyle eşzamanlı olarak Çanakkale’de!

“Blind Cat Black / Bakışsız Bir Kedi Kara”
2008 // 58 Dakika – Renkli – Amatör Sürrealist Zombi Sessiz
12 Temmuz 2010 Pazartesi, Saat: 21:00 – Ücretsiz gösterim
Mekân: Yalı Hanı
Adres: İstasyon Sanat Merkezi Çanakkale
Facebook Etkinlik Bağlantısı için tıklayınız

Ayrıntılı bilgi için: onur@canakkaleicinde.com

Ayrıca bkz: https://www.futuristika.org/trend/etkinlik/blind-cat-black-bakissiz-bir-kedi-kara-filmi-canakkale-gosterimi/

May
28
2010
0

491’e BEŞ!

491‘e BEŞ!

“Kilosu kaça gelir?”

https://zaferyalcinpinar.com/491bes.pdf

*

Yokoluşlarının ağıtını yazan o kifayetsiz muhterislerle senin ilgilenmeyişinin 2010’daki  yüzüdür 491
DÖRTDOKUZBİR “Evvel Fanzin” cakasıdır ve Kadıköy tribidir.

491‘in tüm sayılarını https://zaferyalcinpinar.com/491.html adresinden indirebilirsiniz.

E-posta: dortdokuzbir@gmail.com

May
24
2010
0

Buluntu: (Sakallı) Ece Ayhan Fotoğrafları

Ümit Bayazoğlu -sağolsun, eksik olmasın ve zaten sıkı adamdır ki- kişisel arşivinde yer alan ve daha önce yayımlanmamış, görülmemiş  bazı Ece Ayhan fotoğraflarını benimle paylaştı. Fotoğraflar aşağıdadır. (Zy)

Ece Ayhan, Yalıhan’da gençlerle birlikte…

*

Ece Ayhan ve Ümit Bayazoğlu… Oduncuda…

*

Ece Ayhan çalışıyor…

*

Hamiş: İşbu  fotoğraflar Ece Ayhan Web Sitesi‘nde yer alan “Efemeralar” bölümüne eklenmiştir.

May
12
2010
0

Chris King’le “Bakışsız Bir Kedi Kara” adlı zombi filmi üzerine: “Solgun ve öksüren nalsız atlarıyla…”

Futuristika taifesi çok sıkı çalışıyor…  Taife, Ece Ayhan’ın poetikasının kime/neye karşı olduğunu ve kimin/neyin yanında  olduğunu anlatan sıkı bir çalışma yapmış… Futuristika’nın bu çalışmasından ve coşkusundan, “Blind Cat Black” adlı filmden ve Chris King’in tüm söylediklerinden ortaya çıkan şey şudur;  “Ece Ayhan’ın şiirselliği evrenseldir!”
Futuristika’nın Chris King’le gerçekleştirdiği ropörtajı, işbu çalışma için hazırladıkları girizgâhla birlikte aşağıya alıntılıyorum. -Chris King’in “Bakışsız Bir Kedi Kara” çağrışımlı zombi filminden çeşitli görüntülere ve parçalara ise https://www.futuristika.org/kultura/edebiyat/chris-king/ adresinden ulaşabilirsiniz. – (Zy)

“SOLGUN VE ÖKSÜREN NALSIZ ATLARIYLA…”

Futuristika’da Chris King’in Poetry Scores tayfası olarak Ece Ayhan şiirlerinin çevirisi üzerinden yaptıkları müzik ve hazırladıkları zombi filminden bahsetmiştik. Bugün Futuristika! bünyesinde yayınlamaktan en çok mutluluk duyacağımız yazılardan biriyle ve Ece Ayhan’ın dizeleriyle şarkı söyleyen zombilerin görüldüğü filmin alıntılarıyla maceraya devam ediyoruz. Chris King, filmi yapmasına neden olan ruh halini anlattı. Filmin myspace sayfasında idoller/kahramanlar kısmında Orhan Veli ve David Bowie yanyana bulunuyor, bu durum bile, sevdiğimiz zihinlere güzel bir örnektir. Zafer Yalçınpınar sayesinde haberdar olduğumuz (1) ve internet sayesinde dostluğumuzu ilerlettiğimiz bu süreç sayesinde görüyoruz ki, Ece Ayhan, vefatının ardından bile sivil yaşamla üzerine yüksek sesle bildiğini okumaya devam ediyor. Ne mutlu ki, bu sesi dünyanın diğer tarafında bile duyanlar var.
Biz zaten neden varız? Sevgili Zafer’in “Yeni Sinsiyet” diye dikkat çektiği
kitlesel sömürü kurnazlığına elden geldiğimizce “Kahrolsun Yeni Sinsiyet!” demek için. Futuristika’nın ünlemi budur, “Haramiler ki kırkın üstünde sayıları” onlar bizim her daim karşı çıkacaklarımızdır. Ece Ayhan’ın zombileri ise, dostlarımız. İnsanlara karşı zombileri destekliyoruz, insan olduklarını sanıp sinsiyet toplumunun araçları olanlara karşı, zombileştirilenlerin ayağa kalkmasını savunuyoruz. Röportajın hemen ardından, Ece Ayhan’ın dizelerinden yaratılan şarkıyı söyleyerek “ayağa kalkan” zombileri savunuyoruz.

Barış Yarsel – Futuristika!

Futuristika: Zombi filmlerini seviyoruz, sessiz filmleri seviyoruz, ama ilk defa bir sessiz zombi filmi yapıldığını duyduk. Bu film için, The Golem, Nosferatu gibi Alman ekspresyonist filmlerinden ilham aldınız mı?

Chris King: Öncelikle, izninizle aktarmak isterim; bu filmi çekerken ilk filmini yapmakta olan tümüyle amatör bir filmci olduğumu belirtmem gerekli. Aslında, özellikle Aaron AuBuchon, Chad Ivins ve Kevin Belford gibi tecrübeli sinemacılardan oldukça yardım aldım. Ama yine de benim hayal gücüm, benim projemdi ve yardım edenlerden hiçkimsenin filmim için çalışmalarını, yaptıkları en iyi iş olarak değerlendireceğini düşünmüyorum.
Bahsettiğiniz muazzam filmlerden ilham alışımızın kavranması ve nitelenmesi için tüm bunları söylüyorum. Olan şu ki, ben ilk dönem sessiz filmleri diğer tüm türlerden daha çok seviyorum. Bu yüzden “eski” sessizlerde gördüğümüz gibi konuşmaların olmadığı, sadece müziğin olduğu güncel bir film yapmak istedim. Aslında, sessiz de değiller bu eskiler; sadece konuşma, ”konuşkanlık“ yok. Hatta, canlı müzik eşliğinde gösteriliyorlardı. Bizim filmimiz de ”fon müziği şiir” olacak şekilde çekildi ve düzenlendi. Diğerleriyle beraber ben de, “Bakışsız Bir Kedi Kara“nın İngilizce çevirisinden harf be harf  bu müziğin yazılmasında ve yapımında yer aldım.
Bu arada, buradan; yaşadığım yer olan St. Louis, Missouri’den bir video profesörü, Aaron AuBuchon, bana film için yardım etmeye karar verdiğinde, beni evine davet edip Robert White’ın “The Cabinet of Dr. Caligari”yi seyrettirmişti. Alman eksperyonist sessiz filmlerinden bir klasik. Bu filmin bizim için muhteşem bir sinematik örnek olacağı konusunda fikir birliğine varmıştık. Gerçi, sonuçta, benim amatörlüğüm ve film festivali için son teslim tarihi telaşım filmin kalitesini o kadar düşürdü ki, bu iki filmi aynı anda belirtmeyi düşünecek çok az kişi vardır.

F.: Zombi, çoğunlukla bir Amerikan kavramı. Bize göre Ece Ayhan zamansız ve mekansız bir şair. Şiirlerinde ezilenler, yolunu kaybedenler ve kenarda bırakılmışlar önemlidir. Bu filmin zombilerini benzer şekilde tarif edebilir miyiz? Yoksa sizin zombileriniz birer parti elemanları mı? Filmde onları nasıl tasvir ediyorsunuz?

C.K.: Hah! Seviyorum sizi! Filmden sadece birkaç küçük bölüm gördün, ama gerçekten filmi tanımlayıcı -neredeyse kazara oluşan- bir çıkarım yapabilecek kadar anlamışsınız.
Bakışsız Bir Kedi Kara filmi, fon müziği şiir olacak şekilde yapıldı.
Biraz açıklayayım… Murat Nemet-Nejat’ın “Bakışsız Bir Kedi Kara” çevirisinde kullandığı tekniği, sürrealist bir teknik olarak addediyorum. Bu nedenle, filmin, şiirin fon müziğinin biraz sürrealist bir estetiğe sahip olarak yapılmasını istedim. Ama yapılmasını hiç istemediğim bir şey; bugüne kadar seyretmiş olduğum sürrealist filmlerin bir taklidini yapmak olurdu. Ayrıca, sadece deneysel bir şey yerine, karmaşık bir öykü içinde birbirleriyle etkileşimde olan karakterlerin olduğu, hikaye anlatan bir film yapmak istiyordum.
Tüm bunlar üzerinde çalıştığımız zamanlardan bir nokta geldi ki, Aaron AuBuchon Zombie Squad’a ya da St. Louis’de her yerde zombiler olduğuna tesadüfi bir gönderme yaptı. Gerçekten öyle, ve benim hiçbir fikrim yoktu. Altı yıl önce St. Louis’e geri taşındığımdan beri, küçük bir çocuğu olan bir gazete muhabiriyim. Bu sebeple hayatım iş ve ev arasında gidip gelmek. Şehrimizde gelişmekte olan bu tarz -gayet ciddi hayatta kalma görüşleri ve kan bağışları gibi harikulade toplumsal etkinlikleri ile zombi kılığında ortalıkta koşuşturma keyfini harmanlayabilen Zombie Squad gibi- altkültürlerle ilgili pek bilgim yok.
Çalışırken elindekileri kullanman gerektiğine inanıyorum, ve burada, St. Louis’de zombilerin kesintisiz bir berekette olan doğal bir kaynak oldukları ortaya çıkmıştı. Tabi bende hemen, sayıca büyük topluluklar halinde, hem filmi de kalabalıklaştırmaya, hem de bir çeşit çok yönlü sürrealist efekt olarak, bu zombileri oyuncu yapma fikri oluştu.
Filmimde şiiri, genç bir oğlan yosmanın ya da transcinsel bir sokak çocuğunun hikayesi olarak okudum
Benim için gerekli olan bu mesaja olanak tanıdıktan sonra, zombiler ayrıca, şehrin ürkütücü yeraltındaki, ölümün kol gezdiği sokaklardaki yaşamı da sembolize etmeye yaradılar. “Bakışsız Bir Kedi Kara“, sürrealist ve imgesel bir şiir olarak, sınırsız sayıda yorumla kişiye göre değişebilir. Ama filmimde ben, çevirmenin şiiri, reşit olma yaşı gelen genç bir oğlan yosmanın  -ya da transcinsel (kendini karşı cins olarak gören) bir sokak çocuğunun- hikayesi olarak okumasını izledim. Böylece, zombiler, kız ve erkek çocukları hırpalamakla tehdit eden tehlikeli üçkağıtçıları simgeliyorlar.

F.: Başka Türk şairlere ilgi duyuyor musunuz?

C.K.: Hem de çok. New York’ta yaşarken en iyi arkadaşım Defne Halman‘dı. Babası, Türk şiirinin İngilizce’ye çevrilmesinde en önemli figür olan Talat. S. Halman. Bu yolculuğa Murat’la, onun bana “Bakışsız Bir Kedi Kara“ çevrisini vermesiyle, çıktım aslında. Fakat Halman’lar  (ve de sonra, yine Murat’ın) vasıtasıyla, daha fazla Türk şair tanıdım. Garip akımı şairlerinin (Orhan Veli, Oktay Rıfat, Melih Cevdet) kısa şiirlerine müzik düzenledim, Defne Halman’la beraber Orhan Veli’nin tüm şiirlerini İngilizce’ye çevirdik.

F.: Ece Ayhan’ın iç dünyasıyla tanıştıktan sonra hayatınızda nelerin değiştiğini düşünüyorsunuz?

C.K.: Murat, “Bakışsız Bir Kedi Kara“yı bana verdiğinde, kitap yepyeniydi, bir kitap eleştirisinin satacağı tek zamandı aslında. New York’tan mükemmel bir dergi olan The Nation için eleştiriyi hazırlayacak kadar şanslıydım. Yazım Türkçe’ye de çevrildi ve basıldı; inanılmaz ama kızı bizi tanıştırdığında Profesör Halman beni zaten bu eleştiri yazımdan tanıyordu.(2) O yazıda, “Bakışsız Bir Kedi Kara“nın bugüne kadar okuduğum en kederli kitap olduğunu düşündüğümü söylüyordum. Hala aynı fikirdeyim. Şiir bana, hayal kırıklığı, hüsran, yabancılaşma, iletişimde başarısızlık, imkansız aşk ve sekse karşı pek çok imge, renk ve ruh hali verdi. Bir aile kurmaya başlayıp yerleşmeden önce, hayatım bir rock müzisyeni olarak bazen çok pervasız ve tehlikeli idi, ve “Bakışsız Bir Kedi Kara“, o yıllara dönüp bakmamda bana yardımcı olan bir prizma. Bana daha önceden sahip olmadığım bir kelime haznesi veriyor.

F.: Tahmin ederim, Türkçe kişi isimlerinin çoğunluğunun hemen hemen tam bir anlamı olduğunu çoktan biliyorsunuzdur. “Ece”, “Kraliçe, Yüce, Lider” anlamlarına geliyor; eski, öz Türkçe bir kelime. Sizin soyadınız “Kral”. Tesadüfleri seviyoruz ki aslında pek de inanmıyoruz; hayatta her şey kişilerin bilinçli ya da bilinçsiz seçimleri ile gerçekleşiyor. Bu karşıt eşleme hakkında nasıl hissettiniz/hissediyorsunuz?

C.K.: Gerçekten, büyülendim. Nutkum tutuldu. (Bu cevabı yazılı olarak veriyorum, ama derin bir manada kelimelere dökemeyecek haldeyim.) İsmi hakkında bunları bana daha önce söyleyen olmadı. Şimdi, müziğini düzenlediğim şiirin bir parçası olan ”Bir kraliçedir oğlum kanatlarını açmış...” dizesinin, şairin adına kelime oyunu olduğunu anlıyorum. Fakat, Kraliçe şair ve Kral filmciyi benzetmek bizi filme ve filmin konseptine geri getiriyor.
Murat’ın şiirin bir erkek çocuk ya da bir transcinsel fahişe hakkında olması fikrini izleyerek, bunu iki başrol oyuncusuyla dramatize etmek istedim; bazen kendisini erkek çocuk olarak tanıtan çetin bir kız çocuğu ve bazen kendisini kız çocuğu olarak tanıtan, bir kız çocuğu sanılabilecek güzellikte bir erkek çocuğu. Bu, güzel erkek çocuğunun makyaj testi (kendi fikrine göre) başarısız olunca ve kız çocuğu olarak çirkin görüneceği sonucuna varınca, pek iyi sonuç vermedi. Böylece daha sert görünüşlü bir erkek aktörde karar kıldık ve oyuncunun daha kaba görünüşü ve daha keskin enerjisi nedeniyle bu ikilikle farklı yöntemlerle oynamak durumunda kaldık. Aklımdakinden çok farklı bir film olmasına yol açıldı, ama yine de sonuçta ortaya çıkandan memnunum.

1-Nilgün Kahraman’ın ortaya çıkardığı Ece Ayhan fotoğrafı Zafer Yalçınpınar’ın Ece Ayhan efemeralarından alınmıştır

2-Söz konusu yazı Zafer Yalçınpınar’ın katkısıyla buradan okunabilir.

İşbu söyleşi https://www.futuristika.org/kultura/edebiyat/chris-king/ adresinden alınmıştır.

Nis
23
2010
0

Ece Ayhan’ın adını çıkar amaçlı kullananlaradır. -2-

André Breton’un 1925’te “gerçekleştirdiği” bu yazışma, günümüzde, Ece Ayhan’ın adını çıkar elde etmek amacıyla kullanmaya çalışanlara lobutsu hediyemizdir.

Ayrıca bkz: “Ece Ayhan’ın adını çıkar amaçlı kullananlaradır -1- “

Nis
22
2010
0

Söyleşi: “Şiir, Boğunç ve Doğru” (Ece Ayhan-Önay Sözer)

Fotoğraf: Nilgün Kahraman

*

Şimdilerde Amerikano Boğaziçi Corp.’ta felsefe profesörlüğü eden Önay Sözer, 1966’da Ece Ayhan’la bir söyleşi gerçekleştirmiş. Zamanın “Yeni Ufuklar” adlı sıkı dergisinde yayımlanan söyleşinin tam metnine https://zaferyalcinpinar.com/eceonaysozer.jpg adresinden ulaşabilirsiniz.

Nis
22
2010
0

Dergi: Cehennemde Bir Mevsim (1979)

1979 Yılında Yayımlanan ‘Cehennemde Bir Mevsim’ adlı şiir dergisinin ilk sayısının kapağı.
İşbu dergiyi çıkaranlar arasında Oruç Aruoba, İ.Kuçuradi ve Ertuğrul Özkök bulunmaktadır.

Derginin yönetmeni ise Oğuz Demiralp’tır. (Zy)

*

Hamiş: Ece Ayhan’a ilişkin çeşitli efemeralara Bakışsız Bir Kedi Kara adlı Ece Ayhan web sitesinden ulaşabilirsiniz.

Nis
19
2010
0

Ece Ayhan’ın adını çıkar amaçlı kullananlaradır.

Aşağıda bağlantılarını verdiğim “köşe yazarlar”ın çeşitli “köşebaşı yazıları”ndan görülüyor ki Ece Ayhan’ı bilmeyenler, anlamayanlar ve doğru okuyamayanlar Ece Ayhan hakkında konuşmak işine soyunmuş… Zamanında benzer eğilimler Nâzım Hikmet’in ismi üzerinde de denenmişti.

Fakat gerçek şudur ki Ece Ayhan’ın ismini çeşitli çıkarlarına alet edenler, pek bir şey beceremeyecekler, tıpkı Nâzım Hikmet’in ismi üzerinde bir şey beceremedikleri gibi… Bu numaraları artık kimse yemez. Sözkonusu tipolojiye -basitçe- şu söylenebilir:

“Ece Ayhan, her türlü iktidara ve gaddarlığa karşıydı. Bugün, Ece Ayhan’ın adını -çıkar amacıyla- ağzına dolayanlar, müesses gaddarlığın ve müesses ölümün ta kendisidir. Bu tipolojinin en iyi bildiği ve uyguladığı şeyler de şunlardır: Haysiyetsizlik, arsızlık, fırsatçılık, gaddarlık ve -evet- fetbazlık…”

Ben bu tipolojiyi “Yeni Sinsiyet” olarak tanımlıyorum.

Bakınız:
https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/14461226.asp

https://www.aksam.com.tr/2010/04/19/yazar/17118/atilgan_bayar/ece_ayhan_okuyan_ikinci_basbakan.html

https://www.stargazete.com/pazar/yazar/haydar-ergulen/karasin-ucbeyi-ece-ayhan-257282.htm

Written by in: Duyurular, Tartışmalar | Etiketler: ,
Nis
18
2010
0

Ece Ayhan Adası

Adalara, gemilerin binde bir uğradığı, insan ayağının binde bir bastığı adalara benzer Ece ayhan. Bir de Ortacağ kalelerine, şatolarına, o surlar, hendekler, kuleler, mazgallar, asma köprülerle çevrili, nerden ve nasıl gidileceği belli olmayan, bu yüzden de yanına pek yaklaşılmayan ancak karşıdan görülen, bakılan Ortaçağ kalelerine, şatolarına. Gerisinde yol iz bırakmamıştır çünkü, görünmek yetmiş gibidir. Hem niçin bıraksın? Kendisi de öyle gelmemiş midir buraya. Kimsenin elini tutmadan, kimseye yaslanmadan, yalnız kendi külünü yaka yaka. Kapısını onun için kolay kolay açmaz. (…)
Bir sözcük adamı değil midir? Ondan önce sözcüklerin kokuları, renkleri, biçimleri, aşk işleri bilinmiyordu.Yalnız sözcüklerin mi? (…) Ya bin yıllık tümceleri yerinden kim etti?

Resimlerde bıyıkları uzundur, hep sorular soruyor gibidir (Yanıtlar geçerliklerini yitirdi! mi diyordur).

İlhan Berk
Requiem, YKY, 2004, s.108-109

***

Yoksulluğunu hep unuturdu. Sanki karnı hep tok, parası, işi gücü varmış gibi yaşardı. Pek söz etmedi denebilir yoksulluğundan.
Bir defasında yoksulluğunun üstüne basa basa; onu görmüyormuş gibi konuştu: ‘Ben zenginim’ dedi.
Öyleydi, elbet.
Bu giderek bir onur oldu onun için.
Yeryüzündeki yerine öyle baktı.
Haklı da çıktı.

İlhan Berk
“Ben İlhan Berk’in Defteriyim.”, Alkım Yay., Mart 2004,s.193

Nis
13
2010
0

“Ece Ayhan’dan ABD’ye bakışsız bir zombi kara” (Barış Yarsel)

Poetry Scores taifesinin Ece Ayhan çağrışımlı ve atıflı olarak “Blind Cat Black” şeklinde adlandırdığı gerçeküstücü zombi filmi üzerine Barış Yarsel yazdı…
Bkz: https://www.futuristika.org/kultura/musiki/ece-ayhandan-abdye-bakissiz-bir-zombi-kara/

Mar
04
2010
0

Kötü Edebiyat Nedir? (Ahmet Soysal)

ece ayhan kitapçığımla (A’dan Z’ye Ece Ayhan-YKY)  ilgili özdemir ince ve hilmi yavuz’un, kitapçığın kapsamını aşıp, ece ayhan’ın kişiliğine ve şiirine yönelik saldırılarını okuduk. kitapçık, büyük bir kini yeniden açığa çıkarmış oldu, bu bakımdan yararlı oldu, kimin ne olduğunu bir kez daha gösterdi. edebiyat ve basın dünyasındaki “önemleri”, bazı dergilerde ve gazetelerde kapladıkları yerden ibaret olan iki “edebiyatçı”, edebiyat tarihinde çok sık görüldüğü biçimde, birkaç kuşaktır gençliğin, aydınların, yenilikçi sanatçıların çok büyük bölümünün önem bakımından en üst sıraya koydukları bir yazara çullandılar.
bu bir sefalet ve aynı zamanda büyük bir cürettir. sanırım, kinlerinin heyecanıyla ne yaptıklarının farkına tam varmadılar ve artık toparlanmaları için çok geç. böylece kendi oyunlarına gelip rezil oldular. korkarım, yıllar sonra bir tek bu sefalet ve cüret taşkınlığıyla anımsanacaklardır, tıpkı, örneğin, vaktiyle kötülük çiçekleri’nin berbat bir yapıt olduğunu çığıran edebiyat sefilleri gibi!
böylelerinin karşısında ece ayhan’ı ve kendimi savunacak değilim. sadece, bu saldırılara tanık olan okurlara bir iki aydınlatma yapabilirim, bunun yararı da olur kanısındayım. bu aydınlatmalar zaten malum olanın altını çizmekten öteye gitmeyecektir.
1. bu tür “edebiyatçılar”, bir takım iktidarlar edinmeyi kollarlar, ve bunun için de bazı iktidarlara yaslanmayı. bu bir vakıf olabilir, bir holding olabilir, örneğin. zamana göre kolaylıkla saf değiştirdikleri görülür. örneğin, poesium zamanında hilmi yavuz sosyal-demokrat’tı; yanılmıyorsam, özdemir ince de o zamanlar ve eskiden marksistlik filan taslıyordu – ta ki bugün amerikancı basında işgal savunuculuğu rolüne soyununa kadar! bu tür ilişkilere sığınacaksın, sonra da ece ayhan’a saldıracaksın, hem de onun kurumsal geçmişini anımsatmak yoluyla! peki, hangi yoksul ve mütevazi kökenli yazar 50’li, 60’lı yıllarda, devlet memurluğu yapmadı, yaşamak için? bu, onların devlet’in o zamanki durumuyla barışık olduğunu mu gösterir? bu sefil akıl yürütmeye demagoji bile denmez.
2. ece ayhan’ı mahkum etmek, ikinci yeni’yi mahkum etmektir. sen kim oluyorsun, hilmi yavuz, ikinci yeni’yi mahkum ediyorsun? ece ayhan, ikinci yeni’nin merkezindedir, ve bu gerçeğin bilincine ilk önce ikinci yeni sahip olmuştur, sonra da bu akımla ilgilenenlerin hepsi!
3. kitapçıkta, poesium olayını bir kötülük örneği olarak gösteriyorum ve “…onun canını çok sıkmıştı” diyorum. özdemir ince ve hilmi yavuz bu noktada gevezeliklerine bir vesile daha buluyorlar. ece ayhan, tepkisini son şiirler’de yer alan bir sivil şairin ölümü dizisinin birinci düzyazı şiirinde dile getirmişti. ece ayhan, elbette ki, hiçbir değer vermediği iki “edebiyatçının” kendisini bir toplantıya çağırmamasına üzülecek biri değildi. ama işte gerçek şu ki kendi adına üzülmedi. mayıs 1991’de turgut uyar, edip cansever, cemal süreya ölmüş bulunuyordu. ikinci yeni’den bir tek kendisi, ece ayhan, ve ilhan berk hayattaydı. tabii, sezai karakoç da vardı, ama o çağrılmıştı ve gitmedi. ece ayhan’ın çağrılmayışı, ikinci yeni’nin toplantıda yer almadığı ve dışlandığı anlamını taşıyordu. bir tek ilhan berk yetemezdi, ve ece ayhan da aslında, ilhan berk’ten, toplantıya katılmamasını bekledi. katılacağını duyunca da içerledi. kitapçıkta anlattığım gibi ilhan berk’in toplantıdaki onurlu tepkisi o zamanlar örtbas edildi.
yeteneksiz ama “iddialı” “edebiyatçılar”, başta da söylediğim gibi, hep iktidarlara yaslanarak kendilerine bir yer edinmeye çalışmışlardır. onları ayakta tutan, oportünist refleksleri ve hesapları olmuştur hep. yapıtları değilse bile isimleri bilinir bu sayede. o dönemdeki iktidarın bir bileşkeni sosyal-demokrasi ve sosyal-demokrat istanbul belediyesi’ydi. işte ece ayhan’ı üzen diğer bir nokta, kendisini kaale alacağını ve kültür ile bağlantısı bulunduğunu bir dereceye kadar umduğu sosyal-demokrat iktidarın kendisini unutmasıydı! bu iktidar müdahale etse, oportünistler, tabiatları gereği, bunu kabulleniverirlerdi.
4. hilmi yavuz, “benim ölü’m değildi” diyerek, ece ayhan’ın arkasından konuşma hakkının olduğunu savunuyor. hadis filan yorumlamaya kalkıyor. hayatında o kadar çok rol değiştirirsen, sonunda tam çuvallarsın. müslümanlıkta, “senin ölü’n, benim ölü’m” olmadığını en sade müslüman bile biliyor. cenaze geçerken ayağa kalkılmaz mı? sahibini bilmediği, tanımadığı bir mezarın önünde de dua etmez mi hakiki müslüman? ne hafif yorumlar yapıyorsun, böyle! bari, bu konuda lagaluga yapma! beni şaşırtan, gerçek müslümanların böylelerinden kuşku duymamaları! ölünün arkasından konuşmak sadece ahlaksızlık değil, günahtır da – eğer inanıyorsan, ve müslümansan! çünkü lale müldür haklı, sen edebiyat eleştirisi filan yapmıyorsun, ölmüş olan ve kendini savunamayacak durumda birine tükürüyorsun, hayatını ve varlığını aşağılamaya çalışıyorsun! hadisleri kinine alet ediyorsun! bu sadece müslümanlıkta değil, bütün dinlerde ve bütün ahlaklarda bir insanlık suçudur.
5. bunlar gevezelikleri süresince vardırlar. polemikleri severler çünkü polemikler yokluğun kıpırdayarak dikkat çektiği anlardır.
6. özdemir ince’nin bana kokmuş balgam kıvamında yönelttiği küfürlere gelince… birazdan sana o balgamını öyle bir şekilde içireceğim ki herkesin gözü ve kulağı ile kim olduğunu anlayacaksın!
7. madem, başlıkta “kötü edebiyat” deyimini kullandım, ille de söylettiler (her kin bir çöküştür ve her çöküşte mazoşizm vardır), bunu örneklendireceğim, hem de “şairlerimizin” son yapıtlarından iki örnekle!
birinci örnek:
(…)
dağ yitiyor, ay seçilmez oldu, su battı;
şimdi sahiden her şey bir yorum;
o kadar hüzündüm ki, büzüldüm
ve artık kendimle örtüşmüyorum…
(…)

hilmi yavuz, yolculuk şiirleri, s.28, can yayınları, 2001

ikinci örnek:

geceleri anlıyorum
bir gök cismi olmadığımı,
hiçbir gezegenlik yok

yeni bir duruşum yok
güneşin eski yörüngesinde

gündüzleri hayat daha kolay:
arılar, sinekler, kelebekler,
kanatlılar, uçarlar.
(…)
özdemir ince, ot hızı, s.78, adam yayınları, 2002

işte kötülüğünüzün balgamlı şerbetini herkesin gözü ve kulağı önünde böyle içirirler size!

8. bu şiirleri, eğer ilgilenenler varsa, ve bu çirkinliklerden sonra da kaldıysa, eleştirmenlerin ve okurların yorumuna açmak isterim. özellikle hilmi yavuz’un “büzülmesi” olayının aydınlatılması belli bir önem taşıyabilir, bir edebiyat psikanalizi açısından. bir özne ki “hüzün” olduğu için “büzülüyor”, sonra da kendisiyle “örtüşmüyor”! bunun sonsuz yanıtı, aslında, belki de ikinci dizede: “şimdi sahiden her şey bir yorum”. evet, bundan sonra, her şey okurun yorumuna kalıyor! hilmi yavuz niçin “büzüldü”? edebiyat tarihimizin yeni sorusu olarak soruyorum bunu!
özdemir ince’ye gelince… “gök cismi” olmadığın kesin de, ne cismi olduğunu söyleyebilseydin! “yeni bir duruşum yok” diyorsun! her zamanki duruşun da neymiş acaba? sen de mi bunu yoruma bırakıyorsun? yoksa sineklerle mi özdeşleşiyorsun, gündüzleri?…

Ahmet Soysal
Akşam-Lık Dergisi- 2003

(İşbu metin ekşisözlük’ten alıntılanmıştır. Bkz: https://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=k%C3%B6t%C3%BC%20edebiyat%20nedir )

Mar
01
2010
1

Söyleşi: “Kömürün elmasa dönüşmesi üzerine…”

Kömürün elmasa dönüşmesi üzerine, Deniz Fidan sordu, ben de cevapladım;

—–

KÖMÜRÜN ELMASA DÖNÜŞMESİ ÜZERİNE… (1 Mart 2010)

Deniz Fidan: __Ahmet Orhan, Poelitika’daki yazısında, Ece Ayhan’ın  ‘Çok Eski Adıyladır’ kitabında “iktidarın olmadığı bir yeryüzü imgesi barındırmadığını” söylüyor. Oysa, en belirgin olarak “Devlet ve Tabiat”ta, iktidar kavramına olan dışlayıcı bakışı fark edebiliyoruz. Sizce, eğer varsa, bu değişimin sebebini Ece Ayhan’ın şiir ve sanat çevresiyle yaşadığı olumsuzluklara mı bağlamamız gerekir?

Zafer Yalçınpınar: Soruyu “Ece Ayhan’ın iktidar karşıtlığı nasıldır?” şeklinde ele almak gerek. Şimdi, her şeyden önce, Ece Ayhan’ın mülkiye mezunu olduğunu unutmayalım. Yani istesek de istemesek de bir “devlet adamı” eğitimi almış. İktidar ve devlet yapısını, rol modellerini, devlet retoriğini, sınıfsal yapıyı ve diğer bileşkeleri, enstrümanları filan biliyor. Hatta sınıf arkadaşlarından daha iyi biliyor. Çünkü onlardan daha meraklı; sezgileri ve hakikat ile haklılık yolundaki inadı daha kuvvetli… Eğitiminin ardından pratiğe ya da uygulamaya geçecek imkâna da ulaşıyor. Yani bir mülki amir -kaymakam- olarak altı sene kadar görev yapıyor.  Tüm bu yaşantılar “devlet ve iktidar” denen şeyi hem kuramsal hem de uygulamalı olarak çok iyi tanımasını sağlıyor. Belki de “iktidar”a maruz kalmaktan ya da “iktidar” uygulamaktan tiksiniyor. Bu tanıma süreci, Ece Ayhan’ı diğer her şeyden çok daha fazla olarak bir “iktidar karşıtı” yapmış olabilir. Sonuçta, sıradan ya da alışılmış bir iktidar karşıtı, aslında, neye karşı olduğunu yani “iktidar” denen şeyi Ece Ayhan’dan daha iyi bilemez. Koşutlamayı genişletirsek, o senin bahsettiğin şiir ve sanat çevresi filan da daha iyi bilemez. Birkaç kişiyi saymazsak, o şiir ve sanat çevresi gerçekte Ece Ayhan’ın dostu değil. Sadece Ece Ayhan’a hayran olmuşlar, ondan etkilenmişler filan… Bunları bir kenara bırakırsak Ece Ayhan, “topluluk” denen şeyin topluma dönüşmesini çok istiyor. Asıl amacı ve beklentisi budur. Ama gün geçtikçe özde bunun gerçekleşmediğini, gerçekleşmeyeceğini görüyor. Gün geçtikçe toplum refleksleri göstermeyen, hatta mevcut özelliklerini de kaybeden bir toplulukla karşı karşıya kaldığına inanıyor. Öyle de… Ece Ayhan’ın düşündüğü, kafasında kurduğu “insanlık” ve “insan olmak” başka türlü… Kısacası, hayal kırıklığına uğruyor Ece Ayhan… Bu topluluğun sahiciliğe ulaşamayacağını, “insanlığa” ulaşamayacağını düşünüyor. Karamsarlaşıyor… Zamanla, karamsarlık alaya dönüşüyor. Ardından da çok büyük bir tarihsel hesaplaşmaya ve haklılığın inadına dönüşüyor. Durum bundan ibaret aslında… Sonuçta, Çok Eski Adıyladır’da Ece Ayhan’ın bir düşünsel değişikliğe uğradığını sanmıyorum. Ama derinleşmiştir Ece ve bence Çok Eski Adıyladır adlı kitabında E.M. Cioran’ın şu sözlerinin tarihçesini yazıyor gibidir; “Hükmetmek bir zevk ve bir zaaftır. Şeytan, iktidar hırsı olan bir melekti sadece. İktidarı arzulamak insanlığın uğradığı en büyük lanettir.”

D.F.: Ece Ayhan’ın “akkor”luğunun üstünde önemle duruyorsunuz. Ayhan akkorluğunu nasıl ifade etti?

Z.Y.: Ece Ayhan, “Ben karamsarım. Ama benim karamsarlığım akkordur” der. Bunu yaşamıyla ortaya koymuştur. Başına gelen binlerce olay, umutsuzluk,  onun inadına inat katmıştır. Olumsuzluklar onu karakter aşınmasına uğratacağına, kendisinden uzaklaştıracağına, aksine, Ece Ayhan’ın kendisiyle yanmasına neden olmuştur… Neyse o olmuştur Ece… Kendisinden, özünden,  doğrularından, şüphelerinden, kök nedenler arayışından, bildiklerinden, bulduklarından, sezdiklerinden, anlam arayışından kısacası sahiciliğinden hiç dönmemiş, aksine derinleşmiş ve sürekli olarak boyayı kazımaya çalışmıştır. Kapkara bir boyayla uğraşmış ve boyayı her kazıdığında daha da kara ve daha da zorlu bir boyayla karşılaşmıştır. Uğraştığı “kara” Ece’nin eline gözüne bulaşmıştır hep… Ama boyayı kazımaya devam etmiştir. Bu durum bir “karşıtlık” –kontrast- yaratıyor. Ve karşıtlık her zaman parlar. Örtüleri sevmez Ece Ayhan… Ece Ayhan’ın hayatı, zihninde, çok derin bir yerde “kömürün elmasa dönüşmesinin eczası ya da kimyası olarak şiir” düşünmekle, tasarlamakla, yazmakla ve araştırmakla geçmiştir. Bu büyük deneyin belli aşamalarında başarılı olduğunu da söyleyebiliriz. Akkorluk, işte, Ece Ayhan’ın kömürden  dönüştürmeye çalıştığı o elmasın akkorluğudur.  Kazıdığı boyalardır.

D.F.: Kitaplarınızda şairden “Ayhan Çağlar” diye bahsediyorsunuz, bunun sebebi nedir?

Z.Y.: Öncelikle, Ece Ayhan, 1950-55 döneminde dergilerde yayımladığı ve yayımlayamadığı şiirleri “E. Ayhan Çağlar” olarak imzalamış. O şiirlerin çoğu şu an baskısı bulunan “Bütün Yort Savular” adlı toplu şiirler kitabında yer almıyor. Örneğin,  “Selanik”, İnfanta”, “İnsanların Kötüsü”, “Boşluktaki Aptal”, “Takma Göz” adlı şiirler bu kitapta yok. Ve bu şiirler o  tarihte yani Ece Ayhan’ın hayatının ve şiirinin başında, onun  dünyayı nasıl gördüğüyle ilgili çok önemli ipuçları taşıyorlar. Ece Ayhan şiirinin ipuçları orada… Bir de “Ece Ayhan” ismi gereğinden fazla kent efsanesi ile ilişkilendirildi. Bundan sıyrılmanın yolu da ona sivil bir “Ayhan Çağlar” olarak bakmak, öyle araştırmak… Anlayan anlamıştır bu söylediğimi…

D.F.: Ece Ayhan’ın devlet memurluğundan ayrılma sebebine ilişkin bulanıklık hala sürüyor. Bugün, araştırmalarınızdan elde ettiğiniz sonuç nedir?

Z.Y.: Bu konuda bütünsel bir sonuca varamadım. Daha doğrusu vardığım noktayı belgelendiremedim henüz… Ece Ayhan kendisine “komplo” kurulduğunu söylüyor. Erdoğan Alkan’ın açıklamalarından bu sonuç çıkıyor… Bir de o dönemde, yani 66’da, Ece Ayhan’ın görev yaptığı bölgede halkevi başkanı olarak çalışan biri var; Abdürrahim Sercan. Onun bu konuda anlattıkları da çok ilginç… Sercan, görevli olduğu bölgede, Kaymakam Ece Ayhan’ın  bir tarikatın üzerine çok gittiğini, tarikata çok sert yüklendiğini ve bu yüzden de Ece’nin bir “komplo”yla alaşağı edildiğini iddia ediyor. Hatta o tarihlerde yerel gazetelerden birinde bu durumun haber olarak yayımlandığını da söylüyor. Ama henüz gazeteye ulaşamadık. Bir ulaşsak…
Ama sonuçta, sanıyorum, Ece Ayhan da devlet memurluğundan filan sıkılmıştı. Asıl neden bu galiba…

D.F.: Günümüz Türkçe şiirinin içinde yer alan bir şair olarak, Ece Ayhan’ın, güncel Türkçe şiire olan etkisini nasıl görüyorsunuz?

Z.Y.: Olumsuz tarafından bakarsak, Ece Ayhan gibi olmak isteyen ve şiir dilini körü körüne kırmaya çalışan bir sürü “ıskarta” ve “kopya” zevat doldu etrafa… Oysa ki Ece Ayhan şiir dilini körü körüne kırmamıştır ve onun şiirde yaptığı değişim “keyfi” değildir. Ece Ayhan’da farklı birikimler ve karşıtlıklar var, zaten önceki sorularında bunları anlatmaya çalıştım. Herneyse… Bahsettiğim bu kötü kopyalar ve ıskartalar ikide bir ağızlarına “Ece Ayhan” ismini doluyorlar… Bu durum Ece Ayhan’ın isminde ve şiirinde deformasyon yaratıyor. Bazı yeniyetmeler bu mutat zevatlara inanıyor filan… Yani olmadık şeylerle ve yapay bağlamlarla Ece Ayhan’ın ilişkilendirilmesi gibi büyük bir dezenformasyon tehlikesi, numarası var ortada… O yüzden bu ıskarta zevatlardan ve kifayetsiz muhterislerden tiksiniyorum.
Artık, geleceğin şiirinin, yani yeni, farklı, sıkı ve sivil şiirin bütünüyle ikinci yeni akımının devamı olarak vücut bulacağını da düşünmüyorum. İkinci Yeni’den sadece İlhan Berk ile Ece Ayhan’ın şiirinin geleceğe uzandığını, uzanacağını sanıyorum. Yani kısacası, bana sorarsanız, Ece Ayhan, Türkçe şiire evrensel bir gelecek ve tarihsel bir sahicilik sağlamıştır, diyebiliriz. Bir de tabii o kazınmış boyaları ve kömürün elmasa dönüşmesi eğretilemesini de aklımızdan çıkarmamamız gerekiyor…

Powered by WordPress | Theme: Aeros 2.0 by TheBuckmaker.com