Kas
28
2020
--

Upas’ta: “Aktif Boşluk” (Şahin Çetin)


Şahin Çetin‘in “Aktif Boşluk” başlıklı yeni serisinden bir çizim Upas Yayın’da vücut buluyor… Eserin bütünsel biçemini https://upas.evvel.org/?p=1472 adresinden inceleyebilirsiniz.


Önemli Not: “Sıkı şiire öncelik vermek” ve “imgelemin özgürleşmesini sağlamak” amacıyla dijital yayıncılık serüvenine başlayan UPAS Yayın‘ın tüm kitaplarını upas.evvel.org adresinden ücretsiz olarak okuyabilirsiniz.

Kas
26
2020
--

Haydi 2’den Dörtlükler (2) (Fazıl Hüsnü Dağlarca)



Ayrıca bkz:
Haydi 2’den Dörtlükler (1)
Haydi 2’den Dörtlükler (3)


Hamiş: EVV3L kapsamında yayımlanan “Fazıl Hüsnü Dağlarca” başlıklı ilgilere https://evvel.org/ilgi/daglarca adresinden ulaşabilirsiniz.

Written by in: Usta Beni Öldür! (AKSAK KOLAj) | Etiketler:
Kas
26
2020
--

Tekinsizliğin İmgeleri: Max Ernst’in Anlaşılmaz Anlatısı (Orçun Güzer)


Orçun Güzer tarafından e-skop dergisi kapsamında kaleme alınan sıkı bir Max Ernst (ve en ünlü eseri Merhamet Haftası) incelemesinin tam metnini https://www.e-skop.com/skopbulten/tekinsizligin-imgeleri-max-ernstin-anlasilmaz-anlatisi/5921 adresinden okuyabilirsiniz.


Hamiş: EVV3L kapsamında yayımlanan “Sürrealizm” başlıklı ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/gercekustu adresinden ulaşabilirsiniz.

Kas
25
2020
--
Kas
23
2020
--

Bir Başkadır: Yeni Türkiye’den Bir Karıştır-Barıştır Hikâyesi (Alper Erdik)


İşbu popüler diziye Cihangir’den bakılarak övgüler düzüldü, düzülüyor. Bu övgülerde -özellikle de sinematografi kapsamında- haklılık payı çok yüksek. Ve fakat meseleye bir de ideolojik açıdan bakmak lazım. Çünkü işbu diziyle çizilen toplumsal hikâye, övgü kadar sövgüyü de yerlemliyor! İyi ki varsın Alper Erdik… Diziye dair sıkı bir ideolojik analizi https://www.azizmsanat.org/2020/11/21/bir-baskadir-yeni-turkiyeden-bir-karistir-baristir-hikayesi-alper-erdik/ adresinden okuyabilirsiniz.

Written by in: Usta Beni Öldür! (AKSAK KOLAj) | Etiketler:
Kas
17
2020
--

Upas Yayın mı… O da nedir ki? (Zafer Yalçınpınar)


Üvercinka Dergisi, No. 73, Kasım 2020


Zeynep Meriç: Upas Yayın’ı kurmaya ne zaman karar verdiniz? Bu oluşumda sizi tetikleyen en önemli olay veya olgu nedir?

Zafer Yalçınpınar: Tahakkümlerden ve ezberlerden uzak bir özgür yayıncılık projesi oluşturmayı yıllardır düşünüyordum. 15 yıldır evvel.org kapsamında çeşitli edebiyat çalışmaları gerçekleştiriyorum. Çevremdeki dostlar, özellikle şiir ve poetika kapsamında evvel.org’un çok değerli bir arşiv ihtiva ettiğini, bununla birlikte fazlasıyla kişisel olduğunu sürekli dile getiriyorlardı. Haklılardı. En başından beri evvel.org’u kişisel not defterim, edebiyat ve şiir kapsamında tutulmuş bir not defteri olarak tasarlamıştım. Tuhaftır, okuyucunun ilgisini çekti falan… Neyse… 2018 yılında, evvel.org’un sub-domain’i olarak “upas” başlığını kullanmaya ve burada özgür bir şekilde dijital kitaplar yayımlamaya karar verdim. Balzac’ın bir kitabında ‘Upas’ ismiyle ve ‘Upas Ağacı’nın hikâyesiyle karşılaşmam, çok belirleyici ve tetikleyici oldu. Şu an Türkiye’de, Upas’ın dışında, şiiri, poetikayı ve imgelemin özgürleşmesi gibi kavramları yayın politikasının orjinine yerleştiren, şiiri öncelikli gören, bu kapsamda elini taşın altına koyan sadece bir-iki yayınevi var. Çünkü şiir -özellikle de sıkı şiir- iktisadi bir varoluş sergileyemiyor, satmıyor, okuru ve takipçisi az… Anlayanı ve ilgileneni de az… Bu duruma, böylesi bir çaresizliğe ve imkânsızlığa -kendimce- bir son vermek istedim.

Zeynep Meriç: Upas’ın poetikaya öncelik veren özgür bir yayın girişimi olduğunu belirtiyorsunuz. Peki, Upas’ta sadece şiir mi yer alıyor, diğer edebi türlere yer veriyor musunuz? Okurların arzuları mı size ışık tutuyor?

Zafer Yalçınpınar: Upas Yayın’da yer alan eserlerin özünü şiir ve poetika oluşturuyor. Bizim mihenk taşımız da turnusol kâğıdımız da şiirdir. Şibolet gibi… -Araştırın bakalım ‘Şibolet’ ne demekmiş- Sonuçta, öyküler, roman parçaları, roman karakterleri, polisiye, mizah, popüler kültür falan bizim dışımızda. Bizim önceliğimiz şiir… Sıkı şiir… Deneysellik, avangard, dada, gerçeküstü, letterizm, görsel şiir gibi kavramları kapsam-içi görüyoruz. Bu konuda azıcık katıyız. Sıkı şiiri ve imgelemin özgürleşmesini dert edindik. Yaşamdaki şiirselliğin arttırılması, şiir birikiminin arttırılması, şiir dilinin geliştirilmesi, sezgisel ve bilişsel bir auranın yaratılması, şiirin dilimizdeki sürdürülebilirliği, şiirsel yükün ihtiva ettiği kalp, vicdan ve hakikat duygusu bize yol gösteriyor. Tabiî ki okurumuzu da önemsiyoruz: Sıkı, olgun, güçlü ve geleceği belirleyen bir şiir dilini ve poetikayı okura sunarak, böyle yaparak okurlarımızı önemsiyoruz.

Zeynep Meriç: Upas’ın varoluşunda İlhan Berk ve Ece Ayhan’ın önemi nedir? Bu doğrultuda şiirsel çizginizden ödün verdiniz mi hiç? ‘Dilin imkânlarının genişletilmesi’ gerekliliğinden mi yanasınız sürekli?

Zafer Yalçınpınar: Şiirsel çizgimizden ve şiirsel maksadımızdan ödün vermeyiz. İlhan Berk ve Ece Ayhan da taviz vermemiştir. Sıkı şairlerin en büyük özelliği budur. Tarihsel varoluş, yazgı veya lanetimiz böyledir maalesef… Ece Ayhan ve İlhan Berk’in önemi, Dünya’daki 1950 şiir hareketinden yola çıkarak 2020’lere uzanmayı başaran dilsel uzgörü çizgilerini Türkçe’de oluşturabilmelerinde gizlidir. Felsefi bir boyut, yaşama alan derinliği katan dilsel bir sınırsızlık… Türkçe’deki şiir dilinin günümüze uzanan en başarılı motiflerini bu iki şairin zihnindeki bilişsel harita belirlemiştir. Dikkat ederseniz ‘İkinci Yeni’ akımı demiyorum. 1950 şiir hareketi diyorum. Ve bu durumu derinlemesine araştırmayı sizlere bırakıyorum.

Zeynep Meriç: Basılı nüshalarınızın olmadığını söylemiştiniz. Peki, ilerleyen süreçte bu mümkün mü? Basılı nüshaya geçiş için Upas’ta büyük değişiklikler olabilir mi?

Zafer Yalçınpınar: Olabilir. Fakat şu an böyle iyiyiz. Gidebildiğimiz yere kadar gideceğiz. Ne kendimizi ne de şiir okurunu ekonomik bir külfet altına sokmak istemiyoruz. Şiiri neo-liberal sisteme sokmak istemiyoruz. Dijital yayıncılığın, yeni nesil yayıncılığın güzelliği de budur zaten… Şiire neo-liberal girişimci bir tavır yüklemek isteyen muhteris tipolojiden de yıllardır -açıkça söylüyorum- nefret ediyoruz.

Zeynep Meriç: Okurlarınız yayınlarınıza nasıl ulaşabilir? Sitedeki etkinlikleri nasıl takip edebilir?

Zafer Yalçınpınar: Cevap sorunuzda bulunuyor zaten… Cep telefonunuzdan, tabletinizden veya bilgisayarınızdan upas.evvel.org adresini ziyaret etmeniz yeterli… Tek tıklamayla kitaplarımızı, tüm paylaşımlarımızı ücretsiz olarak indirip pdf biçeminde okuyabiliyorsunuz, arşivleyebiliyorsunuz. Sosyal medyada da çok aktifiz. Duyurularımız da etkinliklerimiz de… Kısacası, her şey bir tık uzağınızda… Daha ne olsun. Büyük hizmet!

Zeynep Meriç: Bilginin bu denli karmaşık ve kirli olduğu dönemde basılı yayının azalmasını ve dijital yayınların çoğalmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce bu durum yayımlanan eserlerin değerini arttırıyor mu, azaltıyor mu?

Zafer Yalçınpınar: Vallahi, bizim yayınladığımız eserler Mars gezegeninin dilinde yazılmıyor. Türkçe yazıyoruz… (Gülüyor) Aynı harfler, aynı dil… Kâğıdın üzerinde veya kitabın içinde olsun ya da ekranda dijital kitap biçeminde olsun son derece özenli ve titiz çalışıyoruz. Şiir dili, redaksiyon, mizanpaj ve diğer tasarımsal öğeler konusunda basılı yayınların çoğundan özenliyiz. Belki, koleksiyonerler için bazı basılı deneylerimiz de olacak gelecekte… Bakacağız.  

Zeynep Meriç: Upas’ı bundan sonra nerede göreceğiz?

Zafer Yalçınpınar: Upas Yayın’ın poetikası bir fısıltı gibi yayılır. Hiç ummadığınız bir anda bizim yayınlarımızla veya bizatihi bizimle karşılaşabilirsiniz. Fakat şunu söyleyebilirim; kitap fuarlarında, mikrofon arkalarında ya da ışıltılı podyumlarda birer dünya güzeli veya doksozof gibi kırıtmayacağımız kesin!

Zeynep Meriç: Devam eden veya başlayacağınız yeni bir proje var mı? Son olarak neler söyleyeceksiniz?

Zafer Yalçınpınar: Birçok gayretimiz var. Şiir aurasına, şiirsel alan derinliğine görsel ve işitsel eklemler sağlamak istiyoruz yakın gelecekte… Sıkı şiiri desteklemeye ve şiire öncelik vermeye devam edeceğiz. Son olarak, ne diyeyim, gözünüz, kulağınız upas.evvel.org’da olsun. Ve tabiî ki bu çevik söyleşi için de sana çok teşekkür ederim.

Zeynep Meriç: Ben teşekkür ederim… Samimi yanıtlarınız için asıl….

___

Kas
14
2020
--

14 Kasım 2020 (#6)


DOĞRUSU -GERÇEKTEN- TÜRK ŞİİRİ’DİR

Oğuz Demiralp ile Turgay Fişekçi’nin Cumhuriyet Gazetesi Kitap Eki’nden ayrılmasıyla alevlenen, sonrasında da -neo-liberal kavram karmaşalarıyla özünden uzaklaştırılmaya çalışılan- toz/duman/sis içerisinde kalmış, son derece bulanık bir tartışma sürüyor. Tartışmanın temelinde “Türkçe Şiir, Türkçe Edebiyat” ifadelerini savunanlarla “Türk Şiiri, Türk Edebiyatı” ifadelerini savunanların kapışması var. Sosyal medya yıkılıyor -bir görseniz- neler neler yazılıyor… (Gerçi, Üvercinka Dergisi’nin Kasım 2020 tarihli 73. sayısındaki bilgiler, yaklaşımlar ve temellendirmeler olmasaydı, tartışmanın tüm detaylarından, tarihsel tırmanışından habersiz kalacaktım ya, neyse…)

Şimdi, hemen söyleyeyim; bu tartışmada Özdemir İnce haklıdır ve ifadenin doğrusu -gerçekten- Türk Şiiri’dir.  Bu sorunsalı çözmek için zihnimizde şu kök önerme bulunmalı: “Türk şiiri, Türkçe yazılır.” Konuyu böyle düşünürseniz, rahat edersiniz. Zaten ben, en başından beri bu tartışmanın son derece yapay bir sorunsal olduğuna inanıyorum. Konu basittir özünde; Türk Milleti’nin dili Türkçe’dir. Türkçe yazılan şiir de Türk Şiiri’nin hanesine yazar. Fazıl Hüsnü Dağlarca’dan çağrışım yaparak -Türkiye sınırları içerisinde ve dışarısında- şunu rahatça söyleyebiliriz: “Türkçe, bizim ses bayrağımızdır”. Nokta.

Oğuz Demiralp’in T24’teki ince atarlı/ayarlı cevabını da okudum. Merak edenlere yazının içeriğini özetleyeyim: Avrupa Birliği’nin küresel ölçekte yaygınlaştırdığı neo-liberal nakaratın, bir kez de Oğuz Demiralp tarafından “sosyal içerme” (social inclusion) ve “çeşitlilik” (diversity) temelinde dile getirilmesi… İnanın ki bu kadar. Ne daha fazla, ne daha az. Başka bir şey yok, tırı vırı, hep bildiğimiz numaralar falan… (Yakın tarihe baktığınızda, neo-liberal yöntemlerin uygulandığı/denendiği ilk ülke olan Şili’de bugün neo-liberalizme kitlesel gösterilerle karşı çıkıldığını görürsünüz. Bir de tabiî, madalyonun diğer yüzüne bakın; Oğuz Demiralp’in Avrupalıvari hezeyanlarını, nakaratlarını falan düşünün…) Ben bu filmi seyrettim daha önce! Bir de, bu film neden hep T24’te yayınlanıyor, bilemiyoruz!

Tartışmaların içinde “antoloji” konusu da var. Gene aynı sosyal içerme ve çeşitlilik nakaratıyla soslanmış, tüketime sunulmuş, aynı film… Antolojiler konusunda yıllar önce yazdığım basit bir analizi Seyyit Nezir hatırlatmasaydı, unutacaktım vallahi… Sonucu söylüyorum size:

“(…) Antolojiler de tıpkı şiir ödülleri ve yarışmalarında olduğu gibi şairler arasında bir “statüko” enstrümanı olarak kullanılıyor. (…) Antolojiyi hazırlayan kişi de kendisini şairlerin ve şiirlerin üzerinde, yüksek perdahtan biri gibi görüyor. (…) Şiirsel uzamlar, tek bir kişinin zihninin öznelliğiyle, görgüsüyle bütünlenemez. (…) Antolojiler, bugün, şiirlerin ve şairlerin dönemsel olarak harcandığı kötücül birer statüko enstrümanıdır.”

Anlayacağınız, antoloji konusunda hâlâ aynı yerdeyiz! Hâlâ aynı çetelerin aynı kötülüklerine maruz kalıyoruz.

Ahvalimiz böyle, efendim… Böyle başa, böyle tarak! Bir başka ‘kendimle konuşmalar’da buluşmak üzere, esen kalınız.


Zafer Yalçınpınar / 14 Kasım 2020


Hamiş: Yalçınpınar’ın tüm köşe yazılarını https://evvel.org/ilgi/kendimle-konusmalar adresinden okuyabilirsiniz.

Kas
09
2020
--

Simultane Şiir Performansı (2)


Türkiye’deki ikinci Simultane Şiir Performansı -ki ilkini gene Upas Yayın taifesi icra etmişti7 Kasım 2020 tarihinde, Erenköy-Kadıköy’de, Alparslan Beyhan, Cem Onur Seçkin, Zafer Yalçınpınar, Emir Alisipahi ve Mert Can Aksoy tarafından, “kendini isyan söylemleriyle piyasaya sunan tüm ucuz popçulara” giydirilmek üzere, marjinal ve has bir tepki olarak gerçekleştirildi! Kutlu olsun!


UPAS YAYIN‘IN YOUTUBE KANALI:
https://youtube.com/channel/UCPnzJBui1m5WP9E2zlOuG4g

Kas
08
2020
--

kolektif şiir: HOROZKARASI

dikiş atlaması kalbin
bu duvarların altında
dol-anıyor dol-muyor
ayrımsız ve sınırsız
_______________dehşetin
___________________atlasları

neresinden tutsam diyorum
ağzını eğip büküyordu zamanlar
kafamızdan eksilmiyordu
alacaklı adamlar
______verecekli kadınlar

(…)

Şiirin tam metnini https://upas.evvel.org/?p=1462 adresinden okuyabilirsiniz.

Kas
06
2020
--

“İstikrarlı Nostalji Kapitalist Gerçekçiliktir” (Koray Kırmızısakal)

Koray Kırmızısakal‘ın 17 Haziran 2020 tarihinde terrabayt‘ta kaleme aldığı
“İstikrarlı Nostalji Kapitalist Gerçekçiliktir” başlıklı eleştiri/inceleme yazısını kavramsal açıdan tutarlı -ve sağlam- bir analiz olarak değerlendirmekteyiz. Son günlerdeki “Gaye Su Akyol nereee, Yort Savul nereee” eleştirilerine/yorumlarına önemli -ve haklı- bir boyut kazandıracağını düşündüğümüz için yazıyı EVV3L kapsamına taşıdık. İyi okumalar dileriz! (Zy)



“Ümitsiz derecede nostaljik bir yabancı olmadığınız takdirde, pop kültürü dışında bir şeyi özlemeniz mümkün bile değildir.”[i]


Mark Fisher bir yerde, 21. yüzyıl pop müziğinin bir “party hauntology” olarak tanımlanabileceğini söyler.[ii] İngilizcede “haunt” kelimesi musallat olmak demektir, bilhassa hayaletler veya ruhlar için kullanılır. Bu haliyle geçmişle ve kayıpla doğrudan ilişkisi vardır. Derrida, elle tutulur kesinlik katılık hissi olan ontoloji yerine, “hauntology”yi yani musallatolojiyi önerir. Musallatoloji olsa olsa hayaletsi bir yankıdır ve hayaletvari olmanın belirsizliklerini vurgular.[iii] Macharey’in deyişiyle de musallatoloji hayaletlerin, geri dönenlerin bir bilimidir.

Fisher ise Derrida’dan bu kavramı alır ve bunu müzik alanına ve genel olarak popüler kültüre uyarlar. Mark Fisher için, musallatolojik olan, elektronik müzikten, popüler kültüre uzanan her alanda görülebilir. Ona göre bu da geleceğin yitişinin hatırlanmasıdır. Fisher’ın hauntology, yani musallatoloji kavramı, Fredric Jameson’ın geç kapitalizmin kültürel mantığı olarak postmoderniteye dair formülasyonlarından biri olan “nostalji modu” adını verdiği şeyle benzer özellikler taşır. Postmoderniteye ait olan “nostalji modu” ya da “tarzı”, geçmişi hiçbir zaman temsil etmeye yeltenmez, aksine eski bir dönemin nesnelerini, duygu yapılarını yeniden icat etmeye çalışmaktadır.[iv] Nostalji modu böylece şimdiki zamanı sömürür. Bu nedenle kültür, anakronizmlerle bezelidir. Zaman, çığrından çıkmıştır.

“Musallatoloji, bu nostalji moduna tekabül eder. Musallatolojik müziklerin geçmişle meşguliyeti kolayca “nostaljik” olarak yorumlanabilir. Ancak zamansallığın ön plana çıkması musallatolojiyi, tarihi tamamen paranteze alıp kendini yeni bir şey gibi sunan nostalji modunun tipik ürünlerinden farklılaştırır.”[v]

Ayrıca Fisher musallatolojiyi Derrida üzerinden tartışırken, musallatolojide eğreti olarak “artık olmayan” (no longer) ile “henüz olmayan” (not yet) arasında iki yönde bir ayrım yapabileceğimizi söyler. “Artık olmayan” halihazırda vardır ve etkili olarak kalır. Travmatik olarak tekrarlamaya mecburdur. “Henüz olmayan” ise hali hazırda henüz olmamıştır, ama zaten potansiyelde etkin olarak vardır. Davranışlarımızı şimdi içinde biçimlendirir. Marx ve Engels’in Komünist Manifesto‘nun en başında bizi uyardıkları “komünizm hayaleti” böyle bir hayalettir işte. Bu hayalet bir potansiyel ya da olanaklılık ve “henüz olmayan” olarak gelmekle tehdit ettiklerinin altını şimdiden oyar. Mark Fisher’ın tüm projesini “artık olmayan” ve travmatik olarak tekrar eden kültürel formlardan, “henüz olmayan”a doğru geçişimizin araştırılması olarak görebiliriz.[vi]

Mark Fisher’ın en bilinen metni olan Kapitalist Gerçekçilik’in temel argümanı: kapitalizmin yegâne alternatif olduğunu başından verili kabul ediyor oluşumuz ve yeni bir dünya hayal edemiyor oluşumuzdu. Belki bunu yakın zamanda rastlanılan bir duvar yazısı özetler: “Başka bir dünyanın sonu mümkün!” Fisher sıklıkla günümüzdeki kültüre geçmişten gelen ya da sevebileceği bir ifadeyle “musallat olan”, “dadanan” ölü formlara dikkat çekmiştir. Ona göre kültür gerimizdedir, bir tekrardadır ve döngüdür. Postmodern dönemde herhangi bir kültür ürünü bilinç yarılması yaratamayacak denli eskimiştir. Her şeye aşinayızdır ve yeni olan hiçbir şey yoktur. Başka bir dünya mümkün’den, sonun, kıyametin varyasyonlarını zevkle dile getirmeye başlamışızdır ki bu da başlı başına bir semptomdur. O halde yaşadığımız dünya sonlardan yalnızca bir tanesidir.

Can sıkıcı olan ise nostaljinin şimdiyi sömürmesine daima müsamaha göstermemizdir. Fisher, yeniden uyarlamaları olan, tekrar eden kültürel ürünlere karşı aşırı-hoşgörümüzden yakınır. Onlara karşı bağışıklık kazanmışızdır, onlar da bize bağışıklık kazanmıştır, zaten ölüdürler, yaşamadıkları için öldürülemezler. Kültürel olarak, perili bir eve hapsolduğumuzu düşünebiliriz. Periler, hayaletler, eskinin popüler kültür imgeleri olarak sürekli bize dadanırlar. Bong Jon-Ho’nun Parazit (2019) filmini hatırladığımızda keskinleşir bu ilişki. Her evin, her zenginliğin bedeli ve koşulu olarak bir ikame hayalet ordusu mevcuttur alt katlarda. Neden hayaletler hep evlere dadanır/musallat olur? Marx’ı da anıştırabiliriz hatta: “Sermaye, vampir misali, canlı emeği emerek ve ancak daha da fazla emerek hayatta kalan ölü emektir.” Fisher’ın odak noktası ise genelde kültür denen şeydir. Çünkü postmodernitede sermaye kültür ile neredeyse eşdeğer hale gelmiştir. Fisher, güncel olarak var olan kültürün, vampir misali ölülerle (özellikle 20. yüzyılın ölü formlarıyla) beslendiğini düşünür. O da tıpkı Marx gibi, gotik metaforlara sıkça başvurur. En ünlü yazılarının başlıkları bu metaforlarla dolup taşar: Neoliberalizmi bir zombi olarak adlandırır: Zombiyi Nasıl Öldürmeli? Kimlik savaşlarına sıkışmış solu “Vampirler Şatosu” olarak görür, çoktan öldüğü halde yaşayan, öldürülemeyen pop müziği “Yaşayan Ölü” olarak nitelendirir. Gotik metaforlar, tuhaf olan ve tekinsiz olan üzerine düşünceler intiharından hemen önce Aralık 2016‘da yayınlanan ve geçtiğimiz günlerde de Türkçe çevirisine kavuştuğumuz Tuhaf ve Tekinsiz[vii] adlı kitabında geliştirdiği bir konudur ayrıca.

Yitip Giden Şimdi

Fakat ben daha çok nostalji modları üzerinde durmak istiyorum. Niyetim özellikle popüler kültürde ve müzikte bize musallat olan, dadanan nostalji modlarını bir semptom olarak okumak. Görünüşe göre siyasal olarak da bize musallat olan üç nostalji hayaleti mevcut, ilki kökenlere/ecdada dönüş, diğer bir deyişle modern öncesi şanlı günler hayaleti. İkincisi moderne özgü hayalet, ya da cumhuriyetin güzel günleri fantezisi. Diğeri de bana kalırsa postmodernite içinde çeşitli adacıklar olarak beliren, ülkeden ülkeye değişiklik gösterebilecek bir nostalji hayaleti. 1990 sonrası 2002 öncesi nostaljisi, ülkenin sözüm ona güzel günlerini özleyen nam-ı diğer “old laik days.” Gerçi “old laik days” kimi zaman 1970’lere kadar uzanır hatta cumhuriyet nostaljisini de kapsayacak şekilde genişler. Bu tarzları, modları birbirinden ayrılmış keskin kompartımanlar olarak değil, birbirinin içine geçen sıvılar olarak düşünmeliyiz. Zaman zaman biri ötekine baskın çıkar. Popüler müzikte görülen bu nostalji modlarının “parti musallatolojisi” olarak belirmesinin, postmodern dönemin kendi içinde geriye dönüşlü olarak icat ettiği modernlik nostaljileri olduğunu düşünüyorum. Pekâlâ nostalji modlarımızın tarihi baskın kültürel anlatılarımızın da tarihi olabilir. Zaten “çağdaş nostalji” der Svetlana Boym, “geçmiş hakkında olmaktan çok yitip giden şimdi hakkındadır.”

Mark Fisher, “parti musallatolojisi” kavramını şarkıcı Drake’ten bahsederken kullanmıştır. Ona göre Drake şarkılarının parti havası vardır fakat aynı zamanda hüzün doludurlar çünkü parti hep geçmişte kalmış bir şeydir, mutluluk ve eğlence hep yaşanıp bitmiş (saygısızca) bir şeydir. Şahsen benzer bir çizgide Gaye Su Akyol’un şarkılarının (özellikle İstikrarlı Hayal, Hakikattir albümü) hem bir nostalji modu hem de bir “parti musallatolojisi” olduğunu düşünüyorum. Albüme ismini veren şarkının video klibini izlemek bile bunu ortaya koyuyor. Klip geçmişin ölü nesnelerinin, kültürel kodların bir pastiş şölenidir adeta. Gaye Su Akyol geçmişten gelmez, çocukluğuna dönmek de istemez, geçmişin temsili değildir yaptığı, esasında geçmişi şimdinin içinde yeniden icat eder. “Salla be hayat rock n roll’dur” diyerek partileyen hüzünlü bir nostaljiyi kabul eder.

Buna benzer pek çok örnek verilebilir, daima “partilemek” durumunda kalan ama bundan hiç hoşlanmayanların öyküsünü anlatan video klipler çok sayıda vardır. Ya da yine Türkiye’den bir örnek verirsek, İkiye On Kala grubunun yakın zamanlı “Kafamda Kentsel Dönüşümler” video klibini izlemenin yarattığı bunaltıyı düşünebiliriz. Klipte, bir arabanın içinde (liman gibi duran) sürücünün donuk ve yabancılaşmış deneyiminin karşısında (gemi olarak) gelip geçici yolcuların, yani şen şakrak eğlenen, partileyen insanların deneyimini izleriz. Bir YouTube yorumu meseleyi en iyi şekilde özetler: “öyle bir şarkı ki, dans ederken ağlayasım geliyor.” Gerçekten de “parti musallatolojisi”nin çok iyi bir ifadesidir bu.

Eleştiriden Yoksun İroni

Abi kafanda kurbağa var
Abi kafanda kurup kurup vuruyosun oğa buğa
Yaşlı bi kurbağa var bin yaşında var
Başında sis var kurbağanın altında sen var.
(Adamlar – Kapısı Kapalı)

Eğlenceli bir hüzün döngüsü içinde yaşanan parti musallatolijisinin başka bir türü daha vardır, ondan zaman zaman sapsa da.  Bu türün ayırt edici özelliği genellikle anlamsız ya da serbest çağrışım yaparcasına geyik muhabbetlerini şarkı sözü olarak kullanmasıdır. Buna “güvencesizliğin söz dizimi” adını vereceğim.

Mark Greif, hipsterlar üzerine yazarken, hipster’ların ironilerinin sarkazmdan, acıdan ve eleştiriden yoksunluğunu vurgular ve şöyle ekler: “hipsterlarda kendi üzerine düşünme de aslında hassas duygusallıklarına geri dönmek içindir.”[viii] Richard Sennett de benzer bir şekilde, kitabına da adını veren karakter aşınmasının bir veçhesi olarak şunu belirtir: “Bu otoritesiz iktidar oyunu, yeni bir karakter tipi yaratır. Artık amaçlı insan gitmiş, yerine “ironik insan” gelmiştir.” Ardından Richard Rorty’nin ironi tanımını aktarır. Rorty ironiyi, “insanın kendisini tanımladığı sıfatların sürekli değiştiğinin, ayrıca kullandığı kelimelerin, dolayısıyla benliğinin olumsal ve kırılgan olduğunun her zaman farkında olması nedeniyle kendi kendini ciddiye almaması” olarak tanımlar.[ix] Rorty adeta AdamlarBüyük Ev Ablukada gibi grupların sözdizimi mantığını tarif eder burada. Çünkü maruz kalınan kapitalist gerçekçiliğin iletişimsel kuvvetleri buna zorlar: güvencesizliğin söz dizimine. Bir bağlam, anlam ya da dert söz konusu olmaktan çıkmıştır artık. Bunun yerini goy goycu boşvermişlik ile olumsuzlamayı bir fetiş haline getirmiş uzay-zamanda salınan söz öbeklerinin uçuculuğu alır. Bu şarkılar dinlendiği gibi unutulurlar, 24 saat sonra silinecek olan birer snapchat girdisi gibi geçicidirler. İçlerinde bir başkaldırı taşıyorlarsa bile bu ancak sos işlevi görür; mizah ve eğlence, belki de (artık) hiçbir şey yapamayacağını derinden kabul etmişlerin silahı olarak vardır. Her çağın bir müziği, tonu, hatta müzikal atmosferi olduğu söylenir. Oysa postmodernitede özne kendisini konumlandıramaz. Fisher’ın sıkça vurguladığı konulardan biri, çağımızı niteleyen, onu ayırt edici kılan müzikal formların yokluğudur.

Hedonist Depresyon

Çekince dumаnı içine günlerce kаfаn milyon kere kаrışıyo
Amа yine de bedenin bu boktаn düzenin düzenine аlışıyo
Ve sonundа yok ettiğin bütün lаnet tekrаr üzerine yаpışıyo
(Vio feat. Ezhel – İz Bırak)

Şahsen hipsterların “parti musallatolojisi”ne mahkûm olduğunu düşünüyorum. Eğlenirken ağlamak isterler. Hatta akla Ezhel’in reggae kökenleri -malum eski grubunun adı Kökler Filizleniyor’dur- ile karanlık soundunun çatışması geliyor. Tıpkı hedonist depresyonu anımsatan bir çatışma bu. Sisteme başkaldırı, isyan olsa dahi ortada yine de bir atalet ve uyuşma vardır. Evet Ezhel’in hedonizmi depresiftir. Robotik anonim bir sesi, kapalı karanlık bir soundu vardır. “Ay, Güneşten daha güzel, geceler geceler” der. Gece, bir zamanlar düzen güçlerine karşıt olarak ortaya çıkan tuhaflıkların, düzendışılığın, başıbozukluğun ve hatta eleştirinin kaynağıyken kapitalist siber uzamda, sığınak olarak gece bile kalmamıştır. Gündüz Vassaf “Geceye Övgü” metninde bu gecenin eleştirel hatta gotik yanını ön plana çıkarmıştı. Fakat bu, Mark Fisher’ın “sıkıcılığın 1.0 hali” olarak adlandırabileceği bir şeydir: gece hala bir özel alan olarak savunulabilecek bir mevzidir, Pazar günleriniz hala size aittir. Hatta bir devlet kurumunda sıra beklerken bile geçirdiğiniz sıkıcı dakikalar yine size aittir. Güvencesizliğin hüküm sürdüğü geç kapitalizmde ise gece ve uyku saldırı altındadır. Siber-uzamın nüfuz edici saldırısı sıkıcılığın ilk halini bitirir. Sıkıcılığın 2.0’ıdır bu, sıkılmaya bile zamanınız yoktur. Mark Fisher bunu, “kimsenin canı sıkılmıyor, her şey sıkıcı” diye ifade etmiştir. Ezhel belki de bu yüzden “istemem yarın olsun” diye yakarır. Gecenin romantik savunusu yerine, uyuşarak sistemi askıya almak ister. “2pac’ın öldüğü yaşta, bunalım döngüsü başlar.”

Depresyon hazzın iptal edilmesiyken, çelişkili bir biçimde hedonist depresyon her şeyden haz alır, fakat anlamsızlığının farkındadır. Bu popüler şarkıların nostaljik “parti musallatolojisi” bir çeşit döngüde olduğumuzun işareti olmalıdır. Bu döngü, kapitalist gerçekçiliğin kültürel mantığıdır. İstikrarlı nostalji, kapitalist gerçekçiliktir.

Koray KIRMIZISAKAL
17 Haziran 2020


[i] Svetlana Boym, Nostaljinin Geleceği, İstanbul: Metis Yayınları, 2009

[ii] Mark Fisher, Ghosts of My Life Writings on Depression, Hauntology and Lost Futures, Winchester/Washington: Zer0 Books, 2014.
[iii] Fredric Jameson, Diyalektiğin Birleştirici Güçleri, İstanbul: İthaki Yayınları, 2015.
[iv] Fredric Jameson, Postmodernizm ya da Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı, İstanbul: Nirengi Kitap, 2011.
[v] Mark Fisher, k punk The Collected and Unpublished Writings of Mark Fisher (2004-2016), London: Repeater Books, 2018.
[vi] Mark Fisher, Ghosts of My Life Writings on Depression, Hauntology and Lost Futures, Winchester/Washington: Zer0 Books, 2014.
[vii] Mark Fisher, Tuhaf ve Tekinsiz, İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları, 2020.
[viii] Mark Greif, Against Everything, New York: Pantheon Books, 2016.
[ix] Richard Sennett, Karakter Aşınması, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2002.


Ayrıca okuyunuz: “Ece Ayhan’a dair… Gaye Su Akyol’a Açık Mektup” (Zafer Yalçınpınar, 30 Ekim 2020)

Kas
03
2020
--

Ateş İstidası


Reşat Ekrem Koçu
“Tarihimizde Garip Vakalar”, 1952

Ayrıca bkz: bit.ly/tarihinsancisi
Kas
02
2020
--

BİR İSYAN MANİFATURACISI: GAYE SU AKYOL

Söz konusu Ece Ayhan olunca – ki bu olmakların en acı sureti hem, azınlıktır- gölgesiz bir nokta çakılıyor önümüze, bıçkın. Bakalım ne diyor Ece:

T. A.— (…)Ece Ayhan şiiri üzerine çok az yazı yazılmış. Yazılanların çoğu da aleyhinizde. Bol bol sövgü almış bir şairsiniz. Övgü yok denecek kadar az.

Ece Ayhan— Başka ne olabilir ki! Beni kafakola alamıyorlar. Şu anda bile –ki 60 yaşındayım- kafakola alamıyorlar. Bir beklentim yok. Bir şey istemiyorum. Ev istemiyorum, rüşvet istemiyorum, para istemiyorum, ödül istemiyorum. Bugüne kadar ödül almayan tek adamım ben.’

Ece Ayhan, Şiirin Bir Altın Çağı, YKY, 1993, s. 147,148

Gelgelelim, Ece Ayhan için neden -İlhan Berk’in bir tanımlamasından esinle- ‘gölgesiz bir nokta’ ifadesini kullanıyorum:

Bir insanın kovgun oluşunun diyetidir bu… Neresinden bakarsanız bakın, arkasında hiçbir şey göremezsiniz. Çünkü düzgüden sapmıştır Ece… Ve attığı her adım aleyhine işlemiştir. İşte tam da bu sebeple! Sistemin getirdiği her şeyi reddetmiştir Ece… Güdülememiştir!

İşte, ‘kendi ekmeğini dahi’ yememiştir, yiyememiştir… Peki ‘hangi akla hizmettir’ Ece’nin ekmeğini yemek?

”Yerim, içerim, uçarım, kaçarım. -ki uçamıyor, o da başka bir erik meselesi- kanat benim kime ne!” gibi bir ağız konuşuyor Gaye Hanım… Marjinalliğin üste janjan bir kostüm çekmek olarak nitelendiği bir üslupla… Hay hay! Buna laf edecek halimiz yok… ‘Siz, -ne de olsa- böyle, seviliyorsunuz!’ Ancak bu konu, ‘Yort Savul’a hangi sebeple gelmiş ya da ‘getirtilmiştir’ ve Gaye Hanım’ın rakılı lakırdılarına meze olmuştur?

2. Harbi karşılık verecek ama herkes
Göğünde kuş uçurtmayan şu üç soruya

3. Bir, Yeryüzüne nasıl dağılmıştır
Tarihi düzünden okumaya ayaklanan çocuklar?

4. İki, Daha yavuz bir belge var mıdır ha
Gerçeği ararken parçalanmayı göze almış yüzlerden?

5. Üç, Boğaziçi bir İstanbul ırmağıdır
Nice akar huruc alessutanlarda bayraksız davulsuz?

6. Nerede kalmıştık? Tarihe ağarken üç ağır yıldız
Sürünerek geçiyor bir hükümet kuşu kanatları yoluk’

Ece Ayhan (Yort Savul adlı şiirinden…)

-unutuş kadar mıdır utanış?
____________ölçelim de, hani?-
Merakımdan soruyorum…
-Bir huyluk, kemiğime dokunuyor-
Bu soruların cevabı, ayık kafayla mı verilmiştir?
”İki kaşık gibi iç içe uyurlarken” -uyuyaraktan…-

EMİR ALİSİPAHİ
2 KASIM 2020


Ayrıca okuyunuz: “Ece Ayhan’a dair… Gaye Su Akyol’a Açık Mektup” (Zafer Yalçınpınar, 30 Ekim 2020)


Hamiş: EVV3L kapsamında yayımlanan “Ece Ayhan” başlıklı çalışmalara https://bit.ly/eceindeks adresinden, Ece Ayhan web sitesine ise https://zaferyalcinpinar.com/bakissiz.html adresinden ulaşabilirsiniz.

Powered by WordPress | Theme: Aeros 2.0 by TheBuckmaker.com