(…)
İşte bu eve böylece gelmiş ve ayakkabılarımı önünde çıkarmıştım. Yine aynı kapı, bir açık mektup, bir arzuhal gibi gözlerimin önünde açık duruyor. Okuyorum, diyor ki:
-Ölme! Senin ışıklı apartmanlarda yaşamanı istemem amma, kara toprağa da göçmene razı değilim. Biliyorum ki, gecelerin bu müthiş ayazına rağmen, yarın yine sabah güneşi yüzüme çarpacak; ısınacağım. Güneşe çevrilmiş bir tarla toprağı gibi mesut olacağım. Bu saadet tahtalarımı biraz daha buruşturup beni ihtiyarlatacak. Fakat ben, bir yıkıcının gelip beni sökeceği güne kadar yaşayacağım. Ayaza, yağmura, güneşe ve çatlaklarıma rağmen yaşayacağım. Yıkıcı, çivilerimi söküp tahtalarımı parça parça edecek. Çivilerimi demir fiyatına verip, tahtalarımı başka tahtalarla beraber kilosu kırk para, elli paradan satacak. Ben, tıpkı böyle, soğuk ayazlı bir gecelerde, nasibi yoklu ve mustarip yaşamak olan insanların sac sobalarında yanacağım. Işığım gözlerine vuracak onların. Ateşim sıcak bir anne eli gibi soğuk derilerini ısıtacak. Ve ben, işte böyle can verip kül olurken bile, ateşim ve ışığımla bahtsızlara saadet saçacağım. (…)
İşte gözlerimi sıkıyorum. Sımsıkı. Bir torbanın ağzını bağlar gibi, sımsıkı. (…)
İlhami Bekir Tez
“Taşlı Tarladaki Ev”, YKY, 3. Baskı, 2016, s.26-27