(…)
(…)
(…)
George ORWELL
“Aspidistra”, 1936, Çev: Şemsa Yeğin
(…)
(…)
(…)
George ORWELL
“Aspidistra”, 1936, Çev: Şemsa Yeğin
Açık Radyo’nun karasal yayın lisansı RTÜK tarafından resmi olarak iptal edildi.
“Türkiye’de ve belki de dünyada en geniş çapta ses ve ifade biçimlerine muazzam bir alan açmış radyomuz tamamiyle bürokratik ve teknik bir gerekçeyle ifade özgürlüğünden mahrum bırakılıyor. Oysa milyonlarca dinleyicisinin kolaylıkla şahitlik edebileceği gibi Açık Radyo bunca yıldır yaratmış olduğu toplumsal etki sayesinde susturulamaz. (…) Bundan tam bir ay sonra 30. yayın yılına girecek olan Açık Radyo, bugüne dek layık görüldüğü sayısız ödülün de gösterdiği gibi çevre ve iklim mücadelesinden halk sağlığına, toplumsal cinsiyet eşitliğinden çok-kültürlülüğe pek çok alanda sivil sesler için megafon işlevi görmüş; sadece radyo frekanslarıyla da sınırlı kalmayıp tasarımdan edebiyat ve sosyal bilimlere, sahne sanatlarından plastik sanatlara uzanmış bağımsız bir mecra olarak bundan sonra da görevini sürdürecektir” Duyurunun tam metni şurada: https://acikradyo.com.tr/duyuru/kamuoyuna-duyuru-acik-radyonun-karasal-yayini-kapatiliyor
(…)
George ORWELL
“Rahat Bir Nefes İçin”, Çev: Niran Elçi
İthaki Yay., 2021, s.135-13
(…) Özgürlük duygusu bir yaşam biçiminden diğerine geçerken ortaya çıkar ve bu yeni biçim de kendini bir zorlama biçimi olarak gösterene kadar sürer. Böylece özgürleşmenin ardından yeni bir tabiyet gelir. (…)
Bugün tabi durumda bir özne (Subject) değil, özgür, kendini sürekli yeniden tasarlayan, yeniden icat eden bir proje (Projekt) olduğumuza inanıyoruz. Özneden projeye bu geçişe özgürlük duygusu eşlik ediyor. Ancak bizzat bu projenin zorlama altında bir varlık, dahası tabiyet ve boyun eğişin daha da etkin bir biçimi olduğunu görüyoruz. Dışsal baskılardan ve kendine yabancı zorlamalardan kurtulmuş olduğunu sanan bir proje olarak ben, daha iyi bir performans sergileme ve mükemmelleşme şeklindeki içsel baskılara ve zorlamalara tabi kılıyorum kendimi.
Bizzat özgürlüğün zorlamalara yol açtığı kendine has bir tarihsel dönemde yaşıyoruz. Yapabilme özgürlüğü, emir ve yasaklar dile getiren yapmalısından daha fazla zorlama üretiyor hatta. Yapmalısının bir sınırı vardır. Yapabilme ise sınır tanımaz. Bu yüzden de yapabilmeden kaynaklanan zorlamanın sınırı yoktur. Böylece kendimizi bir ikilemin içinde buluruz. Özgürlük aslında zorlamanın karşıtıdır. Özgür olmak zorlamalardan arınmış olmak demektir. Ama zorlamanın karşıtı olması gereken bu özgürlüğün kendisi zorlamalar yaratır. Depresyon ya da ruhsal tükeniş (burnout) özgürlüğün derin krizinin dışavurumlarıdır. Bunlar günümüzde özgürlüğün pek çok açıdan zorlamaya dönüşmekte olduğunun patolojik işaretleridir.
Kendini özgür sanan performans öznesi aslında bir köledir. Efendisi olmaksızın kendini gönüllü olarak sömürmesi ölçüsünde mutlak köledir. (…)
Bir girişimci olarak neoliberal özne başkalarıyla amaçtan yoksun ilişkilere girmekten acizdir. Girişimciler arasında amaçtan yoksun bir dostluk oluşmaz zaten. (…)
Neoliberalizm bizzat özgürlüğü sömürmeye yarayan çok verimli, hatta zekice bir sistemdir. Heyecan, oyun ve iletişim gibi özgürlüğün pratiğine ve dışavurum biçimlerine ait ne varsa sömürülür. (…)
(…) Sermaye, özgür rekabet üzerinden başka bir sermaye olarak kendisiyle ilişki kurarak ürer. Kendisinin ötekisiyle bireysel rekabet üzerinden çiftleşir. İnsanlar birbirleriyle özgürce rekabet ederken sermaye çoğalır.(…) Yani sermaye üremek için bireyin özgürlüğünü sömürür: “Özgür rekabette özgür olan bireyler değil sermayedir.”
(…) Günümüzde aşırı bir biçime bürünen bireysel özgürlük sonuçta bizzat sermayenin aşırılığından başka bir şey değildir.
Kapitalizmin mutasyon geçirmiş biçimi olarak neoliberalizm işçiyi bir girişimci haline getirir. (…) Bugün herkes kendi şirketinin kendini sömüren işçisidir. Herkes birey olarak hem efendi hem köledir. Sınıf mücadelesi de insanın kendisiyle iç savaşı haline dönüşür.
(…) Neoliberal sistem gerçek anlamda bir sınıf sistemi değildir. Aralarında uzlaşmazlık bulunan sınıflardan oluşmaz. Sistemin istikrarını sağlayan da işte budur.
(…) Günümüzdeyse herkesin, kendini özgürce tasarlayan bir proje olarak, sınırsız bir öz-üretim imkânına sahip olduğu yanılsaması yaygınlaştırılmaktadır. (…)
Neoliberal performans toplumunda başarısız olan kişi, toplumu ya da sistemi sorgulamak yerine başarısızlığından kendini sorumlu tutar ve utanç duyar. Neoliberal rejimin kendine has zekâsı burada kendini gösterir. Sisteme karşı direnişe izin vermez. (…) Neoliberal öz-sömürü rejiminde insan öfkesini daha ziyade kendine yöneltir. İnsanın kendine yönelttiği bu saldırganlık sömürüleni devrimci değil depresif yapar.
(…) siyaset böylece tekrar (…) sermayenin yamağı haline geldi.
Gerçekten özgür olmak istiyor muyuz? Özgür olmak zorunda kalmamak için icat etmemiş miydik Tanrı’yı? Tanrı karşısında hepimiz suçluyuzdur/borçluyuzdur. (Schuld Almancada hem “suç” hem “borç” anlamına gelir, schulding de hem “suçlu” hem “borçlu” anlamına -ç.n.) (…) Sermaye bizi tekrar borçlu/suçlu kılan yeni bir Tanrı değil mi? Walter Benjamin kapitalizmi bir Tanrı olarak görür. Kapitalizm “günahtan arındırmak yerine günah yükleyen bir kültün ilk örneği”dir.
Şeffaflık aygıtının bir başka sonucu topyekûn bir uyumdur. (…) Sanki herkes herkesi, üstelik de gizli servislerin gözetim ve yönlendirmesinden önce, gözlüyormuş gibi bir uyumluluk etkisi yaratır. Günümüzde gözetleme, gözetleme olmaksızın da gerçekleştirilmektedir. (…)
Neoliberalizm yurttaşı tüketici haline getirir. Yurttaşın özgürlüğü yerini tüketicinin edilginliğine bırakır. (…)
(…) Big Data şahsın ve özgür iradenin sonunu ilan eder. Her aygıt, her iktidar tekniği boyun eğdirmekte kullanılan kendi kutsal nesnelerini (Devotionalie) üretir. Bunlar iktidarı maddileştirir ve sabitleştirir. Devot, boyun eğmiş demektir. Akıllı telefon dijital bir kutsal nesne, hatta dijital kutsal nesnenin ta kendisidir. Tabi kılma aracı olarak tıpkı elde taşınma kolaylığıyla bir tür cep telefonunu (Handy) andıran tesbih gibidir. Her ikisi de insanın kendini sınamasına, kendini kontrol etmesine hizmet eder. İktidar, gözetleme işini bireylere devrederek verimliliğini arttırmış olur. Like/Beğendim dijital “Amin”dir. Like‘ı tıklarken iktidar düzenine tabi kılarız kendimizi. Akıllı telefon sadece etkili bir gözetleme aracı değil, aynı zamanda taşınabilir bir günah çıkarma sandalyesidir. Facebook dijitalin kilisesi, sinagogudur.
Byung-Chul HAN
“Psikopolitika” Neoliberalizm ve Yeni İktidar Teknikleri,
Çev: Haluk Barışcan, Metis Yay., 5. Baskı, 2022, s.12-22
(…) Edim öznesi yalnızca duraklamanın negativitesi vasıtasıyla, katkısız aktiviteye meydan okuyan tesadüfün mekânını baştan sona arşınlayabilir. Tereddüt, pozitif bir fiili irade olmasa da edimin iş seviyesine inmemesi elzemdir. Bugün, aralık veya ara-zamanlar açısından çok fakir, ara verme kıtlığının olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Hızlanma, bütün ara-zamanları lağvetmektedir. Nietzsche, “Meşgul İnsanların Temel Eksikliği” isimli aforizmasında şöyle der: “Meşgul olanlarda ekseriyetle daha yüksek bir meşguliyet eksikliği vardır… Bu açıdan tembeldirler. Meşgul olanlar, mekaniğin ahmaklığı uyarınca, bir taşın yuvarlanışı gibi yuvarlanıyorlar.” (Menschliches Allzumenschliches, s.235) Çok farklı meşguliyet tarzları vardır. Mekaniğin ahmaklığını takip eden meşguliyet ara vermek bakımından fakirdir. Makine duraklayamaz. Bilgisayar, devasa hesaplama yeteneğine rağmen ahmaktır çünkü tereddüt etme noksanlığı vardır.
(…)
Bilgisayar bir pozitif makinedir. Kendisiyle olan otistik ilişkisi ve negativite noksanlığından dolayı idiot savant (ebleh bilgin, cahil hoca), yalnızca hesap makinesinin kabil olabileceği bu başarıları meydana getirir. Dünyanın böyle bütüncül pozitifleştirilmesi esnasında hem insan hem de toplum bir otistik performans makinesine dönüşür. (…)
Byung-Chul Han
“Yorgunluk Toplumu”, Çev: Samet Yalçın
Açılım Kitap, 7.Baskı, 2021, s. 38-40
Küba Devrimi‘nin 26 Temmuz tarihli doğumgününü Julio Cortazár’ın “Buluşma” adlı metniyle selâmlıyoruz: https://bit.ly/cortazarbulusma
Zygmunt Bauman
“Postmodernizm ve Hoşnutsuzlukları”
Çev: İsmail Türkmen, Ayrıntı Yayınları, s.63
27 Mayıs 2007’de kaleme alınan manifestoyla kuruluşunu ilan eden, “Sanat Aydınlanma İçindir” önermesiyle yazınsal ve görsel çalışmalar ortaya koyan Azizm Sanat, on dört yaşında. Geçtiğimiz yıl en önemli ve sürekli yayını olan Azizm Sanat E-Dergi’yi, “son” temalı 150. sayısıyla sonlandıran ve yeniden yapılanma kararı alan Azizm Sanat, yeni yaşını, yeni gayeler, yeni hedefler ve patikalarla örülmüş bir manifestoyla kutluyor.
Manifestonun tam metnine https://www.azizmsanat.org/2021/05/27/azizm-sanat-14-yasinda-estetik-modernizm-ya-da-aydinlanmanin-estetiklestirilmesi/ adresinden ulaşabilirsiniz.
İşbu popüler diziye Cihangir’den bakılarak övgüler düzüldü, düzülüyor. Bu övgülerde -özellikle de sinematografi kapsamında- haklılık payı çok yüksek. Ve fakat meseleye bir de ideolojik açıdan bakmak lazım. Çünkü işbu diziyle çizilen toplumsal hikâye, övgü kadar sövgüyü de yerlemliyor! İyi ki varsın Alper Erdik… Diziye dair sıkı bir ideolojik analizi https://www.azizmsanat.org/2020/11/21/bir-baskadir-yeni-turkiyeden-bir-karistir-baristir-hikayesi-alper-erdik/ adresinden okuyabilirsiniz.
Yakın tarihimizin bazı büyük olaylarına, uluslararası çatışmalara, kıtlık ve toplu göçlere tanıklık etmiş olan belgesel fotoğrafçı Sebastião Salgado bu kez, modern uygarlık tarafından zarar görmemiş görkemli toprakları keşfe çıkıyor. Salgado’nun keşif yolculuklarına katılan fotoğrafçı oğlu Juliano Ribeiro Salgado ile Wim Wenders’in yönetmenliğini yaptığı 2014 yapımı film, gezegenin güzelliğine adanmış bu kapsamlı fotoğraf projesine odaklanıyor. Ayrıca, Salgado’nun hayatı, 40 yıllık üretimi, oğluyla olan ilişkisi ve aile hayatından kesitler aktarıyor. “The Salt of the Earth” [Toprağın Tuzu], 50. Dünya Günü kapsamında 21 Nisan-10 Mayıs tarihlerinde Türkçe altyazılı olarak SALT Online Vimeo kanalında izlenebilir. (Tanıtım Bülteni’nden…)
Bkz: https://saltonline.org/tr/2234/cevrimici-gosterim-the-salt-of-the-earth-topragin-tuzu
“Günlük haber akışını yorumlamaya, anlamaya ve analiz etmeye çalışırken, kapitalizmin nasıl işlediğine dair iki farklı ama kesişen modelin arka planına aykırı neler olduğunu yerli yerine koyma niyetindeyim. Birinci düzeyde, (Marx’ın ifadesiyle) üretim, gerçekleşme (tüketim), dağıtım ve yeniden yatırım farklı “momentleri” yoluyla kâr arayışındaki para değeri akışı sürerken, sermayenin dolaşım ve birikimindeki iç çelişkilerin bir haritalaması. Bu, kapitalist ekonominin sonsuz bir genişleme ve büyüme sarmalı olarak bir modelidir. Model, örneğin, jeopolitik rekabet, eşitsiz coğrafi kalkınma, finansal kurumlar, devlet politikaları, teknolojik yeniden yapılandırmalar ve mütemadiyen değişen iş bölümü ve toplumsal ilişkiler ağı merceklerinden geçerek daha ayrıntılı bir hale gelirken epeyce karmaşıklaşıyor.
Bununla birlikte, bu modeli (evlerde ve topluluklarda gerçekleşen) daha geniş bir toplumsal yeniden üretim bağlamında, (kentleşmiş alandaki “ikincil doğa” ve inşa edilmiş çevre de dahil olmak üzere) doğa ile devam eden ve sürekli evrilen metabolik bir ilişkide ve insan topluluklarının tipik olarak mekân ve zamanda yarattığı her türlü kültürel, (bilgiye dayalı) bilimsel, dini ve rastgele toplumsal oluşumların hepsine gömülü olarak tasavvur ediyorum. Bu ikinci sırada yer alan “momentler”, insan istek, ihtiyaç ve arzularının aktif birer ifadesini, bilgi ve anlam arzusunu ve hepsinin işaretlenmiş coğrafi, kültürel, sosyal ve politik çeşitlilik dünyasında çözümlendiği değişen kurumsal düzenlemelerin, politik tartışmaların, ideolojik çatışmaların, kayıpların, yenilgilerin, hüsranların ve yabancılaşmanın oluşturduğu zemine karşı evrilmekteki tatmin arayışını kapsıyor. Bu ikinci model, daha çok benim küresel kapitalizmin ayrıksı bir toplumsal formasyon olarak çalışması anlayışımı oluştururken, birincisi tarihsel ve coğrafi evriminin belirli izlekleri boyunca bu toplumsal formasyona güç veren ekonomik motora içkin çelişkilerle ilgilidir.” (…)
DAVID HARVEY
Çeviren: Cansu Yumuşak, polenekoloji.org, 22 Mart 2020
Makalenin tam metnini https://www.polenekoloji.org/covid-19-gunlerinde-antikapitalist-politika/ adresinden okuyabilirsiniz.
i) Neoliberal ekonomi politiğin sınırsız kâr hırsının neden olduğu küresel krizlerin artık sistemsel olarak yönetilebilir olmadığının işareti olarak, bilinmeyen bir düşman imgesinde betimlenen virüs gerçeğini ve buna bağlı olarak geliştirilen yeni biyopolitikayı post-Fordist ekonomi bağlamında ele almak.
ii) virüsün neden olduğu küresel çaptaki olağanüstü hal durumunu, Carl Schmitt’in Siyasal Teoloji ve Siyasal Olanın Tanımı kitaplarında ortaya koyduğu “olağanüstü hal”, “istisna” ve “dost-düşman” kavramlarıyla birlikte ele almak.
Şefik Özcan tarafından e-skop dergisi kapsamında kaleme alınan önemli incelemenin tam metnini https://www.e-skop.com/skopbulten/covid-19-bir-istisna-hali-ya-da-arzumuzun-gerceklesmesi-tarafindan-ele-gecirilmek/5699 adresinden okuyabilirsiniz.
Will Oremus tarafından “Koronavirüsü, kendimizi izole edeceğimiz bir geleceğin önizlemesidir” başlığıyla kaleme alınan ve (17 Mart 2020 tarihli “Yeşil Gazete” kapsamında) Sn. Hande Yetkin‘in çevirisini gerçekleştirdiği işbu vizyoner makalenin tam metnini okumak için tıklayınız…
(…)
Üstelik simgesel kazançlardan bahsetmiyorum. Yurttaşlık erdeminin gözden düşmesine televizyonun katkısı hiç kuşku yok ki rüşvet kadardır. Memuru ya da militanı oluşturan değerler kendini kamu yararına gözü kapalı adamakken, buna tamamen zıt olarak, televizyon, tek kaygısı ekrana çıkmak ve değerli görünmek olan kendini beğenmişleri siyasi ve entelektüel sahneye hem buyur etti hem de sahnenin en önüne geçirdi. “Kendini duyurma etkisi”nin yaygın hale gelmesini açıklayan şey, bu aynı bencilce (ve elbette rakiplerin aleyhine) “değerli görünme” kaygısıdır. (…) Kısacası, ifşa edildiğinde skandal yaratan, çünkü vaaz edilen erdemler ile gerçek uygulamalar arasındaki mesafeyi gösteren büyük bir yozlaşma bütün o sıradan küçük “zaafların” sınır çizgisidir; örneğin zenginlik gösterisi, maddi veya simgesel ayrıcalıkların hemen kabulü…
(…)
Pierre Bourdieu
“Karşı Ateşler”, Çev: Sertaç Canbolat
Sel Yay., 2017, 1.Baskı, s.14
#15Temmuz, 2000’lerin başından günümüze uzanan fetbaz tipolojinin tepe noktalarından biridir! 15 Temmuz, Neoliberalizm’in veya #YeniSinsiyet‘in Kötü Yolu’dur!
Yeni Sinsiyet Tipolojisi Üzerine Kavramsal Yazılar:
1/ “Yeni Sinsiyet ve Bazı Enstrümanları”
12 Nisan 2010, BirGün Gazetesi
Bkz: https://zaferyalcinpinar.com/i21.html2/ “Yeni Sinsiyet Tipolojisi’nin ‘Biz’ Söylemi ve Retorik Arsızlığı”
26 Eylül 2010, BirGün Gazetesi
Bkz: https://zaferyalcinpinar.com/i22.html3/ “Yeni Sinsiyet’in Seçkinlik Arayışı”
Ocak 2011, Bkz: https://zaferyalcinpinar.com/i23.html4/ “Yeni Sinsiyet’in İkbal Ezberi”
11 Kasım 2012, Bkz: https://zaferyalcinpinar.com/i29.html5/ “Yeni Sinsiyet’in Haksızlık Yordamı”
1 Haziran 2014, Bkz: https://bit.ly/haksizlik6/ “Yeni Sinsiyet’in Kokmuş Tuz Çeşitlemesi”
11 Mayıs 2015, Bkz: https://bit.ly/kokmustuzcesitlemesi7/ “Yeni Sinsiyet’in Yağmacılığı”
1 Eylül 2016, Bkz: https://evvel.org/yeni-sinsiyetin-yagmaciligi-1-eylul-20168/ “Neoliberalizm’in Kötü Yolu”
30 Haziran 2017, Aydınlık Gazetesi
Bkz: https://bit.ly/kotuyol9/ “Yeni Sinsiyet’in Peydahları”
21 Ekim 2018, Bkz: https://bit.ly/yenipeydahlar
Kenan Malik tarafından New Humanist’te kaleme alınan ve sosyolojik açıdan insanlık tarihi için son derece önemli bir yol ayrımının detaylarını işaret eden “Çokkültürcülüğe Karşı” başlıklı makaleyi M. Kaan Erdoğan dilimize kazandırmış… Mutlaka okumalı ve üzerinde düşünmelisiniz: https://www.sosyalbilimler.org/cokkulturculuge-karsi/
(…)
Ursula K. Le Guin, en geniş anlamıyla bir “gören” idi – onun bakışı, kültürümüzün birçoklarına görünür olan risk ve olasılık ufuklarını aşıyordu ve karanlıklaşan bir gerçekliğin erken uyarı işaretlerini görmüştü. Sanatın metalaşmasına karşı nasihatlerine başladıktan on yıl sonra, sanatsal faziletlerin değil pazarlanabilirliğin motive ettiği kültürel eserlerin yaratılmasına, çağımızın en tehlikeli tuzaklarından biri olarak işaret ediyordu:
Şu anda, pazara bir meta üretmek ile sanatsal bir eylem arasındaki farkı bilen yazarlara ihtiyacımız var. Şirket kârlarını ve reklam gelirlerini maksimize etmek amacıyla satış stratejilerine uygun yazılı materyaller geliştirmek, sorumlu kitap yayıncılığı veya yazarlık ile aynı şey değildir.
Ancak buna rağmen, satış departmanlarına editörlük yetkileri verildiğini görüyorum. Kendi yayıncılarımın, aptalca bir cehalet ve açgözlülük paniği içinde, bir e-kitap için halk kütüphanelerini müşterilerinden altı veya yedi kat daha fazla ücretlendirdiklerini görüyorum. Çok olmadı, bir vurguncunun bir yayıncıyı itaatsizliği için cezalandırdığını ve yazarların şirket fetvaları ile tehdit edildiğini gördük. Ve birçoğumuzun, üretenlerin, kitapları yazanların ve yapanların, bunu kabul ettiğini, meta vurguncularının bizi bir deodorant gibi satmasına ve bize ne yayınlayacağımızı, ne yazacağımızı söylemesine izin verdiğini görüyorum.
Le Guin, nasihatini umutlu ve güç veren bir notla bitiriyordu – bize her bozuk sistemin düzeltilebileceğini, düzeltmenin kendi katılımcı ellerimizde olduğunu hatırlatan bir eylem çağrısı ile. Le Guin şöyle tembihliyordu:
Kitaplar salt meta değildirler; kâr motivasyonu çoğu zaman sanatın amaçlarıyla uyuşmaz. Kapitalist bir düzende yaşıyoruz, gücünden kaçınılmaz gibi görünüyor – ama kralların kutsal hakkı da öyle görünmüyor muydu? İnsanların insan kaynaklı her güce direnmesi ve onu değiştirmesi mümkündür. Direniş ve değişim çoğu zaman sanatta başlar. En çok da bizim sanatımız, sözcüklerin sanatında.
(…)
Maria Popova
Çeviren: Serap Güneş
https://dunyadanceviri.wordpress.com
Yazının tam metnini https://dunyadanceviri.wordpress.com/2019/05/15/le-guin-kitaplari-metalasmadan-kurtarmak-uzerine-maria-popova/#more-8072 adresinden okuyabilirsiniz.
Ne diyordu Nietzsche; kötü okur yağmacı ordulara benzer: işine yarayan birkaç şeyi alır, geri kalanını kirletip bozar, metnin bütününe hakaret eder…
Felsefe çevirileri, Türkçe mevzu bahis olduğunda genelde sorunlar doğurur. Bu sadece Türkçe için geçerli mi, bundan emin değilim ancak bazı dillerin felsefe için şanslı olduklarını biliyorum bilhassa Fransızca, Almanca ve İngilizce. Felsefe çevirisi tartışmaya açıldığında sıklıkla çeviri probleminin çevrildiği dil ile alakalı olduğu savlanır yani o dilin çevrilen felsefe metnini yeniden söylemek için yeterli olmadığına işaret edilir. Yıllar evvel bu işin ehli, hem titiz bir çevirmen hem de sağlam bir felsefeci olan bir ustayla bu meseleyi konuştuğumuzda, böyle bir argümanın yersizliğinden bahsetmişti. Ona göre her metin her dile çevrilebilir, yeter ki oradaki derdi anlatmayı becerebilmek önemli olan. Ben de yıllardır çeviri ile uğraşan biri olarak, çevirdiğim metinlerde bu bakış açısını benimsedim. Nihayetinde çeviri bir devşirme işidir, bir dilde olan sıkıntının başka bir dilde yeniden söylenmesi becerisi. Barthes’ın ‘söylence’ için söylediği kritik bir lafı aklıma geliyor; söylence bir sözdür, söz ise aynıdır önemli olan o sözün söylenme biçimidir. Bu yazıyı yazmaya niyet etme sebebim; tam da böyle bir söyleme biçiminin eşiğini zorlamak.
Bazı dillerin felsefe için şanslı olduklarını söyledim ama bu şans o dillerin yapılarının diğer dillerden daha güçlü olduğundan değil, o dilde düşünce üretiminin çokluğundan ve dilin bir düşünce kanonuna ev sahipliği yapmasından kaynaklanıyor. 21. Yüzyılda Fransızca’nın gücü şüphesiz, dille oyun oynayan Deleuze, Baudrillard, Foucault, Lyotard gibi post modern devlerin bu dilin sınırlarını genişletmelerinden gelir. Ayrıca Dada, Gerçeküstücülük ve Durumculuk gibi çerçeveleri kıran avangard akımların da bu dili tohumlaması var. Almanca’nın gücünde de Hegel, Kant, Nietzsche, Marx, Weber, Heidegger gibi isimlerin dile ektikleri ve yine erken Dada’nın bu dilde çok sayıda yazılı metin sunmuş olması var. Edebiyat bilhassa şiir, bu dillerin çepherini hep zorlamış, dilin sınırlarını uçlara taşımıştır. (…)
Halil Duranay
Makalenin tam metnini https://halilduranay.wordpress.com/2015/07/13/ulus-bakerin-olum-yildonumu-vesilesiyle-kultur-endustrisi-uzerine-yeniden-dusunmek/ adresinden okuyabilirsiniz.
(…)
Peki propaganda modelinde belirlediğiniz türden filtreler medyanın bu konudaki tutumunu açıklıyor mu yoksa başka faktörler de mi söz konusu?
Noam Chomsky: Son derece şeffaf bir şekilde açıklıyor. Büyük şirket işletme modeline göbekten bağlılar: yani yarın kar etmeniz gerek. Ve ekonomi büyümeli. Ne türden bir büyüme olduğu umurlarında değil, sadece büyümek zorunda. Bu şekilde içselleştirmiş durumdalar. Dolayısıyla, evet, reklam verenlerin etkisi var ve kendilerinin de bir şirket olması çok belirleyici. Ama ondan daha derin olan şey, George Orwell’ın vurgusu, ki ben hafife alındığını düşünüyorum (ve Rızanın İmalatı kitabında ele almadık aslında bunu). Hayvan Çiftliği’nin önsözünü okudunuz mu bilmiyorum. 30 yıl sonra orijinal yazıları bulunduğunda keşfedildi. Kitapta İngiltere halkına hitap ederek diyor ki, ‘Bu kitap totaliter düşman üzerine bir taşlama elbette.’ Ama sonra şöyle devam ediyor: ‘Ama kendinizden çok fazla emin olmayın. Özgür İngiltere’de, fikirler zor kullanılmaksızın bastırılabilir.’
Orwell bazı örnekler veriyor ve iki cümlelik bir açıklama yapıyor. Biri basının zengin adamların elinde olduğu ve bu adamların belirli fikirlerin ifade edilmemesini istemek için her türden çıkarı olduğu. Diğeri ise temel olarak ‘iyi eğitim’ ile ilgili. En iyi okullara gidiyorsanız, Oxford ve Cambridge’den mezunsanız, belirli şeyleri söylememenin – hatta artık düşünmemenin – daha iyi olduğu anlayışını içselleştirmişsiniz demektir. Bu, Gramsci’nin “hegemonik sağduyu” dediği şey haline gelmiştir, hiç lafını etmezsiniz belli şeylerin. Ve bu, bu şeylerin nasıl içselleştirildiği, çok büyük bir faktör. Bunları gündeme getiren insanlara deli gözüyle bakılır. (…)
Söyleşinin tam metnine https://dunyadanceviri.wordpress.com/2019/03/09/noam-chomsky-birkac-kusak-sonra-orgutlu-insan-toplumu-diye-bir-sey-kalmayabilir/ adresinden ulaşabilirsiniz.
(…)
(…)
Erlend LOE
“Bildiğimiz Dünyanın Sonu”, Çev: Dilek Başak, YKY, 2018, s.136
(…)
(…)
Georges Perec
“Uyuyan Adam”, Çev: Sosi Dolanoğlu, 4. Baskı, 2016, s. 93
“Sotheby firmasının Cuma günü Londra’da yaptığı açık arttırmada 1.04 milyon pounda (1.2 milyon dolar) alıcı bulan Banksy’nin Balonlu Kız isimli eseri açık arttırmanın kapanmasından hemen sonra çerçevenin içerisine gizlenmiş olan kağıt öğütücü tarafından parçalara ayrıldı.
Sotheby’ın Avrupa Modern Sanatlar Müdürü Alex Branczik açık arttırmanın ardından yapılan basın toplantısında “Az önce Banksy’lendik” şeklinde bir açıklama yaptı.
Balonlu Kız geçtiğimiz sene John Constable’ın 1821 tarihli The Way Hain isimli eserini geride bırakarak İngiltere’nin En Sevilen Tablosu unvanını kazanmıştı. Kimliğini saklayan protest sokak sanatçısı Banksy, kendi Instagram hesabı üzerinden eserin rendelenmiş fotoğrafını “Satıyorum, satıyorum, sattım…” yorumuyla paylaştı.”
Bkz: https://www.gazeteduvar.com.tr/dunya/
2018/10/06/banksynin-eseri-kendini-imha-etti/
Sabah gazetesinin bir süredir yapmakta olduğu sanatçı röportajlarıyla neyi amaçladığını Murat Meriç, Naim Dilmener ve Eray Aytimur’la konuştuk. Meriç, “Yapılmak istenen, insanları ait olduğu yerden kopartmak. Kaleleri düşürmek” diyor.
Burak Abatay‘ın hazırladığı sıkı analizin tam metnine https://www.birgun.net/haber-detay/yandas-medyanin-sanatci-roportajlari-insanlari-ait-oldugu-yerden-koparmak-228925.html adresinden ulaşabilirsiniz.
“24 Haziran seçimleri hem 16 Nisan referandumuyla kurulmak istenen tek adam rejiminin kurumsallaşması hem de ona direncin kendini test etmesi açısından kritik bir dönemeç olarak şimdiden tarihe geçti. Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. İktidarın güç odaklarıyla kurduğu ilişkinin biçimi değişecek, onunla mücadele etme yöntemleri de dönüşecek. Çok daha çetin bir döneme girilecek. (…)”
Güven Gürkan Öztan‘ın makalesinin tam metnini https://www.birgun.net/haber-detay/25-haziran-turkiyesi-nde-umudu-kaybetmemek-220721.html adresinden okuyabilirsiniz.
Powered by WordPress | Theme: Aeros 2.0 by TheBuckmaker.com