Bu videonun çekimine hazırlanırken arşivimin dehlizlerinde yeni gezintiler yapmak zorunda kaldığımdan, İlhan Berk’e dair bazı öğeleri tekrardan irdeleme fırsatı buldum. Böylece, İlhan Berk’in söyleşilerinin bütünlendiği kitaplarda yer almayan çeşitli buluntu parçalarının yeni bir efemeratik araştırma alanı oluşturduğunu fark ettim. (Bkz: İlhan Berk’in Çeşitli Söyleşileri Hakkında Açıklama)
İlhan Berk’in ‘dışarda bıraktığı’ söyleşiler, Türk Şiiri’nde temel problematik olarak anılan birçok konuya ve ‘şiir dili’ne dair müthiş söylemler, önemli odaklar ve pratik çözümler sunuyor.
8 Ağustos 2025 Cuma akşamı, İstanbul’un tarihi ve kültürel dokusuyla öne çıkan Cibali semti, edebiyatseverleri unutulmaz bir şiir gecesinde bir araya getirdi. Banliyö Sanat tarafından düzenlenen geleneksel şiir buluşmaları, bu kez Cibali’nin en özgün mekânlarından biri olan Atölye Kafası’nda gerçekleşti. Etkinlik, şair ve yazarların yanı sıra sanatseverlerden oluşan geniş bir dinleyici kitlesini ağırladı. (…)
Blues türünün bu topraklardaki en önemli temsilcilerinden Blue Blues Band’in hikâyesini dinlemek, trajik şekilde hayata veda eden iki ismin, Yavuz Çetin ve Kerim Çaplı’nın yaşamlarına yakından bakmak anlamına geliyor. Röportajlar ve arşiv görüntüleriyle müzik tarihimizde etkileyici bir yolculuk…
Belgesel, 90’ların Türkiye’deki sosyo-kültürel yapısını ve ruhunu yansıtması bağlamında, odağa aldığı müzisyenlerin eserleriyle ve dünyayla kurdukları ilişkileri temelinde önemli ve derin referanslar içeriyor. Belgeselde kimlerle röportaj yapıldığına dair: Akın Eldes, Ayhan Sayıner, Aylin Aslım, Barış Özgen Şensoy, Batu Mutlugil, Batur Yurtsever, Bobby Dick, Burak Güngörmüş, Bülent Özdemir, Cenap Oğuz, Cenk Taner, Çağlan Tekil, Defne Halman, Demirhan Baylan, Deniz Arcak, Didem Berkes, Dom DoMieri, Ekrem Özkarpat, Emre Noyan, Ercan Saatçi, Ercüment Vural, Erkan Oğur, Esra Uygun, Fethi Taner, Galip Tekin, Gerhard Joost, Göksel, Gültekin Kaçar, Gür Akad, Güven Erkin Erkal, İskender Paydaş, Jake Gerber, Mehmet Demirdelen, Melis Danişmend, Metin Kalaç, Mine Erkaya, Murat Beşer, Murat Meriç, Nejat İşler, Ömer Ahunbay, Özlem Kumrular, Perin Konyalıoğlu Erk, Selim Öztürk, Sunay Özgür, Sururi Demirtaş, Taner Öngür, Tanju Eksek, Tarkan Mumkule, Taylan Dedeoğlu, Teoman, Volkan Başaran, Volkan Öktem, Zafer Yalçınpınar, Zafer Şanlı. Popüler isimlerin de içinde yer aldığı uzun listede Çetin ve Çaplı’ya dair düşüncelerle 90’ların evreninde gezineceksiniz.
Yönetmen: Mehmet Sertan Ünver Senarist: Mehmet Sertan Ünver, Suzan Güverte Görüntü Yönetmeni: Nil Kara, Gökhan Kalan Kurgucu: Mehmet Sertan Ünver Yapımcı: Suzan Güverte Yapım Şirketi: Güverte Film
Sosyalistler ve devrimciler tarihe işçi sınıfı gözüyle bakar ve ona göre olguları ve olayları yorumlar. Futbol taraftarlığı ise genelde çocukluk anılarıyla şekillenir. Ben Fenerbahçeli anne ve babanın çocuğu olarak dünyaya geldim. Benim çocukluğumda futbol maçları devlet kanalı Trt’de ücretsiz yayınlanırdı. Dolayısıyla maç zamanları yoksul veya zengin herkesin evinde aynı kanal açık olurdu. Babamın futbol merakı nedeniyle ve çoğunlukla Fenerbahçe maçları izlenince sarı lacivert renklere bağlanmam da çok zor olmadı. Dayım Galatasaray taraftarıydı. Türlü hediyeler ve telkinlerle beni Galatasaray taraftarı yapmaya çalışdıysa da başarılı olamadı. Özellikle 1988-89 sezonunda Veselinoviç liderliğinde elde ettiğimiz şampiyonluk benim Fenerbahçeliliğimi de perçinleyen olay olmuştur. Çocuklar onları sevindiren, mutlu eden şeylerin peşinden giderler, onlara sarılırlar. Bu gözle günümüze baktığımızda Fenerbahçeli çocukların azalmasını anormal karşılamamak gerekir.
90’lı yıllarda hayatımıza şifreli ve ücretli TV kanalları girdi ve maçları izlemek için para ödemek zorunda kaldık. İşçi baba ve oğlu olarak tabi ki yayıncı kuruluşa para vermek yerine kahvehanelerde maçları izlemeye başladık. Hatta komşumuzun yardımıyla bir dönem bilgisayar üzerinden maçları kaçak izlemeyi de başarmıştık. Gel zaman git zaman Fenerbahçe başarılı da olsa, yenilse de onu desteklemeye devam ettim. Taraftar olmuştuk bir kere. Futbola ilgimin azaldığı dönemler çok oldu bunca yıl içinde. Ama hiçbir dönem şu an içinde yaşadığımız dönem kadar kendimi futbola uzak hissetmedim. Bu sezona kadar bir şekilde heyecan yaratmış olan Fenerbahçe özellikle 2025 yılının Temmuz ayını bitirdiğimiz an itibariyle bende hiç bir heyecan yaratamadı. Transferlerin yetersizliğinden bağımsız, geçtiğimiz günlerde toplanan Divan Kurulu’ndaki ayrışmış görüntü kalan az heyecanın da üzerine son toprağı serpti. Ve bugün izlediğimiz sponsorluk anlaşması imza töreni.
Fenerbahçe de diğer büyük kulüpler gibi kapitalizm koşulları altında şirketleşmiş, futbolun ruhunu öldüren para çarkının içine düşmüş bir kulüp. Bu nedenle hayatta kalabilmesi ve UEFA’nın katı mali kurallarına direnebilmesi için sponsorluk anlaşmaları yapmak zorunda. Ama bu seferki bana daha farklı geldi. Belki de yılların başarısızlığı nedeniyle oluşan psikolojik bunalımın da etkisi olabilir. Türkiye’de henüz hiçbir yatırımı olmayan ABD menşeeli bir şirket, Fenerbahçe stadının isim ve Avrupa maçlarında forma göğüs sponsoru oluyordu. Üstelik Türk futbol tarihinin en büyük sponsorluk anlaşması ile. İmza töreninde firmanın CEO’su bu imzanın kendi markası için Türkiye’ye çeşitli sektörlerde girişi için bir öncülük taşıdığını belirtiyordu. Cumhurbaşkanı’nı öven sözlerle devam eden konuşmasından bir gün önce de soluğu Cumhurbaşkanı’nın yanında almıştı. Zeki olan ve biraz sorgulayıcı bakabilen herkes bunun sadece bir sponsorluk anlaşması olmadığını anlayacaktır.
Çocukluğumun işçi, emekçi ruhu geçtiğimiz 30 yılda sürekli törpülenirken, Fenerbahçe’nin bunca transfer, teknik adam değişikliği, mali anlaşmalar, hisse satışlarına ragmen başarısız bir 10 yıl geçirmesi ruhumu karartıyordu. Fenerbahçe’nin sahibi her zaman taraftar olmuştur. Ne kongre ne de başkanlık koltuğu Fenerbahçe’yi temsil için yeterli değildir. Mesut Yılmaz döneminde hükümeti değiştiren, İnönü stadında deplasman yasağını yıkan, 3 Temmuz’da “klima satın onu alalım” diyen bir taraftar bu. Başkanlar, yönetim kurulları, sponsorlar gider taraftar kalır. Güneşli günleri de taraftarlar getirecektir. Ancak doğrusunu söylemek gerekirse bu Fenerbahçe’ye sabretmek çok zor. Taraftarın sabrıyla oynayan, karşılığını elbet bir gün alacaktır.
Kapitalizmi yenmek için vampir hikâyelerine değil, işçi sınıfının gerçek mücadelesine ihtiyacımız var. Hayaletlerle dans etmek yerine, somut devrimci pratiklere yönelmek gerekiyor.
Son yıllarda bir tür entelektüel “sıfat ekonomisi” gelişti. Marksizm, kendi başına yetmezmiş gibi, başına türlü süsler eklenerek yeniden ambalajlanıyor: Romantik Marksizm, Psikanalitik Marksizm, Postmodern Marksizm, şimdi de Gotik Marksizm…
Bu tür “moda Marksizmler”, sınıf mücadelesiyle, toplumu dönüştürme hedefiyle ya da devrimci pratikle değil; daha çok üniversite koridorlarında akademik pozisyon kazanma, çarpıcı seminer başlıkları üretme ve dikkat çekici kitaplar yazma arzusu ile ilgilidir.
(…)
Bir zamanlar “Marksist teori” dendiğinde, emek-değer yasası, artı değer, sınıf mücadelesi gibi kavramlar akla gelirdi. Ama 21. yüzyılın başlarında Batı akademisinin kimi koridorlarında yeni bir eğlence başladı: “Gotik Marksizm.”
Kulağa merak uyandırıcı gelse de, bu akımın kökeni “ilginç “ya da “gizemli” sıfatlarını hak etmeyecek kadar sıradan. Temelinde, post-punk kuşağından gelen bir dizi akademisyenin kişisel estetik zevklerini, politik teoriye dönüştürme girişimi yatıyor. Joy Division (İngiliz post-punk müziğinin karanlık, melankolik tınısıyla bilinen öncü gruplarından biri) dinlerken Marx okumak, burjuva ideolojisinin çözümlemesini vampir metaforlarıyla yapmak ve akademik yazının loş havasına gotik bir parıltı katmak…
Bu yaklaşımın en çok tanınan ismi, kuşkusuz Mark Fisher. 1980’lerin Thatcher dönemi İngilteresi’nde büyüyen Fisher, Joy Division, The Cure ve benzeri gruplarla kurduğu melankolik bağı, toplumsal eleştirisinin merkezine yerleştirdi. 2009’da yayınladığı Capitalist Realism: Is There No Alternative? (“Kapitalist Gerçekçilik: Başka Seçenek Yok mu?”) kitabı, kapitalizmin köklü eleştirisini Batman filmleri üzerinden yapıyordu.
İş burada da kalmadı. Fisher, hauntology adı verilen ve “hayaletlerin musallat oluşu” anlamına gelen kavramla, gecikmiş geleceklerin hüzünlü atmosferini teorinin merkezine yerleştirdi. Kapitalizm, bir türlü ölemeyen ama her yerde hissedilen bir hayalete dönüşüyordu.
Bu noktada ironik bir duruma varılıyor: Marx ve Engels’in “Avrupa’da bir hayalet kol geziyor” diye başlattıkları Komünist Manifesto, orada kastettikleri devrimci ruhla değil, sanki gerçek anlamda perilerle, vampirlerle, esrarengiz şatolarla ilgiliymiş gibi okunmaya başlanıyor. Metafor, gerçekliğini yitirip yeni bir inanca dönüşüyor. Böylece akademik camiada bir grup insan, “Marksist teori” adı altında hayalet avcılığına soyunuyor. (…)
Soyut Dergisi, Sayı: 73, Kasım 1974, s. 96 (Görseli büyütmek için üzerine tıklayınız…)
Bir yapay zekâ deneyi: “SANMIYORUM!”
1974’te Soyut Dergisi’nde yayımlanan -yukarıda gördüğünüz- ticari reklam kupürünün tasarımsal estetiğini düşünürsek şiir kitabı yayıncılığında ve edebiyat dergiciliğinde her şeyin 1970’lerde -2000’lere göre- çok daha organik olduğunu -yapaylaşmadığını- fark ederiz.
Sizce şimdilerde -2025’in ânlarında- durum nasıl… Yapay zekânın asistanlığında bu örnekteki (kupürdeki) estetik yaklaşımın tazeliğini ve doğallığını bulmak mümkün olacak mı? Sanmam. Bence -üstelik de siyah beyaz olarak- bu örnekteki neonsu duyguyu verebilir mi -verebilecek mi- izleyiciye yapay zekâ? Sanmam. (Analojik ve anakronik olarak Nâzım Hikmet -bir kez daha- sormalı bence: “Mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?”)
Ve fakat, belki de bu yazıdan -ve deneyden- sonra -birilerine asistanlık eden- yapay zekânın makineleşmiş zihni bu durumu da öğrenecek, kodlayacak, arşivleyecek ve kendini daha da geliştirmeye çalışacak! Misal; “neonlaştırma” diye arayacak geçmiş arşivinde veya hızlıca benzer fontlar oluşturup tasarım deneylerine girişecek! İşte asıl acı olan kısım da budur bence: Diğer her alanda olduğu gibi kendi insani elimizle/zihnimizle bilgi/yaklaşım veya nedensellik sunarak mühendislerin ‘altın rengine boyanmış vahşi kapitalizm icatları’na yenik düşeceğiz gene!
Şurası kesin: 2025’in tüm ânlarında (dünyayla birlikte güneşin etrafındaki 46. dönüşümü tamamladığım şu günlerde) Beckett gibi ‘daha iyi yenil’ demek gelmiyor içimden! Geleceğini de sanmıyorum!
Önemli Not/Devamı: Bu düşüncelerle yazıyı kaleme aldıktan sonra bir deneye giriştim; X üzerinde Grok’a ve sonrasında Android işletim sistemi üzerinde chatGPT’ye çeşitli komutlar vererek -ne istediğimi anlatmaya çalışarak- kupürü tekrardan yapay zekânın tasarlamasını istedim. Sonuçlar çok ilginçti, yapay zekâ olumlu sonuçlar elde edemiyordu -hatta önce ne istediğimi anlamadı bile- ve fakat ‘olumlu sonuçlar elde edemediğini biliyor’ ve öğrenmeye -denemeye- devam ediyordu. Bu süreç kapsamında X/Grok ve chatGPT’de yapay zekâ ile yazışmalarımın ekran görüntülerini aşağıda paylaşıyorum. (Görüntüleri büyütmek için üzerlerine tıklayın…)
Martı Medya Grubu tarafından yayına sunulan ve Sabri Ejder Öziç‘in hazırladığı ‘Bir Dünya, Edebiyat’ programına konuk oldum. (Yayın Tarihi: 18 Temmuz 2025)
1931 yılında Nâzım Hikmet, Yeni Gün Gazetesi’nde çıkan “Ben” müstearlı ilk köşe yazısını Fenerbahçeli olmaya dair yazıyor: “Fener’e kanımın kaynamaya başlaması başka sebepten… Sporda da olsa, halka dayanalım vatandaşlar! Halk, kapılarımızı geniş açalım iki gözüm…”
Kaya Tokmakçıoğlu‘nu İstanbul’un dönemsel tarihi ile sosyal-sınıfsal perspektifi bütünleyen kitaplarından tanıyoruz. Beyoğlu odaklı yeni çalışmalarının habercisi olan “Pera’nın Yarasına Bakanlar” başlıklı anlatı parçasında Tokmakçıoğlu, Pera’daki yaşantılara yarı imgesel yarı fragmante bir dille yaklaşıyor…
Önemli Not: “Sıkı şiire öncelik vermek” ve “imgelemin özgürleşmesini sağlamak” amacıyla dijital yayıncılık serüvenine başlayan UPAS Yayın‘ın tüm kitaplarını upas.evvel.org adresinden ücretsiz olarak okuyabilirsiniz.
Sıddık Akbayır, hazırladığı biyografi ve portre çalışmalarıyla yakın dönem edebiyat tarihine çözümleme-karşılaştırma açısından en çok katkıyı sağlayan araştırmacılardan biridir. Akbayır’ın 2008 yılında Ece Ayhan’a dair kaleme aldığı ve çeşitli şiir mecralarında yayımlanan sıra dışı portre çalışmasını -gözden geçirilmiş olarak, bir kez daha- okurun ilgisine sunmaktan mutluluk duyuyoruz.
Hamiş: “Sıkı şiire öncelik vermek” ve “imgelemin özgürleşmesini sağlamak” amacıyla dijital yayıncılık serüvenine başlayan UPAS Yayın‘ın tüm kitaplarını upas.evvel.org adresinden ücretsiz olarak okuyabilirsiniz.
3 Haziran 2025’te Kadıköy, Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde açılışı gerçekleşen Ortak Hayal Sergisi, Nâzım Hikmet’in etrafında kurulan, sadece onun düşünsel etkisiyle değil; doğrudan dostluk, yoldaşlık, tartışma ve üretim ilişkileriyle şekillenen kültürel evrenin izini sürüyor…
Cumhuriyet modernitesinin yarattığı sahici aydın ve onurlu yazar Nihat Genç vefat etti. Genç, 1990’lı yıllardan günümüze yazın ve düşün dünyasının her alanında eşsiz çalışmalar gerçekleştirdi, siyasal alanda da küreselci neoliberal odaklarla son nefesine kadar mücadele etti. Müthiş üzgünüm. Hakkını helal et bize Nihat Genç… (Zy)
(Sayfaları büyüterek okumak için üzerlerine tıklayın…)
İstanbul Fuar Merkezi tarafından yayımlanan “sergistanbul” adlı derginin Eylül 2012 tarihli 64. sayısında yer alan söyleşi… Zafer Yalçınpınar‘ın kitap koleksiyonuna dair… Yalçınpınar’ın koleksiyonundan bazı eserler Temmuz 2025 itibariyle shopier.com/evveldukkan adresinde satışa sunulmaktadır.
Perçemli Sokak‘ın ilk baskısında (1956, Yeditepe Yayınları) Oktay Rifat‘ın kaleme aldığı sunu / Poetika metninin orjinal görüntüleri… (Zafer Yalçınpınar Koleksiyonu’ndan)
“Sezonu kupasız tamamlayan Fenerbahçe’de Ali Koç yönetimi tepki alırken, muhalefet Olağanüstü Genel Kurul’un toplanması için imza kampanyası başlatmıştı. Sarı-lacivertli kulüp, resmi sosyal medya hesabından yaptığı açıklamayla toplanan imza sayısını açıkladı. Fenerbahçe Spor Kulübü, olağanüstü seçimli genel kurulun 13-14 Eylül’de yapılacağını, çoğunluk sağlanamaması durumunda ise 20-21 Eylül’de gerçekleştirileceğini duyurdu.” (5 Temmuz 2025, Hürriyet Gazetesi)
Aralık 2022’de 27 yaşında vefat eden sıkı dost -ve genç yayıncı- Uğur Yanıkel, Ece Ayhan‘ın yaşamıyla ve poetikasıyla özel olarak ilgileniyordu. pasaj69.org adresinde kurduğu özgür yayıncılık platformu kapsamında hem bütünlenmiş e-kitapçıklar olarak hem de parça parça buluntular olarak, kimsenin cesaret edemediği arşiv kazıları gerçekleştirdi. Tabiî ki, araştırma konusu Ece Ayhan olunca, bütünsel sonuçlara ve çıkarımlara ulaşmak zorlaşır, çünkü Ece Ayhan’ın poetikası da yaşamı da kilitlerle, gizli dehlizlerdeki gizli geçitlerle, katastrofik olaylarla ve tarihsel labirentlerle doludur. Bununla birlikte, Uğur’un Ece Ayhan araştırmalarındaki gayreti -kazıyı sürekli derinleştirmesi, parçalara, buluntulara ulaşması- bir şiir tarihi araştırmacısı (veya poetikasını oluşturmaya çalışan bir şair) için kilit açıcı nitelikler taşıyor. Basitçe söylersek; Uğur’un araştırmaları puzzle’ın parçalarını birleştirebilmek veya büyük haritanın bir kısmını görebilmek için ipuçları sunuyor. EVV3L kapsamındaki Ece Ayhan araştırmalarının kaotik alan derinliğinde kaybolmaması amacıyla ve Uğur’un Ece Ayhan arşiv çalışmalarını bir kez daha okurun zihnine sunabilmek için kısa bir listeleme/derleme gerçekleştirdik. “İyi avlar” dileriz! (İngilizcesi; “Have a good hunting!”)Zafer Yalçınpınar
pdf olarak indirmek için tıklayınpdf olarak indirmek için tıklayın
Öküz Dergisi, Sayı: 40, Eylül 1997 (Metni büyütmek için üzerine tıklayınız…)
Öküz Dergisi arşivinde Ece Ayhan’ın güncelerinin yanı sıra, kendi el yazısıyla kaleme aldığı mektuplar da bulunuyor. Öküz Dergisi’nin 40. sayısında yayımlanan 13 Ocak 1997 tarihli mektubunda Ece Ayhan, Morötesi Requiem metninin devamı (veya tamamlayıcısı) niteliğinde bir başka metinden bahsediyor. “Yaşasın Kötülük ve de Ötesi” adını verdiği bu metnin akıbeti bilinmiyor…
Öküz Dergisi, Sayı: 39, Ağustos 1997 (Metni büyütmek için üzerine tıklayınız…)
90’lı yılların sonunda (tahminen 1996-1998 döneminde) Ece Ayhan’ın “final niteliğinde bir anlatı, özel bir minyatür” kaleme aldığını, bu doğrultuda çalıştığını biliyoruz. Önceleri tek -bütünsel- bir kitap olarak düşünülen bu anlatının adı “Melanet” olarak belirlenir… Sonradan, bu “final niteliğindeki anlatı”nın Ece Ayhan tarafından -bilinçli olarak- ikiye bölündüğünü ve bir bölümünün “Morötesi Requiem” adıyla 2001 yılında YKY’den yayımlandığını biliyoruz. Peki diğer bölüme ne oldu?
Bazı çevreler bu bölümün ilk baskı yayımlanırken Morötesi Requiem’e dahil edildiğini iddia ediyor. Bazı çevreler ise Morötesi Requiem’in ilk baskısı yayımlandıktan sonra, -kitabın tepki çekerek mahkeme kararıyla yasaklanıp toplatılması nedeniyle- diğer bölümün kitap olarak yayımlanmasına YKY’nin cesaret edememiş olduğunu düşünüyorlar. (Enis Batur YKY’den ayrıldığı için kitabın yayımlanmadığını dile getirenler de var.) Morötesi Requiem’in 2001 yılında yayımlanmasından hemen bir yıl sonra Ece Ayhan’ın vefatı sonucu kitabın yarım kalmış olma ihtimali de tahminlerin arasında bulunuyor.
Benim kanaatim Ece Ayhan’ın el yazısıyla kaleme aldığı bu metninin hâlen kayıp (gizli) ve tamamlanmamış/yayımlanmamış olduğu yönünde… Çünkü,YKY tarafından çıkarılan Kitap-lık dergisinin 1997 tarihli 29-30 nolu ortak sayısında ‘Yaşasın Kötülük ve de Ötesi’den çeşitli parçalar‘a yer verilmiş; ayrıca da “Work in Progress” (hazırlanmaya/yazılmaya devam ediliyor) şeklinde bir üst başlık/not koyulmuş… Sonra detaylı inceledim; Kitap-lık dergisinde yer alan bu parçalar Morötesi Requiem’in hiçbir baskısında bulunmuyor. (Yani bu bölümün Morotesi Requiem’in ilk baskısına dahil edildiği yönündeki iddia da çürümüş durumda…)
Nihayetinde… Ece Ayhan’ın kendi el yazısıyla kaleme aldığı ve Morötesi Requiem’le birlikte düşündüğü ‘Yaşasın Kötülük ve de Ötesi’ adlı metnin nerde, kimde olduğunu bilen ya da bu metnin akıbetine dair detaylı, doğrulanmış bilgi sahibi olan biri var ise zafery@yandex.com adresine e-posta gönderebilir… Böyle bir bilgiye ulaşırsam, şimdiden, “yerden göğe kadar teşekkür ederim.”