Ara
10
2008
0

İmza: Türkiyem (Turgut Uyar)

Turgut Uyar tarafından (İsmail Gençtürk’e ithafen) imzalanmış “Türkiyem” adlı kitabı koleksiyonuma eklemenin mutluluğunu yaşıyorum bugün…

Ağu
20
2017
--

Turgut ve Tomris Uyar… Marmara Adası’nda: “Kayayı Delen İncir”in Hikâyesi” (H. Can Yücel)


Turgut ile Tomris Uyar’ın Marmara Adası’nda geçirdikleri tatil yıllarına ilişkin yaşantı parçalarını ve tanıklıkları H. Can Yücel anlatıyor… Adalı Dergisi’nin Ağustos 2017 tarihli 146. sayısında yayımlanan “Kayayı Delen İncir’in Hikâyesi” başlıklı yazının tam metnini https://www.adalidergisi.com/cms/adali-dergisi/2010-2019/2017/sayi-146-agustos-2017/makale/2110/kayayi-delen-incir-in-hikayesi adresinden okuyabilirsiniz.


 


Turgut ile Tomris Uyar’ın Marmara Adası’nda geçirdikleri tatil yıllarına ilişkin yaşantı parçalarını ve tanıklıkları H. Can Yücel anlatıyor… Adalı Dergisi’nin Ağustos 2017 tarihli 146. sayısında yayımlanan “Kayayı Delen İncir’in Hikâyesi” başlıklı yazının tam metnini https://www.adalidergisi.com/cms/adali-dergisi/2010-2019/2017/sayi-146-agustos-2017/makale/2110/kayayi-delen-incir-in-hikayesi adresinden okuyabilirsiniz.



Hamiş: EVV3L kapsamında yayımlanan “Turgut Uyar” başlıklı ilgilerin tümüne https://evvel.org/?s=turgut+uyar adresinden, “Adalar Kültürü” ilgilerine ise https://evvel.org/ilgi/mermer-adasi adresinden ulaşabilirsiniz.

Haz
28
2013
0

Turgut ve Tomris Uyar’ın Evlilik Cüzdanı (1968)

Turgut ve Tomris Uyar’ın Evlilik Cüzdanı’ndan bir görüntü…
(Büyütmek için resmi tıklayınız.)

1. Hamiş: Yukarıdaki edebiyat efemerası “İkinci Yeni” adlı facebook sayfasında yayımlanmıştır. Bkz: https://www.facebook.com/ikinciyeni

2. Hamiş: Efemerayı Evvel Fanzin’e haber veren Tekin Deniz’e çok teşekkür ederiz.

Eyl
10
2014
0

Özel bir fotoğraf: Ece Ayhan, Tomris Uyar, Tevfik Akdağ, Nilgün Marmara, Cemal Süreya, İlhan Berk

ecenilgun

Kaynak: https://hturgut.uyar.info/post/95080065283/bu-fotografa-iliskin-herhangi-bir-not-yok-nerede

Ece Ayhan’ın, Tomris Uyar’ın, Tevfik Akdağ’ın, Nilgün Marmara’nın, Cemal Süreya’nın ve İlhan Berk’in belirgin olduğu bir fotoğraf… Fotoğrafın, 1980’li yılların ortasında Nilgün Marmara’nın Kızıltoprak’taki evinde çekildiği düşünülmektedir.

(Not: Ece Ayhan, Öküz Dergisi’ndeki yazılarından birinde -İstanbul Günlüğü’nde- Nilgün Marmara’nın Kızıltoprak’taki evinde bulunan geniş ahşap parkeli salondan ve bu ahşap parkelerin 1mm. inceltilerek (kazınarak) cilaya hazır biçime getirilmesinden bahseder. Zy)


Hamiş: EVV3L  kapsamında yayımlanan Ece Ayhan ilgilerinin indeksine https://bit.ly/eceindeks adresinden, “Bakışsız Bir Kedi Kara” adlı Ece Ayhan web sitesine ise https://zaferyalcinpinar.com/bakissiz.html adresinden ulaşabilirsiniz.

Eki
24
2013
0

Oğul: “Bekir Tunga Uyar”

18 Eylül 2011 tarihli Vatan Gazetesi’nde üzücü bir haberle karşılaştık…

Bkz: https://haber.gazetevatan.com/turgut-uyarin-oglu-bakimevinde/400512/7/yasam

“İkinci Yeni akımının önemli şairlerinden Turgut Uyar’ın oğlu 60 yaşındaki Bekir Tunga Uyar, Kocaeli Büyükşehir Belediyesinin barınma merkezinde kalıyor…

“Arz-ı Hal”, “Türkiyem”, “Dünyanın En Güzel Arabistan’ı”, “Tütünler Islak”, “Her Pazartesi”, “Divan”, “Göğe Bakma Durağı”, “Toplandılar” “Kayayı Delen İncir”, “Dün Yok mu”, “Büyük Saat” gibi başlıca şiirleriyle tanınan, İkinci Yeni akımının önemli şairlerinden Turgut Uyar’ın 4 çocuğundan biri olan Bekir Tunga Uyar, annesinin 1,5 yıl önce vefat etmesinin ardından Gölcük ilçesinde kirada kaldıkları evden ayrılarak yakınlarının tavsiyesiyle barınma ihtiyacını Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Barınma Merkezi aracılığıyla gidermeye başladı.

Uyar, AA muhabirine yaptığı açıklamada, İstanbul’da reklam sektöründe çalıştığı sırada tanıştığı Sıla Bektaş ile 1976 yılında evlendiğini, evliliğin ilk yıllarında çok mutlu bir yaşam sürdürdüklerini, 1978 yılında kızları Turna’nın dünyaya geldiğini söyledi.

Bir süre sonra anlaşamadıkları için boşandıklarını ve kızları Turna’nın velayetinin boşandığı eşinde kaldığını dile getiren Uyar, Amerika’da ikamet eden kızını yaklaşık 20 yıldır görmediğini bildirdi.

Reklam sektöründe başarılı işler yaptığına, Barış Manço ve yönetmen Osman Sınav gibi ünlü isimlerle çalışma imkanı bulduğuna değinen Uyar, iş hayatından sıkılarak 1999 yılında Kocaeli’nin Gölcük ilçesi Değirmendere Mahallesi’nde kiraladığı evde annesi Yezdan Şener ile yaşamaya başladığını, annesinin 1,5 yıl önce vefat etmesinin ardından yakınlarının tavsiyesiyle Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Barınma Merkezi’nde kalmaya başladığını kaydetti.

İlk defa böyle bir yerde kaldığı için kendini ilk günler tuhaf hissettiğini ifade eden Uyar, şöyle konuştu:

“Merakla, hayretle etrafıma bakardım. Ama zamanla alışıyor insan, ne kadar yabancılık çekse de… Kaldığım yer de Kocaeli’de çok kozmopolit bir yer. İsteseniz biraraya getiremeyeceğiniz insanlar birlikte yaşıyor. Bu durumun tatlı olan yönleri de acı yönleri de var. Dünyanın acımasızlığının farkına burada varıyorum. Burada her yerden, her çeşitten, kendince her şeyi yaşamış insan tipleri var. Ben de onlardan birisiyim. Şu an yaşamımı burada sürdürmekten memnunum. Çok farklı insanlar, kalıcı bir yer bulunana kadar bir arada ev sıcaklığında yaşatılıyor. Yarın ne getirecek bilmiyoruz, ama delicesine bağlıyız yaşama. Burası ’beni kurtaracak’ diye bakıyorum. Daha batmış değilim, kendimi toparladım zannediyorum. Burada bana çok yardımcı oluyorlar.”

İş yaşamında çeşitli şirketlerde hep prodüksiyon görevlisi olarak çalıştığına değinen Uyar, Osman Sınav ile çalıştığını, sektörün yoğun iş temposu dolayısıyla bir ’istememezlik’ durumunun söz konusu olduğunu, bunun da aile yaşantısını olumsuz etkilediğini ifade etti.

“Reklam sektöründe çalışan insanların manevi olarak doymuş olmaları gerekiyor” diyen Uyar, şöyle devam etti:

“Maddi olarak çok iyi şartları olan, insanı maddi anlamda doyuran bir meslek. Osman Sınav ile ayrıldıktan sonra kısa bir süre 7’den 77’ye adlı televizyon programında Barış Manço ile çalıştım. Bir iki televizyon dizisinde görev aldım. Kocaeli’ye geldiğim zaman zaten sektörle bir ilişkim kalmamıştı. Fizik olarak çok yorgundum. Sektörde zaman kavramı yok. Bir çekim iki gün sürüyorsa iki gün uykusuz kalıyorsunuz. Çok fazla sorumluluk var. Acımasız sektörde görev yaptığım sürece kendimi çok yalnız hissettim. Reklam ve televizyon sektöründe çalışmak isteyen kişiler işlerini sevmeli. Her sabah ’iyi ki iş var’ diyerek işe gitmeli.”

Kızı Turna ile yaklaşık 20 yıldır yüz yüze görüşemediğini, yeniden görüşme gibi bir çabası da olmadığını kaydeden Uyar, “İnsan zamanla her şeye alışıyor. Araya zaman girdikçe insan unutuyor zaten. Alıştım, ’böyleymiş’ diyorum, böyle gidiyor. Mutlu olsunlar bana yeter. 3 yaşında bir torunum da var, adı Clea. Bende fotoğrafları var, hırçın bir kıza benziyor. ’Clea’ Latince ’hırçın kız’ anlamına geliyor zaten” dedi.”

Written by Adabeyi in: Usta Beni Öldür! (AKSAK KOLAj) |
Şub
20
2024
--

Söyleşi: BİR ÖLÜM KALIM MESELESİ OLARAK ŞİİR… ve DİPSİZ GÖL (Zafer Yalçınpınar – Azimet Avcu) (Aralık 2023)

Azimet Avcu: Geçtiğimiz yıl daha 27 yaşında kaybettiğimiz şair Uğur Yanıkel‘e ithafen bütünlediğin ‘Dipsiz Göl’ adlı şiir kitabı, 2023’ün Mart ayında -Uğur’un vefatından yaklaşık üç ay sonra – Upas Yayın kapsamında dijital nüsha şeklinde okuyucuya sunuldu. Geçtiğimiz günlerde de ikinci edisyon, basılı nüsha olarak Plüton tarafından kitaplaştırıldı ve yayımlandı. Kitabın girişinden itibaren bizi karanlık ormanlardan geçirerek tabiri caizse Yunan mitolojisinde Tartaros olarak bilinen ölüler dünyasına sokuyorsun ve ismiyle müsemma Dipsiz Göl bir tarihsel mezarlığa dönüşüyor. Kimi zaman kelimeleri bozarak kimi zaman da kelimelerin gücünü kullanarak yeni bir evren yaratmaya çalışıyorsun. Bu nefessiz imgesel düzlemde gökyüzü, rüzgâr ve benzeri imgeler dile getirilerek dış dünyaya devamlı özlem duyuluyor… Bu kitap ölümle kalım arasında geçen söylenceler gibi… Uğur’un aramızdan ayrılması da ancak bu kadar güzel bir imgeyle anlatılabilirdi. İlk sorumu şu noktadan sormak istiyorum. Bu kitap çalışması tam olarak ne zaman başladı ve Uğur’un kitap üzerindeki etkisi hakkında neler söylemek istersin?

Zafer Yalçınpınar: Dipsiz Göl’de yer alan şiirler 2017’den günümüze kaleme aldığım 21 pâreden oluşuyor. Bu şiirleri fragmante varoluşlarından çıkararak, şiirlerin taşıdığı kırık ve acılı yükleri bütünsel bir düzlemde nasıl konumlandırırım diye uzun zamandır düşünüyordum:- maalesef şairler bazı tarihsel döngü noktalarında birer düşünür gibi davranmak zorunda kalır. Neyse…  Bahsettiğim ve ihtiyaç duyduğum konumlandırma noktasında yeni bir imgesel alan derinliği tasarımı oluşturmam gerekiyordu ki bu tasarımı oluşturabilmem için de 21 pâredeki benzerlikleri ve farklılıkları belirlemek çok önemliydi. Şiirlerin sınırlarını yoklamam, şiirsel dil açısından yakınsama ve ıraksama noktaları nasıl akışkanlaşıyor gibi sorulara cevap bulmam ve şiirlerin biçimsel öğelerini dönüştürmem gerekiyordu. İşte, senin ifade ettiğin ‘nefessiz imgesel düzlem’ veya ‘karanlık ormanlardan geçmek’ gibi benzetmeler böylesi bir ortak alanda anlam kazanıyor; Almancası ‘weltschmerz’… Bu ifadeyi ‘dünya ağrısı’ veya ‘varoluş sancısı’ olarak çevirebiliriz. Bugün içerisinde hayatta kalmaya çalıştığımız neoliberal düzenin kentsel gündemini ve tüm bileşenleriyle birlikte kurulu rant ekosistemini -gerçekten de- kötücül bir ‘karanlık orman’ olarak görebiliriz. Ve evet, bu palyatif ve tıknefes süreç bir yaşayıştan çok ‘hayatta kalma’ uğraşısı olabilir ancak… Ölümle kalım arasında… Uğur’un Taksim’deki düşüş ânı zihnimdeki imgesel haritada böylesi bir orijin oluşturdu. ‘Dipsiz Göl nerde, neresidir?’ diye sorsan bana, ‘Taksim’de, Uğur’un atladığı ânda ya da düştüğü yerde açılan bir paralel evrende!’ diye cevaplarım. Uğur’un ‘kazayla intihar’ olarak tanımladığım düşüşü ve vefatı zihnime bir şimşeğin görüntüsü gibi mıhlandı… Peki, anlatmaya çalıştığım tüm bu şeyler, bahsettiğim tasarım yaklaşımı falan… Kitapta doğru veya etkili yansıtılmış mı sence? Dahası, okuyucu tarafından hissedilebiliyor mu gerçekten… Sence, bu varoluş sancısı, tıknefes yaşam en çok hangi şiirde kendini gösteriyor, en çok hangi şiirde daha etkili? 

Azimet Avcu: En önce sonda sorduğun soruya cevap vereyim: ‘Çizgi’ şiiri… Bu şiirinin çıkış noktası olan İlhan Berk’le gerçekleşen diyalogunu ilk defa Rüzgâr Defteri’nde okumuştum. Her şairin akılda kalır bir dizesi veya anısı olur. Sizin bu diyalogunuz hem akılda kalır bir dize hem akılda kalır bir anı niteliği taşıyor. Bu diyalogun cevabını yıllar sonra ağaçlarda bulup onun aralarında gezinmen en büyük sancılardan bir tanesi. Bulmanın sancısı. Ayrıca o kitap üzerine Uğur’la yaptığınız uzun söyleşi de hem o dizeleri hem de o şiiri anlamlı kılıyor. Bunun dışında kitabı okurken kafamda Cemal Süreya’nın ölmeden önce yazdığı ‘Göller Denizler’ şiiri gözümün önüne geldi. Şiirde; ‘Ölüm? / Bir gölün dibinde durgun uykudasın… Denizler? / Tanrılar karıştırır durur denizleri…’dizelerini düşündükçe senin dipsiz gölünde bir uyku uyanıklık arasında gezinip durdum. Kitapta istediğin ve planladığın şeyler gerçekleşmiş diye gözlemledim. Örneğin; ‘Kırmızı Bahçenin Dalgalanışı’ şiiri hem görsel hem şiirsel anlamda kitabın en can alıcı kısımlarından. Uğur’un artık o dalgalı evde yaşamaya başladığını gözümün önüne getirdim. Yazmak istenen ve hissedilen şeyler bu noktada bir paralelliğe oturuyor. Bu şiir dışında gözüme başka bir bağlantı daha takıldı. ‘Yeni Gün Yoktur’ şiirinde Turgut Uyar’ın Akçaburgazlı Yekta’sıyla bir kardeşlik sezdim. Bu defa Yekta’yla değil Turgut’la konuşmaya başladığımızı düşündüm. Şiirdeki bireyin kendini mezarının başında beklerken hisleri, özellikle ‘bir çocuğum buz dolu taş / sokakta kimsesiz yollar yok ben de burada değilim’ ifadeleriyle anlatılıyor. Bu ifadelerin ortaya çıktığı duygu ve anlam dünyasını farklılaştıran, bireyin yaşamla olan bağını ve yalnızlığın iç geçmişini nasıl yorumluyorsun?

Zafer Yalçınpınar: ‘Kırmızı Bahçenin Dalgalanışı’ adlı şiirim Şahin Çetin’in efsanevi çizimiyle birlikte düşünülmeli. Zaten bu şiiri kaleme almaya karar vermemde de Şahin’in çizimi özel bir tetikleyici olmuştu. Çizimi basitçe anlatmaya çalışayım. Güçlü dalgalara -belki de her yeri kaplayan bir fırtınaya veya sele- karşı ayakta durmaya, yaşamaya çalışan yıpranmış, yarı yıkık, ahşap bir kulübe çizimi… Sonsuz dalgalarla uzanan bir fırtınanın alan derinliğinde kulübenin yalnızlığı, tek başına duruşu… Sanki, ıssız, insansız, ufuksuz ve sonsuz dalgalardan oluşmuş bir çöl veya okyanus fırtınası gibi… Ve o kulübenin dalgalarla temas eden yüzeyi gücünün sonuna kadar direniyor… Direniyor bir anıt gibi, onurlu bir duruş sergiliyor. Ok ve yay gibi… Tüm zorluklar, her şey, tüm varoluş, her şey gerilimin son noktasında! İnan ki Uğur’un yaşamı böyleydi. Hem şiir-edebiyat araştırmacılığı, hem yayıncılığı, hem de gazetecilik yaşamında sonuna kadar direndi, hiç vazgeçmedi… Üstelik kendisine ‘kahraman’ denmeyeceğini bilerek, alkışlanmayacağını bilerek, hiçbir maddi-manevi çıkar beklemeden… Ece Ayhan bu durumu ‘haklılığın inadı’ olarak tanımlıyor. Ece Ayhan’ın kavramlarıyla formülize etmek gerekirse Uğur’un yaşamı için şunu açıkça söyleyebiliriz: ‘Kötülük dayanışmasına karşı haklılığın inadını göstermek…’ İşte, ‘Kırmızı Bahçenin Dalgalanışı’ adlı şiirimin Uğur’un varoluşuyla özdeşleşen böylesi bir ‘haklılığın inadı’ direnci var! Bu anlattıklarımdan çok daha ayrıksı olarak baktığımızda, gerçekten de Cemal Süreya’nın son dizeleri sayılan ‘Göller Denizler’ şiirinin imgelemi tüm kitapla ilişki içerisinde… ‘Çizgi’ adlı düzyazı-şiir metnimi de kitaba ismini veren ‘Dipsiz Göl’ söylemini de Düzce’de, Topuk Yaylası’ndaki bir gölü ve gölün donmuş yüzeyini seyrederken bütünledim. Sen söyleyince fark ettim bunu… Çok doğru bir tespit… ‘Yeni gün yoktur’ adlı şiirim ise tüm zamanlarda kaleme aldığım şiirlerimin arasında en kara veya karanlık olanlarından biri… Bu şiiri bir kış gecesi, Kadıköy sokaklarından birinin köşesinde bir apartman boşluğuna sığınmışken yazdım. Işık çok azdı, zar zor yazıyordum defterimin sayfasına… Hatta o günlerde şiiri okuyanlar son derece olumsuz etkilenmişti şiirden… Turgut Uyar’ın şiirine ilişkin yaklaşımın da çok doğru… O zamanlar Derviş Aydın Akkoç’un hazırladığı ‘Turgut Uyar’ın Çocuklarıyız’ adlı özel söyleşi kitabını okuyordum. Orada Turgut Uyar’ın ilk kızı Serap’tan bahsedilir, birkaç aylık bir bebekken Ardahan’ın Posof ilçesinde vefat eden ilk kızı Serap’a ve Serap’ın mezarına dair bilgiler vardır. Bilgileri dile getiren Turgut Uyar’ın Semiramis’ten sonraki kızı Şeyda Uyar Dikmen’dir. Şöyle der: “Serap’ın gömülmesiyle ilgili de konuşmuştu babam, iyi hatırlıyorum. O sırada Posof’talar ve kara kış her yanı kasıp kavuruyor. Babam asker, yanında da erler var, Serap’ı gömmüşler ve mezarında ateşler yakıp sabaha kadar beklemişler; kurtlar toprağı eşeleyip de taze ölüyü çıkarmasın diye. Kısacası ne zaman Serap bahsi açılsa, seneler geçmiş olmasına rağmen, babam her seferinde üzülür, kederlenirdi.” (İletişim Yayınları, 2014, 1. Baskı, ss.85-86) Bilemiyorum Azimet… Bu anlattıklarımdan başka-daha acı bir şey olabilir mi… Acı bir ‘yankı odası’ gibi… Ama tabiî ‘yalnız olmak’ ile ‘tek başına olmak’ felsefi düzlemde birbirinden ayrılır. Biz, ben de, Uğur da, sen de, sanırım yalnız değiliz, ama tek başımızayız. Şiirsel alan derinliği de böyle bir uzam… Gezegenler gibi ‘tek başına’ olmak… Peki, İlhan Berk’in bana sorduğu soruyu ben sana sorayım: Senin kendi çizgin nerden geliyor? Nasıl devam ediyor… Hangi noktalarda, nasıl bütünleniyor…

Azimet Avcu: 2016 yılında Kadıköy Kitap Günleri galiba son kez olarak Haydarpaşa’da yapılıyordu. Seni ismen Uğur’dan çok duyduğum ve çalışmalarını takip ettiğim için biliyordum. Orada bir stantta ‘Rüzgâr Defteri’ kitabını görmüştüm. Hemen almak isteyip etrafta standa kimin baktığını bulmaya çalışmıştım. 10 dakikaya yakın bekledikten sonra birisi gelmişti. Kitabı alıp oradan Karaköy vapuruna yürüyüp vapurda kitabı okumaya başlamıştım ki İlhan Berk’in sana sorduğu bu soruya gelmiştim. Uzun zaman kendi adıma bunu düşünmeye çalışmıştım. Yıllar yılı arada aklıma gelir ve çizginin başına gitmeye çalışırdım. Ama Dipsiz Göl’ü okurken bu soruyla tekrar karşılaşınca çizginin başını buldum. Uğur, bir gün yanımıza gelip çok garip bir rüya gördüğünden bahsetmişti. Ne olduğunu anlatmasını istemiştik. Rüyasında ‘insan annesinin karnında cenin pozisyonundayken bir soru işaretine benzer’ diye bir cümle kurmuş. Uyanınca internetten bir bakmış ki gerçekten öyle. Bunu günlerce anlattı. Çizgimin başlangıcını ararken buraya geldim. İnsan ana rahmine düştüğü ân, yani o çizgi, yaşama yolculukla başlıyor. Bir soru işareti olarak gidiyor. Ben şiir yazmaya çocukluk yıllarımda başladım. Galiba bu illet insanın yakasına gelip bir türlü yapışıyor. Şiir dilini öğrendikten sonra da kendini başka bir dille ifade edemiyorsun. Bana bazen ‘kaç dili iyi seviyede biliyorsun?’ diye sorduklarında ‘iki’ diye söylüyorum. Birincisi Türkçe, ikincisi şiir dili. Söyleme dikkatlice bakınca biraz romantik gelebilir ama bunu başka türlü anlatamam. Şiir dilini öğrenince de o dili bilenlerle iyi diyaloglar kuruyorsun. Uğur’la, senle öyle bir dil üzerinden konuşuyoruz. Normal yaşamlarımız ve gündelik dilimiz kendimizi tarif etmeye yetmiyor. İnsan yürüdüğü yolda arkadaşlarını iyi seçerse yolu da sağlıklı katetiyor. Uğur, Selim, Kadir ve ben böyle bir yolculukta karşılaştık. Onlar benim için iyi şiirin yanında iyi şairin nasıl olması gerektiğini de gösterdiler. Zamanla yolda azalsak da burada haklılığın inadıyla devam ediyoruz. Şiire bakış açıma gelecek olursak da yine bu yolda oluşup gelişti. Şiirimi post-modern çizgiye koyabilirim ama tamamen o anlayışla yazmıyorum. Türkiye’de her türlü sanat akımı gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalıyor. Politikanın hayatımızı çekip elimizden aldığı, hayatlarımızı zorlaştırdığı bir dünyada güncelden uzaklaşıp sadece sanatsal üretim yapamıyoruz. Ece Ayhan’ın şairlik tanımına ‘etikçi’ dediği bir ülkede etikçiliği biz de elden bırakamıyoruz. Uğur, ihmallerle öldü. Orada ambulansından hastanesine sağlıklı çalışan bir sistem olsaydı, Uğur hayattaydı. Burada gelmek istediğim nokta devletin insan hayatına bu kadar kastettiği bir ortamda şiiri silah gibi savunma aracı olarak görmekten başka çaremiz kalmıyor. Pekâlâ, bu noktaya gelmişken iki soru sorayım. Dipsiz Göl’e politik açıdan nasıl bakabiliriz? Dili bu noktada nereden kurmalıyız?

Zafer Yalçınpınar: Bir kere hemen ifade edeyim; Uğur’un vefatına neden olan düşüşe dair söylediklerine yüzde yüz katılıyorum. Uğur’un vefatında çok boyutlu bir ihmal olduğu açık… Doktorlar, hastane vesaireden önce toplumsal bir ihmal var: Uğur, düştüğü yerde çok uzun süre kalıyor! Gelen geçen ahaliden kimse umursamıyor ölü gibi yerde yatan, bilinci kapalı bir insanı! Üstelik bir cumartesi gecesi! İşte mesela, Ece Ayhan’ın ‘toplum’ ifadesinin yerine koyduğu ‘topluluk’ söylemine çok acı bir örnek daha… İnsan toplumu refleksi gösterilmiyor çünkü! Herkes yılbaşı öncesi tatil, eğlence, tüketim ve alışveriş merkezi kafasında çünkü! Yığışım! Herkes yeni yılda fiyatlar ikiye katlanmadan ne satın alayım, nereye gideyim, ne yapayım derdinde! Keza, Uğur’un hastaneye sevk edilmesi de bence çok uzun bir süre…  Sonra, hastanede tetkik-teşhis-tedavi falan gibi süreçler için de çok bekletiliyor. Standartlardan çok uzun bir bekleme süresi yaşıyor Uğur… Aleyhine çalışan, ölüm kalım gibi bir bekleme süresi… Çok acı… Şimdi, bunca hakikati tüm hatlarıyla düşündükten sonra hemşire, doktor kimse çıkıp olayı normalleştirmeye çalışmasın bana! Hepsi o günlerde ya tatilde olmayı düşünür ya arkadaşlarıyla eğlenmeyi ya da benzerleriyle elit elit takılmayı kuruyordur kafalarında… Yıllardır bu böyle! Yıllardır, utanmadan! Taksim dediğimiz lokasyon, rantıyla, oteliyle, turistiyle, elçilikleriyle, esnafıyla, meyhanesiyle, ev sahibiyle, kiracısıyla, taksicisiyle, fuhuşuyla, uyuşturucusuyla, serserisiyle, ruhsatçısıyla, zabıtasıyla, liberaliyle, belediyesiyle ve nihayetinde hastanesiyle, doktoruyla falan tüm hatlarıyla, tüm dokularıyla lağıma dönmüş durumda! Zaten, Bilge Karasu’nun kitabının adını hatırlayalım: “Lağımlar Anası ya da Beyoğlu”. Yani ben Uğur’un vefatındaki ihmaller silsilesinin ‘Yahu çocuk çok ters atlamış, çok ters düşmüş, çok talihsizmiş…’ falan gibi bir doktor ağzı söylemle geçiştirilebileceğini, dahası benzeri söylemlerle ‘müesses nizam’ tarafından geçiştirilmiş olmasını da kabullenemiyorum bir türlü… Şimdi, bu noktada Nâzım Hikmet’in birçok yazısında şiir diline ithafen ifade ettiği başka bir kavrama geçmek gerekiyor: Şiirimizin, şiir dilinin taşıdığı yük! Ve bu yük yaşadığımız coğrafyada çok ağırdır yüzyıllardır… ‘Davet’ adlı şiirinde Nâzım Hikmet’in ‘Dörtnala gelip Uzak Asya’dan / Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan / bu memleket…’ olarak tanımladığı coğrafyamızda her şey çok zorlu ve acılı yaşanıyor. Yüzyıllardır içinde bulunduğumuz coğrafyanın ‘kara gerçeğini’ gören bir şairin durumu da Nâzım’ın aynı şiirindeki şu dizelere benzer: ‘Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak / ve ipek bir halıya benzeyen toprak / bu cehennem, bu cennet bizim’ Dipsiz Göl, sanıyorum, en ağır ve kara gerçeklerle örülmüş şiir kitabım… Böylesi bir ‘şiirsel yük’ taşıyor. Özellikle de ‘Dipsiz Göl’e girdim’ diye başlayan birinci bölüm… Uğur’un ölümüyle birlikte kitabın üzerindeki şiirsel yük de çok arttı. Tuhaf bir çelişki var: Gündelik yaşamın şiirselliği her geçen gün azalıyor, ama dilin ve mantığın yaşamındaki derin tarihsel yük, dile getirilen kalp ve vicdan arayışı her geçen gün daha fazla artıyor. Hakikat yolundaki kalp ve vicdan arayışı… Bence bu durum bizim coğrafyamıza özgü… Sence de öyle değil mi, bütün bu yakın ve uzak tarihsellik boyunca, tüm yaşadıklarımızdan sonra, kim bu coğrafyanın şiirsel yükünü sırtlanmak ister ki? İkinci Yeni’nin parladığı baskılı dönemde bile daha fazla şiirselliği vardı yaşamın, ya da 1950 şiir hareketinde… Mesela, Ece Ayhan yaşasaydı bugün, 2023’te, kesinkes söylüyorum bunu; şiir yazmayı bırakırdı! Sıkılırdı. Kapitalizm sonrası neoliberal dünyanın aldatıcılığından, sinsiliğinden, bireyi içine düşürdüğü kapandan sıkılırdı. Öylesine karanlık ve palyatif bir dönemde yaşıyoruz şu an… Uğur’un sana gönderdiği bir mesajı göstermiştin bana. Şöyle diyordu Uğur son merhalede: ‘Şiirle rabıtamız kalmamıştır.’

Azimet Avcu: Birgün Aslıhan Pasajı’ndaki sahafları dolaşırken Uğur sevinçle “Azi koş Ece Ayhan’ın bir süredir aradığımŞiirin Bir Altın Çağı’ kitabını buldum.” dedi. Sahaf 200 Lira gibi yüksek bir fiyat çekince üzüntüyle daha sonra alırım deyip kimsenin göremeyeceği bir yere sıkıştırdı. O dönem için bu kitap kafamın köşesine kazınmıştı. Yıllar sonra bu kitap elime geçtiğinde “TARİHE BAKARSANIZ ANLARSINIZ!” diye bir yazıya denk gelmiştim. Orada şöyle bir kesit vardı: “Zaten yamuk ve yampiri bu dünya; tabii bana göre, tümüyle bir ‘kötülük toplumu’ ya da daha yetkin anlatışla, ‘örgütlenmiş sorumsuzluk’tur: Gerçekte ve dipte olan!” Dipsiz Göl tam bu noktada daha büyük bir karşılık buluyor. Yüzeyden bakınca anlaşılmayan ve içine düştükçe çıkılmayan o büyük bir dehliz… Sanatın her zaman iyileştirici bir yanı var. Eğer şiir bizim hayatımızda bu kadar yer edinmese iyileşmez yaralarımızla silinip gideceğiz. Ece Ayhan’da bugün yaşasa senin aksine böyle düşünürdü. Ölümle yüzleşmenin tek yolu yazmaktan geçiyor. Söz bitiyor, ağıtlar diniyor, toprak soğuyor… ama bu şiirler birilerinin kitaplığında, dilinde, hafızasında duracak. Bu özel kitap için ben Yalçınpınar’a teşekkürlerimi sunuyorum. İmgenin ve doğanın bu kadar çoğullandığı Dipsiz Göl’de bize yaşam ideasını tekrar hatırlatan şair okurlara son olarak ne söylemek ister, bunu merak ediyorum.

Zafer Yalçınpınar: Herkesin farklı bir dilsel formülü veya şiarı vardır, şiir ve yaşamla ilgili… Tamamıyla benim icat ettiğim ve kendi 44 yıllık zavallı yaşamımda tüm hatlarıyla deneyimlediğim formül şu: ‘Şiir, dilin sürdürülebilirliğidir.’ Bu formülü ilk kez Kasım 2018’de gerçekleştirilen İlhan Berk Sempozyumu’nda dile getirmiştim. Şiir, imgesel alan derinliğinin uzamında salınan ve dilin sınırlarını genişleterek geliştiren bir özüt! Geçmiş ile geleceğin dili arasında hakiki ve adil bir bağ kurabilen tek-son-öz! Şiirin eşsizliği -eşsiz olana yakınlığı- bu bağda, bu bağın haysiyetinde gizli… Şimdi, aslında, Ece Ayhan’dan aktarmak istiyorum son sözlerimi… Uğur yaşasaydı, o da öyle yapardı çünkü. Yaklaşık olarak şöyle diyor Ece Ayhan Çağlar: “Böylesi bir uçsuz bucaksız ‘kötülük dayanışması’ ortamında karamsar olunmaz da, ne olunur bilemem. Ama benim karanlığımın rengi akkordur, o ayrı. (…) İzin verin de bir kömürün bir elmasa dönüşmüş olduğunu artık anlayalım! (…) Şiir gerçeği yeder! İşte böyle olumsuz bir yeri vardır şiirin toplumlarda. Bir toplumda yeri olmayışı onun yeridir.”

Aralık 2023


Hamişler:

1/ Dipsiz Göl’ün basılı/matbuu olarak yayımlanan ikinci edisyonunu https://www.kitapyurdu.com/kitap/dipsiz-gol/669036.html adresinden satın alabilirsiniz. Tam metin dijital nüsha ise https://upas.evvel.org/dipsiz.pdf adresinden indirilerek, arşivlenebiliyor…

2/ Zafer Yalçınpınar’ın tüm edebiyat çalışmalarını https://zaferyalcinpinar.info adresinden inceleyebilir ve tüm kitaplarını aynı adresten -pdf dosyası biçeminde- arşivleyebilirsiniz.

Eyl
19
2021
--

Edebiyat denizinde “Dümensiz” seyirler… bir “Yeniden Yazım” projesiyle başlıyor…


Upas taifesinden dostumuz Cem Onur Seçkin, dumensiz.net adresinde yeni bir yolculuk tasarlıyor… Ece Ayhan ve Turgut Uyar etkileşimli bir “Yeniden Yazım” deneyimiyle Dümensiz’in edebiyat serüveni başladı. İncelemek için: https://dumensiz.net/yeniden-yazm



Dümensiz kapsamında yer alan “Yeniden yazım” deneyinin bütününü https://dumensiz.net/yeniden-yazm adresinden inceleyebilirsiniz.


Fransız Edebiyatı’nda La Réécriture olarak geçen yeniden yazım, önceden yazılmış bir edebi metnin ayrışık ögelerini, açık ya da kapalı anlamlarını, poetik duruşunu yeniden düzenleyerek duygu-duygulanım, düşünce-düşünce düşkünlüğü diyalektikleri arasındaki uyumlarını yeniden sağlayarak yeni bir metin ortaya çıkarma işlemidir. Yazar başka metinlerden aldığı ayrışık ögeleri bir araya getirerek yeni bir yapıt ürettiği için Antoin Compagnon yazmayı bir yeniden yazmak olarak nitelendirerek alıntıdan ve kolajdan bir farkı olmadığını dile getirmiştir. Ancak yeniden yazımı sadece metinlere ait unsurların yeni bir metinde dönüştürülmesi olarak sınırlamamak gerekir. Bir şair ya da yazar kendi yazdığı metne redaksiyon uygulamak, metni derinleştirmek vb. amaçlarla da kendi yapıtlarını yeniden yazabilir. Bu yargıya bakıldığında örnek verilebilecek yazarlardan biri Margeurite Duras’tır. Duras, kendi yapıtlarını yeniden yazdığından dolayı onda metinler arasılık (autointertextualite)ya da bir öz yeniden yazma(autoréécriture) biçiminde görülür. Yazarın yeniden yazım gerçekleştirdiği yapıtlarda, eski yapıtların izleri yoğun biçimde bulunur. Böylelikle yapıtlar arasındaki bütünlük, çizgisellik ve geçiş sağlanmış olur.

Bkz: https://dumensiz.net/yeniden-yazm
Mar
25
2019
--

4000inci


Şu an okumakta olduğunuz bu “yayım” ya da “başlık” EVV3L’de 4000. paylaşıma ulaştığımızı gösteriyor. Yani, 2006 yılından bugüne toplamda 4000 adet başlıktan oluşan paylaşım/yayım bu sayfalar -ya da işte ekranlar- üzerinden gerçekleştirilmiş…

Sayıların herkesin diline düşen bön ya da “duvar saatleri gibi ahmak” taraflarıyla konuşmayı sevmem, ancak, EVV3L kapsamında okuyucuyla paylaştığımız şiirleri, görsel işleri, değinileri, duyuruları, anlatıları, dizeleri, ifşaatları, lobutları, buluntuları, efemeraları, Ece Ayhan, İlhan Berk, Kuzgun Acar, Kerim Çaplı, Yavuz Çetin, Sait Faik, Oruç Aruoba, Bilge Karasu, Nâzım Hikmet, Abidin Dino, F. H. Dağlarca, Bedri Rahmi gibi özel ilgileri,  alıntıları, etkinlikleri, tartışmaları, incelemeleri, kitapları, Kadıköy’ü, adalar kültürünü, söyleşileri, izlenimleri, deneyimleri, sahafları, e-kitapları, dergileri, araştırmaları, sokak sanatını, dilbilimi, mücadeleleri ve tüm bu paylaşımların etrafında yer alan insanları düşündüğümde, (nitelikle eşanlı olarak garip bir nicelikte de kendini bulan) söz konusu cehennemvari ‘Aksak Kolaj’ın imgesel uzamı, içerdiği duygudurum tuşeleri, çeşitlenen morfolojik yapısı ve göstergesel derinliği beni coşkuyla dolduruyor.

EVV3L’in yayım hayatının dörtyüzbininci başlığa (paylaşıma, yayıma) ulaşmasını dileyerek ve Turgut Uyar’ın “üçyüzbin” adlı şiirinden kısa bir bölüm alıntılayarak sözlerimi sonlandırayım:

bu kıvırcık ateşten yalanlar
300.000
kimi sularca inanıyorum kimi zulüm yakıcı
çocuksu, deli deli zincirler boğuntusu gök
elimde kolumda senin seslerin var gel de aldırma
(…)
seni kentlere seni bankalar seni seni
300.000
seni zamansız ölümlere karşı koyuyorum hep aklımdasın
yükün ağır, bir irisin bir ufaksın yetiştiremiyorum 300.000
kapattığımız sağnak akşamları açtığımız sabahları
300.000
elimden tut beni acar balıklara alıştır
tekin durmayı öğret acıkmış aç kayalarda
(…)

TURGUT UYAR

Mar
24
2018
--

59 Yıl Sonra; ‘Kınar Hanımın Denizleri’nin İkinci Baskısı (Ece Ayhan)

‘Kınar Hanımın Denizleri’ / Ece Ayhan
İlk Baskı (Açık Oturum Yayınları, 1959) ve 2. Baskı (YKY, 2018)


Ece Ayhan’ın 1959 yılında yayımlanan ‘Kınar Hanımın Denizleri’ adlı ilk şiir kitabının, 59 yıl sonra YKY tarafından ikinci baskısının gerçekleştiğini gördüğümde tuhaf bir heyecan hissettim. Şöyle düşündüm: “Eğer bu şiir kitabı yayımlandığı ilk yıllarda okurlar tarafından anlaşılıp içselleştirilseydi, dünya bugün bambaşka bir yer olurdu.” Aynı düşünceyi Turgut Uyar’ın ‘Dünyanın En Güzel Arabistanı’ adlı şiir kitabının yeni baskısı(2016) gerçekleştiğinde de dile getirmiştim. Şimdi, bugün, Ece Ayhan’ın poetikası için bahsi büyütmek gerekiyor: “Kınar Hanımın Denizleri, şu an, 2018 yılının Mart ayında okurlar tarafından anlaşılıp içselleştirilirse, dünya gelecekte bambaşka bir yer olur!” (Zy)


Kınar Hanım’ın Vefatına İlişkin Kupür
(Yeditepe Dergisi, 1950, Sayı: 8)


Kınar (Sıvacıyan) Dağ


Hamiş: EVV3L  kapsamında yayımlanan Ece Ayhan ilgilerinin indeksine https://bit.ly/eceindeks adresinden, “Bakışsız Bir Kedi Kara” adlı Ece Ayhan web sitesine ise https://zaferyalcinpinar.com/bakissiz.html adresinden ulaşabilirsiniz.

May
15
2017
--

“şöyle herkese bir bıçak”

(…) diri, keskin bir bıçak. Tragedyaya yakışan.
İsteyen saklayacak, isteyen kullanacak.
(…)
Ah anlayın, anlayın,
şöyle herkese bir bıçak
(…)
Bir yalvaç yüzbin bıçak taşıyan
eğri büğrü uzun kalın bıçak taşıyan
Herkese verecek bir bıçak taşıyan.
Üstelik yok bahasına..
(…)
Ocakları yayılmış her kente, her köye
Eskimiş bir şey değil her zaman mümkün
bütün gazeteler yazdı zaten..
Vaz ederek dolaşıyormuş, ardında yüzbinlerce kişi
Körlere ilâç, işsizlere iş,
isteyene kartvizit, isteyene üyelik
Büyük kurtuluş, büyük kalkınma, yani büyük ölüm
Aman davranın her şey nasıl gevşemiş
davranın nasıl gevşemiş…
Büyük kurtuluş baylar, toplanın katılalım
Düşünün her ölümlüye bir bıçak
Toplanın ona katılalım..
(…)
Ünü yayıldı ülkemize,
O tükenmez bıçaklar taşıyan…
(…)

Turgut UYAR
“Veys”,  YKY, 2. Baskı, 2017, ss. 16,18-19

Written by Adabeyi in: Usta Beni Öldür! (AKSAK KOLAj) |
Nis
29
2017
--

Yeni Yayım Sıkı Kitaplar (1)


Turgut Uyar, “Veys”, YKY
Hermann Hesse, “Klein ve Wagner”, YKY
Julio Cortazar, “Takipçi”, Deli Dolu Kitap
Julio Cortazar, “Gözlemevi”, Everest Yayınları
Francis Picabia, “Sonradan Görme İsa”, Sel Yayınları


Zafer Yalçınpınar‘ın Kitap İncelemeleri’ne
https://evvel.org/ilgi/kitap-incelemeleri adresinden ulaşabilirsiniz.


Kas
20
2016
0

“Oktay Rifat’ın Önemi” (Z. Yalçınpınar)

Oktay Rifat’ın poetikasındaki alan derinliğinin, Garip ve İkinci Yeni şiir akımları arasında hareketlenen bir bağlaç bölgesi oluşturduğunu -ki Cemal Süreya bunu bir tür ters ama yadsınamaz eklemler bütünü olarak görür- sezmemden sonra, Oktay Rifat’in önemi daha da belirginleşti. Zaten bugün, sıkışmış, hem kültürel, hem de imgesel açıdan “hareket alanı daralmış” beylik bir edebiyat ortalığının vasatî havasını -şiir ödülleri, antolojiler, kitap tanıtım dergileri, edebiyat etkinlikleri ve mağaza vitrinleri gibi hileli enstrümanlar aracılığıyla kandırılan- heveskâr bir kitle içine çektikçe, yani edebiyat ortalığı dediğimiz ortalama, işbu “verili vasat” havayı kabul edip hileli bir suhuletin pürüzsüz ezber alanına yerleştikçe, Oktay Rifat gibi poetik açıdan üssel başarılar elde etmiş, yani imgelemin doruklarına temas etmiş şairlerin önemi daha da artıyor. İkinci Yeni’nin de öyle…

Tıpkı İkinci Yeni akımının sürekli genişleyen ve geleceği belirleyen şiirsel bir devinimi daha yukarılara taşıması gibi Oktay Rifat’in şiirleri de “imgesel parlaklık(kontrast)” diyebileceğim üssel bir dil kurarak geleceğe uzanmaktadır.

Oktay Rifat poetikasının bu etkili yürürlüğünün zirve(peak) noktasını “Perçemli Sokak” (Yeditepe Yayınları, 1956) adlı şiir kitabında görüyoruz. İkinci Yeni şairlerinin “ivedilikle, bir gecede” yazıldığını varsaydığı Perçemli Sokak’ta kendisini gösteren “imgesel parlaklık” son derece etkilidir, etkisini hâlen sürdürmektedir. İkinci Yeni taifesi bu aşkın etkiyi bir tür “apansız oluşum, otomatik yazım” sanmışlar ya da öyle olmasını umut etmişlerdir.

Oktay Rifat poetikasının etkili yürürlüğünün başlangıcını ise “Aşaği Yukari” (Yeditepe, 1952) olarak kabul edebiliriz. (Bir not; İkinci Yeni’nin bitmeyecek serüveninin, yani “Sirkeci’de inmedikleri” serüvenin başlangıcı da 50’li yılların tam ortasına tekabül etmektedir.) 1970’li yıllara gelindiğinde bazı konuşma ve söyleşilerinde -kısık sesle ve satır aralarına sıkışsa da- İlhan Berk ve Ece Ayhan, Oktay Rifat’in İkinci Yeni’den olmadığını, daha doğrusu Oktay Rifat’ın İkinci Yeni’den uzak bir gerçeküstü dili benimsediğini kesinlik içeren bir tavırla söylüyorlar. Ama “görünüm” hiç de öyle değildir. Evet, İkinci Yeni, -tüm zamanlarını, hatta bugününü de düşünerek söylüyorum- özellikle de Edip Cansever ve Cemal Süreya şiirlerinde olduğu gibi tanınırlığı yüksek cihetinde, Oktay Rifat’ın Perçemli Sokak’la zirveleşen poetikasından daha konvansiyonel(uzlaşımcı) bir dille yürümüştür. Ancak, Turgut Uyar, İlhan Berk ve Ece Ayhan’ın oluşturduğu diğer cihette -ve bu cihetin özellikle 50’lerdeki eserlerinde- ise uzlaşımcı diyebileceğimiz alanın çok daha dar, yani Oktay Rifat’ın imgelemine -“icat ettiği gerçeğe”-, Perçemli Sokak’a çok yakın olduğunu fark ediyoruz. Bu yakınlık özellikle de İlhan Berk’in yaşamı ve eserleri için geçerlidir.

İlhan Berk’in tüm yaşamı boyunca dillendirdiği “Anlamsızlığın Anlamı” çeşitlemesinin erken bir özdeşini Oktay Rifat’ta görürüz. Bu açıdan “Perçemli Sokak”ın önsöz yazısı en önemli metindir. Söz konusu dönemde -herkesten önce, ilkin- Oktay Rifat çeşitli çevrelerce yadsınmaktadır. Garip akımını terk ettiği nokta/zaman da budur. Örneğin, Melih Cevdet Anday tüm yazın hayatı boyunca -gerek edebiyat dergilerinde, gerekse de köşe yazılarında- Garip şiirinin “düşünce”den yola çıktığını ve pür düşünceyle biçimlendiğini, düşünsel bir gücü olduğunu, bunu da dilsel serbestisinden aldığını iddia etmiştir. Fakat, yeni zamanlarda -20. yüzyılın başlarından itibaren- kültür, politika ve retorik endüstrisinin eline mahkûm edilen “düşünce” ve “akıl”, hiçbir zaman pür bir şiirselliğin geleceğe uzanan birincil unsuru olamamıştır. Zaten, “kullandığı nedensellikler” ve mantıksal zincirler bu geleceğe elvermez. Oktay Rifat, 50’li yılların sonuna doğru “Esi” ve “Yeditepe” dergilerinde kaleme aldığı birkaç yazısında, şiirdeki “Akıl” ve “Anlam” bileşenlerini Henri Bergson’un sezgisellik kuramı kapsamıyla eleştirir, bu iki bileşenin poetikayla olan ilişkisinin birincil olmadığını açık açık ifade eder:

(…)Bizde anlamsız şiir deyince, bir şey söylemeyen, bir şey anlatmayan şiir sanılıyor. Olur mu öyle şey! Bir şey anlatmamanın en kestirme yolu susmaktır. Her ağzını açan, ister istemez, bir şey anlatmak sorumluluğunu yüklenir. Anlamsız şiir, bir şey anlatmamak şöyle dursun, bize anlamlı şiirin anlatamadığı şeyleri anlatıyor, bizi insandan uzaklaştırmak şöyle dursun, bize insan gerçeğinin, dış gerçeğin ta kendisini vermeye çalışıyor. Bugünkü şiir, gerçeği yakalamak peşindedir. Diyeceksiniz ki gerçeğe ulaşmanın bir yolu var, o da akla başvurmak. Bilim için belki doğru olan bu söz, şiir için doğru değildir. Çünkü şiirin aradığı, gerçeğin başka bir yönüdür. Şiir, gerçeği, heyecan veren yönüyle arıyor.(…)Bugünkü anlamcılar da bir bakıma gerçeküstücüler gibi yanılıyor, bilimsel bilgiyle, şiirsel bilgiyi birbirine karıştırıyorlar, bu iki kolu ayırt etmek istemiyorlar. Georges Mounin adındaki eleştirmeci, şiirsel bilgiyi, heyecana dayanan bilgi (connaissance émotionnelle) olarak tanımlıyor. Gerçek karşısında duyulan heyecan şiirin konusudur. Eski şair, bu heyecanı duyuma aykırı bir şekilde aklında dondurarak, akıl yoluyla anlatırdı. Bugünkü şair bu heyecanı gene aklın ışığında, ama aklın dışından, daha canlı, duyuma daha yakın olarak vermeye çalışıyor.(…)Gerçeğe ışık tutmakta gösterdiği başarı yeni şiirin erdemlerinden biri.(…) (Oktay Rifat, Yeditepe Dergisi, 8 Aralık 1958)

(…) Arı hareket (mobilité pure), arı süreklilik (continuité pure), canlının yaratıcı gelişimi (évolution créatrice) akla sığmaz. Aklın süreklilik, hareket dediği şey, ister istemez, sinema şeridindeki süreklilik gibi, birbiri ardına dizilen hareketsizliklerden meydana gelir. Aklın canlı cansız, gerçeği bütünüyle kavraması için, içgüdünün gelişmesinden meydana gelen sezgi  (intuition) ile tamamlanması gerekir. (…) Bergson, içgüdüyle ilgili düşüncelerini şu cümle ile özetliyor: “öyle olaylar vardır ki, yalnız akıl arayabilir bunları, ama kendiliğinden bir türlü bulamaz, yalnız içgüdü bulabilir, ama içgüdü de hiçbir zaman arayamaz.” (…) Duygu, akıl dışı bir olaydır. Bilinir, duyulur, ama anlatılmaz. Fransızca deyimiyle intelligible değildir, anlama sığmaz. Ama şu var ki, şairler, duygularını akıl diline çevirerek anlatmaya çalışırlar. Daha doğrusu, akıl dilinde, duygularına bir karşılık bulurlar. Buna, duygularını dillendirirler de diyebiliriz.(…) (Oktay Rifat, Yeditepe Dergisi, 28 Şubat 1959)

Oktay Rifat’in görüşü aradan yaklaşık olarak otuz yıl geçtikten sonra, 1980’lerde de değişmemiştir. (Zaten, Oktay Rifat’in “Bay Lear” adlı romanında kullandığı şiirselliği de ispat olarak kabul edebiliriz.) 1980 yılında Oktay Rifat’in Yusufçuk adlı dergide söylediği şu sözler, sanki İlhan Berk’in o dönemdeki söylemlerinde ve yazılarında yer alan temel unsuru anlatır gibidir:

(…)Perçemli Sokak’la yapmak istediğim gerçeğe biraz daha sokulmak, yaklaşmaktı. Gerçeği duyularımızla tanırız. Hiç ağaç görmemiş birine birden çınarı gösterirseniz ne yapar! İnsanoğlu kendini alıştıra alıştıra algılar gerçeği, böylece öldürür onun şaşırtıcı ve olağanüstü yanını. (…) Şiir hep bizden önce vardır, doğada da, kitaplarda da. Şunu söylemek istiyorum: Okumasını ve bakmasını bilirseniz hemen tanırsınız onu. (…) (Oktay Rifat, Yusufçuk Dergisi, 1980)

Sonuçta, geleceğe uzanan, geleceği biçimlendiren poetikanın alan derinliğine baktığımızda, İkinci Yeni taifesinin bir cihetiyle Oktay Rifat’ı ve Perçemli Sokak’ın imgelemini bir arada kümelenmiş, aynı şekilde devinen bir imgelem olarak görürüz. (Bir tüyo; söz ettiğim imgesel devinime, Sait Faik’in “Alemdağ’da Var Bir Yılan”(1954) adlı kitabı ile Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “Çocuk ve Allah”(1940) adlı kitabını da ekleyebiliriz.)

Oktay Rifat’in önemini vurgulamaya çalıştığım bu kısa yazıyı önemli bir anıyla sonlandırmak istiyorum;

2006 yılının Ağustos ayında, Bodrum-Halikarnas’taki evinin ünlü “avlu”sunda İlhan Berk’le “yüz yüze” görüşme fırsatı bulmuştum. O görüşmede -kısacık bir arasöz olarak- İlhan Berk’in dile getirdiği şu söylem beni çok etkilemişti:

“Sizler çok şanslısınız. Şairlerle, büyüklerinizle tanışıp yüz yüze konuşabiliyorsunuz. Mesela ben Oktay Rifat’la yüz yüze konuşamadım hiç.”

 

Zafer Yalçınpınar
21 Nisan 2014

Yazıya -ayrıca- issuu’daki şu adresten ulaşabilirsiniz:
https://issuu.com/adabeyi/docs/oktayrifatinonemi

Eki
16
2015
0

Poetika Çalışması/Söyleşi: “RÜZGÂRI ŞİİRLEMEK…” (Z.Yalçınpınar / U.Yanıkel / Eylül 2015)

Uğur Yanıkel’le birlikte ‘Rüzgâr Defteri’ adlı metnimi orjin alarak başladığımız, ardından da ‘İmgelemin Özgürleşmesi’, ‘Ece Ayhan’ ve ‘İkinci Yeni’nin şiirsel alan derinliğine doğru genişlettiğimiz söyleşinin tam metni aşağıdadır.

Bu söyleşinin özel bir öneme sahip olduğunu dile getirmeliyim: Bu söyleşi, yazdığım bir metnin imgesel imkânlarının yanı sıra semantik etkileşimlerini de sınayan, beni yeni düşünce merhalelerine götüren, kendi metnimin anlamını daha tutarlı bir şekilde görebilmemi sağlayan tam bir ‘poetika çalışması’ oldu. Uğur Yanıkel’e ne kadar teşekkür etsem azdır…

Sahicilikle / Zy

Not: Söyleşinin PDF biçemine https://bit.ly/ruzgarisiirlemek adresinden ulaşabilirsiniz.


 

Uğur Yanıkel: Oyun Yayınevi tarafından geçtiğimiz ay yayımlanan Rüzgâr Defteri, adalarda ‘örülmüş’  bir anlatı, zaten kitabın giriş kısmında da bunu açıkça dile getiriyorsun. Kitabı okuduğumda şunu fark ettim; evet, ada kültürünün etrafında yoğun bir şekilde ‘dolaşıyorsun’ ancak bir şeyi ‘yakalıyorsun’, rüzgârı… Rüzgârı yakalıyorsun ve rüzgâr üzerinden derinlemesine bir sorgulama, analiz sürecine girişiyorsun. Ancak, burada bahsettiğim sorgu ve analiz, duyusal alan üzerinden ilerliyor. Bu süreçten sonra da rüzgârı adeta modelliyorsun. İfade etmeliyim ki bahsettiğim bölüm, beni en çok heyecanlandıran, etkileyen bölümdü. Çünkü rüzgârın işlevini, oluşumunu biliyoruz ve tüm bunların doğaya ve canlılara yansımasını görebiliyoruz, ancak kendisini göremiyoruz somut bir şekilde. Görünmeyeni görünür kılman beni heyecanlandırdı açıkçası. Ayrıca bu modellemeyi yapabiliyor olmanda imgelem gücünün yanı sıra geçmişteki eğitim sürecinin ve çalışma hayatının da etkisi olduğunu düşünüyorum. Sen bu konuda neler diyeceksin?

Zafer Yalçınpınar: Ne diyeyimtutarlı, doğruya yakınsayan sözler bunlar… Sorduğun soruda ‘analiz ve modelleme’ diyerek tespit ettiğin durumun nedeni, Rüzgâr Defteri’ni yaşarken -ya da ‘rüzgâr’ denen şeyi düşünürken- elde ettiğim bulguları, görüngüleri alegorik bir dille işlemeye, örmeye çalışmamdır. Bu alegorik dilin bir tür eksiltme hareketi sonucunda oluştuğunu söyleyeyim: Defterin başlangıçtaki, yaşandığı ândaki gerçekliğini değiştirerek ‘rüzgâr’ olgusunun işaret ettiği düşünsel alanı daha belirgin, göz önüne getirilebilir ve nihayetinde ‘sorgulanabilir’ kılmaya çalıştım. Yani, matematikle özdeşleştirerek ifade edersem; yazdığım metnin sürekli olarak türevini aldım ve ‘rüzgârın anlamı’ diyebileceğimiz alegorik bir katmana ulaştım. Bahsettiğim bu işlek kulağa zor, karmaşık, saçma ve tuhaf geliyor olabilir. Basitleştirirsek; ‘rüzgâr’ denen şeyi önce anlayıp sonra da anlatmaya çalıştım. Bunu da metindeki düşünselliği ve imgeselliği dengeleyerek kotarmaya gayret ettim. Aslında, Rüzgâr Defteri’ndeki işleğin ne olduğunu anlatmak için Almanca’da güzel bir fiil vardır: ‘dichten’. Oruç Aruoba bu kelimeyi “şiir olarak kurmak” şeklinde çevirir. Ludwig Wittgenstein bir yazısında “Felsefenin aslında şiir olarak kurulması gerekir.” diyor. Ben de bunu yapmaya çalıştım. ‘Rüzgâr’ olgusunu şiirlemeye, rüzgârın varoluşunu ‘şiir olarak kurmaya’ gayret ettim. Rüzgâr Defteri’nin adalar kültürü ve geçmiş çalışma hayatımla olan ilgisinden önce, bu bahsettiğim ‘şiir olarak kurmak’ meselesi çok daha belirleyici ve önemli… Bunun üstünde durmalıyız sanırım. Bütün bu sözlerimden ve açıklamalarımdan ne anlaşılıyor? Sence nedir Rüzgâr Defteri? Felsefi bir metin mi, şiir mi? Nedir sence?

ruzgardefteri

Rüzgâr Defteri

 

Uğur Yanıkel: Aslında tüm bu bahsettiklerinin bir çıktısı olarak şunu söyleyebilirim, Rüzgâr Defteri tek tığ ile örülmemiştir. Yani, oluşma, örülme evresindeki ilerleyiş, izlenen yol, yöntem bakımından baktığımızda ve bunun yanında kitabın içeriğindeki rüzgârı anlamaya yönelik sorulan soruların yönlendiriciliği bakımından felsefi bir ‘tığ’ kullanılmış diyebilirim. İkinci tığ ise senin de bahsettiğin ‘şiir olarak kurmak’  fiilinden de yola çıkarak erişilen şiirsellik ya da içeriğinde şiirsel bir tını barındıran imgelem. Tüm bu söylediklerimden de anlaşılacağı üzere Rüzgâr Defteri için yalnız başına bir ‘felsefi metin’ ya da bir ‘şiir’ diyemem. Rüzgâr Defteri, yazarının gördükleri, yaşadıklarının bir sonucudur en nihayetinde, dilin kendine özgü bir biçimde kullanılmasından dolayı yine bu temel üzerinden tanımlanabilir, diye düşünüyorum. Zaten, Rüzgâr Defteri dahilinde ve haricinde de böyle düşünüyorum. Yani mesela, bugün artık, ‘şiir’ kavramını gördüğümüzde ya da duyduğumuzda ‘kafamızın içinde’ ne kendini gösteriyor? Bu çok önemli. Şiirin ‘dinamik öz’ diyebileceğim ya da kavramlar üstü bir ‘şey’ olduğunu düşünüyorum. ‘Dinamik öz’ dememi şöyle bir örnek vererek açıklamaya çalışayım: Ateş böcekleri geceleri parıldayan bir böcek türüdür, yani gündüzleri ışık saçmazlar, hâl böyleyken gündüz bir ateş böceğini -tanıyıp- gördüğümüzde, gözümüzü kapatıp elde ettiğimiz ‘karanlık’, ateş böceğinin parıldamasına neden olmaz. Üstelik ateş böceğini de göremeyiz. Bu örnekte bana göre asıl ‘şiir’ ateş böceğidir. Yani o ‘dinamik öz’ dediğim kısıtlandırılamayan, ‘gözümüzü kapattığımızda’ görünmeyen ‘şey’dir.  Buradan hareketle şiirin alışılmış bir biçime(forma) artık gerek duymadığını söyleyebilirim. Bana kalırsa şiir bunu aşan tek türdür; bir biçime(forma) ihtiyaç duymadan varlığını sürdürebildiği için… Bu bağlamda dilin ve kelimelerin göz önünde olmadığı ‘şeylere’ bakalım; yanmış bir filmi banyo ettiğimizde elde ettiğimiz görüntü, ufak bir çocuğa oyalanması için verilen kâğıt ve kalem ile çocuğun yaptığı çizim -ki çocuk genelde o kâğıdı rastlantısal olarak karalar yani ‘rüzgâr’ı çizer-. Verdiğim örnekler çoğaltılabilir elbette. Ancak bu verdiğim örneklerin ve daha fazlasının kişisel sezme yetimiz ile farkında olabiliriz. Rüzgâr Defteri’nin benim için asıl önemi, senin bahsettiklerini saklı tutarak söylüyorum, buradan geliyor. Çocukken hepimiz rüzgârı ‘modellemişizdir’ ancak bunun rüzgârı görünür kılıyor olduğunu bilmeden, farkında olmadan. Rüzgâr Defteri ile şahsen bu farkındalığı kendime kazandırdım. Peki, sen, Rüzgâr Defteri’ni oluştururken, ‘rüzgârı keşfettin’ diyebilir miyiz? Eğer öyleyse, bu keşfin Rüzgâr Defteri dışında bir yansıması oldu mu sende?

Zafer Yalçınpınar: Doğduğumdan beri her yılın belli bir dönemini adada yaşıyorum. Ada yaşamında, denizin hareketini belirleyen rüzgâr çok önemlidir. İnsan için ‘düşünmek’ ne ise ada için de ‘rüzgâr’ odur. Rüzgâr sürekli yaşamı değiştirir, hemen her şey rüzgâra bağlıdır adalarda… Rüzgâr Defteri’nin yazım sürecini yaşamsal düzlem üzerinden anlatayım o zaman… 2013 yılında Duygu Gündeş’le birlikte Bozcaada’da tatile gittik. Bu tatilde, konaklamak için Bozcaada’nın kıyı şeridinde bulunan popüler mevkilerden birini değil de, daha içrek, adanın kuzeydoğuya bakan tarafında bulunan bağ ve bahçelerin ortasında, salaş diyebileceğimiz bir yer seçtik. Bu mevkide, tatilin ilk ânından son ânına kadar rüzgâr hiç durmadı, sürekli ve kuvvetli olarak kendini hissettirdi. Sürekli esiyor, bir şeyler anlatıyor, sürekli birşeyleri düşünüyor, düşündürtüyor gibiydi. Bu yaşantı parçasında, Rüzgâr Defteri’nin ilk orjini oluştu; belirleyici kavram, metne eşlik edecek olan odak noktası bu ‘süreklilik’ti. Diğer orjin ‘rüzgârın etkinliği, etkililiği’ydi. ‘Devinim’ olgusuyla birlikte  ‘rüzgârın yaşama düşünce katması’ da defterin temel eğretilemesidir. Bu orjinler ya da ‘mihenk noktaları’ üzerinden defterin örülümü, yazımı bir tam yıl boyunca sürdü. Marmara Adası’nda, 2014 yılında, fırtınalı bir gecede deftere son noktayı koydum. Bu başlangıç ve bitiş arasında oluşan imgelemin, evet, konuşmamızın başında da vurguladığın gibi matematik ağırlıklı eğitim sürecimden, para kazanmak için bir on yıl kadar çalıştığım bilim kurumundan tut da bulanık mantığa veya dilbilim felsefesine olan ilgime ve araştırma çalışmalarıma kadar uzanan bir arkaplanı olduğunu söyleyebiliriz. Ancak, önemli olan defterin yazımındaki tetikleyici kıvılcımlardır. İlk denklemdir. Daha önce de ‘Çalmayan’(Eylül 2014, Kendi Yayınları) adlı şiir kitabımı okuyan bir arkadaş şiirlerimi ‘matematiksel’ bulduğunu ifade etmişti. Sence, şiir ve matematik arasında belirgin bir ilişki var mı? Sembolik anlatım ekolünde, Bilge Karasu’da veya Rüzgâr Defteri’ndeki alegorik katmanda bu türden bir ilişki mecburiyet hâline mi dönüşüyor? Ece Ayhan, bir yazısında, ‘İkinci Yeni logaritmalı şiirdir.’ der. Peki, şimdi ben kalksam, ‘şiirsel önerme’ ya da ‘imgesel önerme’ diye bir şeyler, kavramlar atsam ortaya, bu ifadeleri duyduğunda aklına neler gelir, ilkin?

uy

Uğur Yanıkel

 

Uğur Yanıkel: ‘Şiir ve matematik’ dendiğinde akla ilk gelen şey ‘ölçülü şiirler’ oluyor. Ancak buradaki biçim odaklı ilişkiyi bir kenara bırakırsak, sanırım şiir ve matematik arasındaki ilişkinin temel belirginliği soyut düşünce ya da soyut düşünebilme becerisinden geliyor. En genel tabiri ile matematik, evren ve zaman içerisinde bulunmayan ancak akılda varlığını sürdüren, soyut zeminde düşünebilmenin sonucudur. Şiirde de böylesi bir soyut zeminin varlığından söz edebiliriz. Formüleri, sayısal bir dili olsa da bu sayısal dilin çözümlenme süreci analitik düşünceyi ortaya çıkarır, sonrasında da güçlendirir. Bu analitik düşünce hayatla, yaşamla, varlıklarla bir bağ kurmaya yönlendirir insanı. Bu bağ ile imgelem gücünün birleşimi de Rüzgâr Defteri’nde kendini hissettiriyor. İlk başta söylediğin ‘…matematikle özdeşleştirirsem sürekli türevini aldım’ sözü de buna delil olarak gösterilebilir… Şimdi, Rüzgâr Defteri’ndeki alegorik katmanda ise tüm bu ilişkinin mecburiyet hâlinden ziyade kendiliğinden oluştuğunu düşünüyorum, az önceki açıklamalarıma dayanarak. Son sorduğun soruda ise aklıma hemen ‘evvel.org’ ile ilk karşılaşmamda okuduğum bir poetik bildiri çalışman geldi: ‘Denizaltı Edebiyatı Bildirisi’. ‘Şiirsel önerme’ ya da ‘imgesel önerme’ dediğin şey zaten adından da anlaşılacağı üzere, muhtevasında imgesellik, şiirsellik barındıran önermelerdir. ‘Denizaltı Edebiyatı Bildirisi’nde; ‘Ödüller insansızdır’, ‘Jüri insansızdır’, ‘Ödül törenleri, kurdeleler, kuşaklar ve podyumlar insansızdır.’ diyorsun mesela. Bunlar, edebiyat içerisinde oluşturulmaya çalışılan oligarşiye, o oligarşinin ödüller aracılığı ile dağıttıkları ve bu dağıtım sonrası elde ettikleri statükoya karşı imgesel önermelerdir. Ayrıca, bu sözünü ettiğim oligarşik yapı ve onun numaraları devam ettiği sürece, o bildiri de güncelliğini koruyacaktır. Sen, yıllardır bu konuda mücadele etmiş, eden ve edecek biri olarak neler söylemek istersin?

Zafer Yalçınpınar: O çetenin piyasalandırdığı stratejinin adı ‘güdümlü edebiyat’tır. Liyakatsız ve muhteris bir tipoloji, 1950’lerin ortasından bu yana ‘güdümlü edebiyat’ üst-başlığındaki bazı söylemleri yaygınlaştırmaya çalışıyorlar. Aslında bu strateji o çetenin kendisine ait de değil. Dünyanın çeşitli yerlerinde, çoğunlukla da Kuzey Avrupa’nın ve Amerika’nın statükocu dehlizlerindeki çeşitli oligarşiler tarafından uygulanmış, başarısız olmuş, edebiyat sosyolojisinde başarısız, kötücül ve olumsuz bir karşılığı bulunan sinsi, karanlık bir yöntem… Peki bizim topraklarımızdaki menfi uzantılar neden başka yöntemleri değil de bu masonik yöntemi seçtiler dersin? Çünkü, içinde bulundukları menfi ilişki ağlarını geliştirmek ve edebiyat dünyası üzerinde kendi statükolarını besleyecek iktisadi bir ‘ticarileştirme, boyutlandırma, tutundurma ve yönetim’ stratejisi uygulamak istiyorlar. İnsanları kandırmak için de tıpkı siyasi iktidarlar gibi ‘kalkınma’ retoriğini kullanıyorlar. Şiir dışındaki edebi türlerde bu stratejiyi yüksek bir oranda yürürlüğe soktular,  diyebiliriz. Yani kendilerini mikrofonların arkasında, spot ışıklarının altında podyumlaştırabildiler, kendilerini vitrinleştirebildiler. Haksızlık yordamlarını ve retorik arsızlıklarını yaygınlaştırabildiler. Mevcut öz-saygı yıkımında neo-liberal çevrenin de büyük bir desteği oldu. Kim kaybetti? Vasatlaşan, ortalama zekaya mahkum kılınan okurlar ve yazarlar kaybetti, kaybediyor, kandırılıyor, yemleniyor… Bunu açıkça gördük, görüyoruz. Mevcut tipolojiyi ‘Yeni Sinsiyet’ adıyla kavramlaştırdık ve bu kapsamda birçok inceleme ve eleştiri yayımladık. 2009 yılında kaleme aldığım ‘Denizaltı Edebiyatı Bildirisi’ de bu eleştirilerden biridir ve ticarileştirilen, endüstrileştirilen sanatsal alanlara ilişkin tepkisel bir bildiridir. Sanatın, şiirin, edebiyatın ve felsefenin endüstrileşmesi, yeryüzündeki eşsiz güzelliklerin, özün, vicdanın, kalbin ve hakikatin bitirilmesi anlamına gelir. Bu yıkım son 3-5 yılda hızlandı. Daha da kötü bir mertebeye geldik: Mevcut masonik oligarşi devlet erkiyle ‘tüm konularda anlaştı’ ve icraatlarını, haksızlık yordamını devlet bütçesi üzerinden teşvik mekanizmalarıyla meşrulaştırmaya başladı. Senin ifadenle komplike bir ‘edebiyat emlâkçılığı’na yöneldiler. Çok üzülüyorum bu durum karşısında… Peki bu durum daha genç çevrelerce nasıl görülüyor, herkes mevcut kötücül durumun, yürürlüğe sokulan Yeni Sinsiyet’in farkında mı? ‘Karazin’ adlı derginde bu konu üzerine çokça çalıştın… Biraz da sen anlat…

Uğur Yanıkel: Ödüllendirme sistemi senin de anlattığın gibi çok eskiye dayanıyor. Fakat, benim bildiğim kadarıyla, tarihsel süreç içerisinde bugün olduğu gibi bir takım tartışmalar ve bu tartışmaların sonucunda sıkı duruşların sergilendiği de olmuş. Örneğin, ressam İsmail Altınok bir kitabında şöyle diyor ‘…burjuva demokrasisi dönemine girilince, her alanda olduğu gibi resim alanında da açıkgöz ve fırsatçı ressamlar resim alanımızı ellerine geçirdiler. Özellikle bu sergilerdeki satış ve ödülleri kendi kişisel ve kümesel çıkarları doğrultusunda kullandılar. Önceleri ödülleri sıraya koydular, sonra kendilerine, daha sonra da öğrencilerine, oğullarına verdiler…’.  O dönem yaşananlar, tabiî, basına da yansıyor ve 1973’te gerçekleştirilen 32. Devlet Resim ve Heykel Sergisi’ne sanatçılar yapıt vermeyerek sergiyi boykot ediyorlar. Bu bahsettiğim olay eminim günümüzde yaşanan bazı olayları anımsatmıştır. Hilmi Yavuz’un seçici kurulunda yer aldığı bir yarışmada oğlunun yarışmacı olması ve ödülü oğlunun kazanması ya da Ataol Behramoğlu’nun seçici kurulunda yer aldığı bir yarışmada kardeşi Nihat Berham’ın yarışmacı olarak yer alması ve daha da ötesi ödülü kazanması gibi… Tabiî 1973’teki gibi günümüzde bir boykot hak getire! Tüm bunlar göz önündeyken bile bu ‘kadrolu jüri’ hâlâ ödül dağıtmaya, yemlemeye devam ediyor. Tabiî yavaş yavaş anlaşılıyor, çözülüyor numaraları. Ülkemizde Gezi’yle beraber başlayan ‘Şiir Sokakta’ hareketi, genç çevreler içerisinde edebiyatın daha çok konuşulmasına vesile oldu. Beraberinde bir takım sorunları da getirmedi değil. Edebiyata, şiire ilginin arttığı bu dönemde üniversitelerde ‘şiir topluluğu’ adında bazı oluşumların sayısı arttı. Tabiî bunlara bakıldığında siyasi gençlik örgütlerinin oluşturdukları da var. Bak burası çok ilginçtir mesela. Hem siyasal alanda kavga verip bir örgütlenme biçimi olarak şiir topluluğu oluşturacaksınız hem de bu güdümlü edebiyata, gizli gizli dağıtılan ödeneklere, oluşturulmaya çalışılan bu oligarşiye yani kısacası bu ‘kötülük dayanışması’na dair tek bir çalışma yürütmeyeceksiniz, tek bir kelam etmeyeceksiniz… Bu durum bana İdris Küçükömer’in bir sözünü hatırlatıyor, ‘…Türkiye’de sol sağdır, sağ soldur…’. Edebiyat dergilerinde ise bu konulara dair en ufak bir söylem, bir tepki göremiyoruz. Farkındalar mı orası da şüpheli. Farkında olup da böyle bir yola girmişlerse, bu durum daha acı… Edebiyat dergileri kendilerinde böyle bir sorumluluğu taşımıyor, hissetmiyor. Karazin’i çıkartmaktaki asıl amaç buydu zaten. Bu konuları ele alan, irdeleyen bir edebiyat dergisiyle farkındalık yaratılabilir, düşüncesiyle çıkmıştır Karazin. Fakat ne var ki maddi durumlar Karazin’in devam etmesini neredeyse imkânsız kılıyordu. Nitekim iki sayı sonra kapanmak zorunda kaldı. Şu anda da, Karazin’in bu alandaki mücadelesini ‘pasaj69.org’ adında bir internet sitesiyle devam ettirmeye çalışıyorum. Bu oligarşiye, düzene ve düzeneğe karşı sesimi duyabildiğim her yerde bas bas bağırmaya da devam edeceğim, her şeyden önce bir insan olarak… Peki, sence, Ece Ayhan’a ya da Ayhan Çağlar’a bir dönem yoğun şekilde uygulanan itibarsızlaştırma, unutturma hamlelerinin ve karalama kampanyalarının ters tepmesinin asıl sebebi nedir?

eceayhan

Ece Ayhan Çağlar

 

Zafer Yalçınpınar: Ece Ayhan’ın işbu becerisinde, yani mevcut şiirsel auranın zirve noktası olarak belirmesinde, yaşadığı dönemde vermesi gereken bazı önemli kararları stratejik olarak düşünmesi, tüm detayları ele alması, şiirsellik açısından vizyoner bir kişiliğinin olması ve her adımını geleceğe doğru atması çok belirleyicidir. Misal, Ece Ayhan, ‘Bakışsız Bir Kedi Kara’ adlı efsanevi kitabıyla 1966 yılında ‘Yeditepe Şiir Armağanı’ için yarışmaya katılıyor ama kazanamıyor. O yarışmayı kazanan Ceyhun Atuf Kansu’nun ‘Bağımsızlık Gülü’ adında epik tarzda yazılmış bir şiir kitabı… Merak ediyorum, bugün, ‘Bağımsızlık Gülü’ adlı şiir kitabını önemseyen, dahası o kitabı hatırlayan, bilen birileri var mıdır? Ama buna karşın ‘Bakışsız Bir Kedi Kara’ hâlâ zirvelerden biri… Ece Ayhan o yarışmayı kaybettiği gün, yarışma kazanma konusunda ‘sıkı şiir yazmak’, ‘dünya edebiyatını ve evrensel şairleri tanımak’ , ‘tarihi ve coğrafyayı doğru okumak’, ‘dilbilim ve felsefe okumak’ ya da ‘geleceğin poetikasını kurmak’ gibi şeylerin belirleyici olmadığını anlıyor. Çünkü tıpkı günümüzde olduğu gibi o günlerde de edebiyat alanındaki siyasi tavırlar, dini mezhepler, çıkar ilişkileri, partiler, masonlar, oligarşiler filan yarışma kazanmak için belirleyici… O günlerde de ‘güdümlü edebiyat’ numaraları, çıkarları ve yemlemeleri filan var. Ece Ayhan o yarışmayı kaybettikten sonra, benim bildiğim kadarıyla bir daha herhangi bir yarışmaya katılmıyor. Bugün baktığımızda Ece Ayhan, edebiyat tarihimizdeki tek ‘ödülsüz’ büyük şairdir, diyebiliriz. Bugün, Ece Ayhan’ın ‘ödülsüzlüğü’, 5000-10000 ödüle, plakete, carta curta filan milyonlarca misli değerde bir yücelik ve erişilmezlik taşıyor. Bu tip bir varoluş, yani Ece Ayhan, el değiştiren tarihsel gaddarlıkları şiirlerinde işlerken kimseye ‘Eyvallah!’ demiyor ve bu durum onu sonsuz derecede büyük bir bağımsızlığa, haklılığın inadına, hakikate, anlama, kalb ve vicdan arayışına ulaştırıyor. Bu bağımsız duruşla birlikte, mevcut edebiyatımızı binlerce kez geçerek kendi ‘imgesel alan derinliğini’ oluşturuyor. İşte, Ece Ayhan’ın asıl büyük ve becerikli olduğu nokta da bu tip bir poetika kurmak inadıdır. Ben bu durumu ‘imgelemin özgürleşmesi’ olarak tanımlıyorum. Sorduğun sorunun cevabı da çok basit aslında; Ece Ayhan çok büyük, geleceği imleyen, geleceğe uzanan, yaşadığı coğrafyanın her yalanını, her tarihsel kandırmacayı ortaya seren, tipolojik hedeflerle kurulmuş, tarihsel gaddarlıkların ve statükonun vurgulanarak ortadan kaldırıldığı, yerildiği, rezil edildiği çok büyük bir imgesel alan derinliğini dile getiriyor. Bu imgesel alan derinliği yeni bir şiirsel dil ve yeni bir ‘şiirsel yük’ oluşturuyor. Dile getirilen bu büyük şiirselliğin altında herkes eziliyor. Ece Ayhan açık arayla şiirinde herkesin önüne geçiyor ve kendisini ‘sıkı şiir’e vererek ‘yeni bir insanlık’ için ‘iyi bir güneş’i imliyor. Böylesi bir ‘dile getiriş’ ve imgelem, şiir tarihimizde -hatta, sanat tarihimizde- yeni bir bilişsel çağ açmıştır. Kısacası, hâlâ Ece Ayhan’ı kafakola alamadılar, çünkü Ece Ayhan’ın kurduğu şiirsellik çok büyük ve entelektüel açıdan da bugün ortada gezinen, gerdan kıran ‘ödüllü şairler’in hepsine, o ‘maymun kuşağa’ milyon yıl basacak kadar insani, vicdani ve güçlüdür: Geleceği düşünmek, insanlığı anlamak ve geliştirmek için de sonsuz belirleyicidir, çığır açıcıdır. Merak ediyorum, ‘imgelemin özgürleşmesi’ dediğimde senin aklına ne geliyor? Sence, ‘imgelemin özgürleşmesi için sıkı şiir yazmak’ nasıl bir edimdir?

Uğur Yanıkel: Sorduğun sorulara yanıt vermeden önce, sorularına bağlı olarak başka soruların da çengeline takıldığımı söylemeden geçmek istemiyorum. ‘İmgelemin Özgürleşmesi’ dediğimizde bu kavram öyle sanıyorum ki bir süreç içerisinde gerçekleşebilen bir şey gibi geliyor bana, öyle seziyorum. Bu sürecin başlangıç noktası mutlaka vardır fakat bir sonu ya da sonucu olduğunu düşünmüyorum ve bu sonuçsuzluğu olumlu olarak görüyorum. Her şeyden önce ‘İmgelemin özgürleşmesi ilk nerede başlar?’ sorusu açıkçası zihnimi meşgul etmedi değil. Bu soruya cevap bulabilmek için şiire bakacak olursak; bir olay, bir durum, bir anımsama, bir görüntü, bir varlık vs. ile etkileşime giren şairin ‘kafasının içinde’ onu nasıl çözümlediği ve sonrasında nasıl aktardığı bir başlangıç olarak kabul edilebilir. Dediğim gibi bu bir başlangıç noktasıdır, başlangıcın ardından yazılmış şiir ile etkileşime girenlerde -yani şiiri okuyanlarda- farklı çağrışımlara neden olacağından bu durum anlam çoğalmasına neden olacaktır. Bana kalırsa bunun çok net gerçekleştiği şiirler ‘İkinci Yeni’ şiirleridir. Özellikle Ece Ayhan’ın şiirlerindeki hermetizmi göz önünde bulunduracak olursak, bahsettiğim anlam çoğalmasını doğrulamış oluruz diye düşünüyorum. Elbette yalnızca şiirle sınırlandırılamaz bu durum. Belki de bu sınırlandıramadığımız şey ‘imgelemin özgürleşmesi’ kavramının bizzat kendisidir. Somut ya da deneysel, görsel ya da video şiirlerde; müzikte hatta fotoğrafçılıkta bile bunu yakalamak mümkün. Tüm bu alanları  genişleten ve derinleştiren imgelem, kendi özgürlüğünü böyle sağlıyor kanımca. Şimdi, ‘imgelemin özgürleşmesi’ sürecini sezdiklerim ve düşündüklerim doğrultusunda anlatmaya çalıştım. Söz konusu ‘imgelemin özgürleşmesi için sıkı şiir yazmak’ olunca, en başta, senin de ifade ettiğin gibi ‘sıkı şiirde iktisat yoktur’ demek yerinde olacaktır. Bundan bağımsız olmasa da, artık günümüzde kültür endüstrisi, edebiyat piyasası, ödül çığırtkanlığı gibi pek çok -kapitalist jargon ile- ‘sektör’ ve bu alanın sonucunda ‘pazar’ oluşturulmaya çalışıyor. Bu konuda iyi şeyler söylemek de pek kolay değil maalesef. Bu süslü bataklığın ‘çekiciliğine’ kanmadan, mevcut ortama salınan ve ortama hâkim olan derinliksizlikten uzakta yazılan şiir, ‘imgelemin özgürleşmesi’ bağlamında sıkı şiirdir. Peki, Rüzgâr Defteri’ne geri dönecek olursak, Rüzgâr Defteri’ndeki şiirselliği ‘imgelemin özgürleşmesi’ yolunda açılan bir patika olarak görebilir miyiz?

zy

Zafer Yalçınpınar

 

Zafer Yalçınpınar: Yani… Patika değil de, belki, bir iğne deliği olarak görebiliriz… Ama bu iğne deliği, belki de bir ‘kara delik’ teorisi kadar hesapsızdır, bilinmezdir. Misal, Rüzgâr Defteri’nin 20. sayfasında şöyle demişim: ‘Şiir, bir ön-seziş kurarak dile getirilemeyeni (henüz dile getirilemeyeni) geleceğe uzatıyor, geleceğe eğretiliyor.  Şiirin bir tür tarihsel taşıyıcılığı vardır: Hem geleceğe hem de geçmişe doğru hareket edebilen bir ‘dil-im-yapım’ yöntemi:- Rüzgâr. Rüzgârın örülümü’ gibi… Buradaki önem, ‘dile getirmek’te gizli. Şairin sezdiği ve dizeleştirdiği görüngü katmanında imgenin ‘anlam’ı, her seferinde sonradan gelir. Bunu nasıl ifade edeceğimi bilmiyorum ama belki şöyle diyebiliriz: ‘Şair dile getirdikten sonra imgeyi anlamlandırır.’ O ‘dile getiriş ânı’nın sırrını, oluşumunu aslında kendisi de bilmez. O dilde bulur kendisini, o dilsel alana, o söze, o dizeye ‘düşmüş, kapılmış, yuvarlanmış’ gibi olur. O alanda ‘imgesel, şiirsel önermeler’ kurgular: O alanda şiirsel motiflerin dışında dilsel bir ‘yenileyici, arttırıcı, aşkın’ motif kalmamıştır artık. Bu durum mevcut dildeki motiflerin imgesel olarak yenilenmesini sağlar, dilin alan derinliği önce sezgisel olarak genişler, birkaç kuşak sonrasında da gündelik düşünce dilindeki yerine, ‘anlam’ına kavuşur. Turgut Uyar’ın “Sevgim acıyor” demesi gibi… Ece Ayhan’ın “Düzayak çivit badanalı bir kent nasıl kurulur abiler?” sorusuna cevabın Gezi Direnişi’nden “Defteri kapat!/Şiir sokakta!/İmza: Düzayak çivit badanalı kent” sloganıyla gelmesi gibi… Bu genişlemenin şair tarafından kendi ‘tahayyül gücü’ne ket vurarak oluşmadığı da aşikârdır. Ve evet, İkinci Yeni’yi hâlâ kimsenin geçememesinde bu türden bir sürekli genişleme söz konusudur. Disiplinler arası  söyleminde de haklısın. Teolojiden tut da modern matematiğe ya da astro-fiziğe kadar, yenileyici, geliştirici tek şey düşüncemize, hesaplamalarımıza yön veren ‘dil’dir. Ludwig Wittgenstein ‘Gerçeğin yapısını dilin yapısı belirler.’ diyor. Buradaki en büyük tehlike dilin ‘endüstrileşmesi’, yeryüzündeki dillerin ve ‘gerçeğin motifleri’nin emperyalist faaliyetlerle yok edilmeye çalışılmasıdır. ‘İmgelemin özgürleşmesi’ kavramına karşıt ve kötücül bir kavram düşünmek zorunda kalsaydık, kesinlikle ‘imgelemin kalkınması’ veya ‘imgelemin endüstrileşmesi’ kavramlarıyla karşılaşırdık ki ‘Yeni Sinsiyet’ olarak tanımladığımız tipoloji bu tip kötücül, yaşamın özünü ve hakikatini öldüren işleri ‘piyasalandırmak’la uğraşıyor…  Üstelik bu piyasalandırma faaliyetini ‘devlet desteği’yle ve ‘statükocu unsurlar’la icra ediyorlar.  Peki sen nasıl görüyorsun, şiirin birincil önemi yeterince fark edilecek mi? Geleceğin şiirinin dilsel özellikleri nedir sence? Zafer Yalçınpınar’ın -bendenizin- geleceğin şiirinde bir yeri var mı sence?

siirsokakta

Uğur Yanıkel: İşte bu konuda ‘Şiir Sokakta’ hareketinin tetikleyici bir rolü olduğunu düşünüyorum. Olumlu yönlerinden birisi de budur bu hareketin. Çünkü dediğim gibi artık şiir üzerine konuşmaya, tartışmaya meyilli ve hevesli bir gençlik var. Ancak bu önemin sahiden fark edilmesi için evvela tüm faydalardan, çıkarlardan arındırılmış bir edebiyat ortamı gerekli. Çünkü şiirin önemlerinden çok, edebiyattan ve edebiyat özelinde şiirden nasıl fayda sağlarız yörüngesinde dönen bir kitle var. Ve bu kitlenin hedefinde de gelecek, yani gençlik var. Ben şahsen ‘genç şairden’ çok sıkı atılımlar bekliyorum. Tavşan gibi her havuç tutana gitmeyecek olanlardan elbette… Ayrıca bu ‘havuççu kitle’nin ve faaliyetlerinin herkesçe farkına varıldığı an, işte o zaman şiirin birincil önemi kapsamında bir farkındalığa sıra gelecek ve o farkındalık oluşacaktır.  Zaten bu faaliyetlerin güdümü; çıkar, fayda, alkış… Biraz irdelense tüm bunların bir ‘güvercin görünümlü kötülük’ olduğu anlaşılacak. Farkındasındır sen de, konuşmamızın hatırı sayılır bir kısmı, senin kavramlaştırdığın şekilde söylemek gerekirse ‘Yeni Sinsiyet’ üzerine oldu. Bu konuların konuşuluyor olmasının ötesinde, bu konuların varlığı bile durumu yeterince izah ediyor aslında… Diğer soruna cevap bulabilmek için geçmişe bakmakta fayda görüyorum açıkçası. İkinci Yeni’ye özellikle, ısrarla İkinci Yeni diyorum çünkü hâlâ geçilmiş, aşılmış değil. Büyük bir sıçrama olduğunu artık herkes adını, soyadını bilir gibi biliyor. Bu yüzden yeni şiirde ve bu şiirin dilsel özelliklerinde de İkinci Yeni’den ‘partiküller’ olacaktır diye düşünüyorum… Buna ek olarak, bahsettiğimiz dil üzerine deneyselliğin artacağını da söylemeden edemeyeceğim. Gerçi kestirilemez ve belirsizliklerle dolu bir zaman diliminden söz ediyoruz. Diğer soruna bu bağlantıda cevap vermek gerekirse ‘Zaman ile vicdan yargıçtır; saatlerinizi kontrol ediniz!’ demek yeterli diye düşünüyorum… Tabiî akıntıya karşı bayrak dikilirse bilirsin ki ırmak kurusa da bayrak kalır… Son olarak sormak istediğim bir şey daha var. Bunu Ece Ayhan’ın ‘Kim ne derse desin. Şiir konusunda da hayat konusunda da -aslında- başkalarının söylediğine bakmayacaksın. En sonunda mihenk taşı olarak kendini koyacaksın ortaya.’ sözünü şiar edinmiş bir ‘başıbozuk’ olarak soruyorum… Biliyoruz ki hakikatin ve vicdanın peşinden gidenler kazanmak ya da kaybetmek hesabı yapmazlar. Stratejileri yoktur. ‘Köçek’ değildirler. Ahbap çavuşçuluğun adını ‘dayanışma’ koymazlar. Evcilleşmezler ve evcilleştirmezler. ‘Atlarından’ inmezler. ‘Olaylar uzak diye, dürbün kullanmak’ aymazlığına ve yanlışlığına yakalanmazlar… Yani kısacası ‘insan’ olabilmek ve insan kalabilmek telaşını barındırırlar içlerinde. Bir İskorpit –bir başka adı da vardı…-  bu telaşı ‘cevher’ olarak adlandırıyor… Sence, bu cevherin ya da telaşın, kişisel ya da kümesel faydalar uğruna yıpratılması, bozuk para muamelesi görmesi ya da daha korkuncu yokedilmesi, söz konusu mudur?

Zafer Yalçınpınar: Değildir. Korkmaya, endişelenmeye mahal yok… Bizim umutsuzluğumuz da karamsarlığımız da ‘akkor’ bir yapıya sahiptir. Zaten, Yeni Sinsiyet dediğimiz muhterisler ‘idare-i maslahat’ pozisyonuna geçmiştir, yani geleceksizdir. Sen, ben, sıkı şiir ve ‘tarihi düzünden okumaya ayaklanan çocuklar’ olduğu sürece, bahsettiğin riskler, stratejik hareketler ve itibarsızlaştırma operasyonlarından hiçbirisi ‘geleceği belirleyici’ derecede başarılı olamayacaktır. Sahici tarih bize bunu göstermiştir. Şiir de… Bu sıkı söyleşi için çok teşekkür ederim. Sağolasın Uğur…

Eylül 2015

ruzgardefteri2


Hamişler/Adresler:

1/ Söyleşinin PDF biçemine https://bit.ly/ruzgarisiirlemek adresinden ulaşabilirsiniz. Zafer Yalçınpınar’ın 2006-2015 yılları arasında gerçekleştirdiği tüm söyleşileri https://bit.ly/dilinkemigi adresinde yer alıyor.

2/ Rüzgâr Defteri’nin Facebook sayfası https://www.facebook.com/ruzgardefteri adresindedir. Rüzgâr Defteri’ni https://www.oyunyayinevi.com/urun/ruzgar-defteri adresinden çevrimiçi olarak satın alabilirsiniz.

3/ Yalçınpınar’ın 2015 yılı öncesinde yayımlanan tüm kitaplarının pdf biçemine https://zaferyalcinpinar.blogspot.com adresinden, tüm şiirlerine ise https://bit.ly/zypsiir adresinden ulaşabilirsiniz. Zafer Yalçınpınar kimdir? sorusunun cevabı da şurada; https://bit.ly/zykimdir

4/ İyi okumalar dileriz.

Eyl
02
2015
0

Set Fire To The Stars

“Şairane yaşayış” ile “şiir” arasındaki tehlikeli ilişkiden hep kaçındım, bu ilişkiye hep şüpheyle baktım. Örneğin, Turgut Uyar da İlhan Berk de bu tehlikeli durumdan söyleşilerinde ve poetika çalışmalarında sıklıkla söz eder. Şair ile şiirin birlikteliğinin süreğen oluşunun imkânsızlığı, yakıcılığı ve yıkıcılığı açıktır. Bu durumun 1950’li yıllardaki “büyük” örneklerinden biri de Dylan Thomas‘ın yaşamı ve şiiri…

Şiirle ilgilenen herkese bu filmi izlemelerini öneriyorum.

images

Written by Adabeyi in: Usta Beni Öldür! (AKSAK KOLAj) | Etiketler:
Mar
23
2015
0

Şiir: “Tomris’in Ruhbilimsel Saati” (Edip Cansever)

t42

Tomris Uyar’ın 42. yaşgünü için Edip Cansever tarafından kaleme
alınan şiirin tam metnine https://hturgut.uyar.info/image/113679450528
adresinden ulaşabilirsiniz. (Hayri Turgut Uyar Arşivi’nden…)


Written by Adabeyi in: Buluntular (Efemeralar) |
Oca
22
2015
0

“Kendini keman olarak duyumsayan oduna ne yazık!”

(…)

Hakeza yaşı geçkin şairler sosyal medyada, şiir etkinliklerinde genç kızları tavlayabilmek için, omuzlarına esin dolu bir öpücük kondurabilmek için kırk takla atıyor. Bunlardan bazıları dergi de çıkarıyor. Bir bayan adıyla birkaç şiir gönderin bakın nasıl meyil gösteriyorlar şiirlerinize(!). Genç şairin ise bu konudaki perendeleri, saltoları benim diyen sporcuları cebinden çıkarır. Edebiyatın Nuri Alço’ları şiirli kitap hediye ediyor ilaçlı gazoz yerine. Kimisi de devlet kapısında proje desteği için pusuya yatmış durumda. Çapını aşmayan şiirlerle Gülüt Şiir yazan şairler ve kendini en tepeye -bu yüzeysellikte, bir yükseklik var ise eğer- konumlandıran şair gençler var bir de. Kimse rahatsız değil bu al gülüm ver gülümden. Körler ve sağırlar birbirini ağırlar, mevcut şiir ortamımız için söylenebilecek en güzel sözdür sanırım.

(…) Ne oldu da dut yemiş bülbüle döndü bu genç şairler? Melih Cevdet Anday’ın “Yetenek onay beklemez. Ozanların yaşı birdir.” dediğini duymadılar mı? Turgut Uyar’ın “Efendimiz, acemiliktir.” dediğini… Rimbaud’nun, Georges Izambart’a yazdığı mektupta: “Kendini keman olarak duyumsayan oduna ne yazık!” dediğini.

Emrah Yolcu
“Şiirsel Travesti”, Tun Fanzin, Ocak-Şubat 2015, Sayı: 1, s.4

Oca
05
2015
0

“Babam konuşkan bir adam değildi.”

(…) Konya’daki askeri okul; Bursa’daki ise Askeri Memurlar Okulu, anlayacağın iki ayrı okul bunlar. Konya’dan mezun olduğunda erken emekli olabilme şansı yok, yıllarca çalışması gerekecek. Bursa Askeri Memurlar Okulu’na geçmesi lazım bunun için. Okul değiştirme de kolay iş değil tabii o yıllarda. Askeri Memurlar Okulu’na geçerse memur olacak ve erken yaşta kurumdan ayrılabilecek. İyi de nasıl geçecek? Durup dururken geçirmiyorlar. Bir yol bulmuş: Sınavda kopya çekenleri ceza olarak memurlar okuluna gönderiyorlarmış. Bir sınavda kasıtlı olarak kopya çekerken yakalatıyor kendini, hatta hocası disipline vermek istemiyor, babam rica ediyor, sonunda ceza alıyor ve memurlar okuluna geçiyor. Çok ayrıntılı olmamak üzere bunu anlatmıştı bana, dediğim gibi babam konuşkan bir adam değildi. (…) Bir gün yine edebiyat dergisinden biri, bu kez annemle röportaj yapmak için eve geliyor. Annemin o ara kitabı çıkmış olmalı, babam da evde. Röportajı salonda yapıyorlar. Bir ara annem bir vesileyle içeri giriyor, babamla ikisi kalıyorlar salonda. Biraz suskunluktan sonra röportaja gelen kişi babama “siz ne iş yapıyorsunuz?” diye soruyor. Babam da “hiç, ben öyle otururum,” diye cevap veriyor. Alçak gönüllülük yahut alaycılık değil, ne ise onu söylüyor. Tabii bunlar bazen mesafe koyma ya da kabalık, hatta kibir olarak da anlaşılabiliyordur ama maksadı kesinlikle bunlar değil. Şu kadar şiir kitabı yazdım diyecek bir insan değil.

Hayri Turgut Uyar
“Turgut Uyar’ın Çocuklarıyız”, Haz: Derviş Aydın Akkoç
İletişim Yay., 2014, 1. Baskı, s. 165-166

Written by Adabeyi in: Usta Beni Öldür! (AKSAK KOLAj) |
Ara
21
2014
0

“…suskunluğu çevresine dalga dalga yayılırdı.”

(…) Şöyle anlatayım: Babam küfretmez, kötü konuşmaz, insanı hiç ama hiç aşağılamazdı. Hani vardır ya, bazı insanlar bakışlarıyla küçümserler karşısındakileri, babam onu hiç yapmazdı. Bir şeye sinirlendiğinde uzun uzun susardı. Bu suskunluğu çevresine dalga dalga yayılırdı tabii, tam manasıyla fırtına öncesi sessizlik dediklerinden. Susmanın artık dayanılmaz olduğu, daha doğrusu ayranının kabardığı eşikte birdenbire masayı devirip kalkar; masa şangur şungur devrilirdi. Sonra yeniden bir sus pus olma hali. İşte şiirlerinde de bu hissi almışımdır, bir şeyler birikir, yoğunlaşır ve aniden patlar. (…)

Semiramis Uyar
“Turgut Uyar’ın Çocuklarıyız”, Haz: Derviş Aydın Akkoç
İletişim Yay., 2014, 1. Baskı, s. 40

Written by Adabeyi in: Usta Beni Öldür! (AKSAK KOLAj) |
Kas
01
2014
0

3000inci

3000inci

Şu an okumakta olduğunuz bu “yayım” ya da “başlık” EVV3L’de 3000. paylaşıma ulaştığımızı gösteriyor. Yani, 2006 yılından bugüne toplamda 3000 adet başlıktan oluşan paylaşım/yayım bu sayfalar -ya da işte ekranlar- üzerinden gerçekleştirilmiş…

Sayıların herkesin diline düşen bön ya da “duvar saatleri gibi ahmak” taraflarıyla konuşmayı sevmem, ancak, EVV3L kapsamında okuyucuyla paylaştığımız şiirleri, görsel işleri, değinileri, duyuruları, anlatıları, dizeleri, ifşaatları, lobutları, buluntuları, efemeraları, Ece Ayhan, İlhan Berk, Kuzgun Acar, Kerim Çaplı, Yavuz Çetin, Sait Faik, Oruç Aruoba, Bilge Karasu, Nâzım Hikmet, Abidin Dino, F. H. Dağlarca, Bedri Rahmi gibi özel ilgileri,  alıntıları, etkinlikleri, tartışmaları, incelemeleri, kitapları, Kadıköy’ü, adalar kültürünü, söyleşileri, izlenimleri, deneyimleri, sahafları, e-kitapları, dergileri, araştırmaları, sokak sanatını, dilbilimi, mücadeleleri ve tüm bu paylaşımların etrafında yer alan insanları düşündüğümde, (nitelikle eşanlı olarak garip bir nicelikte de kendini bulan) söz konusu cehennemvari “Aksak Kolaj”ın imgesel uzamı, içerdiği duygudurum tuşeleri, çeşitlenen morfolojik yapısı ve göstergesel derinliği beni coşkuyla dolduruyor.

EVV3L’in yayım hayatının üçyüzbininci başlığa/paylaşıma/yayıma ulaşmasını dileyerek ve Turgut Uyar’ın “üçyüzbin” adlı şiirinden kısa bir bölüm alıntılayarak sözlerimi sonlandırayım:

bu kıvırcık ateşten yalanlar
300.000
kimi sularca inanıyorum kimi zulüm yakıcı
çocuksu, deli deli zincirler boğuntusu gök
elimde kolumda senin seslerin var gel de aldırma
(…)
seni kentlere seni bankalar seni seni
300.000
seni zamansız ölümlere karşı koyuyorum hep aklımdasın
yükün ağır, bir irisin bir ufaksın yetiştiremiyorum 300.000
kapattığımız sağnak akşamları açtığımız sabahları
300.000
elimden tut beni acar balıklara alıştır
tekin durmayı öğret acıkmış aç kayalarda
(…)

TURGUT UYAR

 


 

Ayrıca bkz: EVV3L 11 yaşında!

Haz
21
2014
0

ZEYTİNYAĞLI GÖKYÜZÜ

zeytin ağaçlarıyla dikilmiş bir perde
denize iliklenen küçük iskelesiyle
bu eski mermer adasının üstü
zeytinyağlı bir gökyüzü

“şimdi”
tüm anlamların zamanı geldi
ve “hemen” gitti:

yaşayıp ölmekten dönüyoruz
Marmara Adası’nın gökyüzünden
__ağıryüzlü Turgut Uyar
__ve aşk ve avarelik üstüne
_____Oktay Rifat’la
perçemli sokaktaki
İstanbul’a


Zafer Yalçınpınar
23 Eylül 2008

 


Hamiş: Z. Yalçınpınar’ın tüm şiirlerine https://zaferyalcinpinar.com/siir.html adresinden ulaşabilirsiniz.

Kas
16
2012
0

Görülebilir…

15-30 Kasım 2012 tarihleri arasında, Beyoğlu-Galatasaray Meydanı, Tarihi Postane Binası’ndaki Galatasaray Üniversitesi Kültür-Sanat Merkezi sergi alanında  Vâlâ Nureddin, Vera T. Hikmet, Turgut Uyar ve İlhan Berk’in imzalı kitapları görülebilir…

Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan “İmzalı” ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/imzali adresinden ulaşabilirsiniz.

Eki
27
2012
0

2000inci

Şu an okumakta olduğunuz bu “yayım” ya da “başlık” Evvel Fanzin’de 2000. paylaşıma ulaştığımızı gösteriyor. Yani, 2006 yılından bugüne toplamda 2000 adet başlıktan oluşan paylaşım/yayım bu sayfalar -ya da işte ekranlar- üzerinden gerçekleştirilmiş…

Sayıların herkesin diline düşen bön ya da “duvar saatleri gibi ahmak” taraflarıyla konuşmayı sevmem, ancak, Evvel Fanzin kapsamında okuyucuyla paylaştığım şiirleri, görsel işleri, değinileri, duyuruları, anlatıları, dizeleri, ifşaatları, lobutları, buluntuları, efemeraları, Ece Ayhan, İlhan Berk, Kuzgun Acar, Kerim Çaplı, Yavuz Çetin, Sait Faik, Oruç Aruoba, Nâzım Hikmet gibi hususi ilgileri,  alıntıları, etkinlikleri, tartışmaları, incelemeleri, kitapları, Kadıköy’ü, adalar kültürünü, söyleşileri, izlenimleri, deneyimleri, sahafları, e-kitapları, dergileri, sokak sanatını, dilbilimi, mücadeleleri ve tüm bu paylaşımların etrafında yer alan insanları düşündüğümde, (nitelikle eşanlı olarak garip bir nicelikte de kendini bulan) söz konusu cehennemvari “Aksak Kolaj”ın imgesel uzamı, içerdiği duygudurum tuşeleri, çeşitlenen morfolojik yapısı ve göstergesel derinliği beni coşkuyla dolduruyor.

Evvel Fanzin’in yayım hayatının üçyüzbininci başlığa/paylaşıma/yayıma ulaşmasını dileyerek ve Turgut Uyar’ın “üçyüzbin” adlı şiirinden kısa bir bölüm alıntılayarak sözlerimi sonlandırayım:

bu kıvırcık ateşten yalanlar
300.000
kimi sularca inanıyorum kimi zulüm yakıcı
çocuksu, deli deli zincirler boğuntusu gök
elimde kolumda senin seslerin var gel de aldırma
(…)
seni kentlere seni bankalar seni seni
300.000
seni zamansız ölümlere karşı koyuyorum hep aklımdasın
yükün ağır, bir irisin bir ufaksın yetiştiremiyorum 300.000
kapattığımız sağnak akşamları açtığımız sabahları
300.000
elimden tut beni acar balıklara alıştır
tekin durmayı öğret acıkmış aç kayalarda
(…)

TURGUT UYAR

 

 

EKLER:

E V V E L üzerine gerçekleştirilmiş birkaç söyleşi…

 

Emin Karabal: Öncelikle Evvel Fanzin kendini ilk bakışta nasıl tanımlar? Bir şeylerin platformu mudur; öyleyse “neyin” veya “kimin” platformudur? Evvel Fanzin’in eklem noktaları nelerdir?

Zafer Yalçınpınar: “Bakış” dedin ya, aslında çok güzel bir yerden yaklaştın… Evvel’i, geçmişin sıkı değerlerine yani geleceğe uzanan, uzanmakta olan değerlere doğru yaşamsal bir bakış olarak tasavvur etmek gerekiyor. Bu bakışı bir “anlamlandırıcı”, “sezinleyici” ya da “değerleyici” olarak ifade edebiliriz. Evvel’in bakışı ve süzülümü boşluğu rahatsız ediyor. Paul Valéry’nin çok sevdiğim bir dizesi vardır; “Boşluk, bakışlarımın biçimini taşıyor.” (Sessizlik…) Neyse… Sorduğun soruya fazlaca mistik yaklaştığımı fark ettim. Sonuçta Evvel -birincil olarak- edebiyat, yazar, şiir, şair ve sanat efemeraları ile belgelerini derleyerek insanlarla paylaşan, insanların edebiyat-sanat buluntularına erişebilecekleri bir platformdur. Kısacası Evvel, bazı konuların ve insanların “fan”ıdır. Edebiyat ile şiir konusunda son derece ilkeli, derli toplu, kendine güvenen, yerinde ağır ve poetik bir mekândır. Farklı sanat disiplinlerinde kendilerini kanıtlamış, ancak yaşantılarına bakıldığında içsel açıdan kardeş olan Ece Ayhan, Kerim Çaplı ve Kuzgun Acar ilk aklıma gelen isimler… Sait Faik, Bilge Karasu, Oruç Aruoba, İlhan Berk de Evvel’in önem verdiği isimler arasında… Bu insanlara ait her türlü efemerayı, şiiri, buluntuyu, dergilerde kalmış yazıları, kaynakları paylaşıyoruz. Evvel’e “fanzin” dememiz de bu noktadan kaynaklanıyor. Bununla birlikte, Evvel’in özellikle ilgilendiği birçok konu başlığı da var; dilbilim felsefesi, caz, sokak sanatı, fanzinler, bağımsız sinema, sahaflar, imzalı kitaplar, özgür neşriyatlar, adalar kültürü ve Marmara(Mermer) Adası, İstanbul-Kadıköy Kültürü, Fenerbahçe Spor Kulübü tarihi, koleksiyonerlik kültürü, eski ve yeni edebiyat dergileri, edebiyat ve sanat oligarşisine karşı verilen mücadeleler, ikinci yeni şiir akımı… Peki, tüm bu konular ve ilgiler kimin için… Duvar saatleri gibi ahmak ve kibirli olmayan, eşyadan çok insana benzeyen herkes için.

E. K.: “Evvel”, “Sonrasızlık” ve “P.A.T.”, daha da geriye gidersek “Kuzey Yıldızı” ile nasıl bir ilişki içinde? Bu dönüşüm süreçlerine, en çok da Evvel dönüşümüne etkeyenler nelerdir?

Z.Y.: Bu oluşumların ortak yanı şiir ve hakikat arayışıdır. Bu yolda çaba göstermek, inanç ve inattır. Kafamda sürekli çınlayan iki imge var. İlki kimin dizeleriydi şimdi hatırlamıyorum; “yıldızlara yakın olmak isteyenler, kasabalarını uçurumlara kurarlar.” İkincisi ise Nâzım Hikmet’in  dizelerinden… Demin de atıfta bulundum; “duvar saatleri gibi ahmak ve kibirli olmamak / eşyadan çok insana benzemek”. Bu iki imgelem ve duruş çok önemli… Bu duruş bir evrilme gerektiriyorsa, Evvel de evrilir.

E.K.: Evvel sadece internet tabanlı bir yapıya mı sahip yoksa bir baskı uzantısı var mı?

Z.Y.: Evvel, bilinçli olarak interneti kendine medya olarak seçmiştir. Edebiyat, şiir araştırmaları, arama, atıf, takip imkânları, arşivleme, tasarım ve maliyet avantajları, söylem-bağlam analizi kolaylığı, pdf paylaşımı ve özgür neşriyat düşüncesi, tenkit-cevap hızı açısından ve tüm editöryal enstrümanlarıyla internet çok verimli ve kuvvetli bir zemindir. Ben internet yayıncılığı için yaftalanan olumsuz düşüncelere katılmıyorum. İnternet yayıncılığının olumlu gelişmelere vesile olacağını düşünüyorum. Bakın, internette yazılanlar Marsça yazılmıyor! Yazanlar da Marslı değil! Tıpkı diğer medyalarda, matbu dergilerde olduğu gibi internette de kötü yazarlar, kötü eleştirmenler, üleştirmenler, kötü şiirler, cukkacılar, statükocular, sahici olmayan şairler filan var. Ama bunun tersi de yani iyileri ve sıkı olanları da var. Ve bence Evvel gibi platformlar arttıkça sahici edebiyat ve sıkı şiir, imgelemin özgürleşmesi adına çok önemli birer mihenk taşı haline gelecektir.

E.K.: Evvel’in deyimiyle “Aksak Kolaj”ı iskeletlendiren, tam dağınık bir cisim bırakmayan öğeler tam olarak nitelendirilebilir mi? Blog üzerinden yayın yapan Evvel’in biçimini bu “Aksak”lık mı oluşturuyor?

Z.Y.: Bu biçimi ve türevlerini benimsedim, göze aldım. Tıpkı müzikte, caz davulcularında ve caz cümlelerinde olduğu gibi… “Anlam”ın coşkusuzluğunu böylesi bir biçimle ve “aksak”lıkla azaltabilirsiniz ancak… Post-endüstriyel dönemin en önemli karakteristiğidir bu fragmante biçim… Evvel’de yer alan kılavuzda söz konusu fragmante yapının gerekçelerini uzun uzun yazdım, oradan okunabilir. Fakat şunu da ilave edeyim hemen; Evvel’in karakterini “standartlaşma, azamileşme, senkronizasyon, uzmanlaşma, yoğunlaşma ve merkezileşme” gibi endüstriyel aksiyonlardan kaçınması hatta bunlara karşı durması belirliyor… Belirleyecek de.

E.K.: Eski platformlardan bu yana gelen okuyucuları dışarıda bırakırsak Evvel, yeni okuyucuyu nasıl görüyor, kendisini nasıl göstermek istiyor? Önceki soruda sorduğum öğelerle yeni okuyucunun geneliyle arasında bir ilişki kurmak mümkün mü?

Z.Y.: Evvel, okuyucusunu ciddiye alan, önemseyen özenli bir platformdur. Okuyucusu da Evvel’i ciddiye alır, önemser, Evvel’e özen gösterir… (Sessizlik…) Tekrar edeyim; Evvel’in takipçileri ile destekçileri “kültür endüstrileri” karşıtı bir mizaçla sahici edebiyatı ve şiiri arayacak,  yeni sinsiyet tipolojisine ve kifayetsiz muhterislere karşı duracak, bazı değerleri “gözleri gibi” koruyacak özenli ve sahici insanlar olacaktır.

E.K.: Evvel’in statik olmaktan çok, eleştirileri ve bildirileriyle yeni bir arayış içinde olduğunu varsayıyoruz… Evvel, kendisinin ileride el vereceği teşkilin nasıl olduğunu sezinleyebiliyor mu?

Z.Y.: Evvel ve çevresi -senin de  ifade ettiğin gibi- durağan ya da etrafı çitlerle çevrilmiş bir oluşum değil. Evvel, kendini sürekli yenilemeye ve geliştirmeye çalışan, imgelemin özgürleşmesi için mücadele eden, korkusuz, ilgilendiği konulara ya da insanlara karşı sorumluluğunun ve yükünün bilincinde olan, yayımladığı poetik bildirilerde ve tenkitlerde hakikati arayan, mutat zevatların muhteris tipolojisi ile yeni sinsiyet’in retorik arsızlığına karşı olan, en önemlisi de sahici edebiyatın, sıkı şiirin, poetikanın ve sanatın haysiyetine -o “kalb ve vicdan” boyutuna- yerden göğe kadar inanan bir platformdur. Gelecekte de bu değerlerini, özelliklerini ve ilkelerini koruyacaktır. Söz konusu ilkeler kimde, nasıl tezahür olur, orasını bilemem. Kimse de bilemez. Ama tahminim, gene, yani gelecekte de “eşyadan çok insan olanların, insana benzeyenlerin” Evvel’i takip edeceğidir.

29 Temmuz 2011
evvel.org

***

Dipdalga: Bir fanzinin doğuşuna neden olan motivasyon nelerdir? O fanzine ilgi gösteren kişi neleri gözetir? Fanzin ilgi gösteren kişide neler uyandırır?

Zafer Yalçınpınar: Bence yazınsal, daha doğrusu sanatsal açıdan, insanın içinde tutamadığı bir şeylerin -bir farkındalığın, bir düşün, bir dizenin, bir olayın, bir sezginin, bir fikrin, bir sorunun, bir nedenselliğin, bir imgenin, yani ne yaşanıyor ise onun yarattığı duygudurumun- “dile getirilmesi”, “tınıması”, kişinin “konu” uzayındaki bir noktanın duygudurumsal bir “itki” ya da “ilgi”yle birlikte önemsenmesi, tezahür etmesi sonucunda fanzin doğar… Kısacası, duygudurumsal arkaplan açısından “özel” olan bir “ilgi”nin tezahürüdür fanzin… Özel bir ilgi, retorikten arı bir şekilde fanzinle somutlaşır, diyebiliriz. Yani, öncelikle kişisel ağırlığı olan, kişinin kendisine yönelimini, duygudurumsal olarak kendisini sınamasını, kendisini sorgulamasını mimleyen bir “ilgi” hâlidir bu tezahür… Gariptir ki bu tezahür, “medya” tanımıyla çelişir: -ama gene de yazarı, okuyucusu ya da çoğaltıcısı için “özel bir ilgiler medyası”dır aslında, fanzin…

D.D.: Fanzinler ve toplumsal mücadeleler ilişkisi nasıldır? Sovyet Devrimi’nde fanzinlerin önemine ilişkin bazı değinmeler gördüm. Türkiye’de fanzin geleneği için 1990’ların başına tarih veriliyor olsa da, -yeni olsa da- bu ilişki nasıl biçimlendi?

Z.Y.: Bu konuda belirginleşmiş bir izlenimim yok. Çünkü sorunuzun içerdiği tarihçeyi bütünüyle bilmiyorum. Zaten fanzinlerin bulanık bir geçmişi vardır. Türkiye’deki fanzin kültürünün -başlangıçta, ilk örneklerinde, ilk kez “fanzin” adının telaffuz edildiği zamanlarda- ideolojilerle sınırlanmış olduğunu ya da ideolojilerin sınıflandırdığı toplumsal mücadelerle, işbu mücadelelerin retoriğiyle, diliyle filan bir ilişkisinin olduğunu sanmıyorum. Aksi bir durumla başlamıştır her şey… Türkiye’deki fanzin kültürü, kendini “toplumsal” olanın dışında hissedenlerin kendileriyle (birkaç benzeriyle) yalnız kalmak, biraz kafa dinlemek istemesi ve “diğerleri”ni -bütünüyle- umursamamak yönünde başlamış olsa gerek… İlk dönemlerde, fanzin söz konusu olunca “diğerlerinden kendini soyutlamak” çok önemsenmiş gibi geliyor bana…

D.D.: Popüler ürünlerin yarattığı bilince karşı fanzinler nasıl bir imkân sunuyor?

Z.Y.: Sahici sanatın biricik olanı sezdirme becerisini etinde ve kemiğinde hisseden bir insan evlâdı, o “popüler ürün” dediğiniz şeylerle karşılaştığında büyük bir “pazar/ekonomi/iktisat” bulantısı yaşıyor. Oysa ki “Yeni Kapitalizm”in hilebaz ve sinsiyet içeren tipolojilerinden, piyasadan uzaklaşmak, biricik olana yakınlaşmak, biricik olandaki tözü sezmek ve endüstriyel olandan kurtulmak içindir sanat da fanzin de… Fanzinlerde yer alan konuya, kişiye, olaya, esere, şiire “ilgi” duyuş biçiminin bir iktisadının olmaması en önemli şeydi bence… Bu  durumda “imgelemin özgürlüğü” biçimlenebiliyordu. (Sıkı şiirde bu imkân hâlâ geçerlidir.) Bir ilginin, bir içeriğin, bir imgelemin, bir şiirin iktisadı oluşmuşsa eğer, emin olun ki o artık büyük ihtimalle sahiciliğini, tözünü ve sıkılığını kaybetmektedir. Çünkü piyasalandırılmıştır.

D.D.: Fanzin sayısının son yıllarda azaldığından bahsediliyor. Nedenleri nelerdir? Fanzincinin isyan etme gerekçeleri mi azaldı? Kültür-sanat tekellerinin iyice semirdiği, yayınlarda aynı isimlerin döndüğü bir ortamda; yaşamın nabzını tutan fanzinlerin söyleyecek daha çok sözü olması gerekmiyor mu?

Z.Y.: Panoptik gözetleme altında yaşayan sessiz yığınlar ve o yığınların devasa gölgesi… Giderek, insandan çok eşyaya benzemenin Kafkavari hâli, anatomik suskunluğu, cansızlaşması… Kendi yokoluşunun ağıtını hafifçe mırıldanan bir keşmekeş, binbir türlü yabancılaşma, anlamdışı bir kariyerizm, karakter aşınması, retorik arsızlığı ve uzgörüsüzlük, fikir kelliği tipolojisi…  Mesailer, mesailer, mesailer… Yöneticiler, yöneticiler, yöneticiler… İşler, müşteriler, küresel ağ kapitalizmi filan… Toplum mühendisliğine maruz kalanların saflığı, öğrenilmiş çaresizlik duygusu… Bugünlerde, Yeni Kapitalizm’in Kültürü’nün içerisinde ne tuhafız yahu!

D.D.: İnternetin gelişimi fanzini nasıl etkiledi? Fanzin arşiv projeleri bu geleneğin devamlılığına nasıl bir etkide bulunabilir? Elektronik ortamdaki fanzin arşivleri, fanzinin fotokopi kokan aurasını zedeler mi? Ne tür önlemler alınabilir?

Z.Y.: Bakın, ben bu internet olumsuzlamalarına katılmıyorum. Blog sistematiğiyle yayımlanan yazılar, şiirler Marslılar tarafından, Marslıların alfabesiyle yazılmıyor! Çizilen resimler, çekilen fotoğraflar filan Marslıların fırçasından, objektifinden çıkmıyor. Gözün ve sözün ucunda insanın zihni var, insanın hakikati var, olmalı, olacak! İnternette de kaleminin, gözünün, sözünün ucunda kalb ve vicdan taşıyanlar var, olmalı, olacak! İnternette kullanılan imgelem başka evrenlerin filan imgelemi değil. Zaten, bence, sıkı fanzincinin fotokopi kokan bir aurası da yok artık. O fotokopi işleri 90’ların sonunun ve 2000’lerin başının medyasıydı, çoğalım tekniğiydi. Bugünün medyası, çoğalım tekniği, internet üzerindedir…

D.D.: Mevcut kültür-sanat eleştirmenliği, edebiyatın sektörleşmesinde nasıl bir tahakküm yaratıyor? Bu sistem yeni seslere hangi ölçülerde açık?

Z.Y.: Ben, titizlikle ve özenle  icra edilen bir kültür-sanat eleştirmenliği filan göremiyorum ortada… Ne yapısal, ne de post-yapısal olarak hakikat ihtiva eden, aydınlatıcı bir eleştirmenlik göremiyorum, yok. Kısacası, ortalıkta “eleştiri” yok, “üleştiri” var. Bugün, Yeni Sinsiyet tipolojisinin çeşitli oligarşik söylemlerini, menfaat çeşitlemelerini, cehaleti ve hodbinliği primlendirişini, yandaş/paydaş etkileşimlerini, tüm o “karakter aşınması”nı filan “eleştiri” diye okuyoruz. Tarihi bir hatadır, tarihi bir ilüzyondur bugün yaşanan şu “eleştiri” dansözlükleri, kıvırtmaları… Edebiyatın, sanatın özünü terketmesi ve endüstrileşme sürecine  yönelmesidir bu… Yeni Kapitalizm’in kendine yeni “çıkar yollar” bulma çabasıdır tüm o “eleştiri/üleştiri” numaraları…

D.D.: Düzensiz de olsa uzun yıllar yayımlanmış fanzinler var mı? Fanzin eyleminin uzun soluklu olmayışının nedenleri neler?

Z.Y.: Tözle, sahici olanla süreğen bir ilişki kuramazsın. Yanarsın… Kül olursun Kerem gibi… O noktaya geldiğinde, ya sahte bir tavırla “yola devam” diyeceksin ya da yayını, bahsettiğin o fanzin eylemini durduracaksın, dinleneceksin. Her şeyi yeniden düşüneceksin, göğe bakacaksın bir süre… Bu böyledir. Fakat, düşün ki sahtecilikle, statüko arayışıyla, yalanla dolanla 70 yıl boyunca yayın hayatını sürdüren “soluksuz, yaşamsız, içsiz kalmış” bazı “mezarlık dergiler” var tarihimizde… “Bir çöplüğe dönüşmektense varlığımı noktalarım” diye düşünüyor olabilir fanzin ve çevresi… Haklı da.

D.D.: Sokak şairleri, sanatçıları fanzincilerin ruh ikizleri mi? Ortaklıklar nelerdir?

Z.Y.: Benzerliğin kökeni, hakikat yolunda kalb ve vicdan arayışıdır: “Eşya olmak” yerine “insan olmak” arzusudur. Şiir ve şair özelinde başka benzerlikler de vardır; örneğin “imgelemin özgürleşmesi” açısından içsel olarak kardeştirler…

D.D.: Metropollerde (İstanbul, Ankara, İzmir) ve dışında, kültür-sanat endüstrisine karşı duruşunu önemsediğiniz bandrollü yayınlar var mı? Varsa, isim verebilir misiniz?

Z.Y.: Kültür-sanat endüstrisine karşı veya yancı duruşuyla olmasa da bazı özel ilgilerim nedeniyle önemsediğim ve takip ettiğim bandrollü yayınlar var. Ama isim vermek istemiyorum.

D.D.: Kültür-sanat endüstrisine mesafeli bazı muhalif dergiler, dağıtım şirketlerinin istediği yüksek fiyatlar nedeniyle bu ağdan çekildi. Bu durum fanzin kültürünün özgünlüğünün ve fanzinci duruşunun bir onayı olarak görülebilir mi?

Z.Y.: Görülür… Ama çevrimsel ya da iklimsel, yani “geçici” bir onaydır bu aslında… Bak, bir şeyi açıkça ortaya koymalıyız; “dağıtımdan çekilmek” dediğin şey, “yeni kapitalizmin kültüründen çekilmek” anlamı taşımıyor. Aslında, tersine, bu “çekilme” olayı okuyucu profiline ilişkin bir kapristir, şovdur hepi topu… Misal, dağıtımdan çekildiğini söyleyen dergilerin kaçının etiket fiyatı yarı yarıya azalmış? Eminim ki çok azdır…  Yani bu “çekilmek” hikâyesi sahici bir tavır değildir. Yarın öbürsü gün, dağıtımcılara ya da benzer bir “Yeni Kapitalizm” sistemine “Eyvallah” diyeceklerdir sanıyorum, eli kulağındadır. Görürsün…

D.D.: Bildiğimiz kadarıyla fanzin eylemi, kültür-sanat aleminin dışında konumlanmayı; günlük hayatın gerçeklerinden yola çıkarak, sisteme isyanı ve direnişi ifade eder. Hiç bu öze aykırı tutumlarla karşılaştınız mı, fanzinin bir basamak olarak görüldüğü durumlarla?

Z.Y.: Evet, defalarca böylesi şeylerle karşılaştım… Özellikle de 2009-2011 arası bu konuda çok belirleyiciydi, çok kritikti. Ama en üzücüsü şuydu bence: “Yeraltı Edebiyatı” denilen söylemin bir basamak ve menfaat enstrümanı olarak kullanılmasına, alt-kültür dilinin ve imgeleminin endüstrileşmesine (yani “imgelemin özgürleşmesi” yolundan çıkarak Yeni Kapitalizm söylemlerinde erimesine) böylelikle de o alt-kültürün anlamsızlaşmasına şahit oldum. Son 2-3 yıl içerisinde “Yeraltı Edebiyatı” denen şey fabrikalaştı…

14 Aralık 2011
dipdalga.net

Eki
24
2012
0

Mermer Adası’nda Simalar (Z. Yalçınpınar)

Nedendir bilinmez, Marmara Adası’nı içselleştirerek sevmiş birçok kültür ve sanat simasından hiçbir kaynakta veya platformda yüksek sesle bahsedilmez. Bu önemli insanlardan bazılarını adada yüz yüze tanıma fırsatını buldum, bazılarına ise tevellüdüm nedeniyle yetişemedim. Ancak, çeşitli uğraşılar sonucunda bütünleyebildiğim araştırmalardan ve dinlediğim hikâyelerden sonra birçok yazarın, şairin, ressamın, sporcunun ve gazetecinin adaya kısa süreli misafir olduğunu, adadan etkilendiğini ve uzun yıllar boyunca adada yaşadığını öğrendim.

İstanbul Radyosu’nun ve Güneş Spor Kulübü’nün kurucularından, ilk spor spikerimiz gazeteci Eşref Şefik [1] , Marmara Adası’nın en tanınmış simalardan biridir herhalde… Eşref Şefik, yaşlılık döneminde -1970’li yıllardan vefatına kadar- senede altı ay gibi bir süreyle Aba Koyu’na inşa ettiği yazlık evinde yaşamıştır. Eşref Şefik’in oğlu ve efsane kitap koleksiyoneri Şefik Atabey de aynı yazlık evde uzun yıllar komşumuz olmuştur. Çocukluğumdan bu yana Şefik Atabey’in zekası ve özgün kişiliği beni çokça etkilemiştir. Kitap koleksiyonum üzerine ilk tavsiyeleri ve yönlendirmeleri 2000 yılında Şefik Atabey’den aldığımı da not etmeliyim. Ayrıca, Eduardo Galeano’nun müthiş kitaplarını bana tanıtan kişi de Şefik Atabey’den başka biri değildir. Osmanlı İmparatorluğu tarihi ve coğrafyasına ilişkin yabancı dilde -çoğunluğu Avrupa dillerinde- yazılmış kitaplar ve belgeler konusunda en bilgili kişilerden biri olan Şefik Atabey’in 2010 yılındaki vefatının ardından kitap koleksiyonerliği dünyasında bilgi ve deneyim açısından çok büyük bir boşluk oluşmuştur. [2]  Eşref Şefik’in ve Şefik Atabey’in mezarları Marmara Adası’ndadır.

Atabey Ailesi’nin Aba Koyu’ndaki Yazlık Evi

Aba Koyu’nda yaşamış efsane isimlerden bir diğeri de Psikiyatr Dr. Memduh Nabi Eren’dir (1923-1997). 27 Mayıs’ın dikkat çekici gençlik liderlerinden biri olan Memduh Eren’in “Üçüncü Dünya Devrimi” (Sarı Kitap) ve “27-28 Nisan 1960 Gençlik Eylemi Işığında: 27 Mayıs” (Lacivert Kitap) başlıklı iki önemli siyasal teoriler ve anılar kitabı yayımlanmıştır. Eren, 1971’in acı çeken ancak pes etmeyen sıkı isimlerindendir. Ayrıca, Eren, Fenerbahçe Spor Kulübü’nde forma giymiş eski futbolculardandır. Futbolu bırakmasının ardından kulübün muhalif cephesine de kısa bir süre liderlik etmiştir. Kulüpteki genel kurul toplantılarında yaptığı ateşli ve sert konuşmaları ile yönetime/iktidara muhalif kişiliği hiçbir zaman unutulamaz. Memduh Eren’e ilişkin çok hoş bir futbol hikâyesi şöyledir: Eren, bir derbi maçında sol uçta topu kazanır, hızla ceza sahasına girer ve boşta olan (muhtemel bir pası rahatlıkla gole çevirebilecek) santrfora pas atmaya hazırlanır. Ancak bir türlü pası santrfora çıkaramaz ve gecikir. Top kalecide kalır. Takım arkadaşları şaşkınlık içerisinde Memduh Eren’e doğru koşarlar ve neden pası zamanında santrfora çıkarmadığını sorarlar. Eren’in verdiği cevap karakterini de yansıtmaktadır: “Pası çıkaracağım doğrultuda bir çiçek kümesi vardı. Çiçekleri ezmek istemedim!” Uzun yıllar Aba Koyu’nun üzerindeki yüksek tepede bulunan dağ evi benzeri yerleşkesinde yaşamını sürdüren Dr. Memduh Eren, 1997 yılında “böbrek yetmezliği” rahatsızlığı nedeniyle vefat etmiştir. Mezarı Marmara Adası’ndadır.

Dr. Memduh Eren, Fenerbahçe formasıyla…

Aba Koyu’nda uzun yıllar yaşayan Fenerbahçe Spor Kulübü’nün eski futbolcularından biri de büyük amcam Santrfor Yaşar Yalçınpınar’dır [3] . 1930’lu yılların sonundan 40’lı yılların ortasına kadar, çubuklu formayı onurla taşıdığı 75 maçta 60 gol kaydetmiştir. Büyük amcam, 1998 yılındaki vefatına kadar Aba Koyu’ndaki yadigâr evimizde hayatını sükûnet içerisinde sürdürmüştür.

Aba Koyu kapsamında son olarak şunu da hatırlatmak gerekir: 1950’li yılların ortasında, Ahmet Esat Tomruk’un (İngiliz Kemal’in) [4]  kısa bir süre Aba Koyu’nun girişinde yer alan bir evde yaşadığı rivayeti Marmara Adası’nda yaygındır. Ancak, bu söylencenin kaynağını, sebebini bulabilmek ya da doğruluğunu kanıtlayacak bir belgeye ya da kişiye ulaşmak mümkün değildir.

1950-70 yılları arasında Marmara Adası’na edebiyat çevreleri tarafından özel bir değer verilmiştir. Şair Oktay Rifat ve ailesinin yaz tatillerini Marmara Adası’nda geçirdiğini, Oktay Rifat’ın oğlu Samih Rifat tarafından kaleme alınan  Ada [5]  adlı zarif kitaptan öğreniyoruz. Samih Rifat’ın Marmara Adası’ndaki çocukluk ve ilkgençlik anılarını içeren kitaptan bazı bölümler aşağıdadır:

“1955-64 yılları arasında her yıl yaz aylarını Marmara Adası’nda geçirdim. Annem ve babamla (Oktay Rifat). İlk gittiğimde on yaşındaydım, son gittiğimde on dokuz olmuştum sanırım. Babamın yıllık izin süresiyle, bir ayla sınırlıydı Ada günlerimiz -şimdi bu zaman bana daha uzun geliyor, sanki bütün yazı orada geçirirmişiz gibi; öyle değildi oysa. (…)
Rüzgârlarım vardı, tanırdım: Gündoğrusu, Batı, Karayel. Yosun ve balık kokan Lodos, Dipdiri Poyraz. Gece kalır, ay çıkar: sabaha dek sütliman. Sonra ürperir yavaşça, nereden geldiği belirsiz, esmeye başlar, bir bir yükselir, artar. Öğleye doğru kuzuya keser denizin üstü. Burunlardan savurtma eser; kuytulara hafif esintilerle dolar. Yüzmeye giderim yelin tersine, rüzgâr almayan kumsala: Kole’ye ya da Aba’ya, Tatlısu’ya, Manastır’a… Dönüşte oradadır, beni bekler patikanın tepesinde, teknedeysem burundaki kayada. Serinletir, kucaklar, okşar. Sonra yemek, öğle uykusu, Çınaraltı’nda buluşmalar. Rüzgâr hiç durmaz bu arada: kıyıda, sokakta, bahçede, dağda; bir o yana, bir bu yana. Bilmem yaşam mıdır bir burgaçtan esip duran, hafifçecik ya da hoyrat, üstümüze.”

Papirüs Dergisi’nin Oktay Rifat bölümünden bir fotoğraf…
(Güneş gözlüğü takan çocuk da Samih Rifat olsa gerek…)

İkinci Yeni şiir akımının en derin şairlerinden biri olan Turgut Uyar ile eşi Tomris Uyar’ın bazı tatillerini Marmara Adası’nda geçirdiğini, Erhan Altan’ın  Tomris Uyar’la gerçekleştirdiği söyleşileri içeren “Ben Koşarım Aşağlara, Koşarım” [6]  adlı kitaptan fark ediyorum. Ayrıca, ünlü radyo sunucusu Baki Süha Ediboğlu’nun [7] anılarını kaleme aldığı “Bizim Kuşak ve Ötekiler” [8]   adlı kitapta Turgut Uyar’a ilişkin şu satırlar yer almaktadır:

Turgut Uyar’ı yakından görüp tanışamadım. Dört yıl kadar evvel Marmara Adası’nda uzaktan gördüm. Başka bir ozan arkadaşım onun Turgut Uyar olduğunu söyledi. Orta boylu, sarışınla kumral arası genç bir insan. Ağır ağır yürüyor ve çevresiyle pek ilgilenmiyordu. Her halinde ozan olduğu belliydi. (…)

Edebiyat eleştirmeni Fethi Naci [9]  ve dostları da 1960’ların Marmara Adası’nın sevdalılarındandır. Fethi Naci’nin “Dünya Bir Gölgeliktir”  [10] başlıklı anı kitabından bazı bölümler:

Boğazına düşkün olanlar için Ada’nın en önemli özelliği balığın ve ıstakozun çok ucuz oluşu. Marmara Adası’nda herkes bol bol ıstakoz yiyebilir. Kocaman ıstakozlar müzayedede 3-5 liraya gidiyor. Yıl, 1962. Müzayede deyince Marmara’nın kedilerinden söz etmem gerek. Balıkçılar, tuttukları balıkları ve ıstakozları getirip müzayede ile satıyorlar. Müzayedeyi idare eden, müzayedenin başladığını ilan etmek için düdüğünü öttürünce, insanlardan önce kediler koşuyorlar düdük sesine. “Kokuyu alınca” değil, “düdüğü duyunca”. Böylece Pavlov’un şartlı refleks olayını Marmara’nın kedileri de doğrulamış oluyor.

Marmara, daha çok, 15-20 günlüğüne izin alan, orta halli memurların dinlenme yeri. Yüzmek için, dolmuş yapan motorlarla, Tatlısu’ya, Manastır’a gitmek gerek. Manastır çok hoş bir plaj; hiçbir zaman rüzgâr tutmuyor. Denizin üzerine sarkmış kocaman bir çınar ağacı var. Kırk yıl önce keyifli günler yaşamıştık Marmara Adası’nda: Turgut Uyar, Edip Cansever, Arif Damar… (…) Şimdi, Turhan Günay’la, Oya Baydar ve Aydın Engin’le buluşmalarımız, deniz kıyısında akşam yemekleri… (2002) Bunlar güzel anılar olarak kalacak…

(…) O fotoğrafı buldum. 1996’da, Marmara Adası’nda Atila Ergür’ün öğrencisi Aydın Çukurova çekmişti. Aylardan Temmuz. Lâle’yle tavla oynuyoruz. Atilla Özkırımlı seyrediyor. Nuri Akay (balıkçı) objektife bakıyor. Atila Ergür keyifle gülüyor. Ben pek asık suratlı olduğuma göre galiba Lâle’ye yenilmek üzereyim. Fonda armut, kiraz, kayısı ve zeytin ağaçları. Güneşli bir gün. Ağaç gölgelerinden yararlanmak için tavla masasını ağaçlara iyice yaklaştırmışız. (…)

Yaşar Kemal’in Ada Üçlemesi’ni yazarken Marmara Adası ve tarihinden çokça faydalandığı tüm adalılar tarafından dile getirilmektedir. Yaşar Kemal’in 1990’lı yılların ortasından günümüze kadar Marmara Adası’nı her ziyaretinde Kole Burnu’nun tepesinde bulunan en eski motellerden Mola’da misafir olduğunu biliyoruz.

Türkiye’de soyut sanatın öncülerinden olan yontucu Kuzgun Acar’ın [11]  da hayatının son yıllarında Marmara Adası’nda yaşamayı düşündüğünü, vefatının hemen ardından yayımlanan “Tiyatro Dergisi”nin 32. sayısında Tanju Cılızoğlu’nun satırlarından öğreniyoruz:

(…)Bayrampaşa Belediye Başkanı, Kuzgun’u Antalya’da Haşim İşcan anıtını yaparken tanımış ve bir sohbet sırasında kendi projelerinden söz ederek Atatürk anıtı düşüncesini açmıştı. Kuzgun, “bir iş bulduk!” diye atlamamış işin üzerine, incecik sormuştu Bayrampaşa Belediye Başkanı’na, “Ben kendi kafamın içindeki Atatürk’ü mü yapacağım, sizin kafanızın içindeki Atatürk’ü mü?” Sonra oturmuş anıtın maketini çıkarmış, başta Belediye Başkanı olmak üzere ortaya çıkan anıt maketine kimse, hiçbir Bayrampaşalı “Hayır” dememişti. Marmara Adası Belediye Başkanı Ahmet Enön de Antalya Festival gazetesinden Kuzgun’u tanımış ve Kuzgun, bir hafta sonu soluk almak için Marmara Adasına gittiğinde  Kuzgun’a bir heykel için asılmış. Sonunda orada da Bayrampaşa Belediye Başkanı’na sorulan soru sorulmuş, cevap alınmış ve “Balıkçılarla balık ağları çeken” Atatürk anıtı maketi ortaya çıkmıştı.Kuzgun coşkuyla sıvanmıştı bu anıtlara… Hatta Marmara Adası işini öylesine sevmişti ki “Bu anıt istediğim gibi çıkarsa, en çok bu anıtı özlerim” diyerek yaşamı Marmara Adası’nda kıyıya çekmeyi bile kurmuştu.(…)

1964 yılında Marmara Adası’nın Gündoğdu Köyü’nde (çok eski adıyla Prastos’ta) dünyaya gelen ve hâlâ o güzelim coğrafyada yaşayan sıkı ressam İsmet Değirmeci’yi unutmamak gerekiyor. Değirmenci’nin 2010’da yayımlanan “Gemi Ne Zaman Gelecek?” [12] adlı şiir kitabının arka kapak yazısını Oruç Aruoba kaleme almıştır. Aruoba’nın bakışı ve düşüncesi, Marmara Adası’nın simalarını ve adalı kültürünün özünü kavramak yolunda özel bir sonsöz sayılabilir:

‘Hiçbir insan bir ada değildir’ diye başlar John Donne, ünlü (Hemingway’i de esinlendirmiş) ‘çanlar kimin için çalıyor’ konulu vaazına.

Doğrudur. Bir ada değildir hiçbir insan; yapayalnız, tek başına, değil ama, bazı insanlar, adalı kişilerdir ve yalnızdırlar…

İsmet Değirmenci de onlardan biri; bir adalı ressam; ama burada, gözlerini söze çeviriyor, şiir yazıyor.

Bir adada – bir adadan – yazılan şiirler hangi temellere dayanır?

Herşeyden önce, Deniz’e: Deniz çevreler Ada’yı – Ada, Deniz’in içindedir – O’nunla birlikte; ama O’ndan dolayı, yalnız… Ada’ya gelenler, Deniz’den gelirler; gidenler de, gene, Deniz’e  – Deniz’den – gideceklerdir.

Ada’da kalan yalnız kişi ise, gene, Deniz’e bakar, bekler – ya beklenen birisinin gelmesini; ya da, tabii, o gelmeyeceğine göre, kendi, çekip gitme zamanın gelmesini – gene Deniz’e –Deniz’den…

İsmet Değirmenci de öyle yapıyor: – Adalıların uğraşlarıyla, ilişkileriyle oluşan Ada yaşamını çerçevelerken, onun içine bir kişiyi özleyen yalnız bir kişi koyu – yor – bekletiyor, çantasını alıp gidene dek, Ada’dan – Deniz’e…

Zafer Yalçınpınar (Zy)
23 Ekim 2012, İstanbul

———————–

[1]   (18941980), Bkz: https://tr.wikipedia.org/wiki/Eşref_Şefik
[2]   bkz: Emin Nedret İşli ve Ömer M. Koç’un Yazıları, NTV Tarih Dergisi, Sayı:20, Eylül 2010, bkz: https://zaferyalcinpinar.com/sefikatabey.jpg
[3]   (1914- 1998) Bkz: https://evvel.org/santrfor-yasar-yalcinpinar-1914-1998
[4]   (1887-1966)  Bkz: https://tr.wikipedia.org/wiki/İngiliz_Kemal
[5]   Samih Rifat, “Ada”, Sel Yay. (Geceyarısı kitapları), Ocak 2002
[6]   Erhan Altan, “Ben Koşarım Aşağlara, Koşarım”, Dünya Yay., Eylül 2005
[7]   (1915-1972)  Bkz: https://tr.wikipedia.org/wiki/Baki_Süha_Ediboğlu
[8]   Baki Süha Ediboğlu, “Bizim Kuşak ve Ötekiler”, Varlık Yay., 1968
[9]   (1927-2008) Bkz: https://tr.wikipedia.org/wiki/Fethi_Naci
[10] Fethi Naci, “Dünya Bir Gölgeliktir”, YKY, 2002
[11] (1928-1976)   Bkz: https://tr.wikipedia.org/wiki/Kuzgun_Acar
[12] İsmet Değirmenci, “Gemi Ne zaman Gelecek?”, Assos Yay., 2010

Hamişler:

-Yazının fotoğraflarla zenginleştirilmiş PDF biçemine https://zaferyalcinpinar.com/mermeradasindasimalar.pdf adresinden ulaşabilirsiniz.

-Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan “Adalar Kültürü” ilgilerinin tümüne https://evvel.org/ilgi/mermer-adasi adresinden ulaşabilirsiniz.

-Mermer Adası’nın Facebook Sayfası şu adreste: https://www.facebook.com/mermeradasi

-EVV3L kapsamında yayımlanan “Fenerbahçe Spor Kulübü” başlıklı ilgilere https://evvel.org/kara-deryalarda-bir-fenersin adresinden, “Yaşar Yalçınpınar” arşivine ise https://evvel.org/ilgi/yasar-yalcinpinar adresinden ulaşabilirsiniz.

Powered by WordPress | Theme: Aeros 2.0 by TheBuckmaker.com