“AKIL”
Foto: Z. Yalçınpınar
*
Ayrıca bkz: Kendini Anlatan
(…)Jaspers, kitapları arasında en çok sevdiğini söylediği üç ciltlik Philosophie’si için bu kitapta bir öğreti arayan okurlar umut kırıklığına uğrayacaklardır der: yapıt içinde edilgin, uyuşuk kalmak isteyen okur da bir boşluk duyacak, bir şey bulamayacaktır. “Bu okurlar gerçekten de benim hiçbir şey söylemediğimi ileri sürmelidirler. Onların durumundaki eksiklik, benim öbür kanadın vurması adını verdiğim şeydir, bu da, okunan parçada söylenenin (bir kanadın vuruşu gibi) bütün bir anlam kazanarak yükselivermesi için gereklidir.”
Her içerik bütün öbür içerikleri aşmak için bir araçtır ancak. Bütün öbür deyişlerle yetinmezliğe çağrı olarak görülmeyen hiçbir deyiş anlaşılmış sayılmaz. “Felsefe yapmak” uğruna “felsefe”ye sırt çevrilmiştir. “Bununla birlikte, felsefe yapmanın tek anlamlı içeriği, içimizde büyüyerek kendi kendilerini sezinleyen, bütün nesnel içerikleri ardında bıraktıkça daha bir pekişen itilimlerden, iç eylemlerden, görme yargılama biçiminden, seçmeler yaparak tepki gösterme çevikliğinden, tarihsel şimdiliğe dalmaktan kurulur.”
(…)
Walter Kaufmann
“Dostoyevski’den Sartre’a Varoluşçuluk”, Çev: Akşit Göktürk, De Yay.,1964, s.32
(…)Herkesin aynı şeyleri okumuş olmasının beklenemeyeceğini söyledim. (Herkes hep aynı şeyleri okursa durumumuz bir yoksulluğa varır. Okumada çeşitlilik gerekir. Bu ilgilerde de çeşitlilik demektir.) İlgiler değişik, olanaklar değişiktir. Ama bu başka başka okumalar, terimlerden biri olan “metinlerarası” bütün ya da bütünce üzerinde dururken, birden, başka bir anlam kazanacaktır. (…) Modalardan söz ettim. Moda geçicidir ama yayıcıdır da. Herkesin imbilime ilgi göstermesi, bu genel ilgi yerini bir başka “moda”ya kaptırdığı zaman da imbilimle uğraşacak birkaç uzman adayının ortaya çıkmasına yol açarsa verimli bir ilgi olmuş olacaktır. (…) Yaşayan, kutuya girmiş haliyle değil, oluşma halindeki düşünceden söz ettim. Kaynak metinler üzerine yazılanlar bu kaynakları kimi zaman çarpıtmıştır; (bu çarpıtmalar, bir bakıma, düzeltilmesi daha kolay şeyler) ama her zaman süzmüştür. (…) Oluşan düşünceyi görüp yaşamağa çalışmak ise başka bir serüvendir. İmbilim alanında Peirce’den, örneğin, Eco’ya, Greimas ya da Barthes’a uzanmak, bir düşünce serüvenini bir kıyıcığından yaşamaktır. Bir ülkenin sınırlarının, engebelerinin, sularının yavaş yavaş tanınması gibi bir alanın, birtakım sorunların, kavramların, terimlerin yavaş yavaş arandığını, sezildiğini, bulunduğunu, kararlaştırılıp işler hale getirildiğini görmektir. Araştırmayı, aydınlanmayı yaşamaktır bu. (…)
Bilge Karasu
“İmbilim Ders Notları”, Yayına Haz: Cemal Güzel, BilgeSu Yay., 2011, ss. 18-21
Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan Bilge Karasu ilgilerinin tümüne https://evvel.org/ilgi/bilge-karasu adresinden ulaşabilirsiniz.
(…)
208. (…) Yorumlama, bir prosedürdür.(…) Görme bir eylem değil, bir durumdur.(…)
(…)
211. “Bir seferinde ‘Orada bir küre mi görüyorsun?” ve bir başka seferinde ‘Orada bir yarım küre mi görüyorsun?’ diye sorulduğunda, iki seferinde de gördüğüm şey aynı olabilir ve ‘Evet’ diye yanıtlasam da iki hipotez arasında ayrım yaparım. Satrançta şimdiki hamle hem piyonla hem de şahla yapılabilecek bir hamle olsa da ve fiilen şah biçimli bir taş piyon olarak kullanılıyor olsa da, piyon ile şah arasında ayrım yapmam gibi.” -Felsefede insan hep bir sembolizm miti ya da bir zihinsel süreç miti üretmek tehlikesi içindedir. Basitçe herkesin bildiği ve herkesin kabul edeceği şeyler söylemek yerine.
212. Burada sahip olduğum şeyin sahici bir görme durumu mu yoksa bir yorumlama durumu mu olduğunu bana içgözlem söyleyebilir mi? Her şeyden önce, neye yorum diyeceğimi, bir şeye yorumlama durumu mu yoksa görme durumu mu deneceğini nasıl söyleyeceğimi kendim için açık hale getirmem gerekir.
(…)
221. “Bilinç, bir başkasının yüzünde ve davranışında, bendeki kadar açık seçiktir.”
222. İnsan gözünü bir alıcı olarak görmeyiz; o bir şeyi içeri alıyor gibi değil, bir şeyi dışarı gönderiyor gibi görünür. Kulak alır; göz bakar. (Bakış atar, parlar, ışır, ışık saçar.) İnsan birinin gözlerinden dehşete düşebilir, kulağından ya da burnundan düşmez. Gözü gördüğünde, ondan dışarı çıkan bir şey görürsün.
(…)
Ludwig Wittgenstein
“Zettel”, Çev: Doğan Şahiner, Nisan Yay., 2004, ss.53-57
Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan Wittgebstein ilgilerinin tümüne https://evvel.org/ilgi/ludwig-wittgenstein adresinden ulaşabilirsiniz.
(…)
Birinci resimde sessizim, süreçlerden acıyla koparılmış -ikincisinde dışardan gelen sesler karmaşası, konuşma içime işliyor, ancak ben bu sırada, en fazla bir çığlık atabilir durumda, hâlâ sessizim -üçüncüsünde iradem dışında, cümle cümle anlatmaya başlayarak nihayet hayat geliyor içime; bu çoğunlukla belirli birine, dostlara yöneltilmiş bir anlatım -ve nihayet, bugüne dek en kalıcı biçimiyle o zamanki berrak bakışlı yorgunluğumda yaşadığım dördüncü resimde, dünya susarak, hiçbir söz kullanmadan kendini anlatıyor; bana da şuradaki ağarmış saçlı izleyici komşuma da, oradan salınarak geçen muhteşem kadına da… Tüm barışçıl olaylar aynı zamanda birer anlatıydılar(…) orada anladım ki ideal bir destandı bu: Uçucu dünyanın resimleri birbirlerine tutunuyor ve biçim kazanıyorlardı.
İdeal mi?
Evet, ideal:Herşey olması gerektiği gibi oluyordu çünkü. Sürekli yeni bir şeyler oluyordu ve hiçbiri fazla ya da eksik değildi -Herşey bir destanda olması gerektiği gibiydi; kendini anlatan insanlık tarihi olarak kendi anlatan dünya, bu nasıl olabilirse öyleydi işte. Ütopik mi? Buradaki bir afişte “La utopia no existe” yazısını okudum. Çevrilirse, yok-yer yoktur, anlamına gelir. Bunu bir kez düşündüğünde dünya tarihi yön değiştirmeye başlar.(…)
Peter Handke
“Yorgunluk Üzerine Deneme”, Çev: Cemal Ener, Nisan Yay.,1991, ss.43-45
Bugün yapıldığı gibi, kongrelerde, söyleşilerde, düşünülebilecek her fırsatta, zamanımızda bir şaire, bir yazara düşen görevlerden söz edilmesi, beni çok önceden kızdırmaya başlamıştı. Çünkü bu bağlamdaki bütün soruları çok ters ve aşırı haddini bilmezlik olarak buluyorum. Yazarların kendi görevleri üzerine ilginç açıklamalar yaptıklarına hep rastlanmasına karşın, ben bu görevin ne olduğunu bilmiyorum. En azından bütün bu sorunlar karşısında bizden beklenen tavır anlamında olmak üzere, bilmiyorum. Buna karşın bu bağlamda doğal olarak var bir şey, ama herkes çalışmasının hesabını ne ölçüde verebileceğini ve kendi kendisine karşı nasıl verebileceğini kendisi çözümlemek durumunda. Benim açımdan bu, insanın iki ya da üç eski beklentide kalabileceği gibi bir sonuca yol açıyor; bir zamanlar bu, entelektüel dürüstlük diye adlandırılmıştı. Yani insanın söyleyebileceğinden daha fazlasını söylememesi, kendisine dışardan yüklenen sözde sorunları üstlenmemesi girişimi. Gerçek sorunları insan çok farklı bir biçimde üstleniyor, bu sorunlar konferanslarda, kongrelerde tartışılamaz. Ve bu türden gerçek bir sorunun varlığı söz konusu ise eğer, o sorun, en olumlu anlamda olmak üzere, tartışılamaz. Ve bu soruna verilebilecek tek yanıt, çalışmadır, yapıttır veya bu yapıtın başarılmasıdır.
Ingeborg Bachmann, 1969
Çev: Ahmet Cemal
(…)Söz, müzik alanından sürüldüğü takdirde kendi başının çaresine bakabilir. Uğraşları dil olan bizler, dilden yoksunluğun ve dilsizliğin -yani en arı konumlarımız diyebileceğimiz bu konumların!- ne demek olduğunu deneyimlerimiz aracılığıyla bilmekteyiz; bizler, ıssız bir ülkeden yaşam bizim sürmemiz demek olduğu sürece sürdüreceğimiz bir dille birlikte geri döndük.
Ancak her hedef şaşırmanın kaçırılmış bir kurtuluş fırsatı olduğu, bir ruha ilişkin her yanlış anlamanın benzer bir ruhta ölümcül bir hüzne yol açtığı bir anda sanatların birbirinden ayrılması gerçekten zorunlu mu? Şarkıya gereksinimimiz ortada. Şarkı son bulmak zorunda mı?
Hiçbir zaman olmadığımız kadar feda etmeye, yetinmeye hazır olmamıza karşın, bir sanattan ötekine giden bir iz bulunduğu yolundaki düşüncemizi korumaktayız. Hölderlin’in bir sözüne göre ruh, kendini ancak ritmik bir biçimde dile getirebilir. Çünkü müziğin ve yazının ruha yaklaşımları aynıdır. Her ikisinde de ilk, yani yaratıcı anlamda bir ritim bulunmaktadır. Bundan ötürü birbirlerini tanıyabilirler. Sözü edilen iz, işte budur.
(…)Bu sese yeniden saygı göstermenin, sözcüklerimizi, ezgilerimizi ona devretmenin onun düşünülebilecek en güzel çabalarla bekleyenlere ve sırtını dönmüş olanlara ulaşmasını sağlamanın zamanı artık geldi. Onu artık bir araç olarak değil, ama yazın ile müziğin doğruluk anını paylaşacakları zaman parçasının yöneticisi saymanın zamanı geldi.
Üstünde yaşadığımız bu kararmakta, dilsizleşmekte ve çılgınlığın önünde geriye çekilmekte olan yıldızda, yüreklerdeki ülkeler boşaltılırken, onca düşünce ve duyguya veda edilirken, insanoğlunun sesi bir kez daha yankılandığında, bizler için yankılandığında, bunun insanoğlunun sesi olduğunun bilincine varamayacak biri düşünülebilir mi?
Ingeborg Bachmann
“Bu Tufandan Sonra”, Çev: Ahmet Cemal, Metis Yay. 2.Baskı, 1998, ss.47-48
Bilge Karasu
“İmbilim Ders Notları”
Yayına Hazırlayan: Cemal Güzel
BilgeSu Yayıncılık, Aralık 2011
“Dilbilim tümcenin bittiği yerde biter. Tümcenin sonrası, yani bağlam imbilimin alanına girer.”
“İmbilimin amaçladığı, kabaca söylendikte, anlam üretimi biçimlerinin, anlam üretim biçimlerinin düzenlenişinin incelenmesi, bu alanda biçimselleştirilmiş, nicelleştirilmiş birtakım sonuçlara varılabilmesi. Bu da imbilimi bir bilim haline getirmenin önemli bir adımıdır.”
Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan Bilge Karasu ilgilerinin tümüne https://evvel.org/ilgi/bilge-karasu adresinden ulaşabilirsiniz.
Bkz: https://www.dadatart.com/2011/12/22/cizgiler-is-basinda/
Scribbled Line People diye adlandırılan tasarım dizisinin başında grafik-tasarımcı Ayaka Ito ve bunun yanında programcı Randy Church olmak üzere iki kişi bulunuyor. Ortak bir beğeni sonucu ortaya çıkarılan dizide insanlara dijital ortamda gergin kablolardan oluşan bir vücut tasarlanmış ve modellenen bu görseller fotoğrafların içine güzel bir şekilde monte edilerek -interaktif tasarımcı Erik Natzke’nin de katkılarıyla- kompozit görüntüler ortaya çıkarılmış. İç içe geçmiş kabloların oluşturduğu karmaşık yapı dizinin her bir parçasını görsel zevk açısından geçerli konuma yükseltmiş. Kullanılan programların Photoshop ve Flash olduğunu belirtiyorlar.
Bkz: https://www.dadatart.com/2011/12/22/cizgiler-is-basinda/
Ludwig Wittgenstein
“Mavi Kitap Kahverengi Kitap”
Çev: Doğan Şahiner
İş Bankası Kültür Yayınları, 2. Baskı, 2007
Ludwig Wittgenstein’ın 1933-35 yılları arasında Cambridge Üniversitesindeki bazı öğrencilerine yazdırdığı notlardan oluşan Mavi Kitap, Kahverengi Kitap, 20. yüzyılın en önemli filozoflarından birinin ileride gerçekleştireceği fikirlerin tohumlarını içermesi bakımından ayrı bir önem taşır.
Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan Wittgenstein ilgilerinin tümüne https://evvel.org/ilgi/ludwig-wittgenstein adresinden ulaşabilirsiniz.
4.
Ortalık sessizleşti, sessizleşti ve çalgının tellerine dokunmazdan önce çalgıcıyı karşılayan sessizliğe dönüştü. (…)
Hermann Broch
“Kader Ağıtları-Vergilius’un Dönüşü”, Çev: Ahmet Cemal, İyi Şeyler, 1996, s.71
(…)
(…)
Hermann Broch
“Kader Ağıtları-Vergilius’un Dönüşü”, Çev: Ahmet Cemal, İyi Şeyler, 1996, ss. 16-19
(…)
Sözün davranımla sürdüğü gibi oyun, “pantomime” de sözün yetmediği zaman yerini alır sözün, özdeksel oyunlama öğeleri de kendilerince abartırlar onu. İğreltilerin kullanılması da ayrı, başka bir sorun. (Artaud durmuştu bunun üzerinde.)
Tiyatro salt toplumsal olmalı denince, gerçekte iş şu ya da bu anlamda yurtyönetimsel bir tiyatroya dayanıyor elbet. Toplumsal olmak başka, “toplumcu” ya da “Marx’çı” ya da “faschiste” olmak gene başka, yetersiz bir bilinç anlayışının dillenimidir bu (…)
Sonra kendisi istemese de toplumsal olur kişi, çünkü hepimiz bir türlü tarihsel karmaşaya kapılmışız, tarihin de belli bir kıpısına bağlıyız -bununla birlikte bu kıpı bizi bütün bütün yutmuyor, tersine kendimizin en az özlü yanını da içeriyor, dile getiriyor.
Özenle bir yapımın (technique’in), tiyatro dilinin, tiyatronun kendi dilinin sözünü ettim. Konu ya da toplumsal özler bu dille tiyatronun konusu, özleri olabilir güpgüzel. Kişi belki öznellik zoru ile nesnel oluyor. Tikel genele kavuşuyor, toplum da besbelli nesnel bir veridir: böylece, görüyorum ki toplumsulun, yani daha çok bağlı olduğumuz zamanın tarihsel anlatımı dille olabilir ancak. (her dilde de tarihsel olup çağıyla çevrilmiştir, yadsınamaz bu.) Sanat yapıtına doğallayın sokulu veren tarihsel anlatım, dillenim, isteseniz de istemeseniz de bilinçli ya da bilinçsiz de olsa, kendiliğindendir; istenilmiş, düşünülüp taşınılmış, “fikrî” değildir.
Zamansal da zaman dışına, evrensele karşı çıkmaz: tersine, boyun eğer.
Salt zamansal–artası, tarih artası, tin duyuşları, sezgileri vardır. Şöyle güzel bir sabah geceki uykumdan olduğu denli, kafa alışıklığının uykusundan uyanınca, varlığımın bilincine, sonra evrensel görünüşün bilincine varınca birden, her şey yabansı geliyor bana; bildik, alışılmış geliyor; olmanın şaşkınlığına uğrayınca bakıyorum bu duygu, bu sezgi herkeste, her zaman olan bir şey. Bu tin duyuşunu, hemen hemen bir sözcükle dile gelmiş olarak ozanlarda, felsefecilerde, gizemcilerde bulabilirsiniz. Kılı kılına benim duyduğum gibi duyarlar, bütün insanların da kafaca ölmemişlerse ya da yurtyönetimsil işler uslarını başlarından almamışsa, yüzde yüz duymuş oldukları gibi. Bu tin duyuşunun açıkça dile gelmişini, kesinlikle, Ortaçağda, eskiçağda ya da herhangi tarihsel bir yüzyılda tıpa tıp bulursunuz. O bengi kıpıda, kunduracı ile felsefeci, “köle” ile “efendi”, papazla dinsiz buluşurlar, bir olurlar.
Tarihsel ile tarihseldışı kaynaşır, birleşir şiirde, resimde. Başını yapan kadının imgesi kimi İran minyatürlerinde, Eski Yunan, Etrüks Dikilitaşlarında, Mısır fresklerinde tıpkıdır; bir Renoir, bir Manet, XVII. ya da XVIII. yüzyılın ressamları bir tutumu yeniden bulmak, dile getirmek için, bir kösnük bengi sunuda barınan tutum karşısında bir çarpıntıyı yeniden duymak için öbür çağların ressamlarını bilmek gereksinmesini duymadılar. İlk örnekte olduğu gibi açıkça kişicil çarpıntılar söz konusu burada. Resimsel anlatı ile belirtilen o imge çağlara göre değişiktir; ama ikincil olarak ortaya çıkan bu “değişik” imge sürekli kalıcının ışıklı dayanağıdır. “Belgeler”, zamansalın -ya da modaya uygun bir sözcük kullanayım- “tarihselin”, zaman dışına (evrensele) nasıl bağlandıklarını, onların bir olduklarını, birinin ötekine nasıl dayandığını gösterir.
Eugéne Ionesco
“Tiyatro Deneyi”, Çev: Teoman Aktürel, De Yayınları, 1961, ss. 25-27
(…)
123. “Düşünme zihinsel bir etkinliktir” – Düşünme bedensel etkinlik değildir. Düşünme bir etkinlik midir? Eh, insan birine şöyle diyebilir: “Bunu düşün bakalım”. Ama biri bu buyruğu yerine getirmek üzere kendi kendisiyle ya da hatta bir başkasıyla konuştuğunda iki etkinlikte mi bulunur?
124. Söylenen şeye ilgi göstermenin kendine özgü işaretleri vardır. Kendine özgü sonuçları ve önkoşulları da vardır. İlgi, deneyimlenen bir şeydir; onu kendimize gözleme dayanarak atfetmeyiz. Söylediğimize eşlik eden bir şey değildir o. Bir cümleye eşlik eden bir şeyi o cümlenin içeriğine gösterilen ilgi yapan nedir?
125. Düşünme fenomenini yanma fenomeniyle karşılaştırın! Yanma, alev, bize gizemli görünmez mi? Pekiyi niçin bir ev eşyası değil de alev? -Ya bu gizemi nasıl bertaraf edersiniz?
Düşünme bilmecesi nasıl çözülecektir? – Alev bilmecesi gibi mi?
126. Alev ele geçmez olduğu için gizemli değil midir? Tamam -ama bu onu niçin gizemli yapar? Ele geçmez bir şey niçin ele geçen bir şeyden daha gizemli olsun? Biz onu ele geçirmek istediğimiz için değilse.-
(…)
135. Karşılıklı konuşma, sözcüklerin uygulanması ve yorumlanması devam eder ve ancak bu karşılıklı konuşmanın seyri içinde sözcüklerin anlamı vardır.
“Gitti”- “Niçin?” – Bu “niçin” sözcüğünü sözcüğünü söylediğinde ne kastediyordun? Neyi düşünüyordun?
136. Okulda parmak kaldırmayı düşünün. Birinin parmak kaldırmaya hakkı olması için, yanıtı kendi kendine sessizce prova etmiş olması gerekir mi? Pekiyi, içinden ne geçmiş olması gerekir? -Hiçbir şeyin geçmiş olması gerekmez. Ama parmak kaldırdığında olağan olarak bir yanıt biliyor olması önemlidir; birinin parmak kaldırmayı “anlamasının” kriteri de budur.
İçinden hiçbir şeyin geçmiş olmasıgerekmez; ama yine de böyle durumlarda hiçbir zaman içinden ne geçtiği hakkında bildirecek bir şeyi olmayan kişi olağanüstü biri olurdu.
(…)
143. Şöyle söylenebilir; her durumda “düşünce” ile kastedilen, cümlede canlı olandır. Cümle onsuz ölüdür, seslerin ya da yazılı biçimlerin bir dizisinden ibarettir.
(…)
144. Sözcüklerin nasıl anlaşıldığını tek başına sözcükler anlatmaz.
Ludwig Wittgenstein
“Zettel”, Çev: Doğan Şahiner, Nisan Yay., 1. Baskı, 2004, ss. 35-39
Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan Wittgenstein ilgilerinin tümüne https://evvel.org/ilgi/ludwig-wittgenstein adresinden ulaşabilirsiniz.
Bir mutat zevat, dün, bir e-posta göndermiş bana… Bu zevat, şiirlerimi ve poetik çalışmalarımı okuduğunu (“Şiirim Nasıldır?“, “Şiirim Ne Diyedir?“, “Boşluğun Dili” başlıklı ibrazlarımı okuduğunu) ancak benim “anlamsız kavramlar”la konuşan, şiirden ve şiir yazmaktan anlamayan biri olduğumu, örneğin yazılarımda “duygudurum tuşesi” olarak kullandığım kavramın ne olduğunu bir türlü kavrayamadığını, bu kavramın “salakça” olduğunu filan ifade etmiş.
Şimdi, bu sahte isimlerle bana sahte mektuplar yazanların kim ya da kimler olduğunu (gerçek isimlerini filan…) bilmiyorum. Fakat bu zevatların hangi tipolojiye ait olduklarını çok iyi biliyorum: Yeni Sinsiyet!
Şunu açıkça söyleyeyim: Birileri çıkıp, ezberlenmiş bir iyi niyetle olsa da “Ben senin ‘duygudurum tuşesi, tınısı’ diye ifade ettiğin şeyi anlamadım arkadaş… Bana anlatır mısın?” dediğinde, bir şeyleri seve seve anlatmaya çalışırım. Çünkü “insanlık” bunu gerektirir. Ya da bir şeyleri anlaması için gereken kaynakları, metinleri kendisine işaret ederim. Ama kötü niyetle karşıma çıkan o kurnaz ıskartalarına cevap vermem. Çünkü bu karşı tavrımı da -tıpkı diğer durumda olduğu gibi- “insanlık” gerektirir.
Sonuçta, kifayetsiz muhteris olmayan herkesle (eşyadan çok insana benzeyen ve duvar saatleri gibi ahmak olmayan herkesle) yazılarımda yer alan “Duygudurum Tuşesi ya da Tınısı” gibi kavramların ne menem şeyler olduğu konusundaki bilgileri paylaşmaktan hiç çekinmem, üşenmem.
Z. Yalçınpınar
(…) Görsel perspektif yasalarına uyan, nesnelerin görünüşünde olduğu gibi, yalnız en yakın plandaki şeyleri belirgin kılan tarihsel bir perspektif vardır. Olanlar bizden uzaklaştıkça kavrayışımızdan kaçarlar ve cansız, işe yarar bir anlamı olmayan nesneleri görmemize ancak bir an için izin verirler. Binlerce engel bizi talarımızın zenginliklerinden ayırır, bize yalnızca onların ölü gerçekliğini gösterir. O zaman bile onları bilgiyle olmaktan çok sezgiyle kavrarız. (…)
Zira müzik fenomeni bir spekülasyon fenomeninden başka bir şey değildir. Bu ifadede ürkülecek bir şey yok. Burada yalnızca, müzikal yaratımın temelinin dışa yönelmiş bir ön duygu olduğu; somut bir şeye biçim vermek amacıyla önce soyut bir alanda hareket eden bir irade olduğu varsayılıyor. Bu spekülasyonun hedef alması gereken öğeler ses ve zaman öğeleridir. Bu iki öğe olmadan, müziği düşünmek olanaksızdır.(…)
Plastik sanatlar mekân içinde sunulur bize: Ayrontıları yavaş yavaş ve vakit oldukça keşfetmeden önce, genel bir izlenim ediniriz. Müzik ise zamansal sıralanışa dayanır ve belleğin tetikte olmasını gerektirir. Sonuç olarak, resmin “mekânsal” bir sanat olması gibi, müzik de “zamansal” bir sanattır. Müzik, başka her şeyden önce, zaman içinde belli bir düzenlemeyi, yani -eğer yeni bir sözcük kullanmama izin verirseniz- bir “kronomi”yi varsayar.(…)
Hangimiz, caz dinlerken, ısrarla düzensiz vurguları öne çıkarmaya çalışan bir dansçı ya da solo yapan bir müzisyen, kulağımızı, davuldan gelen düzenli ritmik cümle vuruşlarından uzaklaştırmayı başaramayınca, baş dönmesine yakın hoş bir duyguya kapılmamıştır?
bu tür bir izlenime nasıl tepki gösteririz? Ritim ile ritmik cümlenin zıtlaşmasında dikkatimizi en çok ne çeker? Dikkatimizi en çok çeken, düzenlilik saplantısıdır. Eş ölçümlü vuruşlar bu durumda yalnızca, solistin ritmik buluşundaki gerilimi rahatlatmanın bir aracıdır. İşte süprizi doğuran ve beklenmedik olanı gerçekleştiren budur. Düşündüğümüzde, vuruşlar gerçekten ya da zımnen var olsaydı o buluşun anlamını çıkartamayacağımızı fark ederiz. Burada bir ilişkinin zevkine varırız. (…)
Piyer Sovtçinski’ye göre müziksel yaratım, öncelikle zamanın (kronos’un) müziğe özgü bir yaşantılanmasına dayanan ve doğuştan var olan bu sezgiler ve olanaklar bileşimidir; müzik eseri bize zamanın işlevsel gerçekleşmesini verir yalnızca.
Herkesin bildiği gibi, zaman öznenin içsel eğilimlerine ve bilincini etkileyen olaylara göre değişen bir hızla geçer. Bekleyiş, sıkıntı, elem, zevk ve acı, derin düşünce, bütün bunlar böylece aralarında hayatımızın kendini açtığı farklı kategoriler gibi görünmeye başlar ve her biri özel bir psikolojik süreci, belli bir tempoyu belirler. Psikolojik zamandaki bu değişmeler ancak gerçek zamanın, yani ontolojik zamanın -ister bilinçli ister bilinç dışı olsun- birincil duyumuyla ilişkilendirildiklerinde algılanabilir hale gelir.
Müziksel zaman kavramına özel karakterini veren, bu kavramın psikolojik zaman kategorileriyle birlikte olduğu kadar bu kategorilerin dışında da doğup gelişmesidir. Bütün müzik, ister zamanın normal akışına teslim olsun ister kendini ondan ayırsın, zamanın geçişi (yani müziğin kendi süresi) ile müziğin kendini belli etmesine yarayan maddi ve teknik araçlar arasında özel bir ilişki, bir tür kontrpuan kurar.
Igor Stravinsky
“Altı Derste Müziğin Poetikası”, Çev: Cem Taylan, Pan Yay., 2000, ss. 25-29
Sessizliğin Dilbilgisi’ni bilenler,
Hakikat ve anlamla yanmak isteyenler,
Görmeyi öğrenmek isteyenler,
Anadolu’yu anlamak isteyenler,
Nuri Bilge Ceylan’ın “Bir Zamanlar Anadolu” adlı filmini izler.
Zy
(…)
Susar şehri dolaşan,
Bütün sokaklar bana.
1936
Fazıl Hüsnü Dağlarca
“Çocuk ve Allah” adlı kitabından…
Yukarıdaki fotoğrafı Evvel Fanzin’e -sağolsun- Ümit Bayazoğlu ulaştırdı. Facebook’taki bir grupta, Serhat Sencer’in albümünde bulmuş/görmüş bu fotoğrafı… Solda, topun başında duran Orhan Kemal, yanında Halit Kıvanç ve sağda ise Haldun Taner… Sanırım, 1960’lı yılların ortası… Fotoğraf, “Futbol, sadece futbol değildir” tümcesini imliyor bana… Gerçekten de edebiyat ve düşünce tarihinde “Futbol sadece futbol değildir!” tümcesinin işaret ettiği birçok önemli “yaşantı” var.
Albert Camus‘un kaleciliğine ilişkin hikâyeyi hatırlayalım: Cezayir’de doğan Albert Camus, yeniyetmelik döneminde Cezayir Üniversitesi’nin(RUA’nın) kalecisiymiş. RUA’nın maç günlüklerine göre Albert Camus, bir kaleci olarak çok zor maçları atlatmış ve RUA, 1930’da bulunduğu bölgesel ligin şampiyonu olmuş. Sonra, Camus, yakalandığı tüberküloz hastalığı nedeniyle futbola veda etmiş. Albert Camus’a neden kaleci olduğunu, neden kaleciliği seçtiğini sorsaydık şu cevabı alabilirdik: “Ayakkabılarımın eskimediği, yıpranmadığı ve bana en uygun mevki kalecilikti.” Camus, bir şöyleşisinde şöyle demiştir: “Ahlâk ve insanlığın yükümlülükleri(moral kavramlar) hakkında güvenebileceğim tüm bilgileri spora ve Cezayir Üniversitesi’ndeki futbol günlerime borçluyum.”
Futbol, Ludwig Wittgenstein‘ın “Felsefe Soruşturmaları” adlı kitabında ele aldığı ve okuyucuya sezdirdiği “felsefenin sınırları” sorunsalı açısından da çok önemli bir çağrışımsal öğedir. Felsefe Soruşturmaları’ndaki “Dil Oyunları” bağlamının oluşmasına futbol vesile olmuştur. Wittgenstein, “Sözcükler, sadece, bir oyunun içeriğinde (context’inde) anlam taşırlar” görüşünü bir futbol maçını izledikten sonra edinmiştir. İnsan, futbol üzerine öncül bilgileri olmadan futbol maçını izlediğinde, futbol denen şey ona raslantısal ve anlamsız gelecektir. Onu anlamlandırmak için önce oyunun kuralları, içeriği bilinmelidir: -Futbol, birbirine karşı çekişen iki takım halinde, herbiri 11 kişiden oluşan bu takımların bir topu diğer takımın alanında yer alan kalenin ağlarına göndererek skor elde edilebildikleri bir oyundur- gibi… Bu içeriği kavramadan “futbol” sözcüğü, bir topun peşinde koşturan insanların ‘anlamsız görüntü’sünde kalacaktır. Wittgenstein, çalışmalarında, futbol örneğindekine benzer bir koşutluğu “Dil Oyunları” ile “Felsefe” arasındaki ilişki için de kurmuştur. Wittgenstein’ın incelediği sorunsallar, dilin sınırları çerçevesinde oluşan mantıksal bir alan derinliği üzerinde bulunmaktadır. Kısacası, Wittgenstein’ın maç sahası, gerçeğin ve yaşamın yapısını/sınırlarını belirleyen dildir. Wittgenstein, en önemli maçını dilde oynamıştır.
“Futbol ve tarih” dediğimizde, sıkı muhalif Eduardo Galeano’nun “Gölgede ve Güneşte Futbol” adlı kitabı ilk aklımıza gelen eserlerden biri… Kitapta Eduardo Galeano, Dünya Kupası ve Latin Amerika futbol tarihini “büyülü gerçekçi” bir dille anlatır. (Zico’nun Golü başlıklı yazı güzel bir örnektir. Fenerbahçeliler şuraya baksınlar: https://evvel.org/alinti-ziconun-golu-eduardo-galeano)
Sonuçta, tüm bu yaşantı örneklerini incelediğimizde futbolun kavramsal arka-planında birçok mihenk noktasını içerdiğini görürüz. Ve dileriz ki futbol endüstrileşmesin; çünkü futbol, bugünkü merhaleden biraz daha ileri gidip topyekün endüstrileştiğinde yeni mihenk noktaları bulmak -en azından benim için- imkânsızlaşacak.
Zy
Kapak Tasarımı: Bülent Erkmen, 2004
*
“Zettel” Almanca’da “üstüne not yazılmış kâğıt parçası” anlamına gelir. Wittgenstein böyle notlarının bazılarını topladığı kutu-klasörü bu isimle etiketlemiş…
(…)
10. Dilimdeki bütün sözcüklerin yerine bir anda başka sözcükler geçirmek istediğimi farz edelim; yeni sözcüklerden birinin ait olduğu yeri nasıl söyleyebilirdim? Sözcüklerin yerini imgeler mi korur?
(…)
12. İnsan burada kastetmeyi bir tür zihinsel işaret etme, gösterme gibi hayal etmeye başlar.
(…)
33. (…) Birçok durumda bize öyle gelir ki, zihin anlamı kavrarken, hangi yöne gideceğini bilmeyen kararsız biri gibi küçük başlangıç hareketleri yapmakta, yani mümkün uygulamaların alanını gözden geçirip denemektedir. (…)
34. Çocukluğundan beri sanki konuşurken hızlı bir şekilde yazan insanları düşünün: sanki söylediklerini süslemektedirler. (…)
35. (…) Ama sıradan yaşamda “Falancayı düşündüm” dediğinde “Nasıl düşündün?” sorusuyla karşılaşmam.
(…)
38. Hiç düşünmeden ve akıcı bir şekilde konuşan birinin sözünü kesin. Sonra ona “Ne söyleyecektin?” diye sorun. Birçok durumda, başladığı cümleye devam edebilecektir. -“Bu yüzden, söyleyeceği şeyin zihninin önünde zaten yüzüyor olması gerekir.”(…)
-Cümlenin devamının onun zihinsel görüş alanında yüzdüğünü söylememizin dayanağı belki de bu fenomen değil midir?
39. Pekiyi, böyle bir tepkinin, böyle bir niyet itirafının var olması tuhaf değil mi? Dilin çok dikkat çekici bir aracı değil mi bu? Bunda gerçekten dikkat çekici olan ne? Eh -sözcüklerin bu kullanımını insanın nasıl öğrendiğini hayal etmek güçtür. Fazlasıyla ince bir şeydir bu.
(…)
42. Pekiyi “O zaman tam da fırlatmak üzereydim” ifadesini kullanmayı [bir çocuk] nasıl öğrenir? Ve çocuğun gerçekten de o anda “…üzere” dediğim zihin durumunda olduğunu biz nasıl söyleriz?
43. Birinin “…üzereydim” ya da “tam da … yapacaktım” ifadesini hiçbir zaman öğrenmediğini, dolayısıyla bunların kullanımını da öğrenmediğini farz edersek? İnsan “bunu” düşünmese de pek çok şey düşünebilir. Bu dil oyununa hakim olmadan, dil oyunlarının çok geniş bir alanına hakim olabilir. (…)
44. “… niyetindeydim” bir deneyimin anısını ifade etmez. (“…üzereydim” de öyle.)
45. Niyet ne bir duygu, bir ruh hali, ama ne de bir duyum ya da imgedir. O bir bilinç durumu değildir. Gerçek bir sürekliliği yoktur.
46. “Yarın ayrılmak niyetindeyim.” – Bu niyete ne zaman sahipsiniz? Bütün süre boyunca mı; yoksa aralıklı olarak mı?
47. Niyeti bulacağınızı düşündüğünüz çekmeceyi araştırın. Çekmece boştur. – Herhalde onu duyumlar arasında arıyorsunuz. (…)
48. Hangi koşullarda “Bu alet bir fren, ama çalışmıyor” denir? Bu elbette şu anlama gelir: amacını yerine getirmiyor. O alet için bu amaca sahip olmak nedir? Şu da söylenebilir: Niyet, bunun bir fren olarak iş görmesiydi.” Kimin niyeti? Burada bir zihin durumu olarak niyet tamamen gözden kaybolur.
Birçok insanın, hiçbiri o niyete sahip olmadan, bir niyeti yerine getirdiğe bile düşünülemez mi? Bu şekilde, bir hükümet, “kimsenin” sahip olmadığı bir niyete sahip olabilir. (…)
Ludwig Wittgenstein
“Zettel”, Çev: Doğan Şahiner, Nisan Yay., 1. Baskı, 2004, ss. 10-22
Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan Wittgenstein ilgilerinin tümüne https://evvel.org/ilgi/ludwig-wittgenstein adresinden ulaşabilirsiniz.
423.
(…)
Ludwig Wittgenstein
Felsefe Soruşturmaları’nın ön-çalışmalarından biri olan “Büyük Daktilo-Metin(Big Typscript)”den…
Çeviren: Oruç Aruoba, 1992
Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan tüm “Wittgenstein” ilgilerine https://evvel.org/ilgi/ludwig-wittgenstein adresinden ulaşabilirsiniz.
“Bakar…”
by Ed
Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan Sokak Sanatı ilgilerinin tümüne https://evvel.org/ilgi/duvarda adresinden ulaşabilirsiniz.
(…)
425.
(…)
Unutma, çocuklar için bir sözcüğün gerçekte tamamiyle farklı iki anlamı olduğuna // olabileceğine // inanmak (ya da bunu kabullenmek) ne denli zordur.
Felsefenin ereği, dilin birdenbire bittiği yere bir duvar örmektir.
Felsefenin sonuçları, herhangi bir gizli saçmalığın; ya da, anlama yetisinin dilin sınırlarına // sonuna // toslaması sonucu aldığı şişlerin keşfedilmesidir. Bu şişler, bizim bu keşifin değerini anlamamızı // öğrenmemizi // sağlar.
Bizim soruşturmamız ne tür bir soruşturma? Örnek olarak verdiğim durumları, olabilirlikleri açısından mı soruşturuyorum? Ya da olgusallıkları açısından? Hayır, yalnızca olanaklı olanı getiriyorum, yani dilbilgisel örnekler veriyorum.
Felsefe tümceler içinde değil, bir dil içinde konur ortaya.
Nasıl yasalar, onları çiğneme eğilimi varsa // çiğnendikleri zaman // önem kazanırsa, bazı dilbilgisel kurallar da ancak filozoflar onları çiğnemek istedikleri zaman önem kazanır.
(…)
Ludwig Wittgenstein
Felsefe Soruşturmaları’nın ön-çalışmalarından biri olan “Büyük Daktilo-Metin(Big Typscript)”den…
Çeviren: Oruç Aruoba, 1992
Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan tüm “Wittgenstein” ilgilerine https://evvel.org/ilgi/ludwig-wittgenstein adresinden ulaşabilirsiniz.
Boğaziçi Kitap Günleri kapsamında gerçekleştirdiğimiz poetik atraksiyona birkaç sıkı dostun dışında katılım sağlanmadı. Bu durumun birçok nedeni var. Her şeyden önce soruşturmayı ve duyurularını aceleye getirdik. Bununla birlikte, sorduğumuz soru da “kazık” bir soruydu: “İmgeleminiz, imgelem, imge, im, özgür müdür?” Soruşturmaya başlarken muhtemel katılımcıların söz konusu devasa soru karşısında, komik bir terminde (5-7 gün içerisinde) cevap veremeyeceğini, cevap vermekten imtina edeceklerini biliyorduk. Ama gene de “insan”ları poetika ve imgelem üzerine düşünmeye sevk etmekten, dürtmekten kendimizi alamadık. Bu içeriksel ve organizasyonel Son Kişot’lukların yanısıra “Google Dokümanlar/Formlar” uygulamasıyla ilgili teknik aksaklıklar da yaşadık. Mevcut aksaklıkları Google’a bildirdik ama bir sonuç ya da açıklama alamadık. Şaşırdık, garipsedik, içerledik filan…
Her şeye rağmen, kanımda, canımda ve tüm varlığımda -coşkuyla- hissederek şunu ifade edeyim:
“İmgelemin Özgürleşmesi başlığı ve mücadelesi gelecek yılların başlıca poetik odağı/tözü olacak… Bu nedenle saatlerinizi kontrol ediniz; sıkı şiir ve sahici edebiyatla iştigal eden herkes “İmgelemin Özgürleşmesi” üzerinde sezinlemeye, düşünmeye, araştırmaya ve okumaya başlamalıdır!”
Sonuçta, ilginiz için de ilgisizliğiniz için de çok teşekkür ederim.
Sahicilikle
Zafer Yalçınpınar
22 Eylül 2011 Sabahı
Powered by WordPress | Theme: Aeros 2.0 by TheBuckmaker.com