(…)
Sözün davranımla sürdüğü gibi oyun, “pantomime” de sözün yetmediği zaman yerini alır sözün, özdeksel oyunlama öğeleri de kendilerince abartırlar onu. İğreltilerin kullanılması da ayrı, başka bir sorun. (Artaud durmuştu bunun üzerinde.)
Tiyatro salt toplumsal olmalı denince, gerçekte iş şu ya da bu anlamda yurtyönetimsel bir tiyatroya dayanıyor elbet. Toplumsal olmak başka, “toplumcu” ya da “Marx’çı” ya da “faschiste” olmak gene başka, yetersiz bir bilinç anlayışının dillenimidir bu (…)
Sonra kendisi istemese de toplumsal olur kişi, çünkü hepimiz bir türlü tarihsel karmaşaya kapılmışız, tarihin de belli bir kıpısına bağlıyız -bununla birlikte bu kıpı bizi bütün bütün yutmuyor, tersine kendimizin en az özlü yanını da içeriyor, dile getiriyor.
Özenle bir yapımın (technique’in), tiyatro dilinin, tiyatronun kendi dilinin sözünü ettim. Konu ya da toplumsal özler bu dille tiyatronun konusu, özleri olabilir güpgüzel. Kişi belki öznellik zoru ile nesnel oluyor. Tikel genele kavuşuyor, toplum da besbelli nesnel bir veridir: böylece, görüyorum ki toplumsulun, yani daha çok bağlı olduğumuz zamanın tarihsel anlatımı dille olabilir ancak. (her dilde de tarihsel olup çağıyla çevrilmiştir, yadsınamaz bu.) Sanat yapıtına doğallayın sokulu veren tarihsel anlatım, dillenim, isteseniz de istemeseniz de bilinçli ya da bilinçsiz de olsa, kendiliğindendir; istenilmiş, düşünülüp taşınılmış, “fikrî” değildir.
Zamansal da zaman dışına, evrensele karşı çıkmaz: tersine, boyun eğer.
Salt zamansal–artası, tarih artası, tin duyuşları, sezgileri vardır. Şöyle güzel bir sabah geceki uykumdan olduğu denli, kafa alışıklığının uykusundan uyanınca, varlığımın bilincine, sonra evrensel görünüşün bilincine varınca birden, her şey yabansı geliyor bana; bildik, alışılmış geliyor; olmanın şaşkınlığına uğrayınca bakıyorum bu duygu, bu sezgi herkeste, her zaman olan bir şey. Bu tin duyuşunu, hemen hemen bir sözcükle dile gelmiş olarak ozanlarda, felsefecilerde, gizemcilerde bulabilirsiniz. Kılı kılına benim duyduğum gibi duyarlar, bütün insanların da kafaca ölmemişlerse ya da yurtyönetimsil işler uslarını başlarından almamışsa, yüzde yüz duymuş oldukları gibi. Bu tin duyuşunun açıkça dile gelmişini, kesinlikle, Ortaçağda, eskiçağda ya da herhangi tarihsel bir yüzyılda tıpa tıp bulursunuz. O bengi kıpıda, kunduracı ile felsefeci, “köle” ile “efendi”, papazla dinsiz buluşurlar, bir olurlar.
Tarihsel ile tarihseldışı kaynaşır, birleşir şiirde, resimde. Başını yapan kadının imgesi kimi İran minyatürlerinde, Eski Yunan, Etrüks Dikilitaşlarında, Mısır fresklerinde tıpkıdır; bir Renoir, bir Manet, XVII. ya da XVIII. yüzyılın ressamları bir tutumu yeniden bulmak, dile getirmek için, bir kösnük bengi sunuda barınan tutum karşısında bir çarpıntıyı yeniden duymak için öbür çağların ressamlarını bilmek gereksinmesini duymadılar. İlk örnekte olduğu gibi açıkça kişicil çarpıntılar söz konusu burada. Resimsel anlatı ile belirtilen o imge çağlara göre değişiktir; ama ikincil olarak ortaya çıkan bu “değişik” imge sürekli kalıcının ışıklı dayanağıdır. “Belgeler”, zamansalın -ya da modaya uygun bir sözcük kullanayım- “tarihselin”, zaman dışına (evrensele) nasıl bağlandıklarını, onların bir olduklarını, birinin ötekine nasıl dayandığını gösterir.
Eugéne Ionesco
“Tiyatro Deneyi”, Çev: Teoman Aktürel, De Yayınları, 1961, ss. 25-27