Yankı Odası‘nın 8. Bölümü’nde ‘kara gerçeğin sivil şairi Ece Ayhan‘ı saygıyla anıyoruz.
Ece Ayhan odağında gerçekleştirmeyi planladığımız özel yayınlarımız önümüzdeki günlerde kısımlar halinde devam edecek…
evvel.org kapsamındaki 20 yıllık Ece Ayhan arşiv çalışmalarımıza (ve çalışmalarımızın detaylı indeksine) https://evvel.org/eceayhanindeksi.pdf adresinden ulaşabilirsiniz. Ece Ayhan için hazırladığımız web sitesi ise burada…
Yaz döneminde olmamız sebebiyle canlı yayınlarımız seyrekleşecek. Ekim 2024’e kadar 10 veya 15 günde 1 canlı yayın gerçekleştirmeyi planlıyoruz. Ekim 2024 itibariyle ise her Pazar, 23.00’da canlı yayında olacağız. Yaz dönemindeki canlı yayın tarihlerimizi ve saatlerimizi sosyal medya hesaplarımızdan takip etmenizi önemle rica ediyoruz. (instagram: @evvelfanzin twitter: @calmayan)
7. Bölüm’den itibaren yaz dönemine girmemiz sebebiyle canlı yayınlarımız seyrekleşecek. Ekim 2024’e kadar 10 veya 15 günde 1 canlı yayın gerçekleştirmeyi planlıyoruz. Ekim 2024 itibariyle ise her Pazar, 23.00’da canlı yayında olacağız. Yaz dönemindeki canlı yayın tarihlerimizi ve saatlerimizi sosyal medya hesaplarımızdan takip etmenizi önemle rica ediyoruz. (instagram: @evvelfanzin twitter: @calmayan)
(…) Yaşamın, seni ulaşman gereken düzeyin altında tutmağa çalışan eğilimlerle (bu arada kendininkilerle de) savaşmakla geçecek. –Bu yüzden de, ulaşman gereken düzeye ulaşamayacaksın; yani, başarılı olacak o eğilimler, sonunda. Zaten, belki, istedikleri de budur:
Senin, onlarla savaşmak yüzünden, ulaşman gereken düzeyin altında kalman…
Ama savaşacaksın, gene de: sonuç her iki durumda da aynı olmayacak mı zaten – sen, zaten, ulaşman gereken düzeyin altında kalmayacak mısın ki? –Ama, savaşırsan, en azından (nereye gelebilirsen) geldiğin düzeye savaşarak gelmiş olacaksın –bu da boşuna olmayacak.
Oruç Aruoba “De Ki İşte”, Metis Yayınları, 2001, s.44
31 Mayıs 2020 tarihinde vefat eden ustamız Oruç Aruoba’yı saygıyla anıyoruz:Upas Yayın’ın dostlarından Emrah Sönmezışık, Alparslan Beyhan, Cem Onur Seçkin ve B. Emir Alisipahi geçtiğimiz ay 6:45 Yayın tarafından kitaplaştırılan Oruç Aruoba, Usta Defterihakkında Zafer Yalçınpınar’a çeşitli sorular yönelterek, usta ve ustalık olgularını irdeliyor…
ORUÇ ARUOBA, USTA, USTALIK VE USTA DEFTERİ‘NE DAİR…
Emrah Sönmezışık: Oruç Oruoba ile gerçekleştirdiğiniz görüşmelerin “ustalık ile yaşama onuru” kıymeti taşıdığını belirtiyorsun. Usta ve ustalık kavramları birbirini oluşturan ve birbirinden ayrılması güç kavramlar. Kitabın girişindeki söylemin usta-çırak ilişkisinin ötesinde bir anlam mı taşımakta?
Zafer Yalçınpınar: Oruç
Aruoba, 80’ler öncesi akademik yaşantısında da akademiden ayrıldıktan sonraki
dönemde de “anlama, anlatma, öğrenme, öğretme” gibi işlevleri usta-çırak
ilişkisi şeklinde biçimlendirmiştir. Evet, Aruoba akademiyi terk etmiştir,
fakat anlamayı, anlatmayı, öğrenmeyi ve öğretmeyi bırakmamıştır. 90’ların
sonunda ve 2000’lerin başında Gümüşlük Akademisi ile Açık Üniversite kapsamında
gerçekleştirdiği çalışmalar da bunu gösteriyor. Bu örneklerle birlikte bizim
tüm görüşmelerimizde de bize aynı şekilde yaklaşmıştır. Hatta edebiyat,
yayıncılık ve felsefe çevresinden yaşça büyük isimlere “Oruç Aruoba benim
ustamdır,” dediğimde karşı taraftan “Oruç Aruoba hepimizin ustasıdır!”
cevabını, tepkisini alıyorum. Burada önemli olan şey, Oruç Aruoba’nın hiçbir
zaman, hiçbir durum karşısında bir “üstat” gibi davranmamasıdır. Üstat, tek başınadır.
Üstatlar uğraştığı işleğin gizlerini ve özünü üçüncü kişilere aktarmazlar. Buna
karşın “usta” öyle değildir. Usta, işleğin gizini ve özünü “yaşayarak” en iyi
şekilde kavrar ve çeşitli yöntemlerle işleğin gizini-özünü yani zanaatını
çırağına (hatta, çırak bu aktarımın idrakine eşzamanlı olarak kavuşmasa bile)
aktarmaya çalışır. Usta iyiyse, çırak (çırağın kendisi farkına varmadan)
zamanla ustalaşır. Usta öldüğünde yaşamının anlamı ve özü, çırağına,
çıraklarına geçer. Aruoba’nın en önemli sözüdür çıraklarına: “Anlam, hep,
sonradan gelir.” Bu silsile, ahilikten günümüze uzanan bir şekilde, ustanın
hayatının anlamı ve sonucudur da. Fakat, üstat tek başınadır. Üstat öldüğünde
yaşamının anlamını da kendisiyle beraber götürür. Bu bağlamda kesin bir şekilde
söylüyorum: Oruç Aruoba ustaydı, ustamdı, ustamızdı. Günümüzün üstatları gibi
yapmazdı ustamız! Örneğin, yaşarken kendi heykelini diktirtmemiştir, örneğin
kendini yaşayan en büyük şair seçtirtmemiştir. Usta, diğer her şeyle birlikte
“zamanlama”nın ve “yaşamın anlamı”nın da ustasıdır. Ustalık; ustanın kendi
işleğiyle birlikte yaşamının anlamını önce yüklenmesi, sonra da çıraklarına
özgün yöntemlerle aktarmasıdır.
Alparslan Beyhan: “Bir
mühendis, ne kadar ahmaksa o kadar mühendistir. İyi bir mühendisse, yani,
ahmaktır zaten. Üzülme!” Bu sözü biraz açar mısın?
Zafer Yalçınpınar: Açıklayayım.
Mühendis tipolojisi, matematiksel modelleme (algoritma), mantık ve bilgi
teorisi açısından deterministik sınama, ölçme ya da deneyleme yöntemleriyle
çalışır. Fakat özellikle de kapitalist endüstri devrimi sonrasında matematiksel
modellemenin değiştiği, deterministik bileşenlerin yanına her zaman %3, %5, %10
oranında bir stokastik bileşen, “hata payı” eklendiği görülür. Yani,
matematiksel modeldeki deterministik bileşenlerinin açıklayamadığı her şey
kendini stokastik bileşende ifade eder. Bunun felsefedeki karşılığı “bulanık mantık”
veya “dilsel görelilik” olarak tanımlanabilir. Buna bilim dünyasında
“entropi”,“insan faktörü”, “metal yorgunluğu” veya başka isimler de koyuldu.
Mühendis tipolojisi ister ki modelinde “stokastik” bileşen olmasın. Her şey keskin,
pürüzsüz, hatasız, sıfır hatayla işlesin ve kurduğu model 6 Sigma teorisindeki
gibi mükemmelleşme yolunda çalışsın falan… Tamam, belki üretim, makineler,
robotlar ve yazılım dünyasında durum böyledir veya özellikle endüstri 4.0 tipi
büyük veri algoritmalarıyla teorik bir mükemmeliyete yaklaşılıyor. Ama hiçbir
zaman bu mükemmeliyet hayali pratikte gerçekleşmeyecek. Çünkü hesaplama dili
olan matematikte “sayılamaz sonsuz” diye bir kavram var. Ya da örneğin “pi
sayısı” diye deterministik açıdan tam olarak ne/kaç olduğu kesinleşmemiş bir
sayı var hâlâ… Şimdi bu tip bilinmezler varken tutup, “Ben pi sayısını tam
olarak biliyorum, ben her şeyi mükemmelleştirdim, mükemmel bir model yarattım.”
diyen bir mühendis -en hafif tabiriyle- ahmaktır. Fakat aynı mühendis söz
konusu “hatasız modelleme gayreti” yolunda ilerlediği, çabaladığı için de
deterministik gelişim açısından -yani hata payını azaltmak yolunda- iyi ve
başarılı bir mühendistir. Aruoba, “ahmak” ifadesiyle bu çelişkiyi ve
imkânsızlığı anlatmaya çalışıyor. Endüstri 4.0’ın ve dijitalleşmenin
konuşulduğu çeşitli mecralarda şu şiirsel soruyu dile getiriyorum hep:
“Robotlar düşünebiliyorlar, tutarlı hesaplarla öngörüler yapabiliyorlar ve
hatta şiir yazabiliyorlar. Fakat rüya görebilecekler mi?” Ya da Ece Ayhan’ın efsanevi
bir dizesiyle sorarsak; “düzayak çivit badanalı bir kent nasıl kurulur abiler?”
Bilmem, anlatabildim mi…
Alparslan Beyhan: Aruoba’nın
yazılarının toplanacağı iki ayrı çalışmanın bahsi geçiyor kitapta. “Yerli
Yersiz Felsefe” ve “Benzemezler“. “Yerli
Yersiz Felsefe” yazısını ve başka birtakım yazıları da ayrı ayrı
yayımladın. Fakat sanırım “Benzemezler“i henüz bir araya
getirmedin? Böyle bir niyetin veya çalışman var mı?
Zafer Yalçınpınar: Var… Yıllardır bu çalışmaları evvel.org kapsamında gerçekleştiriyor ve Aruoba’nın kitaplaşmamış metinlerini araştırıyoruz. Önümüzdeki yıllarda, acele etmeden, ustamızın istediği gibi “doğru bir işlekle” bu araştırmaları toparlayacağız, değerlendireceğiz ve başka birçok önemli yaklaşımla birlikte önce Türkçe’nin zihnine -sonrasında da insanlığın zihnine- sunacağız.
Alparslan Beyhan: Aruoba’nın
yazmaya niyetlenip de yazamadığı, başlayıp da bitiremediği bir metin var mıydı
son döneminde?
Zafer Yalçınpınar: Aruoba’nın
yayımlanan son yazısının gezi parkı direnişi zamanında Tayyip Erdoğan’a ithafen
kaleme aldığı açık mektup (Cumhuriyet Gazetesi, 17 Ağustos 2013) olduğunu
tahmin ediyorum. Fakat, Usta Defteri’nde aktardığım görüşme sırasında (Mayıs
2011’de) “Bülent Arınç, Şevket Kazan ve Kasaba Avukatlığı” başlıklı bir yazıyı
sürdürdüğünü ancak tamamlayamadığını ifade etmişti.
Alparslan Beyhan: Üst
dudağını dik tutmanın mânâsı… Alternatif bir okuma olarak, bunu, dişlerimizi
sıkarak mücadele ederken üst dudağımızın aldığı şekle yorabilir miyiz? Yani
Usta, burada “terzi“liği bırakmamanı salık veriyor olabilir mi
acaba? Eğer öyleyse, bu vasiyeti tutuyor musun?
Zafer Yalçınpınar:
“Bilemiyorum Altan.” Bu tip şeylere zaman karar verir. Dahası, sizler, gelecek
kuşaklar karar verecek. Ve şu kesin: “Anlam, hep, sonradan gelir.” Çeşitli
iniş-çıkış ve türbülanslarla birlikte, Aruoba’nın öğüdünü uygulamaya ve işaret
ettiği yolda ilerlemeye çalışıyorum…
B. Emir Alisipahi: “Yer görelidir; mutlak olan, yoldur —ya da, yürümek…” (Yürüme,
s.123) “Hiç umut etme kazanacağın
yolunda!” diyor sana Oruç Aruoba. Usta için yolu kazanmak -atımızdan
inmeden- salt yolda olmak anlamı mı taşıyordu? Bu tümce, senin yaşamında neleri
uyandırmıştır?
Zafer Yalçınpınar: Oruç Aruoba’nın “Yürüme” adlı kitabı -gerçekten de- en kuvvetli
ve yol gösterici eseridir. Bir telefon görüşmemizde Aruoba’ya kendi hayatımla
ilgili özel bir durumdan bahsetmiş ve anlatının sonuna da Yürüme’den şu tümceyi
eklemiştim: “Yeni yer yoktur.” Aruoba anlattığım olaya gülmüş ve şöyle demişti:
“Evet, yeni yer yoktur. Çünkü, yeni yol vardır.” Şimdi, sorduğun soruya
Aruoba’nın tümceleriyle cevap vermek çok daha iyi olacak, sanıyorum: “Yaşamın, seni ulaşman gereken düzeyin
altında tutmağa çalışan eğilimlerle (bu arada kendininkilerle de)savaşmakla
geçecek. –Bu yüzden de, ulaşman gereken düzeye ulaşamayacaksın; yani, başarılı
olacak o eğilimler, sonunda. Zaten, belki, istedikleri de budur: Senin, onlarla
savaşmak yüzünden, ulaşman gereken düzeyin altında kalman… Ama savaşacaksın,
gene de: sonuç her iki durumda da aynı olmayacak mı zaten – sen, zaten, ulaşman
gereken düzeyin altında kalmayacak mısın ki? –Ama, savaşırsan, en azından (nereye
gelebilirsen) geldiğin düzeye savaşarak gelmiş olacaksın –bu da boşuna
olmayacak.” (De Ki İşte, s.44)
B. Emir Alisipahi:“Kurtuluş yoktur
masalardan.” (İlhan Berk, Şeyler Kitabı, s.64) İlhan Berk, şeylerin
tabiatını kurcalarken masa hakkında “Etik,
masanın doğası gereğidir.” diyordu. Bu söylemin bir yansıması olarak usta,
sandalyenin, sandalyelerin, masaya, masalara göre biçimlenmesi gerektiğini mi
tembihliyordu bize?
Zafer Yalçınpınar: Güzel
bir analoji kurdun kafanda… Fakat, hayır, Aruoba Gümüşlük Akademisi’ndeki
masa-sandalye hikâyesini anlatırken benim “Ustamın tahtı…” söylemimle dalga
geçiyordu sanki… “Gözünde büyütüyorsun her şeyi…” der gibiydi. Gülüyordu bana,
masa-sandalye hikâyesini anlatırken…
Cem Onur Seçkin: “Şimdi, siz evlisiniz. Mutlu olmak için
-kimsenin haberi olmadan- gidin, boşanın. Kimseye haber vermeyin. Sadece siz
ikiniz bilin bunu. Daha mutlu olacağınızdan eminim. Ben bunu kendi eşime
önermiştim. Ama o kabul etmedi. Sonra, gerçekten boşandık.”
deyişiyle ilginç bir diyaloga giriyor Usta. Aruoba’nın burada bahsetmek
istediği şeyi biraz daha açabilir misin? Sence bir duygu-düşünce diyalektiği
savunucusu günümüzde bu “evlilik” denilen kamu sponsor şirketlerini tamamen mi
reddetmelidir?
Zafer Yalçınpınar: Bir
kere, senin de vurgulamaya çalıştığın gibi evlilik dediğimiz resmî birliktelik
türü (eğer boşanma ile sonuçlanırsa işbu boşanma süreçleri de dâhil olmak üzere)
düğün, kiralama, lojistik, ev sahibi olma, eşya satın alma, doğum, çocuğun eğitimi
falan gibi çekirdek aile konularını (özellikle de son 20 yılda) endüstrileştirdi.
Eskiden -yarı şakayla- “evlilik müessesesi” denirdi. Şimdilerde ekonomik işlem
hacmi olarak koskocaman bir “evlilik sektörü ve endüstrisi”nden bahsedebiliriz.
Fakat Oruç Aruoba, senin de aktardığın söylemle, mevcut düzeneğin kapitalist
bileşenlerine işaret etmiyordu. Aile ve evlilik kavramının toplumsal katman ve
halkalardaki sosyolojik etkileşimini, bu etkileşimin bireyler ve ilişki
üzerindeki olumsuzluğunu anlatmaya çalışıyordu. Evlilik, şu veya bu biçimde farklı
bir sosyal statü oluşturuyor ve bazı teamüllerle birlikte sosyolojik katmanları
ilişkiye dâhil ediyor. Bu da birbirini seven iki insan arasındaki ilişkinin saflığını,
özünü ve niteliğini -üstelik de resmî bir şekilde- değiştiriyor. Diğer sosyolojik
katmanların müdahalesiyle ilişkinin özü değişiyor; sosyolojik açıdan saflığını
ve sivilliğini kaybediyor. Basitçe söylersek; evlilik sonrasında -zamanla-
evlenen insanların “bağlılık biçimi” değişiyor, sosyal statü nedeniyle duygusal
aşınmalar, farklı öz-değerlendirmeler ve sosyal baskılar oluşuyor. Oruç Aruoba,
“İle” adlı eserinin bazı epizotlarında böylesi duygusal erozyonlardan bahseder
ve bu tip konuları detaylıca irdeler.
Alparslan Beyhan: Kitabın
takdiminde “Aruoba’nın yayıncılık,
yayınevleri ve editörlük ortamına dair anlattığı bazı olaylar ile dile
getirdiği bazı isimler -ustanın kendisinin de işbu olaylarla ve isimlerle
anılmak -istemediği” için kitaba alınmadı, diyorsun. İsim vermeden de
olsa, Aruoba, nelerden/kimlerden dertliydi o sıralar?
Zafer Yalçınpınar: Bu sorunun cevabını geleceğe bırakıyorum. Fakat bu soruna -zamanı gelince- en yüksek perdahtan cevap vereceğimden emin olabilirsin. Tüm taifeye, hepinize, bu güzel sorular ve yaklaşımlar için çok teşekkür ediyorum…
İnsanlıktan sorumludur ve hatta hayvanlardan; buluşlarının hissedilmesini, elle tutulmasını, duyulmasını sağlamak zorunda kalacaktır; oradan getirdiği şeyin biçimi varsa, biçimi verir; biçimsizse, biçimsizi verir. Bulunması gereken bir dil;
-Her bir söz, bir düşünce olduğundan, evrensel bir dilin zamanı elbet gelecek! (…)
Bu dil ruhtan olacak, ruh için olacak, her şeyi içinde barındıracak, kokuları, sesleri, renkleri, düşünceye asılıp çeken düşünce. Şair, kendi zamanı boyunca evrensel ruhta uyanan bilinmezin miktarını belirleyecek. Düşüncesinin formülünden, İlerleme yürüyüşünün kaydından fazlasını verecek! Büyüklük norma dönüşüp, herkes tarafından özümsendiğinde, şair gerçekten bir ilerleme çarpanı olacak! (…)
Ebedi sanatın kendi işlevleri olacak, zira şairler birer yurttaş olacaklar. Şiir bundan böyle Hareket’le aynı ritimde buluşmayacak; onun önünde gidecek. (…)
Arthur RIMBAUD Mayıs 1871, Charleville Hapishanesi “Kâhinin Mektupları”, Çev: Ayberk Erkay Sel Yayıncılık, 2020, 1. Baskı, ss. 27-29
“Kayıp Oğlunu Arayan Bir Baba İçin” adlı şiir… İlhan Berk‘in Kendi El Yazısı ve İmzası (Replika)
Geçenlerde Beşiktaş’ta bulunan Diyojen Sahaf‘ı ziyaret etme fırsatı buldum. Bu güzel auranın yaratıcısı Murat Bey, gerçekten de okurların (ya da yazarların) rahatça vakit geçirebileceği, kültür-sanat meraklılarının nefes alabilecekleri özel bir mekân tasarlamış. Burada vakit geçirirken kendimi Paris’te bulunan Shakespeare & Company‘nin İstanbul’daki kültürel yansımasının içerisindeymişim gibi hissettim. Mekânda bir edebiyatçıyı, sanatçıyı veya kitapseveri etkileyecek birçok öğe var, fakat beni en çok etkileyen şey Diyojen Sahaf’ın duvarlarında yer alan replikalar oldu. Şairlerin kendi el yazılarıyla, imzalarıyla, şiir replikaları… Cumhuriyet sonrası modern şiir kapsamında hemen hemen herkes oradaydı; İlhan Berk, Ece Ayhan, Turgut Uyar… kendi imzalarıyla, el yazılarıyla ve dizeleriyle… Çok fazla detay vermeye gerek yok, gidip mekânı ziyaret etmenizi, mekânın aurasını solumanızı, bu güzel replikaları incelemenizi ve Murat Bey’le tanışmanızı öneririm. (Zy)
“Çok Üşümek” adlı şiir… Turgut Uyar’ın Kendi El Yazısı ve İmzası (Replika)“Kar Altında, Evde” adlı şiir… Turgut Uyar’ın Kendi El Yazısı ve İmzası (Replika)
perdeler uzanıyor yüksek sesli perdahlar ______________boyunca içeriyle dışarısı arasında
her gün kendisiyle ___________saydamlaşıyor camlar eski bir sandalyenin üzerine oturuyor __________________________boşluk çerçeveleniyor odanın bir köşesinde odayla birlikte acı motiflerini işliyor halıya açı uzanıyor çekmecelerin içinde
rüzgâr yok hava yok göç yok sığınma yok çünkü yoksuluz yankı odalarında vatansız para akışı yoksa var mı varsa da yoksuluz
herkesten saklanan yeni nesil paralı ve yapay yalanlarla her şeyden esirgenerek kaçınan saçaklanmış bir zekâ
“düşündüğüm bazı şeyler var ___________________gerçekten”
gökyüzünün eğilimi yorganlı dağlar sızılarla birikmiş göller elleriyle yaşayan sağırlar elleriyle yaşayan körler sazlıkta dere kenarında sineklerle birlikte kalbini yoklayan şair
sözün özü: biz buzullara şiir gömdük ve onurumuzla öldük.
Oktay Rifat’ın poetikasındaki alan derinliğinin, Garip ve İkinci Yeni şiir akımları arasında hareketlenen bir bağlaç bölgesi oluşturduğunu -ki Cemal Süreya bunu bir tür ters ama yadsınamaz eklemler bütünü olarak görür- sezmemden sonra, Oktay Rifat’in önemi daha da belirginleşti. Zaten bugün, sıkışmış, hem kültürel, hem de imgesel açıdan “hareket alanı daralmış” beylik bir edebiyat ortalığının vasatî havasını -şiir ödülleri, antolojiler, kitap tanıtım dergileri, edebiyat etkinlikleri ve mağaza vitrinleri gibi hileli enstrümanlar aracılığıyla kandırılan- heveskâr bir kitle içine çektikçe, yani edebiyat ortalığı dediğimiz ortalama, işbu “verili vasat” havayı kabul edip hileli bir suhuletin pürüzsüz ezber alanına yerleştikçe, Oktay Rifat gibi poetik açıdan üssel başarılar elde etmiş, yani imgelemin doruklarına temas etmiş şairlerin önemi daha da artıyor. İkinci Yeni’nin de öyle…
Tıpkı İkinci Yeni akımının sürekli genişleyen ve geleceği belirleyen şiirsel bir devinimi daha yukarılara taşıması gibi Oktay Rifat’in şiirleri de “imgesel parlaklık(kontrast)” diyebileceğim üssel bir dil kurarak geleceğe uzanmaktadır.
Oktay Rifat poetikasının bu etkili yürürlüğünün zirve(peak) noktasını “Perçemli Sokak” (Yeditepe Yayınları, 1956) adlı şiir kitabında görüyoruz. İkinci Yeni şairlerinin “ivedilikle, bir gecede” yazıldığını varsaydığı Perçemli Sokak’ta kendisini gösteren “imgesel parlaklık” son derece etkilidir, etkisini hâlen sürdürmektedir. İkinci Yeni taifesi bu aşkın etkiyi bir tür “apansız oluşum, otomatik yazım” sanmışlar ya da öyle olmasını umut etmişlerdir. (…) Zafer Yalçınpınar
Önemli Not: “Sıkı şiire öncelik vermek” ve “imgelemin özgürleşmesini sağlamak” amacıyla dijital yayıncılık serüvenine başlayan UPAS Yayın‘ın tüm kitaplarını upas.evvel.org adresinden ücretsiz olarak okuyabilirsiniz.
Dipsiz Göl, 2017-2023 yılları arasında yazılmış şiirlerden oluşuyor. Zafer Yalçınpınar‘ın daha önceki şiir kitaplarında yer almayan bu 21 pâre, tek bir imgenin alan derinliğinde, tek bir şiir olarak kurgulanmış. Yalçınpınar, altıncı şiir kitabını 27 yaşında hayatını kaybeden sıkı dostu Uğur Yanıkel‘e ithaf ediyor…
Dipsiz Göl, Zafer Yalçınpınar Şiir Kitabı, 2. Edisyon, 50 Sayfa Plüton Yayın, Aralık 2023
Hamiş: Dipsiz Göl’ün Upas Yayın tarafından yayımlanan ilk edisyonunun tam metnini pdf dosyası olarak https://upas.evvel.org/dipsiz.pdf adresinden indirerek arşivleyebilirsiniz. Zafer Yalçınpınar’ın tüm şiirlerine ve kitaplarına https://zaferyalcinpinar.info adresinden ücretsiz pdf biçiminde ulaşabilirsiniz.
Azimet Avcu: Geçtiğimiz yıl daha 27 yaşında kaybettiğimiz şair Uğur Yanıkel‘e ithafen bütünlediğin ‘Dipsiz Göl’ adlı şiir kitabı, 2023’ün Mart ayında -Uğur’un vefatından yaklaşık üç ay sonra – Upas Yayın kapsamında dijital nüsha şeklinde okuyucuya sunuldu. Geçtiğimiz günlerde de ikinci edisyon, basılı nüsha olarak Plüton tarafından kitaplaştırıldı ve yayımlandı. Kitabın girişinden itibaren bizi karanlık ormanlardan geçirerek tabiri caizse Yunan mitolojisinde Tartaros olarak bilinen ölüler dünyasına sokuyorsun ve ismiyle müsemma Dipsiz Göl bir tarihsel mezarlığa dönüşüyor. Kimi zaman kelimeleri bozarak kimi zaman da kelimelerin gücünü kullanarak yeni bir evren yaratmaya çalışıyorsun. Bu nefessiz imgesel düzlemde gökyüzü, rüzgâr ve benzeri imgeler dile getirilerek dış dünyaya devamlı özlem duyuluyor… Bu kitap ölümle kalım arasında geçen söylenceler gibi… Uğur’un aramızdan ayrılması da ancak bu kadar güzel bir imgeyle anlatılabilirdi. İlk sorumu şu noktadan sormak istiyorum. Bu kitap çalışması tam olarak ne zaman başladı ve Uğur’un kitap üzerindeki etkisi hakkında neler söylemek istersin?
Zafer Yalçınpınar: Dipsiz Göl’de yer alan şiirler 2017’den günümüze kaleme aldığım 21 pâreden oluşuyor. Bu şiirleri fragmante varoluşlarından çıkararak, şiirlerin taşıdığı kırık ve acılı yükleri bütünsel bir düzlemde nasıl konumlandırırım diye uzun zamandır düşünüyordum:- maalesef şairler bazı tarihsel döngü noktalarında birer düşünür gibi davranmak zorunda kalır. Neyse… Bahsettiğim ve ihtiyaç duyduğum konumlandırma noktasında yeni bir imgesel alan derinliği tasarımı oluşturmam gerekiyordu ki bu tasarımı oluşturabilmem için de 21 pâredeki benzerlikleri ve farklılıkları belirlemek çok önemliydi. Şiirlerin sınırlarını yoklamam, şiirsel dil açısından yakınsama ve ıraksama noktaları nasıl akışkanlaşıyor gibi sorulara cevap bulmam ve şiirlerin biçimsel öğelerini dönüştürmem gerekiyordu. İşte, senin ifade ettiğin ‘nefessiz imgesel düzlem’ veya ‘karanlık ormanlardan geçmek’ gibi benzetmeler böylesi bir ortak alanda anlam kazanıyor; Almancası ‘weltschmerz’… Bu ifadeyi ‘dünya ağrısı’ veya ‘varoluş sancısı’ olarak çevirebiliriz. Bugün içerisinde hayatta kalmaya çalıştığımız neoliberal düzenin kentsel gündemini ve tüm bileşenleriyle birlikte kurulu rant ekosistemini -gerçekten de- kötücül bir ‘karanlık orman’ olarak görebiliriz. Ve evet, bu palyatif ve tıknefes süreç bir yaşayıştan çok ‘hayatta kalma’ uğraşısı olabilir ancak… Ölümle kalım arasında… Uğur’un Taksim’deki düşüş ânı zihnimdeki imgesel haritada böylesi bir orijin oluşturdu. ‘Dipsiz Göl nerde, neresidir?’ diye sorsan bana, ‘Taksim’de, Uğur’un atladığı ânda ya da düştüğü yerde açılan bir paralel evrende!’ diye cevaplarım. Uğur’un ‘kazayla intihar’ olarak tanımladığım düşüşü ve vefatı zihnime bir şimşeğin görüntüsü gibi mıhlandı… Peki, anlatmaya çalıştığım tüm bu şeyler, bahsettiğim tasarım yaklaşımı falan… Kitapta doğru veya etkili yansıtılmış mı sence? Dahası, okuyucu tarafından hissedilebiliyor mu gerçekten… Sence, bu varoluş sancısı, tıknefes yaşam en çok hangi şiirde kendini gösteriyor, en çok hangi şiirde daha etkili?
Azimet Avcu: En önce sonda sorduğun soruya cevap vereyim: ‘Çizgi’ şiiri… Bu şiirinin çıkış noktası olan İlhan Berk’le gerçekleşen diyalogunu ilk defa Rüzgâr Defteri’nde okumuştum. Her şairin akılda kalır bir dizesi veya anısı olur. Sizin bu diyalogunuz hem akılda kalır bir dize hem akılda kalır bir anı niteliği taşıyor. Bu diyalogun cevabını yıllar sonra ağaçlarda bulup onun aralarında gezinmen en büyük sancılardan bir tanesi. Bulmanın sancısı. Ayrıca o kitap üzerine Uğur’la yaptığınız uzun söyleşi de hem o dizeleri hem de o şiiri anlamlı kılıyor. Bunun dışında kitabı okurken kafamda Cemal Süreya’nın ölmeden önce yazdığı ‘Göller Denizler’ şiiri gözümün önüne geldi. Şiirde; ‘Ölüm? / Bir gölün dibinde durgun uykudasın… Denizler? / Tanrılar karıştırır durur denizleri…’dizelerini düşündükçe senin dipsiz gölünde bir uyku uyanıklık arasında gezinip durdum. Kitapta istediğin ve planladığın şeyler gerçekleşmiş diye gözlemledim. Örneğin; ‘Kırmızı Bahçenin Dalgalanışı’ şiiri hem görsel hem şiirsel anlamda kitabın en can alıcı kısımlarından. Uğur’un artık o dalgalı evde yaşamaya başladığını gözümün önüne getirdim. Yazmak istenen ve hissedilen şeyler bu noktada bir paralelliğe oturuyor. Bu şiir dışında gözüme başka bir bağlantı daha takıldı. ‘Yeni Gün Yoktur’ şiirinde Turgut Uyar’ın Akçaburgazlı Yekta’sıyla bir kardeşlik sezdim. Bu defa Yekta’yla değil Turgut’la konuşmaya başladığımızı düşündüm. Şiirdeki bireyin kendini mezarının başında beklerken hisleri, özellikle ‘bir çocuğum buz dolu taş / sokakta kimsesiz yollar yok ben de burada değilim’ ifadeleriyle anlatılıyor. Bu ifadelerin ortaya çıktığı duygu ve anlam dünyasını farklılaştıran, bireyin yaşamla olan bağını ve yalnızlığın iç geçmişini nasıl yorumluyorsun?
Zafer Yalçınpınar: ‘Kırmızı Bahçenin Dalgalanışı’ adlı şiirim Şahin Çetin’in efsanevi çizimiyle birlikte düşünülmeli. Zaten bu şiiri kaleme almaya karar vermemde de Şahin’in çizimi özel bir tetikleyici olmuştu. Çizimi basitçe anlatmaya çalışayım. Güçlü dalgalara -belki de her yeri kaplayan bir fırtınaya veya sele- karşı ayakta durmaya, yaşamaya çalışan yıpranmış, yarı yıkık, ahşap bir kulübe çizimi… Sonsuz dalgalarla uzanan bir fırtınanın alan derinliğinde kulübenin yalnızlığı, tek başına duruşu… Sanki, ıssız, insansız, ufuksuz ve sonsuz dalgalardan oluşmuş bir çöl veya okyanus fırtınası gibi… Ve o kulübenin dalgalarla temas eden yüzeyi gücünün sonuna kadar direniyor… Direniyor bir anıt gibi, onurlu bir duruş sergiliyor. Ok ve yay gibi… Tüm zorluklar, her şey, tüm varoluş, her şey gerilimin son noktasında! İnan ki Uğur’un yaşamı böyleydi. Hem şiir-edebiyat araştırmacılığı, hem yayıncılığı, hem de gazetecilik yaşamında sonuna kadar direndi, hiç vazgeçmedi… Üstelik kendisine ‘kahraman’ denmeyeceğini bilerek, alkışlanmayacağını bilerek, hiçbir maddi-manevi çıkar beklemeden… Ece Ayhan bu durumu ‘haklılığın inadı’ olarak tanımlıyor. Ece Ayhan’ın kavramlarıyla formülize etmek gerekirse Uğur’un yaşamı için şunu açıkça söyleyebiliriz: ‘Kötülük dayanışmasına karşı haklılığın inadını göstermek…’ İşte, ‘Kırmızı Bahçenin Dalgalanışı’ adlı şiirimin Uğur’un varoluşuyla özdeşleşen böylesi bir ‘haklılığın inadı’ direnci var! Bu anlattıklarımdan çok daha ayrıksı olarak baktığımızda, gerçekten de Cemal Süreya’nın son dizeleri sayılan ‘Göller Denizler’ şiirinin imgelemi tüm kitapla ilişki içerisinde… ‘Çizgi’ adlı düzyazı-şiir metnimi de kitaba ismini veren ‘Dipsiz Göl’ söylemini de Düzce’de, Topuk Yaylası’ndaki bir gölü ve gölün donmuş yüzeyini seyrederken bütünledim. Sen söyleyince fark ettim bunu… Çok doğru bir tespit… ‘Yeni gün yoktur’ adlı şiirim ise tüm zamanlarda kaleme aldığım şiirlerimin arasında en kara veya karanlık olanlarından biri… Bu şiiri bir kış gecesi, Kadıköy sokaklarından birinin köşesinde bir apartman boşluğuna sığınmışken yazdım. Işık çok azdı, zar zor yazıyordum defterimin sayfasına… Hatta o günlerde şiiri okuyanlar son derece olumsuz etkilenmişti şiirden… Turgut Uyar’ın şiirine ilişkin yaklaşımın da çok doğru… O zamanlar Derviş Aydın Akkoç’un hazırladığı ‘Turgut Uyar’ın Çocuklarıyız’ adlı özel söyleşi kitabını okuyordum. Orada Turgut Uyar’ın ilk kızı Serap’tan bahsedilir, birkaç aylık bir bebekken Ardahan’ın Posof ilçesinde vefat eden ilk kızı Serap’a ve Serap’ın mezarına dair bilgiler vardır. Bilgileri dile getiren Turgut Uyar’ın Semiramis’ten sonraki kızı Şeyda Uyar Dikmen’dir. Şöyle der: “Serap’ın gömülmesiyle ilgili de konuşmuştu babam, iyi hatırlıyorum. O sırada Posof’talar ve kara kış her yanı kasıp kavuruyor. Babam asker, yanında da erler var, Serap’ı gömmüşler ve mezarında ateşler yakıp sabaha kadar beklemişler; kurtlar toprağı eşeleyip de taze ölüyü çıkarmasın diye. Kısacası ne zaman Serap bahsi açılsa, seneler geçmiş olmasına rağmen, babam her seferinde üzülür, kederlenirdi.” (İletişim Yayınları, 2014, 1. Baskı, ss.85-86) Bilemiyorum Azimet… Bu anlattıklarımdan başka-daha acı bir şey olabilir mi… Acı bir ‘yankı odası’ gibi… Ama tabiî ‘yalnız olmak’ ile ‘tek başına olmak’ felsefi düzlemde birbirinden ayrılır. Biz, ben de, Uğur da, sen de, sanırım yalnız değiliz, ama tek başımızayız. Şiirsel alan derinliği de böyle bir uzam… Gezegenler gibi ‘tek başına’ olmak… Peki, İlhan Berk’in bana sorduğu soruyu ben sana sorayım: Senin kendi çizgin nerden geliyor? Nasıl devam ediyor… Hangi noktalarda, nasıl bütünleniyor…
Azimet Avcu: 2016 yılında Kadıköy Kitap Günleri galiba son kez olarak Haydarpaşa’da
yapılıyordu. Seni ismen Uğur’dan çok duyduğum ve çalışmalarını takip ettiğim
için biliyordum. Orada bir stantta ‘Rüzgâr Defteri’ kitabını görmüştüm. Hemen
almak isteyip etrafta standa kimin baktığını bulmaya çalışmıştım. 10 dakikaya yakın
bekledikten sonra birisi gelmişti. Kitabı alıp oradan Karaköy vapuruna yürüyüp
vapurda kitabı okumaya başlamıştım ki İlhan Berk’in sana sorduğu bu soruya
gelmiştim. Uzun zaman kendi adıma bunu düşünmeye çalışmıştım. Yıllar yılı arada
aklıma gelir ve çizginin başına gitmeye çalışırdım. Ama Dipsiz Göl’ü okurken bu
soruyla tekrar karşılaşınca çizginin başını buldum. Uğur, bir gün yanımıza
gelip çok garip bir rüya gördüğünden bahsetmişti. Ne olduğunu anlatmasını
istemiştik. Rüyasında ‘insan annesinin karnında cenin pozisyonundayken bir soru
işaretine benzer’ diye bir cümle kurmuş. Uyanınca internetten bir bakmış ki
gerçekten öyle. Bunu günlerce anlattı. Çizgimin başlangıcını ararken buraya
geldim. İnsan ana rahmine düştüğü ân, yani o çizgi, yaşama yolculukla başlıyor.
Bir soru işareti olarak gidiyor. Ben şiir yazmaya çocukluk yıllarımda başladım.
Galiba bu illet insanın yakasına gelip bir türlü yapışıyor. Şiir dilini
öğrendikten sonra da kendini başka bir dille ifade edemiyorsun. Bana bazen ‘kaç
dili iyi seviyede biliyorsun?’ diye sorduklarında ‘iki’ diye söylüyorum.
Birincisi Türkçe, ikincisi şiir dili. Söyleme dikkatlice bakınca biraz romantik
gelebilir ama bunu başka türlü anlatamam. Şiir dilini öğrenince de o dili
bilenlerle iyi diyaloglar kuruyorsun. Uğur’la, senle öyle bir dil üzerinden
konuşuyoruz. Normal yaşamlarımız ve gündelik dilimiz kendimizi tarif etmeye
yetmiyor. İnsan yürüdüğü yolda arkadaşlarını iyi seçerse yolu da sağlıklı
katetiyor. Uğur, Selim, Kadir ve ben böyle bir yolculukta karşılaştık. Onlar
benim için iyi şiirin yanında iyi şairin nasıl olması gerektiğini de
gösterdiler. Zamanla yolda azalsak da burada haklılığın inadıyla devam
ediyoruz. Şiire bakış açıma gelecek olursak da yine bu yolda oluşup gelişti.
Şiirimi post-modern çizgiye koyabilirim ama tamamen o anlayışla yazmıyorum.
Türkiye’de her türlü sanat akımı gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalıyor.
Politikanın hayatımızı çekip elimizden aldığı, hayatlarımızı zorlaştırdığı bir
dünyada güncelden uzaklaşıp sadece sanatsal üretim yapamıyoruz. Ece Ayhan’ın
şairlik tanımına ‘etikçi’ dediği bir ülkede etikçiliği biz de elden
bırakamıyoruz. Uğur, ihmallerle öldü. Orada ambulansından hastanesine sağlıklı
çalışan bir sistem olsaydı, Uğur hayattaydı. Burada gelmek istediğim nokta
devletin insan hayatına bu kadar kastettiği bir ortamda şiiri silah gibi
savunma aracı olarak görmekten başka çaremiz kalmıyor. Pekâlâ, bu noktaya
gelmişken iki soru sorayım. Dipsiz Göl’e politik açıdan nasıl bakabiliriz? Dili
bu noktada nereden kurmalıyız?
Zafer
Yalçınpınar: Bir kere hemen ifade
edeyim; Uğur’un vefatına neden olan düşüşe dair söylediklerine yüzde yüz
katılıyorum. Uğur’un vefatında çok boyutlu bir ihmal olduğu açık… Doktorlar,
hastane vesaireden önce toplumsal bir ihmal var: Uğur, düştüğü yerde çok uzun
süre kalıyor! Gelen geçen ahaliden kimse umursamıyor ölü gibi yerde yatan,
bilinci kapalı bir insanı! Üstelik bir cumartesi gecesi! İşte mesela, Ece
Ayhan’ın ‘toplum’ ifadesinin yerine koyduğu ‘topluluk’ söylemine çok acı bir
örnek daha… İnsan toplumu refleksi gösterilmiyor çünkü! Herkes yılbaşı öncesi
tatil, eğlence, tüketim ve alışveriş merkezi kafasında çünkü! Yığışım! Herkes
yeni yılda fiyatlar ikiye katlanmadan ne satın alayım, nereye gideyim, ne
yapayım derdinde! Keza, Uğur’un hastaneye sevk edilmesi de bence çok uzun bir
süre… Sonra, hastanede tetkik-teşhis-tedavi
falan gibi süreçler için de çok bekletiliyor. Standartlardan çok uzun bir
bekleme süresi yaşıyor Uğur… Aleyhine çalışan, ölüm kalım gibi bir bekleme
süresi… Çok acı… Şimdi, bunca hakikati tüm hatlarıyla düşündükten sonra hemşire,
doktor kimse çıkıp olayı normalleştirmeye çalışmasın bana! Hepsi o günlerde ya
tatilde olmayı düşünür ya arkadaşlarıyla eğlenmeyi ya da benzerleriyle elit
elit takılmayı kuruyordur kafalarında… Yıllardır bu böyle! Yıllardır,
utanmadan! Taksim dediğimiz lokasyon, rantıyla, oteliyle, turistiyle, elçilikleriyle,
esnafıyla, meyhanesiyle, ev sahibiyle, kiracısıyla, taksicisiyle, fuhuşuyla,
uyuşturucusuyla, serserisiyle, ruhsatçısıyla, zabıtasıyla, liberaliyle,
belediyesiyle ve nihayetinde hastanesiyle, doktoruyla falan tüm hatlarıyla, tüm
dokularıyla lağıma dönmüş durumda! Zaten, Bilge Karasu’nun kitabının adını
hatırlayalım: “Lağımlar Anası ya da Beyoğlu”. Yani ben Uğur’un vefatındaki
ihmaller silsilesinin ‘Yahu çocuk çok ters atlamış, çok ters düşmüş, çok talihsizmiş…’
falan gibi bir doktor ağzı söylemle geçiştirilebileceğini, dahası benzeri
söylemlerle ‘müesses nizam’ tarafından geçiştirilmiş olmasını da
kabullenemiyorum bir türlü… Şimdi, bu noktada Nâzım Hikmet’in birçok yazısında
şiir diline ithafen ifade ettiği başka bir kavrama geçmek gerekiyor:
Şiirimizin, şiir dilinin taşıdığı yük! Ve bu yük yaşadığımız coğrafyada çok
ağırdır yüzyıllardır… ‘Davet’ adlı şiirinde Nâzım Hikmet’in ‘Dörtnala gelip
Uzak Asya’dan / Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan / bu
memleket…’ olarak tanımladığı coğrafyamızda her şey çok zorlu ve acılı
yaşanıyor. Yüzyıllardır içinde bulunduğumuz coğrafyanın ‘kara gerçeğini’ gören bir
şairin durumu da Nâzım’ın aynı şiirindeki şu dizelere benzer: ‘Bilekler kan
içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak / ve ipek bir halıya benzeyen toprak /
bu cehennem, bu cennet bizim’ Dipsiz Göl, sanıyorum, en ağır ve kara
gerçeklerle örülmüş şiir kitabım… Böylesi bir ‘şiirsel yük’ taşıyor. Özellikle
de ‘Dipsiz Göl’e girdim’ diye başlayan birinci bölüm… Uğur’un ölümüyle birlikte
kitabın üzerindeki şiirsel yük de çok arttı. Tuhaf bir çelişki var: Gündelik yaşamın
şiirselliği her geçen gün azalıyor, ama dilin ve mantığın yaşamındaki derin
tarihsel yük, dile getirilen kalp ve vicdan arayışı her geçen gün daha fazla
artıyor. Hakikat yolundaki kalp ve vicdan arayışı… Bence bu durum bizim
coğrafyamıza özgü… Sence de öyle değil mi, bütün bu yakın ve uzak tarihsellik
boyunca, tüm yaşadıklarımızdan sonra, kim bu coğrafyanın şiirsel yükünü
sırtlanmak ister ki? İkinci Yeni’nin parladığı baskılı dönemde bile daha fazla
şiirselliği vardı yaşamın, ya da 1950 şiir hareketinde… Mesela, Ece Ayhan
yaşasaydı bugün, 2023’te, kesinkes söylüyorum bunu; şiir yazmayı bırakırdı!
Sıkılırdı. Kapitalizm sonrası neoliberal dünyanın aldatıcılığından,
sinsiliğinden, bireyi içine düşürdüğü kapandan sıkılırdı. Öylesine karanlık ve
palyatif bir dönemde yaşıyoruz şu an… Uğur’un sana gönderdiği bir mesajı
göstermiştin bana. Şöyle diyordu Uğur son merhalede: ‘Şiirle rabıtamız
kalmamıştır.’
Azimet Avcu: Birgün Aslıhan Pasajı’ndaki sahafları dolaşırken Uğur sevinçle “Azi koş Ece Ayhan’ın bir süredir aradığım ‘Şiirin Bir Altın Çağı’ kitabını buldum.” dedi. Sahaf 200 Lira gibi yüksek bir fiyat çekince üzüntüyle daha sonra alırım deyip kimsenin göremeyeceği bir yere sıkıştırdı. O dönem için bu kitap kafamın köşesine kazınmıştı. Yıllar sonra bu kitap elime geçtiğinde “TARİHE BAKARSANIZ ANLARSINIZ!” diye bir yazıya denk gelmiştim. Orada şöyle bir kesit vardı: “Zaten yamuk ve yampiri bu dünya; tabii bana göre, tümüyle bir ‘kötülük toplumu’ ya da daha yetkin anlatışla, ‘örgütlenmiş sorumsuzluk’tur: Gerçekte ve dipte olan!” Dipsiz Göl tam bu noktada daha büyük bir karşılık buluyor. Yüzeyden bakınca anlaşılmayan ve içine düştükçe çıkılmayan o büyük bir dehliz… Sanatın her zaman iyileştirici bir yanı var. Eğer şiir bizim hayatımızda bu kadar yer edinmese iyileşmez yaralarımızla silinip gideceğiz. Ece Ayhan’da bugün yaşasa senin aksine böyle düşünürdü. Ölümle yüzleşmenin tek yolu yazmaktan geçiyor. Söz bitiyor, ağıtlar diniyor, toprak soğuyor… ama bu şiirler birilerinin kitaplığında, dilinde, hafızasında duracak. Bu özel kitap için ben Yalçınpınar’a teşekkürlerimi sunuyorum. İmgenin ve doğanın bu kadar çoğullandığı Dipsiz Göl’de bize yaşam ideasını tekrar hatırlatan şair okurlara son olarak ne söylemek ister, bunu merak ediyorum.
Zafer Yalçınpınar: Herkesin farklı bir dilsel formülü veya şiarı vardır, şiir ve yaşamla ilgili… Tamamıyla benim icat ettiğim ve kendi 44 yıllık zavallı yaşamımda tüm hatlarıyla deneyimlediğim formül şu: ‘Şiir, dilin sürdürülebilirliğidir.’ Bu formülü ilk kez Kasım 2018’de gerçekleştirilen İlhan Berk Sempozyumu’nda dile getirmiştim. Şiir, imgesel alan derinliğinin uzamında salınan ve dilin sınırlarını genişleterek geliştiren bir özüt! Geçmiş ile geleceğin dili arasında hakiki ve adil bir bağ kurabilen tek-son-öz! Şiirin eşsizliği -eşsiz olana yakınlığı- bu bağda, bu bağın haysiyetinde gizli… Şimdi, aslında, Ece Ayhan’dan aktarmak istiyorum son sözlerimi… Uğur yaşasaydı, o da öyle yapardı çünkü. Yaklaşık olarak şöyle diyor Ece Ayhan Çağlar: “Böylesi bir uçsuz bucaksız ‘kötülük dayanışması’ ortamında karamsar olunmaz da, ne olunur bilemem. Ama benim karanlığımın rengi akkordur, o ayrı. (…) İzin verin de bir kömürün bir elmasa dönüşmüş olduğunu artık anlayalım! (…) Şiir gerçeği yeder! İşte böyle olumsuz bir yeri vardır şiirin toplumlarda. Bir toplumda yeri olmayışı onun yeridir.”
2/ Zafer Yalçınpınar’ın tüm edebiyat çalışmalarını https://zaferyalcinpinar.info adresinden inceleyebilir ve tüm kitaplarını aynı adresten -pdf dosyası biçeminde- arşivleyebilirsiniz.
Perulu şair Carlos Oquendo de Amat‘ın 5 Metrelik Şiir isimli kitabı Tolgay Hiçyılmaz tarafından çevrildi ve aslına uygun olarak Plüton Yayın tarafından yayımlandı. Kitabın editörlüğünü Toprak Şems Tezcan üstlendi.
5 Metrelik Şiir kitabı ‘‘akordeon körüğü biçiminde tasarlanmıştır, şekil itibarıyla üst üste katlanıp ciltlenmiş kartpostallara benzer. Geniş bir form verilmiş bu sayfa yapısı semantik açıdan çokluk durumu sağlar (bu ilk sebeptir): yaklaşık 5 metre uzunluğundadır ve tüm bu uzantı şiirsel bir yazı türüne destek vazifesi görür.’’ Başka bir deyişle uzun ve geniş bir kâğıt şeridi şeklindeki kitap okuyucuya beş metreyi tasvir etmek istiyor. Onun bu özgün formu şiir kitabıyla aramızda kuvvetli bir bağ kurulmasına yardımcı olurken, şiirlerin yarattığı anlam bilimsel evren Oquendo de Amat’ın modernist tavrının en önemli özelliklerinden biri hiç kuşkusuz: Poetik yapısı fazlasıyla diyalojik olan, orkestrasyonunu şairin yaptığı ve tematik yönlendirmelerde bulunduğu bu kitapla, baştan sona yeni anlamlar inşa etmesi istenen, kendini yenileyebilen bir okuyucu kitlesi arzu ediliyor. Sonuç olarak şiirsel biçim yalnızca bir süs değil daha ziyade anlamın inşasına katkıda bulunmak üzerinedir. Bu estetik tercih Oquendo’yu modernist şiirden uzak tutar, o şiirin mekânsal boyutunu etraflıca ele almaz. ‘5 metre’ dilin kişi üzerindeki rolüne dair düşünmemizi sağlar. Gelgelelim o pozitivist paradigmanın kritiği bağlamında dil ve öznellik arasındaki ilişkiyi sorunsallaştırmamıştır.