Kas
25
2007
0

“İmzacılık Oynamak” Yerine Faydalı Bir Şey Yapmak!

Birçoğunuzun da bildiği gibi bu hayatta tutkuyla –belki de patolojik bir dürtüyle- yapmaktan kendimi alamadığım şey, sahaflarla sohbet etmek, kitap peşinde koşmak, kitapların yolculuğunu ve o yolculuğun hikâyesini düşünmektir. Ece Ayhan, Turgut Uyar, İlhan Berk, Orhan Kemal, Sait Faik, A.Muhip Dıranas, Can Yücel, Haldun Taner, Oktay Rifat gibi şair ve yazarların imzalı kitaplarının çoğunu büyük (göreceli) bedeller ödeyerek sahaflardan edinmişimdir. Bazen bu uğurda toz ve pislik dolu hurdacı yığınlarının, paslı beyaz eşya eskilerinin ve kırık dökük eski mobilyaların üstünde/arasında bile kitap peşinde koştuğum olmuştur ki birçok önemli ismin imzalı ya da ilk baskı eserlerini de buralarda(hurdacıda)  bulup -kilo hesabıyla- satın almışımdır. Bunu kendimce “entelektüel serserilik” olarak adlandırıyorum. Özellikle imzalı ve ithaflı kitaplara dikkat eder, imzaların morfolojisine, yazarın ve ithaf edilen kişinin kim olduğuna, ne iş yaptığına ve kitabın nerede, hangi dönemde imzalandığına önem verir, bunları araştırırım. Son iki sene içinde kitap peşinde dolaşırken karşılaştığım çeşitli durumlar bu uğraşımı daha da ilginç kılıyor:

İlk olayı çok sevdiğim dostlarımdan biriyle bir sahaf ziyaretimde yaşadım. Sahaftaki kitapları incelerken şiir kitaplarının arasında birçok imzalı kitapla karşılaştık. Hilmi Yavuz’dan, Seyhan Erözçelik’ten, Hakan Arslanbenzer’den, Engin Turgut’tan, İzzet Yasar’dan, Güven Turan’dan ve daha birçok yazar ve şairden Lale Müldür’e imzalı kitapları sahafta görmek bizi oldukça şaşırtmıştı. Şaşırtmıştı çünkü bu isimler sıradan, edebiyat dışı veya adı, sanı duyulmamış şairler değildi ve Lale Müldür de bir şair olarak hâlâ hayattaydı. Sahafa bu kitapların bedelini sorduğumda “fiyatı adet hesabına vurup, inceliğine ve kalınlığına göre” tanesini 2 ya da 3 YTL’den bana satabileceğini söyledi. İçinde bulunduğum durum bana çok ilginç gelmişti ve kitapları hemen satın aldım. İmzaların bazılarını koleksiyonuma ekledim, bazıları da beni –gerçekten- fazlaca ilgilendirmiyordu; tek bildiğim koleksiyonuma katmayacağım bu kitapların da sahafta 2-3 YTL bedelle -satılık- durmasından/kalmasından rahatsız olduğumdu. Bir de tabii durum ilginçti, misal; Hakan Arslanbenzer gibi radikal derecede İslâmik bir adamın Lale Müldür’e (Lale Ablacığı’na) kitap imzalaması bana değişik/çelişik geldi. Sonradan, dükkânın sahibine bu kitapları nerden bulduğunu sorduğumuzda “genç bir adamın gelip, bu kitapları kendisine sattığını” ifade etti. Gene de, eğer işin içinde bir “hırsızlık” meselesi yoksa kitapların Lale Müldür’ün arzusu dışında sahafa geldiğine inanamıyordum. Acaba Lale Müldür bu kitapları neden elinden çıkartmıştı/bırakmıştı? Büyük ihtimalle Lale Müldür bu kitapların kendisi için bir şeyler ifade etmediğine inanıp –kitaplara kıymet vermeyip- evde, kütüphanesinde “toz yuvası” olarak duracağına ya da gereksiz yer kaplayacağına karar kılmış ve kitapları sahafa göndermişti…

Bu noktada yazarların, şairlerin neden kitap imzaladığı üzerine daha çok düşünmeye başladım. Okuyucu ya da yazar matbaa endüstrisinden matbuat olarak çıkmış çeşitli fabrikasyon kitapları işbu matbuu durumdan kurtarmak ve bir şekilde kişiselleştirmek için çift taraflı olarak “biricik” hâle getirmek istiyorlar. Bu nedenle de çeşitli el yazıları, ithaflar, atıflar, çizimler ve imzalar kitapları matbuatın samimiyetsizliğinden kurtarır bir yol olarak görünüyor. Fakat kitapların bazıları özenle ve içtenlikle imzalandığı gibi bazıları da imza günlerinde ya da benzer samimiyetsiz etkinliklerde önceki fabrikasyon konumundan kurtulamıyor. İşin içinde tanışıklık, dostluk ve içtenlik olmayınca yazarın ya da şairin el yazısı/imzası/ithafı bile anlamını, biricikliğini kaybediyor ve “imza günlerinde bileğe kuvvet kitap imzalamak hatası”yla birlikte metalaşmış, prefabrik bir şeye dönüşüyor. Bu durum üzücüdür ve aşikârdır.

Bir diğer “imza” yönelimi de dergi veya yayınevi editörlerine ithafen imzalanmış kitaplardır. Editörlere ve dergilere ünlü ya da ünsüz kişilerden birçok kitap imzalandığı, gönderildiği bilinen bir gerçek hatta zorunlu bir süreçtir. Bunun amacı –yazar veya şair ilgili editörü tanımamasına rağmen- “ben de varım ve işte yeni kitabım!” ya da “derginizde benim kitabımı da tanıtın!” söylemini alttan alta sunmaktır. Peki, editörler veya yayınevi sahipleri bu tanımadıkları insanların kitaplarını ne yapıyor, bunlara nasıl davranıyor? Öncelikle, editörlerin tüm bu kitapları doğru dürüst (başından sonuna, eksiksiz) olarak okuduklarına inanmıyorum; özellikle de tanınmamış birinin kitabı söz konusu ise… Belki hızlı hızlı göz gezdirip, birkaç dize ya da paragraf okuyup kitap hakkında hızlı bir yargıya varıyorlardır. Peki, editörler ellerine gelen kitaplar hakkında şu veya bu şekilde yargıya da vardılar/varabildiler, sonra neler oluyor, kitaplar nereye gidiyor?

Kitapların nereye gittiğiyle ilgili düşüncelerimi, karşılaştığım başka bir olay üzerinden size aktarayım. Bundan bir ay önce sahaflardan birinde –gene-  kitap incelerken üç adet imzalı kitapla karşılaştım. Kitaplar, Tarık Dursun K.’dan Cem Erciyes’e ve Salih Bolat ile Nevzat Çelik’ten  İlhan Selçuk’a ithafen özenle imzalanmıştı. Bu kitapları da –daha önce olduğu gibi- tanesi 2 YTL’den satın aldım. İlginç olan şey bu yelpazedeki hiçbir ismin sıradan olmamasıdır; Tarık Dursun K. birçok edebiyat yarışmasında jürilik/bilirkişilik yapıyor, Nevzat Çelik birçok yarışmada ödül almış ve tanınmış/duyulmuş bir şairdir, Salih Bolat özel bir üniversitede ve başka dışsal projelerde “yazarlık dersi” veren bir öğretim görevlisidir, Cem Erciyes ise Radikal Gazetesi Kitap Eki’nin editörüdür ve İlhan Selçuk’u ise tanımayanımız yoktur. En önemlisi, bu isimlerin hepsi de hayattadır. Sonuçta ne olup bittiğini bütünüyle bilmiyorum veya tahmin edemiyorum ancak işin içinde bir “kıymet vermemek veya dikkate almamak” durumunun olduğu açıktır.

Bütün bu olayları, çok sevdiğim değerbilir bir sahaf dostuma anlattığımda konuya hiç şaşırmadığını belirtti. Birçok dergi editörünün senenin çeşitli zamanlarında dükkânına gelip toplu halde (200-300 adet) kitap sattığını, bu kitapların çoğunun imzalı olduğunu, bazı editörlerin ise daha kurnazca davranıp imzalı sayfaları yırtarak kitapları sattığını söyledi.

Düşünüyorum da önemsemedikleri kitapları ellerinden çıkarmak isteyen editörler ve yayıncılar işbu kitapları doğuda kitap bekleyen okullara, köylere, kütüphanelere ve insanlara ulaştırsalar daha akıllıca ve faydalı olmaz mı? Hatta, kitap çıkaran/bastıran insanlar, şairler veya yazarlar da kitaplarının kıymet görmeyeceğini, sahaflara düşeceğini bile bile kabzımal mizaçlı editörlere kitaplarını göndereceklerine, en baştan –doğrudan- kitapları bir “hayır kuruluşu”na bağışlasalar ya da doğuya bizzat kendileri gönderseler çok daha faydalı olmaz mı?

Olur.

Birgün Gazetesi-25.11.2007

Kas
05
2007
0

Oruç Aruoba: Bir Ödül’ün ve Fotoğrafın Düşündürdükleri…

İhsan Doğramacı ve Nişanları

(…)

-Ama bir bakalım: bu fotograf nasıl bir insanın fotografı; böyle giyinip fotograf çektirmek, nasıl bir ‘benlik’-kişilik-tasarımı gösteriyor- anlamağa çalışalım:-
Bu kişi hastadır-insanlığa musallat en eski ve en etkin hastalıktan muzdarip: Güç, iktidar, egemenlik hırsı…
Kendi dışına, güç; topluluk içinde, iktidar; öteki insanlar üzerinde, egemenlik…

(…)

ORUÇ ARUOBA-Radikal Gazetesi

Yazının tümü için bkz: https://213.243.28.21/haber.php?haberno=218705

 

Kas
03
2007
0
Kas
03
2007
1

Sonunda, geri geldi! Poelitika ECE AYHAN

POeLİTİKA,  ECE AYHAN   ÇIKTI!

Hazırlayan: Eren Barış

204 sayfa, Ortadünya Yayıncılık,  Ekim 2007, Ankara.

İÇİNDEKİLER

Girizgâh
9 Ece Ayhan’ı Okumak…, Eren Barış

Ece Ayhan’a Metinler
15 “Çok Eski Adıyla” Yeni Bir Tarih, Ahmet Orhan
32 Ece Ayhan…E Ayhan…Ce Ayhan…Ceeeeee! Ragıp Duran
33 Sinema ve Ece Ayhan, Uygar Asan
36 Ece Ayhan, İzzet Yasar
37 Ece Ayhan, İlhan Berk
39 Ece Ayhan: Korkusuzca Konuşan, Göçebe Karaşın, Eren Barış
49 Aykırı Dalın Gölgesi, Abdülkadir Budak
50 Ece Ayhan: Yaşamış Biri, Yorumsuz, Mahmut Mutman
52 Biz Bir Şairi Şiir Yazsın İçin Ölümle Korkuturuz Dom!  Zafer Yalçınpınar
53 Ayhan: Ayna, Dışarıda, Utku Özmakas
73 Ece Ayhan, İbrahim Yılmaz
75 Benim Hâlâ Umudum Var!  Altay Öktem
79 Müziğimiz Karadır Abiler!  Ali Ece
83 Ece Ayhan, K. Celal Gözütok
84 Şeyinde Canım… ya da Benim Meramım Başka, Seyhan Erözçelik
87 En Arka Sıradaki… Evrim Alataş
89 “Aynı Lakerda”, Süreyya Berfe
91 İçuzayımdaki Ece ya da Kara Kolaj, Rafet Arslan
95 Ece Ayhan Şiirinde Öznenin Halleri ya da Vurulan Bir Şiirin Ayak Değiştirmesi, Sabahattin Umutlu
108 Tarih Atlasları Parçalanıyor…, Onur Akyıl
111 İktidar Neden Sarışındır? Akif Kurtuluş
113 Ece Ayhan, İsmail Beşikçi
114 Karaşın, Eren Barış
116 Hay Hak! Sonrasızlık Fanzini
118 Ece Ayhan Sözlüğü, Ender Erenel
133 Ece Ayhan “Çok Eski Adıyladır” Sözlüğü, Orhan Alkaya – Kemal Yalgın

Ece Ayhan’a Sözler
140 Muzaffer İlhan Erdost ile Söyleşi, Eren Barış
144 Enis Batur ile Söyleşi, Eren Barış

Ece Ayhan
149 Biyografi ve Eserleri – Eren Barış
171 Belgeler: Mektuplar, Günlükler, Fotoğraflar, Elyazmaları, Kartpostallar

Görsel İşler
192 “Tarihi Düzünden Okumaya Ayaklanan Çocuklar İçin Yerleşilebilecek Topraklar”, Burak Delier
193 Kara Öfke, Serhat Köksal (2/5 BZ)

194  Katkıda Bulunanlar

Yayınevi İletişim Adresi: Ortadünya Yayıncılık, Kızılırmak Sokak, No: 35/9, Kızılay/Ankara.

Telefon: 0 312/ 419 22 87

E-posta: ortadunyayayincilik@gmail.com ya da  sizomelankolye@gmail.com

ARKA KAPAK’tan:

Kitabın genel okuması itibariyle ezilenlerin safından bakacak olursak tarih, kişilerin ve düşüncelerinin değil, bu kişi ve düşüncelerin de üzerinde yükseldiği “sınıf mücadelelerinin tarihi” olarak açıklanır. Ece Ayhan için bu mücadelede unutulan ve unutulmak istenen etik’i sahiplenmek elzemdir: ” Ama insanın etik olarak sağlam olması lazım. Yüzyıllardan beri etik olarak sağlam olmanın kavgası var.” İşte o zaman insanın ne pahasına olursa olsun onurlu yaşayabileceğini işaret eder. Belki de şairlikten önce etikçiliği, devrimden önce muktedir olmayan devrimci etiği öne çıkarmak istemesi de bundan kaynaklanır ve yola koyulmanın zamanı gelmiştir: ” Adeta yengeç gibi yan yana yürütülüyoruz! Tarihteki ‘ayağa kalkmak’, belki de gündelik ‘ayağa kalkmak’la karıştırılıyor olabilir bakın! Ya da eski günlere bakarken de, yerinde kıpırdamamak için ve olaylar uzak diye, dürbün kullanmak nasıl bir aymazlık ve yanlışlıktır! Böyle davranmakla, çocukların ve gençlerin gelecekleri adına, hem tehlikeli hem de insanın kendisini aldatıcı bir iş yapılmış olmuyor mu? Çünkü; ‘ayağa kalkmak’ tek başına bir şey göstermez. Bu gösterge değildir. Gerçek ‘ayağa kalkmak’, ancak kimi şeyleri ‘göze almak’la olur, olabilir. Yani, kimi şeyleri göze almak pahasına! Evet, paha olmadan hiçbir şey olmaz! ”

Bizim Ece Ayhan’a sahip çıkışımız, nutkumuz ve nefesimiz yettiğince onun üzerine bir şeyler söylemeye çalışıyor oluşumuz Türkiye’de yine Ece Ayhan’ın deyimiyle ‘tarihi düzünden okumaya ayaklanan çocuklar’ın geleneğine, düşüncesine, yok sayılan vicdanına sahip çıkışına denk düşmüyor mu? Ece Ayhan’ın dilindeki ‘kapalılığa’ rağmen bu kadar çok okuyucusunun oluşu ve onun düşüncesiyle yataylaşan farklı alanlardan insanların bulunuşu bu topraklar için bir değişimin işareti mi sahiden? Aslında, Ece Ayhan’ın poetikasını eşeledikçe ve onun mirasıyla hesaplaşmaya başladıkça kendimizle, toplumla, politikayla, edebiyatla, sanatla hesaplaşmaya başladığımızı fark ettik. Kitabın ismini POeLİTİKA olarak belirleyen de bu süreç oldu zaten. Bu kitabın en güzel ve özel yanı ise, sevdiğimiz bir yazarın izini sürerken yollar içinde başka yollara revan olmamızdır.

iletisim: ortadunyayayinclik@gmail.com
kizilirmak sokak 35-3 ankara

Kas
02
2007
0

Hiç de öznel ve duygusal davranmamıştım…

“…karşı olduğum o ‘geniş mezhepli’ katmanların çürük çarık değer yargılarını ve uydurma akıl yürütmelerini sergileyeceğim.(Bu yaz da çok şeyler öğrendim ben. Boyayı biraz kazımak, ipliklerini pazara çıkarmak istiyorum.) Şimdi ben biraz dar bir geçitteyim ama geleceğin tarihine (etimde kanımda duyarak hem de) inanırım. Sana yazdığım eski mektuplarda bu toplumun bir insan ilişkileri içre olmadığını dilimin döndüğünce anlatmaya çalışırken hiç öznel ve duygusal davranmamıştım…”

Ece Ayhan, Poelitika, Hazırlayan: Eren Barış, OrtaDünya Yayıncılık,2007

Kas
01
2007
0

Ben bunların“cemaziyelevvelini bilirim.”

Vaktiyle devlet dairelerinde yazılar, belgeler şimdiki gibi düzgün dosyalarda saklanmaz, torbalara konularak kaldırılırdı. Yazılar birikince, üzerinde o ayın adı yazılı ince, beyaz kumaştan yapılma torbalara yerleştirilip biriktirilirdi. O zamanlar ay adları mart, nisan, mayıs… değil; şevval, cemaziyelevvel, recep, şaban… gibi eski sözcüklerdi. Bu dairede Hasan ve Hüseyin Efendi adlarında iki arkadaş vardı. Bunlar çok iyi geçinirler, birbirlerini çok severlerdi. Bir gün Hasan Efendi hastalanır, birkaç gün kaleme gelemez. Arkadaşını merak eden Hüseyin Efendi, onu yoklamak ister, evine gider. Konuğu, yatağında yatan Hasan Efendinin yanına alırlar. Biraz sonra, evin hanımı kahve pişirir, ama o vakitler kaç göç vardır. Kadın, erkeğin yanına çıkamaz ki!… Şimdi kahveyi konuğa kim sunacak? Kadıncağız, pişirdiği kahveyi odanın kapısına kadar getirir ve içerden kocasının alması için kapıyı tıkırdatır. Hasan Efendi, yattığı yerden kalkıp kahveyi almak zorunda kalır. Konuk Hüseyin Efendi, kapıya yönelen arkadaşının giydiği gömleğin arkasında kocaman bir “cemaziyelevvel” yazısı görür ve anlar ki, Hasan Efendi, dairedeki kâğıt konulan torbaları aşırıp aşırıp evine getirmekte ve iç çamaşırı yapmaktadır. Nitekim “cemaziyelevvel” ayına ait torbayı da bozdurtup kendine gömlek yaptırmıştır. Hüseyin Efendi, o gün gördüğünü ne arkadaşının yüzüne vurur, ne de başka bir kimseye söyler. Gel zaman, git zaman Hasan Efendi, çalıştığı kaleme ve arkadaşı Hüseyin Efendiye müdür olur. Yeni müdür bey, eski hırsızlığını unutup iki lafın başında memurlarına ahlâk dersi vermeye, dürüstlük taslamaya başlar. Yani insanı bıktıran bir öğütçü olup çıkar. Hüseyin Efendi, bu büyük lafları dinler, dinler, susar, sabreder ama bir gün bıçak kemiğe dayanır, ağzını açar, arkadaşlarına karşı kızgınlıkla söylenir:

 -Artık yeter yahu!… Ukalalık yapıp durmasın!… Canımıza tak dedi öğütleri. Biraz da kendisine baksın. Ben onun “cemaziyelevvelini bilirim.” der.

Arkadaşları, ne demek istediğini merak ederler, Hüseyin Efendi de müdürün vaktiyle hastayken sırtında gördüğü cemaziyelevvel torbasından bozma gömlek hikâyesini bir bir anlatır…

Enver Naci Gökşen

Atasözleri ve Deyimler, Koza Yayınları, 1979, s.18-20

Kas
01
2007
0

Kendi kendine konuşan adam…

“Yayıncı bir arkadaşım anlattı, onu en son iki görüşünden birincisinde
mekan tramvaymış ve arkasında kendi kendine durmadan abuk sabuk
konuşan, ha bire bir şeylere söylenen bir adam varmış… Arkadaşım arkasını dönüp bakmış ki, kimi görsün…

“vah vah!” demiş arkadaşım kendi kendine…
İkincisi daha yakın zamanlı, yani dün olan bir şeymiş. Yine arkadaşım
anlattı. Sultanahmet civarında dolaşırken, dükkanların vitrinlerine
bakarak kendi kendine konuşan bir adam dikkatini çekmiş. Bir de bakmış
ki yine adamımız olmasın mı?
Sonuç olarak, adamın artık kendine bile hayrı kalmamış, yazıktır yahu!
Bizim toplumumuzda yaşlılara, hastalara ve çocuklara iyi davranılır
diye biliyorum… ”

“Narkhos”(narkhos@gmail.com)

 

On puanlık uzman sorusu: Yukarıdaki paragrafta bahsedilen ve kendi kendine konuşan adam kimdir?

Eki
24
2007
0

Kendi Kendinin Terzisi Bir Kambur!

Emine Sevgi Özdamar, YKY, 2007

Sevgi Özdamar’ın Ece Ayhan anıları…  Derleyen: Gültekin Emre

Eki
21
2007
0

GÖRSEL ŞİİR DOSYALARI: Bir Geçiştirme Operasyonu…

Son bir hafta içinde Yasakmeyve şiir dergisindeki Görsel Şiir dosyasını okudum ve kitapçığı  inceledim. Ayrıca Varlık Dergisi’ndeki kültür gündemi yazılarını “A.Budak, Metin Cengiz, Veysel Çolak vs”nin Görsel Şiir hakkındaki yazılarını, söylemlerini de okudum. Üstüne üstlük Serkan Işın’ın “Vasatlık İdeolojisi” adlı karşı yazısını da okudum. (Davut Yücel’e gösterilen tavırları vsyi de bizzat tecrübe ettim.) Şimdi, -tüm bunların üzerinde-  durmadan Görsel İş yapan bir adam olarak son aylardaki Görsel Şiir dosyaları hakkında bir şeyler söyleme vakti geldi de geçiyor:

Taktik olarak;

1. Enver Ercan hazretleri küçük ve dandik bir baskıyla Görsel Şiir seçkisini çıkarmış yani geçiştirmiştir.

2. Enver Ercan, A.Budak ve Metin Cengiz gibi işbu görsel meselelerden anlamayan, konuya uzak insanlara yazılar yazdırarak Görsel Şiir’in prestijine ve kendisine zararlar vemiştir.

3. Enver Ercan, Yasakmeyve ve Varlık’taki dosyalarla Görsel Şiir meselesinin -aslında- kapanmasını istemektedir. Önümüzdeki günlerde bu dosyaları okuyanların vereceği tepkiler derlenip toplanacaktır; grafik tasarımcılar ve göstergebilim duayenleri çeşitli çevrelerde olayla dalga geçecektir. “Yahu bu tipografi, başka bir şey değil” diyerek olayın özünü anlamadan konuyu geçiştirenler de olacaktır..  “Bize fırsat verilmiyor…” diyen Zinhar taifesine karşı Enver Ercan şöyle bir haraket yapmıştır: “Evet, buyrun alın, size fırsat da verdik… Bakın ben de modernim, bakın gerekirse ben de sizi desteklerim…” demiş gibi görünse de aslında Enver Ercan dosyayı kapatmıştır, Enver Ercan dosyayı rafa kaldırmaya çalışmaktadır…. Serkan Işın’da bu numarayı yemiş bulunmaktadır..

Kuramsal olarak;

Pekala, düşünüyorum da bu dosyalarla birlikte Kuram’a ne kadar destek sağlandı… Bu dosyaların kuram üzerindeki marjinal faydası ne kadardır? Değer miydi? Oysa ki kişisel faydalar, ismi faydalar tavana vurdu. :)

Sonuç olarak;

Madem Görsel Şiir dosyaları hakkında bir şeyler söylüyoruz, bu dosyaları eleştirirken de bir “görsel iş” tasarlamak gerekiyordu ve ben de tasarladım. Aşağıda “Görsel Şiir” dosyaları hakkındaki düşüncelerimi/bakışımı işaret eden bir görsel iş bulunmaktadır.

Bir Geçiştirme Operasyonu – Zafer Yalçınpınar – 2007

Eki
20
2007
0

Görsel İş: Sıkı Şiir Nerdedir?

Zafer Yalçınpınar – 2007

Eki
17
2007
0

Köpekleriyle senli benli, insanlarıyla kanlı bıçaklı bu adamlar…

Sıkı şair M. Davut Yücel’e ithafen alıntıdır:

(…)
seni benden soruyorlardı
köpekleriyle senli benli
insanlarıyla kanlı bıçaklı bu adamlar
ağızları dehşet ayıp
şiveleri acem işi bu adamlar
yemin eder gibi küfrediyorlardı her şeye
susuyordu çocuklar
(…)

Mustafa Köz, Su Resimleri, s.11

 

Hamiş: Mustafa Köz’ü son zamanlarda sevmiyorum. Alet oluyor diye
birilerine…. Ancak 1991 baskısı “Su Resimleri” adlı şiir kitabı çok
sıkıdır. Şu anki pozisyonu veya dirsek temasları onun bu kitabının
sıkılığını -ne yazık ki- değiştirmiyor.

 

Eki
03
2007
0

Görsel iş: Ş’nin Sessizliği (Janset Karavin)

“Ş’nin Sessizliği” – Janset Karavin…

Sıkı işler yapmaya devam ediyor…

Eyl
27
2007
0

Oktay Rifat kimdir?

“Samih Rifat Bey’le, Münevver Hanım’ın küçük oğluyum. Eski tarihle 28 Mayıs 1330, yeni tarihle 10 Haziran 1914’te Trabzon’da doğdum. Babam oranın valisiydi. 5-6 aylık İstanbul’a getirmişler. Çocukluğum ve ilk gençliğim Ankara’da geçti. Ankara Lisesi’ni ve Ankara Hukuk Fakültesi’ni bitirdim. 1937 yılında, hukuk doktorası yapmak için, Devlet hesabına, Paris’e gittim. 3 yıl kaldım. Savaş yüzünden hukuk doktoru olamadım. Orhan Veli, Melih Cevdet ve Cahit Sıtkı ile arkadaşlık ettim. Ozanlık dışında her iş bana ikinci derecede bir uğraş göründü. Avukatlık yaparak geçinirim. Parayı pulu sevmem. Bilgisizliği, üstünkörü bilgiye yeğ tutarım. Yalandan, yalancıdan, hele çıkarı için yalan söyleyenden iğrenirim. Sosyalistim. Şiir, sosyalizm ve yalandan sakınma bana kişiliğimin temel direkleri gibi görünür. Bana kalırsa, şiirin bir ayağı toplumda, bir ayağı kişinin içindedir. Her ozan topluma mal olan, başka bir deyimle nesnelleşen şiirle ilgili kural, ilke ve düşünceleri bilmek ve öğrenmek zorundadır. Ozan, başka ozanlardan kendine, kendinden başka ozanlara gide gele pişer ve olgunlaşır. Ozanın kendine varışı kolay olmaz. Uzun bir yoldur bu.”

Oktay Rifat

 

Eyl
27
2007
0

İyimserlik Kurbanlığı ya da Bienal

“Yaşadığımız çağın en az ortaçağ kadar koyu, veba gibi yayılan fırsatçılık hesaplarıyla ve patronajın dirsek temaslarıyla dolu olduğunu düşündüğümde ‘iyimserlik’ kelimesinin ironisini ya da iğretiliğini fark ettim. Özellikle de İstanbul Bienali çerçevesinde kullanıldığında ‘iyimser’ bakış açılarının saf dilli avuntulardan başka bir şey olmadığı, ayrıca insanları uyuşuk bir eylemsizliğe götürdüğü de ortadadır. Sermaye ya da onun bordroluları, tüm kötülüklerini ve kötülüklerinin türevlerini, ‘iyimserlik’ gibi başlıkları bienallere atayarak (dikişleyerek) düzeltebileceğine inanıyor olabilir. Ama ben buna inanmıyorum ve ben bu numaraları yemem. Savaşların ortasında, sömürünün ve adam harcama kültürünün kalın ve çelikten perçinlerinde, ‘iyimserlik’ söylemiyle yatıştırılan, düzeltilen, Can Yücel’in şiirlerinden birinde ifade ettiği şekilde “garip bir sanat sevici kitlesi” yaratılmaya çalışılıyor.Bienalin reklam panolarında böylesine bir ince hesabı seziyorum. Panoları izleyen, broşürleri okuyan, Bienali ziyaret eden halk ‘iyimserlik kurbanlığı’na maruz kalmıyor mu? Ben iyimserliğin zorlama ve yatışmış pembeliğinin yerine ‘akkor bir başkaldırı’yı tercih ediyorum. Doğrusu da budur. Bu nedenle 10. İstanbul Bienali kapsamında yer alan hiçbir mekânda, hiçbir eseri ziyaret etmemeye karar verdim. Zaten, bienalin reklamları ve söylemleri tarafından dayatılan ‘İyimserlik Kurbanlığı’na yeterince maruz kalmış bulunmaktayım. Bu devirde, ‘iyimserlik’ gibi dalgalandırıcı ve güdümleyici söylemlere itibar edilmez.
Böylesine ‘uyduruk bağlam’lara, zorlama ya da uyuşturucu başlıklara sadece ve sadece maruz kalabilirsiniz ve aslında 10. İstanbul Bienali’nde olan biten de bundan ibarettir.”

Zafer Yalçınpınar

3 Ekim 2007 – Birgün Gazetesi
*Zafer Yalçınpınar*

İyimserlik Kurbanlığı – Zafer Yalçınpınar

—————–

Fatih Balcı’nın eyleminin gerçek gazete kupürüdür.

——–

Janset Karavin’in görsel işidir.

————

Barış Kişin’in bienal karşıtı görsel işidir.

Written by in: Duyurular, Tartışmalar | Etiketler: ,
Eyl
24
2007
0

Görsel İş: 2Ş (Janset Karavin)

Janset Karavin – “2Ş” –   23.09.2007

Eyl
23
2007
1

Bay Lear…

Rastlantıdan kaçma. Rastlantının kucağına düş, o senden akıllı. Akıllı olsam külahları değişirdim akılla. Çok şükür değilim.(…)Yivinin içine oturmak, kendine oturmak. Kendindeki iyiye kötüye tanrıya şeytana razı olmak. Neysen o. Bu merdiven benim merdivenim buna tırmanırım ben düşmek varsa bundan düşerim o beni merdivenimi kendi duvarına dayamak istiyor.(…)Kötü çizilmiş. İyi resim cesaret ister, kurnazlık ister. Şıp diye kestirmek ne yapabileceğini ve uygulamak. Amansız bir hücumla gerçekleşir güzel yapıtlar.

Oktay Rifat

“Bay Lear” adlı romanından…

Eyl
21
2007
0

Görsel İş: “Ş’nin Kılıcı”

Ş’nin Kılıcı – Zafer Yalçınpınar

Eyl
18
2007
0

Bulut

 (…)

Güneş yaktı rüzgâr esti kavurdu

Yaprağımı Hasan Dağa savurdu

Köylü naçar kaldı cacık pişirdi

Boşan bulut nazın sırası değil

Aldı bulut

Ben bulutlar şahı, yücelerde gezen, rüzgârlardan hile sezen, sizin bu semtlere kırk yılda bir uğrayan, o da tenezzülen bir… bir… bir bulutum. Sen nasıl olur da bacağına bakmadan bana sazla söz atmaya kalkarsın? Aramızda senden büyük otlar, ağaçlar, insanlar, telgraf direkleri, kuleler, dağlar var. Bir dileğin varsa sen senden büyük ota söylersin, senden büyük ot ağaca, ağaç insana, insan telraf direğine, telgraf dileği kuleye, kule de dağa söyler. Dağ ister bana söyler, ister hasır altı eder. Onun bileceği şey, deyip kesti.

(…)

Ekmeği taşıyan aslan ağzında

Ekmek yemesi kolay değil

Aksaray Ovası’nın düzünde

Gelgelelim bulut çalımlı. Ne sözden anlıyor, ne yalvarmadan. Almış başını usul usul gidiyor. Bir iki derken, Hasan Dağı’nın kenarından sıyırttı mı avucunu yala. Aksaray köylüklerinde Recep derler bir delikanlı vardır. Civan mı civan. Taşı sıksa suyunu çıkaran takımından. İşte bu Recep buluta gözünü dikmiş, ulan ne etsem de şu bulutu yola getirsem diye düşünüyor. Bulut Hasan Dağı’nı ha aştı ha aşacak. Recep bakar ki olacak gibi değil, martini kapınca, hesabı budur deyip tetiği çeker. Bulut bir silkinir, iki silkinir, üstündeki rahmeti tutamayıp Aksaray Ovası’na şarıl şarıl boşanır. Derler ki Aksaray Ovası’na kırk gün kırk gece yağmur yağmış.

OKTAY RİFAT

Eyl
18
2007
0

Bazen…

 

Bazen akşama doğru içiyor (bu arada her sabah kendine artık içkiyi bırakacağını söylüyor) Önce şarap, sonra Grappa, çünkü bildiği tek şey düşündüğünün, söylediğinin, yaptığının, bildiğinin doğru olmadığı.

Max Frisch

Lacarno’lu Eczacının Düşü, Çev: Ülker Sayın, Kabalcı Yayınevi, s.33

Eyl
18
2007
0

Bu arzu edilen bir durum olmaz…

 

(…)

Bir de ikinci bir arzunuz, yani beni ziyaret etme arzunuz var. Bu ziyareti gerçekleştirmek istediğiniz takdirde, evimin kapısında üzerinde aşağıdaki metin yazılı bir pusula bulacaksınız:

Meng Hsia’nın sözleri:

Bir insan yaşlandıktan ve kendine düşenleri yaptıktan sonra yapacağı bir şey daha kalıyor ki, o da huzur içinde ölümle dostluk kurmaktır. Onun artık insanlara ihtiyacı yoktur. Çünkü artık onları tanıyor ve yeterince de görmüştür. Onun ihtiyaç duyduğu tek şey huzurdur. Böyle birini ziyaret etmek, ona hitap etmek, onu gevezelik ederek rahatsız etmek yakışık almaz. Onun evinin kapısından hiç kimsenin ikâmetgahı değilmiş gibi geçmek daha yakışık alır.

Bu sözleri okuduktan sonra nasıl davranacağınızı bilmiyorum. Diyelim ki, olağanüstü ince ruhlu bir insansınız, bu takdirde bu Çin sözlerinin ne bir latife olduklarını ne de edebi kültürünüze hitap ettiklerini fark edeceksiniz; onları doğru olarak anlayacaksınız. Tabii ki, sadece yakarışlı bir rica olarak değil, aynı zamanda bir ziyaretçi kitlesinin kalabalıklarına ve saçmalıklarına karşı bir ikaz ve daha insani bir dünyadan bir jest olarak da. Bütün bunlardan sonra ziyaretinizden vazgeçmeniz gerektiği sonucunu çıkaracaksınız. Fakat tahminim, sizin de o dirayetli kafalarına soktukları şeylerden nazik işaretlerle bir türlü vazgeçmeyen diğer ziyaretçilerimin ¾’ü gibi davranacağınızdan yanadır. Böylece zile basacak ve gerçekten evde isem, hizmetçi kız tarafından oturma salonuna götürüleceksiniz. Sonra karşılıklı oturacağız ve ikimiz de başlarımızı önümüze eğip mahcup bir şekilde yere bakacağız. İşte o zaman boşboğazlık ve boşboğazlıkları dinlemek hakkındaki sözleri ne kadar ciddiye aldığımı hemen anlayacaksınız. Öyle inanıyorum ki, bu ne sizin için ne de benim için arzu edilen bir durum olmaz.

Herman Hesse’nin Mektupları,

Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları

Eyl
07
2007
0

“İki”miz “bir”den…

GÖĞE BAKMA DURAĞI 

İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
Bebe dişlerinden güneşlerden yanab otlarından
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
Şu aranıp duran korkak ellerimi tut
Bu evleri atla bu evleri de bunları da
Göğe bakalım

Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
İnecek var deriz otobüs durur ineriz
Bu karanlık böyle iyi afferin Tanrıya
Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
Herkes uyusun bir seni uyutmam bir de ben uyumam
Herkes yokken biz oluruz biz uyumayalım
Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda
Beni bırak göğe bakalım

Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım
Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum
Bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi
Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor
Seni aldım bu sunturlu yere getirdim
Sayısız penceren vardı bir bir kapattım
Bana dönesin diye bir bir kapattım
Şimdi otobüs gelir biner gideriz
Dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
Bir ellerin bir ellerim yeter belleyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat
Durma göğe bakalım

TURGUT UYAR

 

—————————————

duyduk duymadık demeyin:

“ve cumhuriyet’in ilk günleri gibiydi yüzümüz; ikimiz birden sevinebiliriz, göğe bakıyoruz…”

7 Eylül 2007 Cuma 

Zafer ve Sinem YALÇINPINAR

 

 ———————

Ağu
23
2007
1

İtiraf ettiler…

(…)Kitapçılar vitrinlerini bugün kapışılan, yarın ise çöplüğe atılan moda olmuş şeylerle dolduruyorlar. (…) Modada en büyük otoriteler bile etkilerini çabukça kaybederler. Şiir ise kalıcıdır. Bunun örneklerini hatırlıyorum. Yüzyıllardan ve daha uzun zamanlardan beri sürekli olarak yanlış anlaşılan ve buna rağmen unutulmayıp devamlı olarak ateşli on ya da yüz kalpte yaşamaya ve yanmaya devam eden çok eski şairlerden söz etmek istemiyorum. Bugün artık yaşlı biri olan, dünya çapında isim yapmış, yayınevlerinin büyük ölçüde takdirini kazanmış ve kitapları defalarca basulmış bir Knut Hamsun’u örnek olarak gösterebilirim. Aynı Hamsun en içten ve en güzel kitaplarını yazdığı zamanlarda ümit vaat etmeyen yersiz yurtsuz biriydi. Ayaklarında doğru dürüst bir ayakkabı yoktu ve pantolonunda yamalar vardı. Biz delikanlılar o vakitler ona sahip çıktığımızda ve ona olan hayranlığımızı belirttiğimizde bize gülünüyor ve sözümüz dinlenmiyordu. Şimdi ise, devir onun devridir. Yani, tembel zihinler otuz yıl boyunca bildiğimiz yolda nihayet onun akımını alarak titreştiler ve kahrolası canlı bir şeyle ilişki içine girdiklerini itiraf ettiler. (…)

Herman Hesse’nin Mektupları,

Çev: Dr. Battal İnandı, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, s.12,13

Ağu
22
2007
0

SIĞIR

Dağ gibi yapıları gördükçe beş kat on kat

şaşırıyor şaşırmasın mı

ne gördüyse burada gördü

ırgat pazarına her sabah gidip dikiliyor

bulursa yol kazacak harç çekecek hani iş

hamama gidecek hamamcı olursa hani para

boş geziyor şimdilik yaz günü ortalık günlük güneşlik

köylüleriyle yatıyor odaları var ortaklaşa

sığır diyor adamın biri

arabanın önüne çıkıyor ezilecek,

babana rahmet sığır size göre düpedüz sığır

İstanbul kaldırımı bunlarla dolu

sığırlar geliyor bayanlar baylar dokunmasın

dokunmasın yağlı boya

 

Oktay Rifat,

Koca Bir Yaz, Adam Yayınları, 2. Baskı 1991, s.70

Ayrıca, bkz: https://groups.google.com/group/pustahali/browse_thread/thread/6c506f8db2c9815f/038c494f22c04355#038c494f22c04355

Powered by WordPress | Theme: Aeros 2.0 by TheBuckmaker.com