Ağu
01
2011
0

Söyleşi: “Evvel Üzerine…” (29 Temmuz 2011)

Geçtiğimiz Haziran’da sekizinci yılını tamamlayan, şu an okuduğunuz, göz gezdirdiğiniz ya da incelediğiniz, fakat amacının, kapsamının, tarihçesinin, biçemsel tercihlerinin ve birincil ilgilerinin ne/neler/kim/kimler olduğu, varoluşunun nedensel ve kavramsal arkaplanı pek de bilinmeyen, belirgin olmayan  “Evvel” hakkında, Emin Karabal çeşitli sorular sordu. Ben de cevapladım… (Söyleşinin tam metni aşağıdadır.) Yıllar boyunca Evvel’in içeriğinin oluşmasında harcadığım emeğe duyduğu ilgi, gösterdiği özen ve verdiği omuz/destek için Emin Karabal’a çok teşekkür ediyorum. (Zy)

Emin Karabal: Öncelikle Evvel Fanzin kendini ilk bakışta nasıl tanımlar? Bir şeylerin platformu mudur; öyleyse “neyin” veya “kimin” platformudur? Evvel Fanzin’in eklem noktaları nelerdir?

Zafer Yalçınpınar: “Bakış” dedin ya, aslında çok güzel bir yerden yaklaştın… Evvel’i, geçmişin sıkı değerlerine yani geleceğe uzanan, uzanmakta olan değerlere doğru yaşamsal bir bakış olarak tasavvur etmek gerekiyor. Bu bakışı bir “anlamlandırıcı”, “sezinleyici” ya da “değerleyici” olarak ifade edebiliriz. Evvel’in bakışı ve süzülümü boşluğu rahatsız ediyor. Paul Valéry’nin çok sevdiğim bir dizesi vardır; “Boşluk, bakışlarımın biçimini taşıyor.” (Sessizlik…) Neyse… Sorduğun soruya fazlaca mistik yaklaştığımı fark ettim. Sonuçta Evvel -birincil olarak- edebiyat, yazar, şiir, şair ve sanat efemeraları ile belgelerini derleyerek insanlarla paylaşan, insanların edebiyat-sanat buluntularına erişebilecekleri bir platformdur. Kısacası Evvel, bazı konuların ve insanların “fan”ıdır. Edebiyat ile şiir konusunda son derece ilkeli, derli toplu, kendine güvenen, yerinde ağır ve poetik bir mekândır. Farklı sanat disiplinlerinde kendilerini kanıtlamış, ancak yaşantılarına bakıldığında içsel açıdan kardeş olan Ece Ayhan, Kerim Çaplı ve Kuzgun Acar ilk aklıma gelen isimler… Sait Faik, Bilge Karasu, Oruç Aruoba, İlhan Berk de Evvel’in önem verdiği isimler arasında… Bu insanlara ait her türlü efemerayı, şiiri, buluntuyu, dergilerde kalmış yazıları, kaynakları paylaşıyoruz. Evvel’e “fanzin” dememiz de bu noktadan kaynaklanıyor. Bununla birlikte, Evvel’in özellikle ilgilendiği birçok konu başlığı da var; dilbilim felsefesi, caz, sokak sanatı, fanzinler, bağımsız sinema, sahaflar, imzalı kitaplar, özgür neşriyatlar, adalar kültürü ve Marmara(Mermer) Adası, İstanbul-Kadıköy Kültürü, Fenerbahçe Spor Kulübü tarihi, koleksiyonerlik kültürü, eski ve yeni edebiyat dergileri, edebiyat ve sanat oligarşisine karşı verilen mücadeleler, ikinci yeni şiir akımı… Peki, tüm bu konular ve ilgiler kimin için… Duvar saatleri gibi ahmak ve kibirli olmayan, eşyadan çok insana benzeyen herkes için.

E. K.: “Evvel”, “Sonrasızlık” ve “P.A.T.”, daha da geriye gidersek “Kuzey Yıldızı” ile nasıl bir ilişki içinde? Bu dönüşüm süreçlerine, en çok da Evvel dönüşümüne etkeyenler nelerdir?

Z.Y.: Bu oluşumların ortak yanı şiir ve hakikat arayışıdır. Bu yolda çaba göstermek, inanç ve inattır. Kafamda sürekli çınlayan iki imge var. İlki kimin dizeleriydi şimdi hatırlamıyorum; “yıldızlara yakın olmak isteyenler, kasabalarını uçurumlara kurarlar.” İkincisi ise Nâzım Hikmet’in  dizelerinden… Demin de atıfta bulundum; “duvar saatleri gibi ahmak ve kibirli olmamak / eşyadan çok insana benzemek”. Bu iki imgelem ve duruş çok önemli… Bu duruş bir evrilme gerektiriyorsa, Evvel de evrilir.

E.K.: Evvel sadece internet tabanlı bir yapıya mı sahip yoksa bir baskı uzantısı var mı?

Z.Y.: Evvel, bilinçli olarak interneti kendine medya olarak seçmiştir. Edebiyat, şiir araştırmaları, arama, atıf, takip imkânları, arşivleme, tasarım ve maliyet avantajları, söylem-bağlam analizi kolaylığı, pdf paylaşımı ve özgür neşriyat düşüncesi, tenkit-cevap hızı açısından ve tüm editöryal enstrümanlarıyla internet çok verimli ve kuvvetli bir zemindir. Ben internet yayıncılığı için yaftalanan olumsuz düşüncelere katılmıyorum. İnternet yayıncılığının olumlu gelişmelere vesile olacağını düşünüyorum. Bakın, internette yazılanlar Marsça yazılmıyor! Yazanlar da Marslı değil! Tıpkı diğer medyalarda, matbu dergilerde olduğu gibi internette de kötü yazarlar, kötü eleştirmenler, üleştirmenler, kötü şiirler, cukkacılar, statükocular, sahici olmayan şairler filan var. Ama bunun tersi de yani iyileri ve sıkı olanları da var. Ve bence Evvel gibi platformlar arttıkça sahici edebiyat ve sıkı şiir, imgelemin özgürleşmesi adına çok önemli birer mihenk taşı haline gelecektir.

E.K.: Evvel’in deyimiyle “Aksak Kolaj”ı iskeletlendiren, tam dağınık bir cisim bırakmayan öğeler tam olarak nitelendirilebilir mi? Blog üzerinden yayın yapan Evvel’in biçimini bu “Aksak”lık mı oluşturuyor?

Z.Y.: Bu biçimi ve türevlerini benimsedim, göze aldım. Tıpkı müzikte, caz davulcularında ve caz cümlelerinde olduğu gibi… “Anlam”ın coşkusuzluğunu böylesi bir biçimle ve “aksak”lıkla azaltabilirsiniz ancak… Post-endüstriyel dönemin en önemli karakteristiğidir bu fragmante biçim… Evvel’de yer alan kılavuzda söz konusu fragmante yapının gerekçelerini uzun uzun yazdım, oradan okunabilir. Fakat şunu da ilave edeyim hemen; Evvel’in karakterini “standartlaşma, azamileşme, senkronizasyon, uzmanlaşma, yoğunlaşma ve merkezileşme” gibi endüstriyel aksiyonlardan kaçınması hatta bunlara karşı durması belirliyor… Belirleyecek de.

E.K.: Eski platformlardan bu yana gelen okuyucuları dışarıda bırakırsak Evvel, yeni okuyucuyu nasıl görüyor, kendisini nasıl göstermek istiyor? Önceki soruda sorduğum öğelerle yeni okuyucunun geneliyle arasında bir ilişki kurmak mümkün mü?

Z.Y.: Evvel, okuyucusunu ciddiye alan, önemseyen özenli bir platformdur. Okuyucusu da Evvel’i ciddiye alır, önemser, Evvel’e özen gösterir… (Sessizlik…) Tekrar edeyim; Evvel’in takipçileri ile destekçileri “kültür endüstrileri” karşıtı bir mizaçla sahici edebiyatı ve şiiri arayacak,  yeni sinsiyet tipolojisine ve kifayetsiz muhterislere karşı duracak, bazı değerleri “gözleri gibi” koruyacak özenli ve sahici insanlar olacaktır.

E.K.: Evvel’in statik olmaktan çok, eleştirileri ve bildirileriyle yeni bir arayış içinde olduğunu varsayıyoruz… Evvel, kendisinin ileride el vereceği teşkilin nasıl olduğunu sezinleyebiliyor mu?

Z.Y.: Evvel ve çevresi -senin de  ifade ettiğin gibi- durağan ya da etrafı çitlerle çevrilmiş bir oluşum değil. Evvel, kendini sürekli yenilemeye ve geliştirmeye çalışan, imgelemin özgürleşmesi için mücadele eden, korkusuz, ilgilendiği konulara ya da insanlara karşı sorumluluğunun ve yükünün bilincinde olan, yayımladığı poetik bildirilerde ve tenkitlerde hakikati arayan, mutat zevatların muhteris tipolojisi ile yeni sinsiyet’in retorik arsızlığına karşı olan, en önemlisi de sahici edebiyatın, sıkı şiirin, poetikanın ve sanatın haysiyetine -o “kalb ve vicdan” boyutuna- yerden göğe kadar inanan bir platformdur. Gelecekte de bu değerlerini, özelliklerini ve ilkelerini koruyacaktır. Söz konusu ilkeler kimde, nasıl tezahür olur, orasını bilemem. Kimse de bilemez. Ama tahminim, gene, yani gelecekte de “eşyadan çok insan olanların, insana benzeyenlerin” Evvel’i takip edeceğidir.

29 Temmuz 2011

Hamiş: Zafer Yalçınpınar’ın 2006-2011 yılları arasındaki tüm söyleşilerine https://zaferyalcinpinar.com/dilinkemigiyoktur.pdf adresinden ulaşabilirsiniz.

Kas
03
2009
0

Puşt Ahali Tarifesi 2007-2009 İndeksi

Kasım 2007 – Eylül 2009 tarihleri arasında 19 sayı yayımlanan  “Puşt Ahali Tarifesi (P.A.T!)” adlı e-dergi’nin içerik indeksine https://zaferyalcinpinar.com/2007pat2009indeks.pdf adresinden ulaşabilirsiniz.

Hamiş: P.A.T!’ın tüm sayılarına ise  https://zaferyalcinpinar.com/pat.rar adresinden ulaşabilirsiniz.

Eki
09
2009
1

Söyleşi: Puşt Ahali Edebiyat Platformu’nun Kapanışı Üzerine…


*

Senem Korkmaz’la Puşt Ahali Edebiyat Platformu’nun kapanışı üzerine söyleştik… Aşağıdadır;

——-
Senem Korkmaz: Puşt Ahali Edebiyat Platformu’nu ne zaman ve hangi amaçla hayata geçirdin?

Zafer Yalçınpınar: Puşt Ahali Edebiyat Platformu’nu 2007’nin ilk aylarında kurdum. 2007’nin başına kadar birçok şiir ve edebiyat e-posta grubuna üyeydim. Bu e-posta gruplarında tartışılan başlıkların “paylaşım” odaklı olmadığını ve edebiyatın, şiirin içtenliğine ya da sahiciliğine uymadığını farkettim. Başka şeyler dönüyordu oralarda… Garip bir dirsek teması vardı ve bu dirsek teması küçük ölçekliyse bir “tarikat”, büyük ölçekliyse de bir “cemaat” oluşturmuştu. Bu grupların hepsinde de irtica faaliyetleri ya da unsurları vardı ve iğrenç bir “retorik arsızlığı” göze çarpıyordu. Akım derken bokum demekteydiler… Sıkı yazılar, şiirler, eleştiriler ve “hakikat” bu gruplarda paylaşılmıyordu. 2004-2007 döneminde basılı dergilere baktığımızda da durum aynıydı. Bir halay takımı, bir mutat zevat ordusu, kısacası bir “muhteris tipolojisi” statüko için elinden geleni ardına koymaz hale gelmişti. Müthiş çelişkiler ve irtica eylemleri söz konusuydu. Antoloji oyunları, sinsi manevralar, ödülcülük, jüricilik, ahbap çavuşluk, liyakatsizlik, temelsiz ya da gerekçesiz yazılar, biad yaklaşımları, yapay bağlamlar, yersiz ithaflar, binlerce yavşaklık, binlerce çelişki, binlerce döneklik… Baktım ki dergilerde de her şey bir “statüko üleştirisi” haline dönmüş ve neredeyse herkes bu “üleştiri mekanizması” etrafında çeteleşmiş… Yani sıkı şiir, sivil şiir, sahici şiir “mecra bulamaz” ya da “vücut bulamaz” hale gelmişti. Her yerde bir “sessizlik suikasti” oluşmuştu ve edebiyat kâhyaları tarafından uygulanan müthiş bir manipülasyon, kurulan bir menfaat şebekesi vardı. Günde üç dört kez “Puşt Ahali!” diyordum tüm bu cürufa… Sonra, bu durumu kendi kendime fısıldamayı bıraktım ve sözkonusu eğretiliklere karşı bir alternatif olsun diye “Puşt Ahali Edebiyat Platformu”nu kurdum. Çünkü “ben sustukça, sıra bana gelecek”ti. Susmamak gerekiyordu. Susa susa haysiyetini kaybeder insan… Başımıza ne geldiyse “susmak” yüzünden gelmiştir. “Sıkı şiir, sivil şiir, sahici yaratılar, araştırmalar, duyurular bu e-posta grubunda paylaşılsın ve edebiyat kâhyaları ya da sanat kabzımalları olmasın!” diye düşündüm. Edebiyat konusunda kimse kimseye “sessizlik suikasti” yapmasın, kimse kimseye susmasın, kimse kimsenin kâhyası ya da kabzımalı olmasın diye düşündüm. Kısacası, Puşt Ahali Edebiyat Platformu, “Ahali puşt olmasın!” demek için varolan bir paylaşım ve tartışma platformuydu. Platform,  mevcut garabet ortamını işaret etmek ve bazı taşları yerinden oynatmak için kuruldu. Büyük ölçüde başarılı oldu da… Kapandığında 2150 konu başlığında 4500’e yakın mesajdan oluşan bir tartışma ve paylaşım arşivi vardı.

S.K.: Puşt Ahali Tarifesi, yani e-dergi fikri nasıl ortaya çıktı? Derginin misyonu neydi?

Z.Y.: Platformun katılımcılarının sayısı ve bendeki edebiyat-sanat efemeraları çok artmıştı. Bunları e-posta yoluyla iletişim kurarak paylaşmak çok zor oluyordu. Arada zayiatlar da gerçekleşiyordu. İstediğim dozda ya da ayarda bir kapsam ve tasarım da e-posta sistematiğiyle oluşmuyordu. Birkaç arkadaşın önerisiyle ve desteğiyle P.A.T!’ı çıkarmaya başladım. E-dergi’nin işlevi ve görevi de platformla aynıydı. Aradaki tek fark, e-derginin önemli yaratıları ve efemeraları daha derli toplu olarak içermesidir. Şunu da söyleyeyim, başlangıçta bana destek olacağını söyleyenler, sonradan yeterince destek olmadılar. Fakat, gene de, “Puşt Ahali Tarifesi” zaman ve mekân içerisinde yayımlanmış en sıkı ve sivil oluşumlardan, dergilerden biriydi. Ortalama 1000 kadar da sürekli okuyucusu ya da takipçisi vardı. Ayrıca, not olarak söyleyeyim, derginin yayımlanmış tüm sayıları şu adresten indirilebilir: https://zaferyalcinpinar.com/pat.rar

S. K.: Puşt Ahali neden kapandı? Seni  buna iten durumları ve nedenleri açıklar mısın?

Z. Y.: Birçok kişisel gerekçem var… Şunu bil ki bu kişisel gerekçelerin hiçbiri de “keyfi” değil. Şimdi burada oturup, yaşama alanıma dair gerekçeleri, sıkıntıları ya da e-posta sistematiğinin teknik eksikliklerini ya da ne bileyim, işyerimdeki geçici sıkıntıların özel ayrıntılarını filan anlatmak istemiyorum. Bunları bir kenara bırakalım… Temel gerekçe şu: “Kişileri sırtıyla, yani sırt çevirişiyle tanımaktan sıkıldım! Buna zamanım yok artık!”

S. K.: Biraz önce senin de söylediğin gibi, Puşt Ahali Edebiyat Platformu kapandığında oldukça geniş bir arşive ulaşmış durumdaydı. Bu arşiv şüphesiz ki son derece değerli ve arşivin titizlikle korunması gerekir diye düşünüyorum. Ayrıca platformun takipçileri arşive ulaşmak isteyebilirler? Bu mümkün olabilecek mi? Bunun için herhangi bir şey düşündün mü?

Z. Y.: Arşiv bende… Fakat takipçiler için özel bir şey düşünmedim… Bu konuda suçluyum. Ama Evvel Fanzin’in ve P.A.T!’ın sayfaları arasında da birçok önemli şey “künk” gibi duruyor hâlâ… İsteyenler bunlara doğrudan ulaşabilir. Bunların dışındaki bir şeyleri merak edenler, kurcalamak ve bilmek isteyenler varsa bana e-posta ile sorabilirler…

S. K.: Platform oldukça geniş bir kitle tarafından takip ediliyordu. Grubun ve e-derginin kapanmasına çok üzülenler olduğu kadar çok sevinenler de olduğuna eminim. Bu minvalde grubun kapanmasının belli  bir kitle tarafından “Yalçınpınar pes etti, yenildi.” şeklinde değerlendirileceği çok açık. Bununla ilgili ne düşünüyorsun?

Z. Y.: Yenildiğim filan yok… Puşt Ahali Edebiyat Platformu yapacağını yaptı. Ayrıca, Puşt Ahali Edebiyat Platformu’nun kapanmasına sevinenler hemen heveslenmesinler… Ölene kadar yazacağım.  Yazdığım sürece de yenilmiş değilim. Beni bilen bilir. Platformun kapanışına üzülenler de aslında üzülmesinler… Bir de bakarsınız başka bir adla başka bir oluşum kuruveririm. Ve o oluşum da yüksek ihtimalle 20. sayısından yayım hayatına başlar. Yani, 19 sayı boyunca yayımlanan Puşt Ahali Tarifesi’nin bıraktığı yerden yeniden başlar. Edebiyat ve şiir bir zamanlama meselesidir… Hep söylerim; “zaman ve vicdan yargıçtır.” Saatlerinizi kontrol ediniz.

S. K.: Puşt Ahali Edebiyat Platformu’yla  -senin kavramlarınla söylersek-  “retorik arsızlığı” ve “yeni sinsiyet”e karşı büyük bir savaş verdin. Şimdi grup kapandığına göre Zafer Yalçınpınar savaş boyalarını silip baltasını toprağa gömdü mü?

Z. Y.: Bu soruna Oruç Aruoba’dan bir alıntı yaparak cevap vereyim:  Yaşamın, seni ulaşman gereken düzeyin altında tutmağa çalışan eğilimlerle (bu arada kendininkilerle de)savaşmakla geçecek. –Bu yüzden de, ulaşman gereken düzeye ulaşamayacaksın; yani, başarılı olacak o eğilimler, sonunda. Zaten, belki, istedikleri de budur: Senin, onlarla savaşmak yüzünden, ulaşman gereken düzeyin altında kalman… Ama savaşacaksın, gene de: sonuç her iki durumda da aynı olmayacak mı zaten – sen, zaten, ulaşman gereken düzeyin altında kalmayacak mısın ki? –Ama, savaşırsan, en azından (nereye gelebilirsen) geldiğin düzeye savaşarak gelmiş olacaksın –bu da boşuna olmayacak.

S. K.: Platform kapanınca grubun takipçileri ve “sivil edebiyat” şiarının destekçileri olarak (kendimi de katarak söylemeliyim) bir anlamda “meydansız” kaldık. Bunu hak etmek için ne yaptık?

Z. Y.:Seni ve birkaç dostumu cevabımın dışında tutarak ve söylediğimin anlaşılacağını ümit ederek tek bir cümleyle cevap vereyim: “Bir şey yapmadılar!”

S. K.: Puşt Ahali’den sonra etkinlik gösterdiğin başka herhangi bir platform var mı? Paylaşımlarını nereden takip edebileceğiz?

Z. Y.: 2003’den beri yayımladığım “Sonrasızlık” adlı bir fanzin var. Önceleri basılı olarak yayımladığım bu fanzini 2006’da “blog” sistematiğiyle internete taşıdım. Sonrasızlık devam ediyor, sadece adı değişti. Fanzinin adını “Evvel” olarak değiştirdim. Fanzine şu adresten ulaşılıyor: https://zaferyalcinpinar.com/blog

S. K.: Yalçınpınar’ın bundan sonraki hedefleri ve projeleri neler?

Z. Y.: Aslında tek bir şiarım var: “İnsandan çok eşyaya benzememek!” Bu yoldaki uğraşılarım arasında, kısa vadede yani 2009’un sonunda ya da 2010’un başında “Denizaltı Edebiyatı” bildirisini yayımlamak var. Orta vadede de bir editöryal çalışmam var… Adını vermeyeceğim bir ustanın kitaplaşmamış bazı yazılarının editörlüğünü de üstlendim. Uzun vadede ise “sahiciliği” yazmak istiyorum: Kerim Çaplı, Ece Ayhan ve Kuzgun Acar arasındaki tipolojik ve yaşamsal benzerlikleri… Ayrıca, “Adabeyi” adlı “novella”mı da yazmaya devam ediyorum, fakat ne zaman tamamlarım ya da tamamlayabilir miyim, bilinmez. Kimse de bilemez…

S. K.: Umarım en kısa zamanda tamamlarsın. Kendi adıma Yalçınpınar’ın yeni çalışmalarını heyecanla beklediğimi söyleyebilirim. Çalışmalarında kolaylıklar ve başarılar, söyleşi için teşekkürler.

Z. Y.: Asıl ben çok teşekkür ederim… Eksik olmayasın…

*

9 Ekim 2009

Diğer söyleşilere https://zaferyalcinpinar.com/dilinkemigi.html adresinden ulaşabilirsiniz.

Ayrıca bkz: https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=503

Ağu
23
2009
0

Evvel Fanzin, Sonrasızlık Fanzin, Puşt Ahali Tarifesi ve Puşt Ahali Edebiyat Platformu’na dair duyurudur.

2003 yılının Mayıs ayında, Kadıköy’de -100 adet basılarak ve dağıtılarak- yayın hayatına başlayan, sekiz sayı çıktıktan sonra 2006 yılında -blog sistematiğinin yaygınlaşmasıyla birlikte- internete taşınan “SONRASIZLIK” adlı “aksak kolaj”,  23 Ağustos 2009 tarihinde adını “EVVEL” olarak değiştirmiştir.

Hamiş:  Ağustos 2009 itibariyle “Puşt Ahali Tarifesi (P.A.T!)” adlı e-dergi ve “Puşt Ahali Edebiyat Platformu” adlı e-posta grubu kapanmıştır. P.A.T!’ın tüm sayılarına https://zaferyalcinpinar.com/pat.rar adresinden ulaşabilirsiniz. (P.A.T’ın içeriğine yönelik indekse ise https://zaferyalcinpinar.com/2007pat2009indeks.pdf adresinden ulaşılabiliyor)

Ayrıca bkz: Puşt Ahali Edebiyat Platformu’nun Kapanışı Üzerine Söyleşi

Kas
29
2008
0

Bir Söyleşi: Muhterisler için toplu cevap…

Senem Korkmaz ile bir söyleşi gerçekleştirdik…

Hamiş: İşbu söyleşinin kapsamı “muhterisler için toplu cevap” niteliği taşımaktadır.

—-

Senem Korkmaz: “Karşı”, “Korkak Düşler” ve “Siya” adlı öykü kitaplarından sonra 2007’de “Livar” adlı ilk şiir kitabın yayımlandı. “öykü”den “şiir”e geçiş aşaması nasıl oldu? Neydi seni “şiir”e iten?

 

 

Zafer Yalçınpınar: Birtakım görüngülerin, olayların ve tipolojinin inceliklerini düzyazıyla ortaya koyamadığımı fark ettim. Bazı imgelemler ve sözler düzyazının içerisinde yer aldığında yan-anlam zenginliğini, gücünü, ağırlığını, belki de imgesel devinimini, sahiciliğini ve hızını kaybeder. Bazıları da ancak düzyazıyla anlam kazanır, ayakta, sapasağlam durabilir. Bu bir tercih meselesi… Örneğin, Eduardo Galeano’nun yapıtlarındaki imgeselliği düşünelim; “Kucaklaşmanın Kitabı”, “Yürüyen Kelimeler” ve “Zamanın Ağızları” adlı kitaplarında Galeano, şiir mi yazmıştır, öykü mü? Misal, Turgut Uyar adında sıkı biri çıkmış ve dünyanın neredeyse en uzun öyküsünü tek bir dizeyle yazmıştır: “İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım”
S. K. : Yazın tarihine bakarsak, tüm yazınsal türlerin temelinde “şiir”in olduğunu görürüz. Kısacası insan dille beraber “şiir”i de yaratmış ve kendisini “şiir”le ortaya koymuştur. Dünya edebiyatında da Türk edebiyatında da böyledir bu. Bu anlamda Davut Yücel’in ifadesiyle “Öykü nesrin alt başlığı olarak şiire atılan bir adım” mıdır gerçekten senin için yoksa “asıla rücû” mudur?


Z. Y. : Bunu bilemeyiz. Böylesine bir alt-üst küme yaklaşımına ya da köşeli parantezlere gerek olduğunu sanmıyorum. Bana göre, bazı imgelemler, olaylar, karakterler var ki şiirle ifade edilmelidir. Bazı şeyler de öyküyle… Bu dünyadan Sait Faik adında sıkı biri geçmemiş olsaydı, şiirin öyküden daha “doğuşkan” olduğunu iddia edebilirdim. Artık, böyle bir şeyden bahsedemeyiz.
S. K. : Sait Faik de öyküyle yetinememiştir ama şiir de yazmıştır. Turgut Uyar’ın tek dizeyle dünyanın en uzun öyküsünü yazdığını az önce sen söyledin. Yani şiir, öyküyü yaratabilmiştir tek bir dizeyle. Galeano örneği de aynı şekilde; öykü, şiire yürümüştür bu anlamda. Bütün bu örnekler “Aslolan şiirdir.” önermesine götürmez mi bizi?


Z. Y. : Şiirin “sezgiler”le kurduğu ilişkinin, daha önce söylenmemiş, düşünülmemiş olanı işaret etmek imkânı açısından öykünün “anlamlar”la kurduğu ilişkiden daha üstün olduğunu söyleyebiliriz. Ama bundan emin olamayız. Ayrıca, bir felsefe metni de yan-anlamlarla veya sezgisellikle dolu olabilir… Wittgenstein, felsefenin şiirle kurulması gerektiğini ifade etmiş. Örneğin, bazı zamanlarda Oruç Aruoba’nın felsefi metinlerini “şiir” olarak yeniden okuyorum. Oradaki tümcelerde de bir “poetika” var. Fakat tüm bunlara rağmen, bilmiyorum. Bunu bilemeyiz… Gerçekten…

S. K. : “Livar”dan sonra şiirlerinle tekrar tekrar yüzleştiğini, sonuçta da “şair” değil “şiir yazarı” olduğunu fark ettiğini anlatmışsın. Nedir “şair” ve “şiir yazarı” arasındaki fark? Ve seni bu sonuca götüren ne oldu?


Z. Y. :Her şeyden önce, günümüz “Şair Endüstrisi”ne karşı ve karşıt olmak adına kendimi bir “Şiir Yazarı” olarak kabul ediyorum.  Eli kalem tutanların ¾’ünün kendine “şair” dediği, üstelik bu yönde statüko üleştirmek için çeşitli edebiyat kâhyalarının sabah akşam türediği, fasonlaşmış bir edebiyat ortamında ben kendimi “şair” olarak göremem. Yani onlar şair ise ben şair değilim demektir… Aslında bu mesele, yazım süreçleriyle de ilgilidir. Günümüzde, “şair” dediğimiz tipoloji kendini de yazdıklarını da apansız olarak var etmek istiyor. Bu nedenle, hem yazdıklarında hem de davranışlarında apansız bir kopyacılık sergileyerek, birden bire “şair” olmak istiyorlar. Böylece, apansız heveslerin peşine takılıp yapaylaşıyorlar ve sonuçta ortaya “şair” değil de garip bir “yaratık” çıkıyor… Oysa benim yazdıklarımın çoğu bir birikim, bir çalışma, bir yaşantı veya bir içselleştirme sonucu kendini var eden, teyit eden şeylerdir. Her yazdığımda bir “süreç” ve bir “zamanlama” söz konusudur. Bu yüzden kendimi “şiir yazarı” olarak görüyorum.

S. K. : “Sessizlik müziğin çerçevesidir.” şiarını “şiir”e uygulayan biri olarak “şiiri konuşmak/yazmak”tan ziyade “şiiri susmak” çabasında olduğunu söyleyebilir miyiz?

Z. Y. :
Böyle bir şeyi söyleyemeyiz, tersten yaklaştın… Şiiri susmaya çalışmıyorum, aksine, boşlukta yuvalanmış sıkı şiiri ve boşluğun büyüklüğünün bir parçası olan özellikleri ortaya çıkarmaya, imlemeye çalışıyorum. Birçoğu farkında değil ama nesneleri, olayları esinleyen ve çerçeveleyen tek bölünmez büyüklük “boşluk”tur. Yani birtakım gerçeklikleri indirgeyeceğimiz, sağaltacağımız en büyük anakütle boşluktur.

S. K. : Wittgenstein’e göre “söz” ağızdan çıktığı anda içinde bulunulan “durum” ve  ona eşlik eden davranışlar çerçevesinde anlam kazanan bir şeydir. Senin derdin de şiirinde “sus”arak  “durum”unu sezdirmeye çalışmak, o hâlde.  Doğru mu?


Z. Y. :
İyi yerden yakaladın. Ben bu eşanlı denklemi “duygudurum tuşesi” olarak adlandırıyorum. “İmgeler ve dizeler” arasındaki geçişler ile “anlam ve sezgi” arasındaki geçişlerin özel bir kimyası var. Bu kimya okuyucunun duygudurumunu da doğrudan etkiliyor. Eşanlı bir düzenek bu…  Birçok yan-anlam ile farklı farklı duygulara aynı anda nüfuz ediyorsunuz.  Söz konusu etkinin kuvveti de şiirdeki “sus”larda ve “sus”ların zamanlamasında gizlidir…  Müzikte de böyledir.
S. K. : Senin yaratına da yansıyan şiir-müzik ilişkisi şiir geçmişimiz boyunca var olagelmiştir. Örneğin Hâşim, Yahyâ Kemal, Tanpınar… Yaptığın okumalarda şiirin yakın geçmişinin yanı sıra daha uzak geçmişine de yer verir misin? Örneğin “Divan Şiiri” ya da “Fecr-i Âtî” şiirini araştırır mısın?


Z. Y. :
Güzel bir soru sordun. Divan şiirini anlamak, oradaki incelikleri ve duygudurum tuşelerini fark etmek için Osmanlıca bilmek gerekiyor. Fakat ben Osmanlıca bilmiyorum. Ama bu gidişle, öğrenmek zorunda kalacağım. Örneğin Arap Ahmet büyük ve derin bir şair… Onu Osmanlıca’dan okuyabilmeyi isterdim.
S. K. :“Anlam”la verdiğin kavgaya dayanarak “Zafer Yalçınpınar’ın şiirini doğuran, anlamın günlük dilde sıradanlaşmasının yarattığı infialdir.”diyebilir miyiz?


Z. Y. :
Bahsettiğin uzaklıkta ya da uzak durma çabasında bir infialden çok bir “sorgulama” geçerlidir. Anlamın coşkusuzluğunu yani ortalama zekâyı sorgu sandalyesine oturtmak, sorgulamak, ölçmek, bu yokuşun ölçüsünü almak ve “anlam”la “aksak” bir ilişki içinde olmak… Bunun peşindeyim.
S. K. : Peki bu “dizge”nin ayağa/ortalama zekâya düşmesini önlemenin biricik yolu mudur?

Z. Y. :
Tek yol değildir, fakat şiiri anlam ile sezgi arasında, aksak bir yapıda ve cazvari bir özgürlükle kurmak gerekiyor. Cazın kontrpuan bilgisine benzeyen bir düzenekte şiir yazmaktan bahsediyorum… Geleceğin şiiri “aksak anlamlar ve aksak imgelemler” üzerine kurulacaktır. Milyonlarca yan-anlamdan oluşan bir rastlantısallıktan, ahenkten, coşkudan, tüm bunların oluşturduğu farklı bir senkoptan ve özgürlükten, genişlikten bahsediyorum… Bu bir tuşe veya zamanlama meselesidir… İster inan, ister inanma fakat söz konusu durumun, sözettiğim kimyanın farkına varabilen yani rastlantısallığı hesaplayabilen ya da sezebilenler geleceğe kalacak. Gerisi de “hikâye” olacak. Böyle düşünüyorum.
S. K. : Peki -sanatta ya da günlük yaşamda-gerçekten “ortalama zekâ”dan kurtulmanın bir yolu var mı? Sonuçta hepimiz “karşımızdakinin anladığı kadar” değil miyiz?


Z. Y. :
Hepimiz karşımızdakinin rastladığı kadarız. Ortalama zekâdan kurtulmanın yolu “stokastik süreç”lere itibar etmektir. Eğer rastlantının bizden akıllı olduğuna inanırsanız, rahat edersiniz.
S. K. : “İm” nedir?


Z. Y. :
Sıfır sayısının çarpanlarına ayrılamamasıdır. Katlanmaz bir boşluğun hem kendisidir hem de sürekli kendini yenileyen ve çoğaltan büyüklüğüdür. Bakın, “im” kolaylıkla kavranacak bir şey değil. Dilden önce “im” vardı. Biz ise dil aracılığıyla düşünüyoruz. Yani düşünerek “im”e ulaşmamız zor.

S. K. :Deneysel işleri seven biri olarak 2004 yılından beri “görsel şiir”le içli dışlı olduğunu ve çalışmalarını “görsel iş” adı altında yayımladığını biliyoruz. Nedir “görsel şiir”? Kelimenin zincirlerinden kurtulma çabası mıdır?

Z. Y. :
“Görsel Şiir” üzerine kalıcı, sarsılmaz bir karara varamadım henüz… Fakat, sanıyorum, görsel şiir denen macera “imge”nin “im”e geri dönüşüdür… Bu konuda daha fazla bir şey söylemek istemiyorum. Ayrıca, Serkan Işın bu işlere çokça kafa yoruyor, senelerdir uğraşıyor. Bir tek o adam bu konuları göze alabildi.  Onun görsel şiir üzerine yazdığı kuramsal yazılar okunabilir. Bir de Derya Vural ile Barış Özgür’ün görsel işlerini beğeniyorum. O örnekler de incelenebilir.
S. K. : “Görsel iş”lerinde kullandığın “Ş” ne anlam ifade ediyor ya da etmeli?


Z. Y. :
Öncelikle şunu söyleyeyim; “Ş” harfinin tipolojik özellikleri hoşuma gidiyor. Yani “Ş”ye duyduğum ilginin birincil nedeni o harfin “şiir” kelimesinin baş harfi olması değil. “Ş” harfini yılankavi, akışkan ve devingen duruşuyla başlı başına bir karakter olarak görüyorum ben. Aynı zamanda coşku dolu, kabına sığmaz bir karakter… Görsel işlerimde böylesine bir karakteri maceraya çıkardığım, eyleme gönderdiğim söylenebilir. Artaud “Bir kelimenin ilk harfini unuttuğunuzda onu sözlüklerde arayamazsınız” der. Eğer Ş harfini unutursak,  “şiir” kelimesinin anlamını sözlüklerde arayamayız. Görsel işlerimdeki Ş harfi, içinde ya da başında bulunduğu herhangi bir kelimenin diğer harflerini unutmuş, özgür, coşkun, belki de “deli” bir karakter gibi gözüküyor…  Garip bir karakter…
S. K. : Kullandığı malzeme “sözcük” değil de “görüntü” olduğu için “Görsel şiir”in “yazın”dan ziyade grafik sanatına yakın olduğu; ayrıca anlaşılmak/yaratılmak için mühendislik zekâsına ihtiyaç duyduğu yönünde birtakım görüşler var. Bu konuda ne düşünüyorsun?


Z. Y. :
Sanıyorum, Görsel Şiir’de “girdi, çıktı, yerleştirme, aşama, planlama, yapı ve süreç” gibi konular çok daha önemli… Görsel Şiir, bir sanat ise mühendislikle ilişkisi azdır diye düşünüyorum. Çünkü bugün, mühendislik zekâsının her türlü açılımı endüstriyel yaklaşımlarla yönetilir. Ayrıca, mühendisler her şeyi deterministik denklemlerle ifade etmeye çalışırlar. Oysa sanatta rastlantısallık da var, endüstri karşıtlığı da… Bakın, bence mühendislik, sanatta bir “çeşitleme ve farklılık” unsurudur. Bir seviyeye kadar yapıta faydalıdır. Bir seviyeden sonra ise yapıta zarar verir. Dozajı iyi belirlemek gerekiyor. Sonuçta, bilemiyorum… Ayrıca, daha önce de dediğim gibi bu tip soruları Serkan Işın’a sormak gerekiyor… Görsel Şiir kuramının ayrıntılarını o biliyor.
S.K. : Şiirde “akım”lar dönemi gerçekten bitti mi?


Z. Y. :
Bana sorarsanız, akım icat etmeye çalışan adamlar senelerdir top çevirip, paslaşıp duruyorlar… Yeni bütüncülük, dördüncü yenicilik, soylu yenilikçilik, neo-epikçilik, şu, bu… Kısacası, gol yok ve bu golsüzlük etrafımızın “akım” derken “bokum” diyenlerle dolup taşmasına neden oluyor. Bence son sekiz sene içerisinde “Madde Şiir” taifesinin bazı söylemleri ve Serkan Işın’ın “Görsel Şiir” yakınsamaları dışında işlevsel bir şeyler ortaya koyan, farklı bir açılım sağlayan yok. Bahsettiğim işlevsel taifenin ise söylemlerini daha da derinleştirmesi ve daha sağlam, daha tutarlı örneklerle söylediklerini temellendirmesi gerekiyor. Şunu da söyleyeyim, bütün bunların yanında farklı bir çizgi seziyorum ben… Oktay Rifat’ın Perçemli Sokak’ında,  İlhan Berk’in Misirkalyoniğne’sinde ve Ece Ayhan’ın tüm kitaplarında kendini sunan bir çizgi… Bu çizgi de geleceğe bir şeyler taşıyacaktır.
S. K. :Türk yazınının özellikle şiirin günümüzdeki çizgisi nedir? Nereye doğru gitmektedir sence?


Z. Y. :
Türk Şiiri’nde irticai faaliyetler var… Şiir ve şairlik heveslilerinden oluşan birtakım kifayetsiz muhterislerin başarılı olmasının tek yolu irtica sağlamaktır. İrticai unsurlar üzerinden değerleme yapılmasının, bu unsurları kabul ettirmenin peşindeler…  Türk şiiri günümüz iktidarıyla olan pozitif ilişkisini akort ederek, yani irticai unsurlara itibar ederek ve bu unsurları kullanarak ilerleyemez. Çünkü şiir,  bir özgürlük ve bağımsızlık meselesidir.
S. K. :Ece Ayhan’ın yaşamındaki ve şiirindeki yeri aşikâr. II. Yeni şairleri arasında onu senin için daha farklı kılan şey ikiniz arasında bazı yakınlıklar bulman mıdır?


Z. Y. :
Bir kere Ece Ayhan’a yanlış bakılıyor… Onu “Ece Ayhan” olarak değil de “Ayhan Çağlar” olarak düşünmek gerek… 1950’lerde Ece Ayhan, çeşitli dergilerde yayımlanan birçok şiirini “E. Ayhan Çağlar” olarak imzalamıştır. Şimdi, aslında, bu konu hakkında daha fazla bir şey söylemek istemiyorum. Çünkü bu konu hakkında söylediklerim ya yanlış anlaşılıyor ya da bana karşı kötü niyetle kullanılıyor. Sabırlı olmak lazım. Gelecekte ortaya çok önemli şeyler çıkacak…
S. K. : Okuyucu gözüyle ve sanatçı gözüyle kendine dışarıdan bakmaya çalışarak cevaplarsan; Zafer Yalçınpınar’ın “alâmet-i fârika”sı nedir?


Z. Y. :
İnsandan çok eşyaya benzememektir. “Duvar saatleri gibi ahmak” olmamaktır.
S. K. :Süveyda Sezgin’le yaptığın son söyleşide dile getirdiğin üzere “Puşt Ahali”nin çıkış noktası “sessizliği bozmak”. “Susmuştum ve pisliklere mâruz kalmak sırası bana gelmişti.” diyorsun. Tam tersine susmaya devam etseydin, senin için daha iyi olmaz mıydı? Belki “ödüllü” bir edebiyatçı olarak “saygın” bir yerde olurdun şimdi! Peki, ne demeye konuştun?


Z. Y. :
Konuşmasaydım, olana bitene “ses” çıkarmasaydım -diğerleri gibi yapsaydım- haysiyetimi kaybedecektim.  Edebiyat ortamındaki muhterisler ve fırsatçılar için “sessizlik”ten daha güzel bir zemin yok. Bu zemini onlara sağlamamak, bu pusuculuğa imkân vermemek gerekir. Birilerinin ayağa kalkarak, söz konusu sessizlikten faydalananlara “Bizi aptal yerine koyamazsınız!” demesi gerekiyordu. Şeref Bilsel’in “Özge Dirik” meselesinde sergilediği fırsatçılık, Ali Enver Ercan’ın gençlere karşı takındığı haller, iktidar adına uyguladığı kâhyavari, kabzımalvari numaralar, kurduğu dirsek temasları, halay takımı mantığı filan benim sabrımı taşırmıştı.  Bu olan biten onursuzluklara karşıydım ve çıkıp mücadele ettim. Edebiyat ortamındaki herkes söylediklerimin, bu adamlara ilişkin işaret ettiğim çelişkilerin doğruluğundan emindi. Hz. Müptezel’in en yakınındakiler bile beni içten içe destekliyordu. Fakat herkes “yüksek sesle değil de fısıldayarak” konuşmaya alışmıştı. Sonra, bir de baktım, kimse yüksek sesle bu tip adamlara karşı bir şeyler ifade etmeyecek, edemeyecek… Zamanla anladım ki çevremdekilerin hepsi üç aşağı beş yukarı bir “statüko” peşinde koşuyor. Yüksek sesle konuşmamalarının sebebi buydu.  Kimisi antolojilerden, kimisi etkinliklerden, kimisi ödüllerden, yarışmalardan kimisi de dosya konularından bir şeyler umuyordu. Yani kendilerine bir şeylerin üleştirilmesini bekliyorlardı. Edebiyat kâhyaları edebiyat ortamındakileri yemlemek için çeşitli “statüko enstrümanları” oluşturmuşlardı. Durumun böyle olduğunu fark edince, “Puşt Ahali!” dedim… Sonra, zamanla bu söylem, bu mücadele benim üzerime kaldı.
S. K. : Puşt Ahali’nin sessizliği “gümbür gümbür” bozduğu açıkça ortada. Puşt Ahali’nin “duruş”u,  “retorik arsızlığı”na, “yeni sinsiyet”e karşılık “haysiyet” mücadelesi vermek. Bu kavramları açalım mı biraz; nedir “retorik arsızlığı”ndan ve “yeni sinsiyet”ten kasıt?


Z. Y. :
“Retorik arsızlığı” ifadesi, aslında Serkan Işın’a aittir. Zamanında Serkan Işın,  Şeref Bilsel’in “Şiir Defteri” denen üleştiri makinesini tanımlamak için kullanmıştı bu ifadeyi… Haklıydı. Retorik arsızlarının bir tarafından kâğıt koy diğer tarafından da mürekkep koy, bir makine gibi size istediğiniz yazıyı ve fikri çıkarırlar, yazarlar… Bu tip adamlar toplumun hafızasının zayıflığına güvenir.  Bir gün bir şeye A derler, bir sene sonra çıkıp aynı şeye B derler. Fakat bahsettikleri şey aslında C’dir. Retorik arsızları, gerçeğe nüfuz edemezler veya nüfuz etmekten kaçınırlar; gerçeğin etrafında dolaşıp dururlar, lafı uzatırlar ve yazık ki meselelerin ağırlık noktasını, mihenk taşını okuyucuya göstermezler. Bazı meselelerden sadece bahsetmiş olmak için bahsederler. Sahici değillerdir. Retorik arsızlığı,  Yeni Sinsiyet’in bir enstrümanıdır. “Yeni Sinsiyet” konusunun kendisinden çok içerdiği enstrümanlar daha önemli… Bu konuda uzun bir yazı hazırlıyorum. Önümüzdeki günlerde okursunuz.
S. K. : TYS meselesine gelelim. Senin TYS’den ihrâç edilme sürecin, Salih Bolat meselesiyle başladı. Puşt Ahali’de epeyce yazılıp çizildi bu konu hakkında. Bu meseleden bağımsız olarak, genel anlamda şu noktayı anlaşılır kılalım; karşı çıktığın şey “liyâkat sahibi olmayanlar”ın ödül alması mı, “liyâkat sahibi olmayanlar”ın ödül vermesi mi, yoksa  “liyâkat sahibi” sıfatını hak edebilecek bazı kişilerin dahi mevcut “edebiyat kabzımallığı” ortamına  “statü” ve “saygınlık cukkalamak” adına boyun eğmesi mi?


Z. Y. :
Bir kere, henüz TYS’den ihrâç edilmedim, ama üyeliğim önümüzdeki genel kurulda karara bağlanmak üzere askıya alındı.  Ve aslında TYS meselesinde Salih Bolat bir  piyondur; onun gerçek bir hususiyeti ya da şahsiyeti yoktur.  Hikâyenin aslı şu; Kadıköy’de, Ali Enver Ercan’ın kendi dandik gerçeğini onun kendisine hatırlatmamdan, “Eksik Yaşam” adlı ilk şiir kitabını Enver Ercan’ın kendi eline tutuşturmamdan bir hafta sonra, bana TYS’den cezalar, uyarılar ve çeşitli kâğıtlar gelmeye başladı. Fakat gelen kâğıtlarda Salih Bolat’a karşı takındığım tavır gerekçe olarak gösteriliyordu. Ayrıca, TYS tarafından hakkımda verilen “askılama” kararı, savunmam alınmadan, sorgusuz, sualsiz ve faşizan bir şekilde uygulandı. Bakın, bugün TYS, Enver Ercan ve avanesinin çiftliği ya da kuytusu haline gelmiştir. Tıpkı Varlık Dergisi’ne olduğu gibi… Bugün TYS, Enver Ercan’ın çeşitli kişisel çıkar ilişkilerini ve çıkar haritalarını yönettiği, düzenlediği sıradan bir statüko enstrümanından başka bir şey değildir.  Bunu Frankfurt Turizm Fuarı’nda olup bitenlerde de bir kez daha gördük.  Ödül meselesi ise basit… Günümüzde “ödül” denen şey, “müesses ölüm”ün toplu fotoğraf çektirmek istemesidir. Eskiden, yani bundan 7-8 sene önce bütünüyle böyle değildi. Şimdi, gelinen seviyede, bütünüyle böyledir. Ödül işine karışan herkes, neresinden bakarsanız bakın, ölü toprağından yapılmış bir çamura burnuna kadar bulaşmıştır. Bu çamurdan kurtulmalarının imkânı da yok artık.
S. K. :Bir de “Kötülük Dayanışması” meselesi var. Birtakım “cemaat şairleri”nin başını çektiği bir klan tarafından türlü saldırılara uğradın. Hatta işi ekmekle oynamaya kadar vardırdılar. Nedir bu adamların seninle alıp veremediği?


Z. Y. :
Bu konuda asıl sorulması gereken şey şudur: “Bu adamların kendileriyle alıp veremedikleri nedir?” Yazamıyorlar! Asıl mesele bu adamların haysiyetsizlik nedeniyle “yazamaz” bir duruma gelmiş olmalarıdır. Artık, tuvalet duvarlarına bile yazacak bir şeyler bulamıyorlar. Yani asıl dertleri “yazamamak”tır. Bu tip adamlar haysiyetli biriyle karşılaştıklarında onu haysiyetsiz kılmak, kendi seviyelerine getirmek isterler. Yazan biriyle karşılaştıklarında da onu “yazamaz” hale getirmek isterler. Muhteris ve saygısızlardır… Sonuçta, başaramayacaklar. Çünkü istesem de onlar gibi muhteris ve haysiyetsiz olamam.
S. K. : “Ne kadar haksızlığa uğrarsa uğrasın, bir sanatçı kavgasını yapıtı üzerinden vermeli. Nasılsa zaman onun değerini biçer!” Çoğu insanda -kafası az çok çalışanda bile- böyle bir bakış açısı var. Sanatçının meydanı yapıtıdır, evet; ama bu önermeye sığınmak da işin kolayına kaçmak değilse nedir?

Z. Y. :
Böylesine bir düşünce, teslimiyet zihniyetinin milyonlarca türevinden biridir. Bilinçli bir eylemsizlik, eblehlik ve edilgenlik hali… Bir “öğrenilmiş çaresizlik” durumu… Bana çok aptalca geliyor. Günümüzün iktidar odaklarına karşı “sessiz kalarak hakkını savunmak” mümkün değil. Sessizlik, iktidara maruz kalanların değil, bizzat iktidar odaklarının kullandığı etkin bir yöntemdir.
S. K. :Puşt Ahali oldukça geniş bir kesim tarafından takip ediliyor artık. Peki bu kalabalığın içindeki durumun nedir? “Yalnız” mısın, “tek başına” mı?


Z. Y. :
Melih Cevdet’in şu dizeleri geldi aklıma; “Yine çıktık yollara/hem yalnızım hem değilim.”

S. K. :Puşt Ahali’nin destekçisi de var; köstekçisi de. Fakat seni en çok yaralayan kesim “etliye de sütlüye de karışmayanlar” mı; yoksa “hem nalına hem mıhına” vuranlar mı?


Z. Y. :
Bu iki davranış biçimi de çok önemli bir işe yarıyor aslında… “Etliye sütlüye karışmayanlar” ile “hem nalına hem mıhına gidenler” işbu tavırları sergiledikçe Puşt Ahali Edebiyat Platformu’nun girişinde, ana sayfasında yer alan şiarları, alıntıları teyit eder, güçlendirir bir konuma düşerler. Böylece, istemeseler bile Puşt Ahali’nin söylemlerini sessizlikleriyle ve kaypaklıklarıyla bir kez daha teyit etmiş olurlar. Beni daha kuvvetli bir şekilde haklı çıkarır böyle tavırlar.
S. K. : Bu camiada Puşt Ahali’nin “duruş”unu anlamayanlar, anlamak istemeyenler olduğu kadar senin “prim yapmak” için ona buna saldırdığını düşünenler de var. -Eğer değecekse-bunlara karşı söylemek istediğin bir şey var mı?

Z. Y. :
Var… Bu tip söylemleri ortaya atanlar, bir ara bana uğrasınlar da onlara primlerini vereyim, primlerini üleştireyim…
S. K. : Şiirinde “duygudurum”unu “sus”arak ortaya koyan bir adam olarak hayatın içinde belli bir mücadele uğruna sürekli konuşmak zorunda kalmak ne hissettiriyor? Zaman zaman çaresizlik duygusuna kapıldığın oluyor mu?


Z. Y. :
Çaresizlik, haksızlığı kabullenenlerin içine düştüğü bir durumdur. Ben, henüz, çaresiz kalmadım. Sürekli konuşmak değil de derinlikli düşünmek, işin doğrusunu, kazın ayağının öyle olmadığını anlatmak ve bu yönde karşılaşılan haksızlıklara boyun eğmemek en önemli şey… Bugünün ortamında, bir kişinin sessizliği ve meydansızlığı yüz binlerce kişinin içindeki fırsatçılığın alevlenmesine neden olabilir. Derdi olan çıkıp söylemeli… Sessizlik Suikastı’nın edebiyat kâhyaları dışında kimseye bir faydası yok. Şu şiar da önemlidir:  Hem davul olacak hem de sancak. Sadece davul olursa sünnet düğünü var zannederler. Ece Ayhan hatırlatmıştır bu sözü… Yani, çıkardığınız seslerin yanı sıra bir bütünsellik, çelişkisizlik, kararlılık ve belirginlik gerekiyor.
S. K. : Son olarak, Puşt Ahali’deki güncel soruşturma konusunu sana kısmen sormak istiyorum. Zafer Yalçınpınar kimleri okuyor?


Z. Y. :
“Eşyadan çok insana benzeyen” ve “duvar saatleri gibi ahmak olmayan” herkesi okuyorum.
S. K. : Bu keyifli söyleşi için çok teşekkür ederim.


Z.Y. :
Asıl ben çok teşekkür ederim. Sağolasın…


Haz
05
2008
0

Yeni Bir Kötülük Dayanışması…

“Ahmet Korhan” mahlasını kullanan birileri ahmet.korhan@yahoo.com adresinden Tübitak Başkan Yardımcıları’nın sekreterlerine “hakkımda pislik, hakaret ve tehdit dolu söylemler içeren, doğrudan işten atılmamı ya da uzmanlık görevimden uzaklaştırılmamı sağlamaya yönelik” mektuplar göndermektedirler… Bu mektupların kopyalarını da bilgilendirme amacıyla Baki Ayhan T, Hakan Arslanbenzer, Metin Celal, Mehmet Öztek, Salih Bolat, Osman Olmuş, Cihan Oğuz, Enver Ercan, Onur Caymaz, Şeref Bilsel ve Ömer Şişman’a da göndermişlerdir.

(Üzülerek söylüyorum ki bilgilendirme mektuplarını alan kişilerin de bu işin içinde, bir köşesinde olduğunu düşünmeye eğilimliyim.)

Bu tehditi yapanların, bu mektupları yazanların kim olduklarından emin değilim ama işime, evime ve hayatıma yönelik bir eyleme ve tecavüz konumuna geçtikleri açıktır. Birçok düşmanım var. Fakat bu mektupları yazan, bu işi planlayanların eski “kötülük dayanışması” takımının başını çeken Reha Yünlüel, Ömer Şişman ve Emrah Altınok olduğundan şüphelenmekteyim.

Fakat şunun bilinmesi gerekir ki kim ne yaparsa yapsın, kime hangi mektubu gönderirse göndersin, hangi gizli elleri ve mekanizmaları çalıştırırsa çalıştırsın, ne olursa olsun, artık benim “ölene kadar yazacağım” ve bir tipolojiyi “sıçtığı yere kadar kovalayacağım” kesindir.

Bunların dışında söyleyecek özel/yeni bir şey yok.

Hiç boşuna “heves” etmesinler…

Zafer Yalçınpınar

Mar
29
2008
0

TYS Halay Takımı, F.H. Dağlarca’yı ziyaret etmiş.

Bildiğiniz gibi, Enver Topaloğlu’nun yayıma hazırladığı” Cumartesi Şiir Dergisi” internette dağıtılan hoş ve nahif şiir dergilerinden biridir. Fakat, daha önceden dağıtıldığı halde 36. sayısıyla beraber “Puşt Ahali Edebiyat Platformu”na bu derginin dağıtılmaması, yollanmaması bana çok ilginç geldi. Ben de oturdum, dergiyi inceledim. Meğer işin içinde gene bizim Hz. Müptezel(Ali Enver Ercan) varmış: Cumartesi Şiir’in 36. sayısının giriş yazısında TYS’nin 21 Mart 2008 Dünya Şiir Günü’nde yaptığı aktivitelerden, TYS Halay Takımı’nın Şair F.H. Dağlarca’nın evini ziyaret etmesinden uzun uzun bahsediliyor… O günkü etkinlik tüm ayrıntılarıyla anlatılıyor.  Eh, işin içinde TYS ve Ali Enver Ercan olduğu için de Enver Topaloğlu’nun” Cumartesi Şiir Dergisi”ni “Puşt Ahali” üzerinden dağıtması, eskiden yaptığı gibi “Puşt Ahali”ye yollaması pek akıllıca olmazdı.

Şimdi, Tys’nin (Ali Enver Ercan ve halay takımı’nın) 21 Mart’taki “F.H. Dağlarca” ziyareti beni zerre kadar ilgilendirmiyor. Beni asıl ilgilendiren bundan uzun zaman önce Enver Ercan’ın Dağlarca’yı başka bir iş için ziyaret edişidir. Bu konuyla ilgili yaygın olarak bilinen hikâye şöyledir;

Birgün Dağlarca’nın evindeki kombi ya da termosifon bozuluyor. Dağlarca, hemen bizim Ali Enver Ercan’ı arıyor ve evine çağırıyor. Kaynakçılık, termosifon ya da kombi tamiri işlerinden iyi anlayan Ali Enver Ercan, Dağlarca’nın evindeki bu tesisat bozukluğunu tamir ediyor. Dağlarca, Enver Ercan’ın bu konudaki becerisini gördüğünde şöyle diyor:

– Yahu Ali Enver Ercan, sen şair değil de tesisatçı olmalıymışsın…

Powered by WordPress | Theme: Aeros 2.0 by TheBuckmaker.com