(…)
Michel Meyer
“Retorik”, Çev: İsmail Yergüz, Dost Yay., 2009, ss. 112-114
18
2014
“Avare Kuşlar” (Rabindranath Tagore)
(…)
6/
Eğer güneşi gözden kaçırdım diye gözyaşı dökersen yıldızları da gözden kaçırırsın.12/
“Senin dilin ne dildir, ey deniz?”
“Ezelî sorunun dili.”
“Senin cevabın ne dildendir, ey gök?”
“Ezelî sükûtun dili.”21/
Işığını arkasında taşıyanlar önlerine gölgelerini düşürürler.23/
“Biz hışırdayan yapraklarız, fırtınalara cevap veren bir sesimiz var; fakat böyle sessiz duran sen kimsin?”
“Ben sadece bir çiçeğim.”59/
SONSUZ’un şarkısında, “Zamandan hiç korkma” denir.67/
Büyük krallıklardan Allah’a usanç gelir, fakat küçük çiçeklerden aslâ.90/
BİR; karanlıkta tek parça, aydınlıkta çok parça halinde görünür.95/
Sakin ol kalbim, bu koca ağaçlar birer duadır.96/
Ân’ın gürültüsü SONSUZ’un şarkısı ile alay eder.110/
İnsan kendi içindeki sessiz gürültüyü bastırmak için kalabalığa karışır.113/
Tepeler, yıldızları tutmak için kollarını uzatarak bağrışan çocuklara benzer.193/
Baştan aşağı mantık olan bir akıl her tarafı yüz olan bir bıçak gibidir.
Kullananın elini kanatır.
(…)Rabindranath Tagore
“Avare Kuşlar”, Çev: Bülent Ecevit, Hilmi Kitabevi
12
2014
E-Kitap: “O Zamanlar Konuşuyorduk” (SALT)
“O zamanlar konuşuyorduk”
SALT Araştırma /Arşiv Çalışması / 2014
*
Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan “pdf” ilgilerinin tümüne https://evvel.org/ilgi/pdf adresinden ulaşabilirsiniz.
08
2014
Tutku, soruları, çözülmüş olduğu sanılan cevaplar içine gömer.
(…)
Cevap olarak tutku aynı zamanda sorusu olduğu şey üzerine bir yargılamadır.: zevk ve acı soru alternatifine gönderme yaparlar, oysa, arzu, dilek, sevgi nefret, tiksinti gibi soru oluşturan şeyler üstüne pozitif bir yargı gerektirirler, alternatif karşıt terimin reddedilmesini ifade ederler. Böylece, soru, tutku aracılığıyla cevap olmuştur. (…)
Tutku, soruları, çözülmüş olduğu sanılan cevaplar içine gömmüş olması açısından retoriktir. Bu nedenle, tutkular üzerine yoğunlaşmak retorik bağlamında her zaman yararlıdır, buna karşılık, soruları açıkça masaya yatıran kanıtlama tutkudan çok akla hitap eder. Dolayısıyla, tutku, dinleyiciyi bir tezi desteklemesi için harekete geçiren güçlü bir depodur. Bu görüş açıları benzerliği güçlendirir ya da dışlanmaya çalışılan tezle farklılık derecesini artırır. Tutkunun işlevi, ötekine, kendisinden kaynaklanan farkı bildirmektir. Bu, ayıran bir sorunla ilgili bir cevaptır ve aşağılayan öfkede tutku vardır, tıpkı yakınlaşmayı amaçlayan aşkta olduğu gibi.
(…)
Michel Meyer
“Retorik”, Çev: İsmail Yergüz, Dost Yay., 2009, ss. 29-30
08
2014
Sergi: “Ödünç Alınmış Birliktelik” (Eda Gecikmez)
“Ortak bir tarihe ya da dünyaya tanıklık eden ve kullanım değeri taşıyan imajların gösterge taşıyıcısı değerini bozguna uğratarak karara-bağlanamamazlıkla oynamak, tıpkı Ranciere’in belirttiği gibi gitgide hızlanan gösterge tüketimiyle işleyen bir toplumda göstergelerin okunma protokollerinin anlamını askıya almak bugünün sanatçılarının bozgunculuk yöntemlerinden biri. Bu yöntemler içinde belki de en çok kullanılan kolaj tekniği Eda Gecikmez’in çalışmalarının temelini oluşturur.
“(…) Farklı çevre ve alanlardan topladığım, özellikle günlük hayat içerisinde sıkça görmeye alıştığımız reklam afişleri, moda dergileri, AVM, rezidans broşürleri gibi görselleri bir nevi yapısöküm uygularcasına kesip parçalayarak sembolik olarak iktidarın bütünlük oluşturan dilini yıkmaya girişiyorum. (…)”
Bkz: https://www.edagecikmez.com/2013/12/next-event-odunc-alnms-birliktelik.html
07
2014
Agnieszka Cieślińska Sergisi: “Figuratio”
Bkz: https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/26043/Agnieszka_Cie_li_ska_grafik_sergisi.html
31 Ocak 2014’e dek Işık Üniversitesi’nde açık olan “Figuratio” grafik sergisi, Türk-Polonya diplomatik ilişkilerinin 600. yılını kutlama amaçlı kültür programı takvimindeki ilk etkinlik olarak Feyziye Mektepleri Vakfı, Işık Üniversitesi ve Polonya Cumhuriyeti İstanbul Başkonsolosluğu ortaklığıyla organize edildi.
22
2013
Wittgenstein’ın Fügü: “Leidenschaftlich (Tutkulu)”
Wittegenstein’ın müzik cümlelerine ilişkin bazı değerli bilgilere Kitap-Lık’ın Mayıs 2004’te yayımlanan 72. sayısının “Babil Kulesi” ekinde rastladım… Wittgenstein “Leidenschaftlich (Tutkulu)” adında bir füg yazmış: https://zaferyalcinpinar.com/wittgensteinmuzigi.jpg
Ayrıca bkz: https://www.doiserbia.nb.rs/img/doi/1450-9814/2005/1450-98140505393H.pdf
Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan “Ludwig Wittgenstein” başlıklı ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/ludwig-wittgenstein adresinden ulaşabilirsiniz.
17
2013
extra-muros, intra-muros ve ham-hayal
(…)Her şeyi birbirleriyle karşılaştırmak, bunun için onları ölçmek, en başta da değerler biçmek ve bu değerleri karşılaştırmak tutkusu yüzünden, ancak somut ve ele gelir şeylerle, değişmez ölçülerle işlem yapılabilir. Rüzgârın tutulacak yerini bulamaz, onu tartmak için terazisi yoktur; sadece getirdiği tozu tartabilir. Kültür sanattan ancak sanat eserleri aracılığıyla haberdar olur, [sanat deyince sadece onları bilir], ki bu tamamen başka bir şeydir; konuyu artık sanat olmayan bir zemine, rüzgâra göre kum neyse o zemine taşır. (s.54)
Profesörlerin ve kültür memurlarının “ham sanata” karşı kullandıkları argüman, tamamıyla “ham” bir sanatın, kültürden gelen her türlü katkıdan ve kültüre her türlü göndermeden bütünüyle korunmuş sanatın mevcut olamayacağıdır. O zaman ben bir noktayı bu profesörlerin dikkatine sunayım: Ham sanat kavramında gördükleri aynı ham-hayallik niteliği başka herhangi bir kavramda, örneğin vahşet kavramında ya da şu sıralarda kültür çevremizin pek duyarlı oldukları bir örneği zikredecek olursak, özgürlük kavramında da bulunabilir. Profesörlerin eline birer yer ölçüm şeridiyle mühendis pergeli verilip, vahşet kazığını, özgürlük kazığını ve bütün düşünce duraklarının kazıklarını doğru yerlerine çakarak araziyi işaretlemeleri istenseydi, ham sanat kazığının çakılacağı noktayı tam olarak belirlemekte karşılaştıkları aynı zorluk ve kararsızlıkla karşılaşırlardı. Neden derseniz, ham sanat, vahşet, özgürlük gibi kavramlar birer yer gibi değil, yönelimler, özlemler, eğilimler gibi düşünülmelidir. Bunun sonucu şu olur ki, iki ayrı yürüyüşçü tesadüfen aynı yerde bulunabilirler, ama yürüdükleri yönler ters ise, yerleri aynı diye konumlarını da özdeş saymak için neden yoktur. (…)
Bir noktaya dikkat etmeli: Vahşet ya da özgürlük gibi kavramların tam yerleri boyuna değişiyor diye, kesin ve kalıcı olarak belirlenemiyor diye (…) bu kavramların geçerli bir temele dayandıklarını yadsıyanlar bile, yadsımanın hemen ardından hiç değilse dolaylı biçimde bunlara gönderme yapmadan edemiyorlar; zira bunlar ham-hayal de olsalar, yaklaşıldıkça kaçan seraplar da olsalar, belki de yerlerinin belirlenememesi nedeniyle, zihin için sabit kilometre taşlarından daha kalıcıdırlar -örneğin sağ ve sol gibi: bu yönler de aynı şekilde insan döner dönmez değişirler. Sağ ile sol da ham-hayallerdir. Düşüncenin sürekli devingenlik olduğu dikkate alınırsa, belki de onun için kullanılabilir nirengiler, kutup yıldızları, sadece ham-hayallerdir. (s. 59-60)
(…)Düzen en çok özgürce kabullenildiği zaman güçten düşürücü olur. Özgürce kabullenme yeni imparatorlukların yeni silahıdır: vaktiyle değneğin, ‘ultima ratio regum’un, başardığından daha iyi iş gören, akıllı bir formül.(s.63)
(…)Kültür üretmekten değil üründen beslenir. Üretmekten kültüre [geçilirken], üretim sözcüğü üretme eylemi yerine üretilen nesneyi göstermek için kullanıldığında bu sözcüğün uğradığı aynı bozulma gerçekleşir. Hedef alınan kavramı tersine çeviren, etkin yamaçtan edilgin yamaca, yapmaktan yapılana deviren bir bakış kayması. (s.66)
(…)Ham-hayal diye, en az biri gerçek(réel) olmayan verilere dayanan bir konuma denir. Gerçek diye de kültür tarafından verilen ve dile getirilen verilere denir. Kültürün envanterinde yer almayan veriler ise gerçek-dışı, sapkıni hayal ürünü diye nitelendirilir. Bunun sonucu şudur ki, bizi extra-muros [duvarların dışına] çıkaran ve [düşüncemize] canlandırıcı oksijeni sağlayan ham-hayallerdir. Intra-muros [duvarların içinde] yapılan işlemler, hep aynı kartları karmaktan başka bir şey değildir. (s.72)(…)
Jean Dubuffet
“Boğucu Kültür”, Çev: İsmet Birkan, Dost Kitabevi, 2. Baskı, 2010
16
2013
Zorluk
(…)
Kültürel düşüncenin içinde bulunduğu zorunluluk, her şeye bir ad verme (ve bu suretle, daha o andan itibaren, nesnelerden sadece onları tamamen “doğalarından çıkaran” -özleri itibarıyla devingen ve değişken şeyleri sabit rakamlara, figürlere dönüştüren- yalancı bir dış görünüş yakalama) zorunluluğu, yalnızca sanat konusunda kendini göstermiyor. Daha sonra o verilen adların üzerine kurulan bütün yapıların sonuç olarak gereksizliğe, anlamsızlığa ve sapkınlığa varmasına neden olan bu zorunluluk, etik konusunda da, zihnin girdiği bütün diğer araştırma yollarında da rol oynuyor. Oralarda da aynı şekilde nesneyle taşıdığı ad arasında, yani içselliğinde yaşanan şeyle dışarıdan bakılan şey arasında, şeyi canlandıran devinimle verilmiş adın onu dönüştürdüğü yanıltıcı hareketsiz figür arasında bir kafa karışıklığı hüküm sürüyor. Elinde sözcük dağarında -yani kültürün ürettiği bir materyalden- başka araç bulunmayan yazarın, kültürden kurtulmak için ressama göre çok daha fazla zahmet çekmesine neden olan nokta da budur. Zira ressam kullandığı imleri sınırsızca değiştirebilir, şeylere yönelttiği yeni bakışı taşımaya daha elverişli yenilerini bulabilir; oysa yazarın elindeki sözcükler şeylere bir kez ve son kez kültür tarafından yöneltilmiş değişmez bir bakıştan doğmuş ağır ve kaba imlerdir; kültürün buyurduğundan başka her türlü bakış açısını dışlar, düşünceyi aynı açıyı benimsemeye zorlar, ve kendini yenilemesine engel olurlar. Herhalde bu nedendendir ki, yazarlar görsel sanatçılara oranla çok daha fazla kültüre bulanmış durumdalar, ve yenilik yapma özlemlerine, yaptıklarına dair inançlarına karşın, en orta malı yerleşik edebi geleneğe, uslu uslu, aynı nitelikte bir halkacık ilave etmekten fazlasını başaramıyorlar; buna karşılık, görsel sanatçılar şimdi onların çok önünde koşuyorlar. Kültürden azat olmak ve gençliğine tekrar kavuşmak için, düşüncenin sözcüklerden kurtulmaya ihtiyacı vardır.
(…)
Jean Dubuffet
“Boğucu Kültür”, Çev: İsmet Birkan, Dost Kitabevi, 2. Baskı, 2010, s.55-56
28
2013
Boğucu Kültür (Jean Dubuffet)
(…)
Yalnız halkın değil bizzat sanatçıların tutumları da, kültürel propagandanın gerçekleştirmeye çalıştığı, asıl değerin reklama verilmesi olayından dolayı değişime uğruyor. Onlar da reklamın eserlerin içeriğinden önce geldiğini düşünme noktasına geliyorlar. Ve böylece, reklamı eserin -yaratıldıktan sonraki- niteliğine bağlı sayacak yerde, eseri -yaratılma sürecindeyken- yapılmasına vesile olacağı reklama bağlı sayma durumuna düşüyorlar. (s.22)
(…)
…önce nicelik sorunu gündeme gelir. Birazcık bilginin -iyi özümsenmemiş sığ bilgileri değil, sayıca az bilgiyi kastediyorum- daha fazla sayıda bilgiye kıyasla tamamen başka etkileri olabilir. Bu “sayı fazlalığı” kuşkusuz derinleşmenin zararına her halükârda söz konusu bilgileri alımlayacak zihin tazeliğinin zararına olacaktır. Bu tazeliği bozmaktan, zihnin alımlamaya hazır niteliğini yıpratmaktan, köreltmekten sakınmalıdır. (s.30)
(…)
Bu kir kabuk neden yapılmıştır? Sayı ve nicelik kavramı burada da işe karışıyor. Basit ve çocukça bir özlemden, olabildiğince çok sayıda düşünce anıtını tanıma özleminden -hatta daha da çocukçası, anıtların hepsini, hiç olmazsa sınıflama sonucu en iyilerin hepsini tanıma özleminden- yapılmıştır bu kabuk. Kültürün bu “sayımlayıcı” yönü, safdilce eksiksiz ve kesin sayımlar yapma, envanterler çıkarma iddiası son derece yanıltıcı ve çarpıtıcıdır. Dünyanın pek geniş, sayıya, hesaba gelmez olduğu bilincinin yitirilmesi, devasa çarpıklıklara, gülünç biçim ve doğa bozulmalarına yol açabilir. (s.31)
(…)
Batı düşüncesi (…) Hangi kavramı ele alsa, ışığını üzerine tutmak için ön tarafına konuşlanır, görüş alanına girmeyen yan yüzleri, hele arkayı hiç umursamaz. Kavramları, kalınlıktan tamamen yoksunlarmış gibi işleme tabi tutar, madalyanın sadece ön yüzünü dikkate alır. Oysa bütün kavramlar çok yüzlüdürler, ve bir bakışta bu yüzlerden ancak biri görülebilir. Görüşten kaynaklanan düşünce de, onun gibi, nesnelerin sadece kendi karşısına düşen bir tek yüzlerine ulaşmaya imkân verir; incelemesine devam etmek için (nesnenin çevresinde) dönmesi gerekir; ama o zaman da , çoğu kez düşünen hiç farkında olmaksızın, tüm çevrenin doğrultusu değişir. Düşüncenin yakalayabildiği gerçeklik parça parçadır, ancak parçalar halinde oluşabilir, ve Batı düşüncesi işte bunun yeterince bilincinde değildir. (s.32)
(…) Düşünceyi yerine çakma aracıdır kültür aygıtı, kanatlara kurşun bağlar. (s.34)
(…)
Kültürün durumu, adı söylenir söylenmez erdemi-etkisi uçup giden birçok başka şeyin durumu gibidir. İlk aşamada diri ve gürbüz, karşılıksız ve özsuyuyla dolup taşan sanat vardır. İkincisinde kültür sözcüğünün icadına tanık oluruz, sanatın kanadına kurşun bağlayan. Üçüncüsünde, artık “şok kültür”, onbaşılaşmış kültür vardır, sanat ise yok olmuştur. (s.37)
(…)
Jean Dubuffet
“Boğucu Kültür”, Çev: İsmet Birkan, Dost Kitabevi, 2. Baskı, 2010
26
2013
‘Tanrı’ Nasıl ‘Öldü’? (Oruç Aruoba)
“Felsefe, Tanrı ve Din” üst-başlığının işlendiği Asos’ta Felsefe Günleri (1-2 Şubat 2013) kapsamında Oruç Aruoba’nın gerçekleştirdiği ‘Tanrı’ Nasıl ‘Öldü’? başlıklı konuşmayı aşağıdaki videodan izleyebilirsiniz. Konuşmanın mp3 biçemine ise https://kiwi6.com/file/6llhinv40t adresinden ulaşabilirsiniz.
Bkz: https://youtu.be/JdrFpTV0iqE
*
Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yer alan Oruç Aruoba başlıklı ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/oruc-aruoba adresinden ulaşabilirsiniz.
21
2013
Kargaşa 13: “jurnal”
Kargart tarafından düzenlenen geleneksel “Kargaşa” sergisinin 13. salınımı 30 Haziran 2013’e kadar gezilebilir:
https://evvel.org/kargasa-13-jurnal-12-30-haziran-2013
24
2013
“Şiir Bulaşıcıdır” (Paul Eluard)
(…)
Sözcükler dünyayı söylüyorlar, insanın gördüğü ve duyumsadığı, var olan, var olmuş olan şeyi, zamanın ilk çağını ve zaman ve anın geçmiş ve geleceğini, istenci, istemdışını, korkuyu ve var olmayan şeye, var olacak olan şeye olan tutkuyu. Sözcükler yıkarlar, sözcükler önceden haber verirler, birbirlerine bağlı ya da ardsız-arkasız, hiçbir şey yadsıyamaz onları. Her geleceğin hazırlanışına katılırlar.
(…)
Şiirleştirilmiş dilden, inci gibi birbirlerine tutturulmuş güzel sözcüklerden daha korkunç bir şey yoktur. Gerçek şiir, katkısız çıplaklıklar, cankurtaran simidi olmayan çareler ve sedeflenmeyen gözyaşlarıyla yetinir. Kum çölleri, çirkef çölleri, cilalanmış döşemeler, bozulmuş saçlar, pürtüklü eller, kendini beğenmiş kurbanlar, zavallı kahramanlar, eşsiz budalalar, türlü türlü köpekler, süpürgeler, otların içinde çiçekler, mezarların üzerinde çiçekler bulunduğunu bilir…
(…)
Paul ELUARD
“Şiir Bulaşıcıdır” adlı konuşmasından…(1949)
“Ozan ve Gölgesi”, Çev: Ö. İnce, Adam Yay. 1984, s. 12,15
09
2013
Sahte Katarsis…
BİR+BİR Dergisi’nin Nisan 2013 tarihli 21. sayısında, “Toplumun Şehircilik Hareketi” adında bir kolektif, “sıkı sanatı” biçimlendiren en önemli “imge-yaşamsal” tehlikeyi “Sahte Katarsis” kavramı dolayımında/aracılığıyla incelemiş. Rahatlıkla, 2007 sonrasının sanatsal salınımına -özellikle de bienallere ya da alternatif sanat hareketlerine- ilişkin okuduğum en önemli inceleme yazılarından biri de bu yazıdır, diyebilirim… “Sanat, siyaset ve bienal: Sahte katarsis” başlıklı yazının tam metnine https://birdirbir.org/sanat-siyaset-ve-bienal-sahte-katarsis/ adresinden ulaşabilirsiniz.
31
2013
Gecikmişlik Deneyimi (Doris Salcedo)
Doris Salcedo
“Şiirsel Adalet”, 8. Uluslararası İstanbul Bienali Kataloğu, 2003
29
2013
Bağ
Varlığımın sonunu imgelemeye çalıştığım zaman, aklıma ilk gelen (bir resim olarak değil, bir düşünce olarak) bağ duygusunun kopmasıdır.
Robert Jay Lifton
21
2013
Ahmet Cemal ile…
Yazar ve çevirmen Ahmet Cemal, Açık Radyo’da “Matbuat Dünyası” adlı programın konuğu olmuş. Hermann Broch tarafından kaleme alınan “Vergilius’un Ölümü” adlı roman çevirisinin yanı sıra edebiyat, çeviri ve edebiyatın felsefe ile ilişkisi üzerine Ahmet Cemal’le sıkı bir sohbet…
14
2013
Sesli Kütüphane’de: “LİVAR”
Sağolsun, varolsun ve hiçbir zaman eksik olmasın Özlem Sezer, 2007 yılında yayımlanan Livar adlı ilk şiir kitabımı Kadıköy Görme Engelliler Sesli Kütüphanesi kapsamında yer alan özel bir sesli kitaba dönüştürmüş… Kitabımın tamamını -Özlem Sezer’in sesiyle- ancak bugün dinleyebildim; Livar’ın ihtiva ettiği deneyselliklerin -sesli kitap dönüşümüyle- bir aşama daha ilerlediğini ve kitabımın imgesel alan derinliğinin bu “yeni okuma” sonucunda daha da genişlediğini/özgürleştiğini hissettim. Onur duydum, gönendim: Özlem Tezer’in sesine ve emeğine sağlık… Kadıköy’deki Sesli Kütüphane Projesi’ni yürüten ve Livar üzerinde Özlem Sezer ile birlikte özenle çalışan Meyse Yılmaz Budaklı‘ya da yerden göğe kadar teşekkür ediyorum. Meyse Hanım, Kadıköy için (şu bizim ‘görmezler ülkesi’ için) son derece heyecan verici, değerli ve metaforik bir projeyi hakkıyla yürütüyor…
Sahicilikle
Zy
ayrıca bakınız:
1- “Sesli Kütüphaneler üzerine düşünceler:
https://evvel.org/sesli-kutuphaneler-uzerine2- “Livar” hakkında yazılan yazılar ve gerçekleştirilen söyleşiler:
https://zaferyalcinpinar.com/livarhakkinda.pdf3- Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan “Livar” başlıklı ilgiler:
https://evvel.org/ilgi/livar4- “Kelimenin Yüzü” adlı kitabım da Sesli Kütüphane’de yer alıyor:
https://evvel.org/sesli-kutuphanede-kelimenin-yuzu