(…)
Kültürel düşüncenin içinde bulunduğu zorunluluk, her şeye bir ad verme (ve bu suretle, daha o andan itibaren, nesnelerden sadece onları tamamen “doğalarından çıkaran” -özleri itibarıyla devingen ve değişken şeyleri sabit rakamlara, figürlere dönüştüren- yalancı bir dış görünüş yakalama) zorunluluğu, yalnızca sanat konusunda kendini göstermiyor. Daha sonra o verilen adların üzerine kurulan bütün yapıların sonuç olarak gereksizliğe, anlamsızlığa ve sapkınlığa varmasına neden olan bu zorunluluk, etik konusunda da, zihnin girdiği bütün diğer araştırma yollarında da rol oynuyor. Oralarda da aynı şekilde nesneyle taşıdığı ad arasında, yani içselliğinde yaşanan şeyle dışarıdan bakılan şey arasında, şeyi canlandıran devinimle verilmiş adın onu dönüştürdüğü yanıltıcı hareketsiz figür arasında bir kafa karışıklığı hüküm sürüyor. Elinde sözcük dağarında -yani kültürün ürettiği bir materyalden- başka araç bulunmayan yazarın, kültürden kurtulmak için ressama göre çok daha fazla zahmet çekmesine neden olan nokta da budur. Zira ressam kullandığı imleri sınırsızca değiştirebilir, şeylere yönelttiği yeni bakışı taşımaya daha elverişli yenilerini bulabilir; oysa yazarın elindeki sözcükler şeylere bir kez ve son kez kültür tarafından yöneltilmiş değişmez bir bakıştan doğmuş ağır ve kaba imlerdir; kültürün buyurduğundan başka her türlü bakış açısını dışlar, düşünceyi aynı açıyı benimsemeye zorlar, ve kendini yenilemesine engel olurlar. Herhalde bu nedendendir ki, yazarlar görsel sanatçılara oranla çok daha fazla kültüre bulanmış durumdalar, ve yenilik yapma özlemlerine, yaptıklarına dair inançlarına karşın, en orta malı yerleşik edebi geleneğe, uslu uslu, aynı nitelikte bir halkacık ilave etmekten fazlasını başaramıyorlar; buna karşılık, görsel sanatçılar şimdi onların çok önünde koşuyorlar. Kültürden azat olmak ve gençliğine tekrar kavuşmak için, düşüncenin sözcüklerden kurtulmaya ihtiyacı vardır.
(…)
Jean Dubuffet
“Boğucu Kültür”, Çev: İsmet Birkan, Dost Kitabevi, 2. Baskı, 2010, s.55-56