Nis
04
2010
0

Evrensel Müzisyen Charles Mingus (Max Harrison)

Charles Mingus (1964)

Fotoğraf: Guy Le Querrec

Nisan Dergisi’nin 1988’de yayımlanan 8. sayısında yer alan “Evrensel Müzisyen Charles Mingus” adlı yazıya https://zaferyalcinpinar.com/cmingus.jpg adresinden ulaşabilirsiniz. Yazıyı Max Harrison kaleme almış…

Nis
04
2010
0

Mingus’tan Mingus Üzerine…

“Başka bir deyişle, ben üç kişiyim. Biri ortada ilgisiz, devinimsiz, diğer ikisinin ne yaptığını ifade edebilmek için izliyor, bekliyor. İkinci kışi saldırılma korkusuyla, saldırandan korkmuş bir hayvan gibi. Sonra sevgidolu, ince biri var, insanları kendi varlığının en kutsal tapınağına çağıran, hakaretler ve güven alacak olan, okumadan sözleşme imzalayacak olan, ucuza ya da hiçbirşeye çalıştırılmak üzere susturulacak olan ve kendisine ne yapıldığının ayırdına vardığında, böylesine aptalca davrandığı için kendisi de içinde olmak üzere çevresindeki herşeyi öldürüp yokedecek olan. Ama yapamaz –geriye kendi içine döner.”

Charles Mingus
(Beneath  The Underdog’dan…)
Nisan Dergisi, 1988, Sayı:8

Nis
02
2010
0

“Jack Dejohnette ile Konuşma”

Nisan Dergisi‘nin 1988 yılında yayımlanan 8. sayısından; Jack Dejohnette ile konuşma… Cemil Türün’ün çevirdiği söyleşiye https://zaferyalcinpinar.com/dejohnettesoylesi.jpg adresinden ulaşabilirsiniz.

Hamiş: Nisan Dergisi’nden çeşitli çeviriler ve alıntılar, Nisan 2010 süresince Evvel Fanzin’de yer almaya devam edecektir. (Zy)

*

Nisan Dergisi’nin 1988’de yayımlanan 8. sayısının kapak görüntüsü.

Mar
30
2010
0

“Avantacular Press” ve Görsel Şiir Deneyimi

“Avantacular Press” taifesinin Görsel Şiirleri’nden…

Andrew Topel ve taifesinin “Avatacular Press” adlı girişimi, birçok Görsel Şiir deneyimini ve görsel şiir heveslisini bir araya getirdi. “A Flying Stone” adında bir derlemeyle benim de katıldığım projeye ait yapıtlara https://www.scribd.com/andrewtopel adresinden pdf formatında ulaşabilirsiniz. Projede yapıtları yer alan bazı sanatçıların isimleri şöyle; Edward Kulemin, Vernon Frazer, Satu Kaikkonen, Amanda Earl, Mike Cannell, Nicol a.  Kostic, Daniel F. Bradley, Jim Leftwich & Tim Gaze, Derek Beaulieu, John M. Bennett & Nico Vassilakis…

“Avatacular Press” taifesinin facebook grubu ise şu adreste bulunuyor: https://www.facebook.com/group.php?gid=227841054110

Mar
28
2010
0

Yazarlar ve Caz

Julio Cortázar, trompet çalarken…

*

Nisan Dergisi’nin 1984’te yayımlanan ilk sayısındaki “Yazarlar ve Caz” adlı yazıya https://zaferyalcinpinar.com/yazarlarvecaz.jpg adresinden ulaşabilirsiniz.

Michel Contat’ın bir önyazıyla derlediği ve Gila Parisian’ın Türkçeleştirdiği sayfalar arasında Paul Morand’ın, Julio Cortazar’ın, G.  Bataille’in, J. Cocteau’nun, James Baldwin’in ve Sartre’ın cazvari metinlerinden çeşitli alıntılar yer alıyor.

Mar
28
2010
0

“Nisan Dergisi” ve Sıkı Dergiler

Sessizlik suikastına ve “sessiz yığınların gölgesi”ne maruz kalan bazı “sımsıkı” dergiler vardır. Hakkında sımsıkı susulan bu sımsıkı dergilerin en güzel örnekleri 80’lerde ve 90’larda yayımlanmıştır. Araştırmalarım sonucunda, Tayfun Pirsemioğlu ile Serdar Işın’ın yayıma hazırladığı “Sokak”, Mehmet Güreli ve -gene- Serdar Işın’ın yayıma hazırladığı “Nisan”, Turgay Özen ile Ahmet Soysal’ın yayıma hazırladığı “Beyaz” adlı bu “sıkı” dergilerin sessizlik suikastına maruz kalan dergiler içerisinde en önemlileri olduğunu söyleyebilirim. Gerek kadro, gerek çeviri ve içerik dengesi, gerek işlediği konular, gerek yayımladığı şiirler, metinler, gerekse de grafik tasarım özellikleri açısından söz konusu dergilerin döneminde yayımlanan diğer dergilerden çok daha üstün ve “sahici” olduğu aşikârdır. (Bu üstünlükle doğru  orantılı olarak sessizlik suikastına maruz kalmışlardır zaten…) İşbu “sıkı” dergiler “haksızlığın sonsuz arsızlığı” olarak kavramlaştırabileceğimiz birçok olguya hâlâ maruz kalmaktadırlar. Örneğin, Mehmet Can Doğan,  1909-2008 yılları arasında yayımlanmış bazı dergileri incelerken Beyaz, Nisan, Sokak adlı dergileri -nedense!- “es” geçmiştir. 80’ler şiiri ya da dergileri üzerine kaleme alınmış, başlıklanmış ve  miktarı nerdeyse 10000’i bulmuş şunca “yazı, yazar, dergi, editör, soruşturma, söyleşi, dosya konusu”na ve bunların oluşturduğu cürufa baktığınızda da söz konusu “sıkı” dergilerin -bile bile- “es” geçildiğini fark edersiniz. 90’ların sonunda ve günümüzde yayımlanan, iktidar ya da gaddarlık karşıtı olduğunu iddia eden özgür neşriyatların da mevcut sessizlik suikastına paydaş olması, Nisan, Beyaz, Sokak gibi dergileri ele almaması, bu dergilerin fanzinler tarafından da “es” geçilmesi ilginçtir. (Bu durum beni, 2009’un sonunda, denizaltı edebiyatı bildirisine götürmüş, bırakmıştır.)
Şimdi, günümüzdeki fotoğraf böylesine amorflaşmış ve “sözde demokratik bir köylü kurnazlığı” çerçevesiyle süslenerek özel bir cehalet tipolojisine dönüşmüşken ve –ne yazık ki- “bir garabet oligarşisi atı alıp Üsküdar’a geçmişken”,  tüm bunlara karşı/rağmen, Nisan, Sokak, Beyaz gibi sıkı dergilerden söz etmek ve Evvel Fanzin kapsamında bu dergileri işaret etmek yerinde olacaktır. Aymazlar ayılsın diyedir, önümüzdeki günlerde (Nisan ayı boyunca) “Nisan Dergisi”nden birçok yazıyı ve çeviriyi Evvel Fanzin’e alıntılamayı doğru buluyorum.

Sahicilikle
Zafer Yalçınpınar

Mar
21
2010
0

Andrew Topel’in Görsel İşleri

“Andrew Topel’in görsel işlerinden örnekler…

*

Andrew Topel’le “Avantacular Press” platformu aracılığıyla tanışmış  ve bağlantı kurmuş olduk. Andrew Topel dünyaya doğru/karşın/rağmen sıkı görsel işler tasarlıyor ve icra ediyor… Topel’in işlerinin çoğunu  şu adresten inceleyebilirsiniz;  https://vviissiioonnss.blogspot.com

Mar
19
2010
0

Kuzgun Acar’ın İlk Yapıtı, Bir Yorum, Bir Soru ve İki Not!

Kuzgun Acar’ın ilk yapıtı olan “Palyaço”
(Ertel Ailesi Koleksiyonu’ndan…)

Kuzgun Acar’ın İlk Yapıtı, Bir Yorum, Bir Soru ve İki Not!

Grafik sanatımızın ünlü ismi Mengü Ertel ile Kuzgun Acar’ın yakın dostlukları İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde başlar ve Kuzgun Acar’ın göçüne kadar verimliliğini sürdürür.
Borges Defteri’inde yayınladığımız Kuzgun Acar yapıtı onun yaratıcı ellerinden çıkmış ilk heykelidir (Ertel ailesinin aktardığı bilgiler doğrultusunda).
Yapıt Kuzgun Acar tarafından Mengü Ertel’e hediye edilmiş ve şu an Ertel ailesinin koleksiyonunda özenle korunuyor. Kuzgun Acar’ın ilk yapıtı olarak gördüğümüz heykel üzerine çok şeyler yazılabilir, ilk bakışta bir yanılgıya sebebiyet vererek (ki yapıtın ilk çekim ve kuvvet noktasıdır) sanki Auguste Rodin’in ünlü yapıtı Burjuva Heykelleri’ne başka bir enlemden göndermeler taşıyor ama biraz daha dikkatli odaklandığımızda gitmemiz ve varmamız gereken menzili işaretliyor. Binlerce yıllık bir heykel geleneğinin zemininden yükselen yeni bir yaklaşım, kavrayışın habercisi gibi ona odaklanan gözlerin hafızasına yerleşiyor. Bu yapıtı Kuzgun Acar yapıtlarından ayıran nokta sadece malzeme kullanım farklılığı değil, bir gövdenin bütün olarak tüm antik heykel atölyelerine asimetrik bir vurgu yapmasıdır, söylenecek sözlerin, oluşabilecek anlam katmanlarının henüz sonuna gelinmediğini müjdeleyen çok önemli bir yapıttır. Bütün uygarlık katmanlarının arasından süzülerek modern zamanlardan insan ve varoluş sorununa karşı yanıt değil sorunun merkezi gibi duruyor.
Adeta Anadolu’nun bir başka Zümrüdü Ankası Rumi’nin dizesinden çıkıvermiş bir gövde görüntüsünde:
“Çok uzaklardan yürüyen bir adam gibiyim ben.
Çok uzaklardan geçen bir hayal gibi,
yok da sayılmam.. var olan bir şeyim ben..
şimdi, ben bensiz geleyim
sen ise
sensiz gel..”
Kuzgun Acar’ın bütün dönemleri ve yapıtlarının mihenk taşıdır gördüğümüz heykel. Firarı bir zaman diliminden akrep ve yelkovanın donuk anından, kor ve ateşte özenle kapatılan bir mektubu andırıyor. Başlanıp ama tamamlanmamış ve bir gün mutlaka tamamlanacak öznel ve dokunaklı öykünün ilk işaret taşıdır. Yapıtın kendisi kadar gölgesi ve ne kadar çok yaşlanıp ama hiç yaşamayan insan öyküsünü kendi sessiz bakışına kilitlemiş. Çığlıktan eser yok ve yaşarken hatta göçerken “tek başınayız” gibi bir ses de duymanız olası değil ama galiba o itinalı bakıştan ‘içimizdeki hayvanlara yazık ediyoruz’ gibi bir mana damlası suretimize konuyor..
meğerse “görüş” günümüz,kısmet bugüneymiş diye not düşüyoruz iç sayfalarımıza..
“ sen bizim tıpkımızsın ey can
-amma yaptın, dedi
O da ne demek?
Şu gördüklerin hep ben’im
-Yoksa, dedim, sen o musun?
Sus dedi, Sessiz ol
Benim ne olduğum dedi, dile gelmez.
-Öyleyse, sana dilsiz, dudaksız konuşan biri işte…”- Rumi

Kuzgun Acar’la, yapıtlarıyla dilsiz, dudaksız konuşmak gerek,
Sen ey temaşa sekisinde bekleyen varlık,
durma yine konuş onunla:
hoş geldin sevgili Kuzgun Acar’ımız..hoş geldin. ”

Cavit Mukaddes
18.03.2010-İstanbul

 

Borges Defteri’nden Önemli Not: Yapıtı hepimizle paylaşan Ertel ailesine ve özellikle Sn. Murat Ertel’e (Babazula Müzik grubundan) teşekkür ediyoruz. Murat beyin verdiği bilgilere göre Kuzgun Acar adına girişilecek bir müze oluşturma çabalarına bu çok önemli yapıtı bağışlayarak katkıda bulunmak istediklerini bildirdiler, bilgiyi sanat ortamımızla paylaşmayı uygun gördük. Son müzayede işleminde 22 Kuzun Acar yapıtını satın alan koleksiyon sahibine(kim-kimler olduğunu henüz bilmiyoruz???- bu da başka bir garabet) buradan duyurulur. Kalcı ve bu ülkenin gelmiş geçmiş en büyük heykel sanatçılarından birine karşı bir kez, sadece bir kez “ahde vefa” diyerek ve yaşadığı sürece uğradığı haksızlıklar ve göğüslediği onca acıyı az biraz kavrayarak ve hatta akla ve de insafa yakışacak biçimde onun adına ve ona yakışacak nihai adımın atılması (Kuzgun Acar Müzesi) sanat tarihimiz, gelecek kuşaklar adına düşünmemiz gereken en yaşamsal alanlardan bir tanesidir. Kuzgun Acar gibi dünya heykel sanatında kendine özgü yeri olan bir sanatçı bu devasa ve meçhul dağınıklığı asla ve asla hak etmiyor.
Herkesi duyarlılığa davet ediyoruz.
Ama en çok 22 Kuzgun Acar yapıtını haraç-mezat akçe uğruna feda edenlere sitem ediyoruz.
Sanki “başka” bir yaklaşım tarzı hiç yoktu, üstelik bunu kime karşı yaptılar? Hiç farkındalar mı?

Evvel Fanzin’den Önemli Not: İşbu yazı Borges Defteri‘nden alıntılanmıştır. Cavit Mukaddes’in işaret ettiklerini etimizde ve kanımızda hissettik! Katılıyoruz! Kuzgun Acar ve sanatı yıllarboyu araştırılacak ve incelenecek derinliktedir, önemdedir. Kuzgun Acar, bir denizaltıdır. Sıkı yontucu Kuzgun Acar’ın devrimci tiyatro için yarattığı masklar, sanat kâhyalarının veya sanat hamilerinin toplu fotoğraflarına hapsedilemez!

Şu sözleri herkes aklına mıhlasın:

“Kuzgun Acar gibi dünya heykel sanatında ‘sıkı’ yeri olan bir sanatçı bu devasa ve meçhul dağınıklığı asla ve asla hak etmiyor!”
“Herkesi -ayağa kalkarak- Kuzgun Acar’ın eserleri konusunda duyarlılığa ve haklılığın inadına davet ediyoruz!”
“22 Kuzgun Acar yapıtını haraç-mezat akçe uğruna feda edenlere ya da bu eserleri sanat kâhyalarının veya sanat hamilerinin toplu fotoğraflarına dahil edenlere sonsuz karşıyız!”

***

Kuzgun Acar’ın eserlerinin satışıyla ilgili olarak şu adreslere de ayrıca bakınız:

https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=2277

https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=2247

*

Mar
19
2010
0

“Sıcak Nal” değil o, Sıcak Mal!

Gözümüzden kaçtı sanılmasın diyedir:

Edebiyat kabzımalları için yeni bir mamül geliştirilmiş:  “Sıcak Nal” adında bir dergi… Artık bu numaraları kimse yemez! Sizin o “sıcak nal” adını dikişlediğiniz derginin gerçek adı “Sıcak Mal”dır.

Dr. Erdoğan Kul’un çağrışımıyla ve ortaklaşa olarak bir kez daha tekrar etmekte fayda var:

“Artık bu numaraları ve çürük malları kimse yemez. Edebiyat kâhyalığı ve kabzımallığı yolundaki enstrümanlarınızın yüzü ve adı eskidi. Meyve sepetindeki bir çürük meyve diğerlerini de çürüttü. Biliyoruz.  Şimdi, yeni paçavralarla eski çürükleri satmak, yeni dergi ayaklarıyla “insan yemlemek ya da sessizlik suikasti yapmak” istiyorsunuz. Çürütecek yeni meyve sepetlerinde yeni meyveler arıyorsunuz. Siz,  haksızlıkların ve liyakatsizliklerin “sonsuz arsızlık” türevindeki egemenliğisiniz. O cürufsunuz. Biz de size ayar veren “haklılığın inadı”yız. Biz yana yana yazarız ve yaza yaza yanarız. Siz ise yan yana, dizi dizi, halay halay oluşmuş yöntemli gaddarlığınızla iyiliği, saflığı, sahiciliği ve vicdan sahibi olanların vicdanını çürütürsünüz. ”

Bu sıcak nal/mal geyiği üzerine söyleyecek şundan başka bir şeyim yoktur: “Herkese nacizane tavsiyem, bu çürük malları yememeleridir, okumamalarıdır, çürümemeleridir”

Sahicilikle
Zafer Yalçınpınar

Mar
19
2010
0

Sergi: “3 LOKMA; Cins/Rad/Lakormis”

Cins / Rad / Lakormis

19 Mart-13 Nisan 2010
6:45 gram

kadife sok. no.10/2
Kadıköy, İstanbul

Facebook Etkinlik Bağlantısı:  https://www.facebook.com/event.php?eid=393537916578

Mar
17
2010
0

Walter Benjamin üzerine… (Suut Kemal Angı)

Hakikatin Derin Akustiği İçinde Şiirsel Algıya Kalan Uçucu Miras: Walter Benjamin… Suut Kemal Angı’nın kaleme aldığı ve Ussuz‘da yayımlanan “özel” yazıya aşağıdaki adresten ulaşabilirsiniz:
https://www.ussuz.com/2010/03/hakikatin-derin-akustigi-icinde-siirsel-algiya-kalan-ucucu-miras-walter-benjamin

Mar
17
2010
0

Çizgi Roman Klasikler, filan…

Karga Mecmua‘nın 35. sayısında, şu an popülerleşen çizgiromanlaşmış klasikler meselesi üzerine ufak bir beyanat vermiştik… Bu kısa beyanata  https://www.kargamecmua.org/?d=34,30,18 adresinden ulaşabilirsiniz.

Mar
17
2010
0
Mar
12
2010
0

Wittgenstein ve Mimarlık (Erhan A. Balkan)

“mimar.ist” dergisinin 2003’te yayımlanan 9. sayısında yer alan “Wittgenstein ve Mimarlık” adlı yazıya https://zaferyalcinpinar.com/wittvemimarlik.jpg adresinden ulaşabilirsiniz. İşbu inceleme yazısını Prof. Dr. Erhan A. Balkan kaleme almış…

Mar
09
2010
0

491’e İKİ!

491‘e İKİ!

İNECEK KALMASIN…

Bkz: https://zaferyalcinpinar.com/491iki.pdf

*

Yokoluşlarının ağıtını yazan o kifayetsiz muhterislerle senin ilgilenmeyişinin 2010’daki  yüzüdür 491
DÖRTDOKUZBİR “Evvel Fanzin” cakasıdır ve Kadıköy tribidir.

491‘in tüm sayılarını https://zaferyalcinpinar.com/491.html adresinden indirebilirsiniz.

E-posta: dortdokuzbir@gmail.com

Mar
06
2010
0

Yıllık Geyiği

Şu edebiyat yıllığı ve antoloji geyikleri -kurulmuş birer işkence düzeneği gibi- her yıl tekrarlanmak zorunda mı? “Yıllık” denen şeyin -ki aslında bizim memleketteki haliyle, minik sahtekârların büyük seçkisinin- uygulamaya konulduğu senelerden (1940’lardan) beri hazırlayanları tarafından bir “üleştiri” ve “yapay saygınlık” enstrümanı olarak kullanıldığı bilinmiyor mu? (Ne yazık ki tarihin salınımında yer alan birkaç istisna, bu “kötü kural”ı bozmaya yetmemiştir.)
Yeni Sinsiyet’in üssel bir hızla sosyolojik olarak kavramlaştığı şu günlerde, yıllık denen şeylerin, “sessizlik suikastı” ya da bunun diğer ucu, tersi olarak “insan yemleme” bazlı bir “yöntemli kötülük” çerçevesinde hazırlandığı hâlâ anlaşılmadı mı? Sözde yıllıklarda oluşan o “halay takımları”nın ve yıllığı hazırlayan o halaybaşı ya da subaşı zevatların “haysiyet ve şahsiyet” diye bir şeyden haberleri olmadığı belirgin, yani o halayın kendisi gibi, yıllığın kendisi gibi, kısacası nal gibi ortada değil mi? Diğer mutat zevatlar da böylesine bir “vasatlık kolyesi”nin içerisinde, dizgesinde yer almaktan özel bir zevk alıyorlar ya da bunda halayvari bir uyum mu hissediyorlar, anlayamıyorum… Her sene her sene, şunları tekrar etmek, söylemek zorunda mıyım;
“Edebiyat yıllıkları” denen şeyler iktidar hırsının endüstriyel kasaplık zaaflarından, mezbaha kurmak zaaflarından biridir. (Üstelik bu enstrümanlar iktidar için diğer enstrümanlara -şiir ödüllerine, şair anmalarına, gezilere, etkinliklere vs- göre daha masrafsız ve ekonomiktirler, senede bir kez icra edilirler, kurulurlar ve bir şeylere ek olarak dağılırlar.) Günümüzde yayımlanan yıllık seçkilerin tümü, Türk Şiiri alanındaki irticai dezenformasyonun belgeleri olmaktan başka bir işe yaramıyor. Bu yıllıklar her alandaki “Gerçeklik Terörü”nün yani yapay bağlamlarla oluşmuş “derin bir gericiliğin” edebiyat alanındaki uzantılarıdır. Ve inanın ki hazırlayanların “dilbilimsel ve göstergebilimsel ilkellik ile fikir kelliği” doğrultusundaki kâhyalıklarından, “irtica paydaşlığı” yolundaki dirsek temaslarından başka “ortak bir söylemleri” de yoktur. Benim gözümde, tabii ki, bardak altlıklarıdır.

İşbu “minik sahtekârların büyük seçkileri”nden medet umanlara ve şiirini bu mezbahalarda “teyit” ettirmeye, “kayıt” altına aldırmaya çalışanlara bu işten vazgeçmelerini tavsiye ederim. Çünkü o mezbahalardan akan sadece sizin kanınız değildir; eşanlı olarak “yaşamın ve canlılığın” kanıdır… Bu yıllıklara, bu mezbaha bileşkelerine ve düzeneklerine isimlerini bulaştırmamayı başarmış, bunlardan sakınmış olanlara ve “genç şair” denen profile de şu uyarıda bulunmak zorundayım: “Her seferinde, her yıl direkten döndünüz ve dikkatli olun! O kasaplar her an sizi de çeşitli yemler kullanarak ve çaktırmadan ve nazikçe sözkonusu mezbahaya davet edebilirler! Yani seçilebilirsiniz…”
Zamanında, Dr. Erdoğan Kul’un sorduğu şu sıkı soruları ve aşağıdaki metnini hatırlayarak bu seneki “Yıllık Geyiği”ni sonlandıralım:

“Yakın tarihimize eleştirel ve nesnel bir gözle bakmaya çalıştığımızda hemen karşımıza çıkan o sonu gelmez rezaletler silsilesi insanı biraz da ürkütür; “bunca pisliği çözümlemek ve bir ölçüde de ayıklamaya çalışmak, belki o yakın tarihin kendisinden bile uzun bir süreyi gerektirecek” diye… “Edebiyat dünyamız” denilen (hangi “biz”) çarpıklıklar sahnesi ise çooook uzun bir konu; özetlenmesi bile ayrı bir baş belası!
Konuyu daraltarak, en özde birkaç noktaya değinmeye çalışalım? Örneğin, rahmetli M.H.D. özelinde birkaç küçük sorudan yola çıkabiliriz.
1. Kendisi, eleştiri tarihimize hangi kuramı/kuramları kazandırmış ya da hangi kurama/kuramlara yeni bir açılım getirmiştir? Ona borçlu olduğumuz kaç tane “eleştiri terimi” vardır? Eleştiri yönteminde işlevsel ve vazgeçilmez olan ne gibi özellikler vardır?
2. “Yıllık” ne demektir? “Seçki”den farkı nedir? Hazırladığı çalışmaya “yıllık” adını veren ama önsözde vs. bunun aslında bir tür “seçki” olduğunu belirten bir kişi, bilerek ve isteyerek yanlış sözcük seçmekte değil midir? Bu, çağrışımsal anlamı ve tarihsel işlevi bakımından taşıdığı önem derecesi (belge, birinci el başvuru kaynağı olma vb.) nedeniyle “yıllık” sözcüğünün gaspı, işgali, istismarı değil midir? Bundaki niyet, “öznel”liğini “nesnellik” haline getirme çabasından başka neyi gösterir? Böylesi bir eylemin sahibi, yaptığını meşru görebilmek ve gösterebilmek için hangi sosyo-psikolojik durumdan ve hangi çevrelerden güç almaktadır?
3. Yukarıda dile getirdiğimiz çarpıklık, kısa sürede türevlerini oluşturmuş mudur? Aynı sözcük gaspı ve istismarıyla sıra sıra ardılları gelmeye başlamış mıdır, başlamamış mıdır? Yıllıkçılık, bir tür yetkelik yarışına dönüşmüş müdür? Kavramlar/terimler bu biçimde kirletilirken, ilkeler, ölçütler de edebi ve düşünsel zeminden finansal zemine kaymış mıdır?
4. Yıllık adıyla seçki hazırlayanlar, “seçki”nin nasıl olması gerektiği konusunda bir ön çalışma yapma gereği duymakta mıdırlar? Duymuyorlarsa, sebebi nedir? Bu kişiler arasında, örneğin Kenan Akyüz’ün “Batı Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi” gibi bir çalışma ortaya koyabilecek düzeyde, sabırda ve yeterlilikte kimseler de var mıdır? Yoksa, neden? Varsa, kim(ler)?
Bu sorular uzar gider… “Edebiyat dünyamız” denilen ve Türkiye’de bir “aile şirketi”ne dönüştürülmeye çalışılan şu menem şeye de biraz göz atmak gerekir. Yukarıda söylediklerimiz o garabet sahnesinden tümüyle soyutlanamaz elbette; ama bir ölçüde ayrı bir “vakıa” gibi düşünülmeyi de gerektiriyor. Şu sorulara, edebiyatla azıcık ilgilenmiş herkes aşağı yukarı aynı yanıtı verecektir? Farklı yanıt sahipleri sadece ikiyüzlülüklerini ortaya koyarlar…
1. Ülkemizde yayımlanmakta olan edebiyat dergilerinde kim(ler), hangi ilkelere göre, nasıl bir yayın politikası izlemektedirler? Yazı ya da şiir yayımlamakta keyfilik, kişisel ilişkiler ön planda mıdır, değil midir? Bu kişilerin saygınlıkları “tartışmalı” mıdır, yoksa bunlar hem sütten çıkmış ak kaşık hem de Türk ve dünya edebiyatı için vazgeçilmez kişiler midir?
2. Edebiyat dünyasında “sıradışı” ve “yeni” olana bakış nasıldır? Bir tür gelenekçilik var mıdır, yok mudur? Varsa, bu kimler tarafından, nasıl ve hangi maskeler altında oluşturulmuştur?
3. Edebiyat dünyasının dokunulmazları, putları, totemleri var mıdır? Kimlerdir bunlar, ortak paydaları nelerdir?
4. Türkiye’de eğer Blanchot-vari, Bataille-vari, Artaud-vari metinlere rastlanamıyorsa, bunun nedeni ülkemiz insanlarının zekâ noksanları, okuma ve anlama sorunları, genetik engelleri midir; yoksa bu ülkede bu tür insanların daha ortaya çıkmadan önlerini kesen bir çeteler topluluğu mu vardır? Bunlar kimlerdir ve nasıl bir düzenle çalışırlar?”

Mar
04
2010
0

Kötü Edebiyat Nedir? (Ahmet Soysal)

ece ayhan kitapçığımla (A’dan Z’ye Ece Ayhan-YKY)  ilgili özdemir ince ve hilmi yavuz’un, kitapçığın kapsamını aşıp, ece ayhan’ın kişiliğine ve şiirine yönelik saldırılarını okuduk. kitapçık, büyük bir kini yeniden açığa çıkarmış oldu, bu bakımdan yararlı oldu, kimin ne olduğunu bir kez daha gösterdi. edebiyat ve basın dünyasındaki “önemleri”, bazı dergilerde ve gazetelerde kapladıkları yerden ibaret olan iki “edebiyatçı”, edebiyat tarihinde çok sık görüldüğü biçimde, birkaç kuşaktır gençliğin, aydınların, yenilikçi sanatçıların çok büyük bölümünün önem bakımından en üst sıraya koydukları bir yazara çullandılar.
bu bir sefalet ve aynı zamanda büyük bir cürettir. sanırım, kinlerinin heyecanıyla ne yaptıklarının farkına tam varmadılar ve artık toparlanmaları için çok geç. böylece kendi oyunlarına gelip rezil oldular. korkarım, yıllar sonra bir tek bu sefalet ve cüret taşkınlığıyla anımsanacaklardır, tıpkı, örneğin, vaktiyle kötülük çiçekleri’nin berbat bir yapıt olduğunu çığıran edebiyat sefilleri gibi!
böylelerinin karşısında ece ayhan’ı ve kendimi savunacak değilim. sadece, bu saldırılara tanık olan okurlara bir iki aydınlatma yapabilirim, bunun yararı da olur kanısındayım. bu aydınlatmalar zaten malum olanın altını çizmekten öteye gitmeyecektir.
1. bu tür “edebiyatçılar”, bir takım iktidarlar edinmeyi kollarlar, ve bunun için de bazı iktidarlara yaslanmayı. bu bir vakıf olabilir, bir holding olabilir, örneğin. zamana göre kolaylıkla saf değiştirdikleri görülür. örneğin, poesium zamanında hilmi yavuz sosyal-demokrat’tı; yanılmıyorsam, özdemir ince de o zamanlar ve eskiden marksistlik filan taslıyordu – ta ki bugün amerikancı basında işgal savunuculuğu rolüne soyununa kadar! bu tür ilişkilere sığınacaksın, sonra da ece ayhan’a saldıracaksın, hem de onun kurumsal geçmişini anımsatmak yoluyla! peki, hangi yoksul ve mütevazi kökenli yazar 50’li, 60’lı yıllarda, devlet memurluğu yapmadı, yaşamak için? bu, onların devlet’in o zamanki durumuyla barışık olduğunu mu gösterir? bu sefil akıl yürütmeye demagoji bile denmez.
2. ece ayhan’ı mahkum etmek, ikinci yeni’yi mahkum etmektir. sen kim oluyorsun, hilmi yavuz, ikinci yeni’yi mahkum ediyorsun? ece ayhan, ikinci yeni’nin merkezindedir, ve bu gerçeğin bilincine ilk önce ikinci yeni sahip olmuştur, sonra da bu akımla ilgilenenlerin hepsi!
3. kitapçıkta, poesium olayını bir kötülük örneği olarak gösteriyorum ve “…onun canını çok sıkmıştı” diyorum. özdemir ince ve hilmi yavuz bu noktada gevezeliklerine bir vesile daha buluyorlar. ece ayhan, tepkisini son şiirler’de yer alan bir sivil şairin ölümü dizisinin birinci düzyazı şiirinde dile getirmişti. ece ayhan, elbette ki, hiçbir değer vermediği iki “edebiyatçının” kendisini bir toplantıya çağırmamasına üzülecek biri değildi. ama işte gerçek şu ki kendi adına üzülmedi. mayıs 1991’de turgut uyar, edip cansever, cemal süreya ölmüş bulunuyordu. ikinci yeni’den bir tek kendisi, ece ayhan, ve ilhan berk hayattaydı. tabii, sezai karakoç da vardı, ama o çağrılmıştı ve gitmedi. ece ayhan’ın çağrılmayışı, ikinci yeni’nin toplantıda yer almadığı ve dışlandığı anlamını taşıyordu. bir tek ilhan berk yetemezdi, ve ece ayhan da aslında, ilhan berk’ten, toplantıya katılmamasını bekledi. katılacağını duyunca da içerledi. kitapçıkta anlattığım gibi ilhan berk’in toplantıdaki onurlu tepkisi o zamanlar örtbas edildi.
yeteneksiz ama “iddialı” “edebiyatçılar”, başta da söylediğim gibi, hep iktidarlara yaslanarak kendilerine bir yer edinmeye çalışmışlardır. onları ayakta tutan, oportünist refleksleri ve hesapları olmuştur hep. yapıtları değilse bile isimleri bilinir bu sayede. o dönemdeki iktidarın bir bileşkeni sosyal-demokrasi ve sosyal-demokrat istanbul belediyesi’ydi. işte ece ayhan’ı üzen diğer bir nokta, kendisini kaale alacağını ve kültür ile bağlantısı bulunduğunu bir dereceye kadar umduğu sosyal-demokrat iktidarın kendisini unutmasıydı! bu iktidar müdahale etse, oportünistler, tabiatları gereği, bunu kabulleniverirlerdi.
4. hilmi yavuz, “benim ölü’m değildi” diyerek, ece ayhan’ın arkasından konuşma hakkının olduğunu savunuyor. hadis filan yorumlamaya kalkıyor. hayatında o kadar çok rol değiştirirsen, sonunda tam çuvallarsın. müslümanlıkta, “senin ölü’n, benim ölü’m” olmadığını en sade müslüman bile biliyor. cenaze geçerken ayağa kalkılmaz mı? sahibini bilmediği, tanımadığı bir mezarın önünde de dua etmez mi hakiki müslüman? ne hafif yorumlar yapıyorsun, böyle! bari, bu konuda lagaluga yapma! beni şaşırtan, gerçek müslümanların böylelerinden kuşku duymamaları! ölünün arkasından konuşmak sadece ahlaksızlık değil, günahtır da – eğer inanıyorsan, ve müslümansan! çünkü lale müldür haklı, sen edebiyat eleştirisi filan yapmıyorsun, ölmüş olan ve kendini savunamayacak durumda birine tükürüyorsun, hayatını ve varlığını aşağılamaya çalışıyorsun! hadisleri kinine alet ediyorsun! bu sadece müslümanlıkta değil, bütün dinlerde ve bütün ahlaklarda bir insanlık suçudur.
5. bunlar gevezelikleri süresince vardırlar. polemikleri severler çünkü polemikler yokluğun kıpırdayarak dikkat çektiği anlardır.
6. özdemir ince’nin bana kokmuş balgam kıvamında yönelttiği küfürlere gelince… birazdan sana o balgamını öyle bir şekilde içireceğim ki herkesin gözü ve kulağı ile kim olduğunu anlayacaksın!
7. madem, başlıkta “kötü edebiyat” deyimini kullandım, ille de söylettiler (her kin bir çöküştür ve her çöküşte mazoşizm vardır), bunu örneklendireceğim, hem de “şairlerimizin” son yapıtlarından iki örnekle!
birinci örnek:
(…)
dağ yitiyor, ay seçilmez oldu, su battı;
şimdi sahiden her şey bir yorum;
o kadar hüzündüm ki, büzüldüm
ve artık kendimle örtüşmüyorum…
(…)

hilmi yavuz, yolculuk şiirleri, s.28, can yayınları, 2001

ikinci örnek:

geceleri anlıyorum
bir gök cismi olmadığımı,
hiçbir gezegenlik yok

yeni bir duruşum yok
güneşin eski yörüngesinde

gündüzleri hayat daha kolay:
arılar, sinekler, kelebekler,
kanatlılar, uçarlar.
(…)
özdemir ince, ot hızı, s.78, adam yayınları, 2002

işte kötülüğünüzün balgamlı şerbetini herkesin gözü ve kulağı önünde böyle içirirler size!

8. bu şiirleri, eğer ilgilenenler varsa, ve bu çirkinliklerden sonra da kaldıysa, eleştirmenlerin ve okurların yorumuna açmak isterim. özellikle hilmi yavuz’un “büzülmesi” olayının aydınlatılması belli bir önem taşıyabilir, bir edebiyat psikanalizi açısından. bir özne ki “hüzün” olduğu için “büzülüyor”, sonra da kendisiyle “örtüşmüyor”! bunun sonsuz yanıtı, aslında, belki de ikinci dizede: “şimdi sahiden her şey bir yorum”. evet, bundan sonra, her şey okurun yorumuna kalıyor! hilmi yavuz niçin “büzüldü”? edebiyat tarihimizin yeni sorusu olarak soruyorum bunu!
özdemir ince’ye gelince… “gök cismi” olmadığın kesin de, ne cismi olduğunu söyleyebilseydin! “yeni bir duruşum yok” diyorsun! her zamanki duruşun da neymiş acaba? sen de mi bunu yoruma bırakıyorsun? yoksa sineklerle mi özdeşleşiyorsun, gündüzleri?…

Ahmet Soysal
Akşam-Lık Dergisi- 2003

(İşbu metin ekşisözlük’ten alıntılanmıştır. Bkz: https://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=k%C3%B6t%C3%BC%20edebiyat%20nedir )

Mar
01
2010
1

Söyleşi: “Kömürün elmasa dönüşmesi üzerine…”

Kömürün elmasa dönüşmesi üzerine, Deniz Fidan sordu, ben de cevapladım;

—–

KÖMÜRÜN ELMASA DÖNÜŞMESİ ÜZERİNE… (1 Mart 2010)

Deniz Fidan: __Ahmet Orhan, Poelitika’daki yazısında, Ece Ayhan’ın  ‘Çok Eski Adıyladır’ kitabında “iktidarın olmadığı bir yeryüzü imgesi barındırmadığını” söylüyor. Oysa, en belirgin olarak “Devlet ve Tabiat”ta, iktidar kavramına olan dışlayıcı bakışı fark edebiliyoruz. Sizce, eğer varsa, bu değişimin sebebini Ece Ayhan’ın şiir ve sanat çevresiyle yaşadığı olumsuzluklara mı bağlamamız gerekir?

Zafer Yalçınpınar: Soruyu “Ece Ayhan’ın iktidar karşıtlığı nasıldır?” şeklinde ele almak gerek. Şimdi, her şeyden önce, Ece Ayhan’ın mülkiye mezunu olduğunu unutmayalım. Yani istesek de istemesek de bir “devlet adamı” eğitimi almış. İktidar ve devlet yapısını, rol modellerini, devlet retoriğini, sınıfsal yapıyı ve diğer bileşkeleri, enstrümanları filan biliyor. Hatta sınıf arkadaşlarından daha iyi biliyor. Çünkü onlardan daha meraklı; sezgileri ve hakikat ile haklılık yolundaki inadı daha kuvvetli… Eğitiminin ardından pratiğe ya da uygulamaya geçecek imkâna da ulaşıyor. Yani bir mülki amir -kaymakam- olarak altı sene kadar görev yapıyor.  Tüm bu yaşantılar “devlet ve iktidar” denen şeyi hem kuramsal hem de uygulamalı olarak çok iyi tanımasını sağlıyor. Belki de “iktidar”a maruz kalmaktan ya da “iktidar” uygulamaktan tiksiniyor. Bu tanıma süreci, Ece Ayhan’ı diğer her şeyden çok daha fazla olarak bir “iktidar karşıtı” yapmış olabilir. Sonuçta, sıradan ya da alışılmış bir iktidar karşıtı, aslında, neye karşı olduğunu yani “iktidar” denen şeyi Ece Ayhan’dan daha iyi bilemez. Koşutlamayı genişletirsek, o senin bahsettiğin şiir ve sanat çevresi filan da daha iyi bilemez. Birkaç kişiyi saymazsak, o şiir ve sanat çevresi gerçekte Ece Ayhan’ın dostu değil. Sadece Ece Ayhan’a hayran olmuşlar, ondan etkilenmişler filan… Bunları bir kenara bırakırsak Ece Ayhan, “topluluk” denen şeyin topluma dönüşmesini çok istiyor. Asıl amacı ve beklentisi budur. Ama gün geçtikçe özde bunun gerçekleşmediğini, gerçekleşmeyeceğini görüyor. Gün geçtikçe toplum refleksleri göstermeyen, hatta mevcut özelliklerini de kaybeden bir toplulukla karşı karşıya kaldığına inanıyor. Öyle de… Ece Ayhan’ın düşündüğü, kafasında kurduğu “insanlık” ve “insan olmak” başka türlü… Kısacası, hayal kırıklığına uğruyor Ece Ayhan… Bu topluluğun sahiciliğe ulaşamayacağını, “insanlığa” ulaşamayacağını düşünüyor. Karamsarlaşıyor… Zamanla, karamsarlık alaya dönüşüyor. Ardından da çok büyük bir tarihsel hesaplaşmaya ve haklılığın inadına dönüşüyor. Durum bundan ibaret aslında… Sonuçta, Çok Eski Adıyladır’da Ece Ayhan’ın bir düşünsel değişikliğe uğradığını sanmıyorum. Ama derinleşmiştir Ece ve bence Çok Eski Adıyladır adlı kitabında E.M. Cioran’ın şu sözlerinin tarihçesini yazıyor gibidir; “Hükmetmek bir zevk ve bir zaaftır. Şeytan, iktidar hırsı olan bir melekti sadece. İktidarı arzulamak insanlığın uğradığı en büyük lanettir.”

D.F.: Ece Ayhan’ın “akkor”luğunun üstünde önemle duruyorsunuz. Ayhan akkorluğunu nasıl ifade etti?

Z.Y.: Ece Ayhan, “Ben karamsarım. Ama benim karamsarlığım akkordur” der. Bunu yaşamıyla ortaya koymuştur. Başına gelen binlerce olay, umutsuzluk,  onun inadına inat katmıştır. Olumsuzluklar onu karakter aşınmasına uğratacağına, kendisinden uzaklaştıracağına, aksine, Ece Ayhan’ın kendisiyle yanmasına neden olmuştur… Neyse o olmuştur Ece… Kendisinden, özünden,  doğrularından, şüphelerinden, kök nedenler arayışından, bildiklerinden, bulduklarından, sezdiklerinden, anlam arayışından kısacası sahiciliğinden hiç dönmemiş, aksine derinleşmiş ve sürekli olarak boyayı kazımaya çalışmıştır. Kapkara bir boyayla uğraşmış ve boyayı her kazıdığında daha da kara ve daha da zorlu bir boyayla karşılaşmıştır. Uğraştığı “kara” Ece’nin eline gözüne bulaşmıştır hep… Ama boyayı kazımaya devam etmiştir. Bu durum bir “karşıtlık” –kontrast- yaratıyor. Ve karşıtlık her zaman parlar. Örtüleri sevmez Ece Ayhan… Ece Ayhan’ın hayatı, zihninde, çok derin bir yerde “kömürün elmasa dönüşmesinin eczası ya da kimyası olarak şiir” düşünmekle, tasarlamakla, yazmakla ve araştırmakla geçmiştir. Bu büyük deneyin belli aşamalarında başarılı olduğunu da söyleyebiliriz. Akkorluk, işte, Ece Ayhan’ın kömürden  dönüştürmeye çalıştığı o elmasın akkorluğudur.  Kazıdığı boyalardır.

D.F.: Kitaplarınızda şairden “Ayhan Çağlar” diye bahsediyorsunuz, bunun sebebi nedir?

Z.Y.: Öncelikle, Ece Ayhan, 1950-55 döneminde dergilerde yayımladığı ve yayımlayamadığı şiirleri “E. Ayhan Çağlar” olarak imzalamış. O şiirlerin çoğu şu an baskısı bulunan “Bütün Yort Savular” adlı toplu şiirler kitabında yer almıyor. Örneğin,  “Selanik”, İnfanta”, “İnsanların Kötüsü”, “Boşluktaki Aptal”, “Takma Göz” adlı şiirler bu kitapta yok. Ve bu şiirler o  tarihte yani Ece Ayhan’ın hayatının ve şiirinin başında, onun  dünyayı nasıl gördüğüyle ilgili çok önemli ipuçları taşıyorlar. Ece Ayhan şiirinin ipuçları orada… Bir de “Ece Ayhan” ismi gereğinden fazla kent efsanesi ile ilişkilendirildi. Bundan sıyrılmanın yolu da ona sivil bir “Ayhan Çağlar” olarak bakmak, öyle araştırmak… Anlayan anlamıştır bu söylediğimi…

D.F.: Ece Ayhan’ın devlet memurluğundan ayrılma sebebine ilişkin bulanıklık hala sürüyor. Bugün, araştırmalarınızdan elde ettiğiniz sonuç nedir?

Z.Y.: Bu konuda bütünsel bir sonuca varamadım. Daha doğrusu vardığım noktayı belgelendiremedim henüz… Ece Ayhan kendisine “komplo” kurulduğunu söylüyor. Erdoğan Alkan’ın açıklamalarından bu sonuç çıkıyor… Bir de o dönemde, yani 66’da, Ece Ayhan’ın görev yaptığı bölgede halkevi başkanı olarak çalışan biri var; Abdürrahim Sercan. Onun bu konuda anlattıkları da çok ilginç… Sercan, görevli olduğu bölgede, Kaymakam Ece Ayhan’ın  bir tarikatın üzerine çok gittiğini, tarikata çok sert yüklendiğini ve bu yüzden de Ece’nin bir “komplo”yla alaşağı edildiğini iddia ediyor. Hatta o tarihlerde yerel gazetelerden birinde bu durumun haber olarak yayımlandığını da söylüyor. Ama henüz gazeteye ulaşamadık. Bir ulaşsak…
Ama sonuçta, sanıyorum, Ece Ayhan da devlet memurluğundan filan sıkılmıştı. Asıl neden bu galiba…

D.F.: Günümüz Türkçe şiirinin içinde yer alan bir şair olarak, Ece Ayhan’ın, güncel Türkçe şiire olan etkisini nasıl görüyorsunuz?

Z.Y.: Olumsuz tarafından bakarsak, Ece Ayhan gibi olmak isteyen ve şiir dilini körü körüne kırmaya çalışan bir sürü “ıskarta” ve “kopya” zevat doldu etrafa… Oysa ki Ece Ayhan şiir dilini körü körüne kırmamıştır ve onun şiirde yaptığı değişim “keyfi” değildir. Ece Ayhan’da farklı birikimler ve karşıtlıklar var, zaten önceki sorularında bunları anlatmaya çalıştım. Herneyse… Bahsettiğim bu kötü kopyalar ve ıskartalar ikide bir ağızlarına “Ece Ayhan” ismini doluyorlar… Bu durum Ece Ayhan’ın isminde ve şiirinde deformasyon yaratıyor. Bazı yeniyetmeler bu mutat zevatlara inanıyor filan… Yani olmadık şeylerle ve yapay bağlamlarla Ece Ayhan’ın ilişkilendirilmesi gibi büyük bir dezenformasyon tehlikesi, numarası var ortada… O yüzden bu ıskarta zevatlardan ve kifayetsiz muhterislerden tiksiniyorum.
Artık, geleceğin şiirinin, yani yeni, farklı, sıkı ve sivil şiirin bütünüyle ikinci yeni akımının devamı olarak vücut bulacağını da düşünmüyorum. İkinci Yeni’den sadece İlhan Berk ile Ece Ayhan’ın şiirinin geleceğe uzandığını, uzanacağını sanıyorum. Yani kısacası, bana sorarsanız, Ece Ayhan, Türkçe şiire evrensel bir gelecek ve tarihsel bir sahicilik sağlamıştır, diyebiliriz. Bir de tabii o kazınmış boyaları ve kömürün elmasa dönüşmesi eğretilemesini de aklımızdan çıkarmamamız gerekiyor…

Şub
26
2010
0

Söyleşi: “Durma, durdukça sıra sana gelecek!”

(…)uzlaşma, konsensus kavramları küresel kültürün-hayat tarzının temel değerleri haline geldi. (…) müzakereyi temel alan bu kültür geliştikçe, insan var oluşunun uysallık eğilimi artıyor. Gündelik hayatın sunduğu her seçenek, sistem içi rol modelleri arasından -güya- “özgürce” seçim yapmak üzerine kurulu. Oysa insanoğlu verili düzenekler içinde seçim yaptıkça köleliliği daha da artıyor. Dünya ile, uygarlık ile, insan ile kökten hesaplaşmayı, yalnız kalmayı göze almayan her üretim ya da varoluş, sistemi güçlendirmekten başka işe yaramayacak. Bu yüzden kötümserliğimizi örgütlemek zorundayız.(…)

Söyleşinin devamı için bkz: https://www.yapi.com.tr/Haberler/durma-harekete-gec_76874.html

Şub
25
2010
0

“conscience onirique”

Kıymetleri mukayese etmenin tamamile aleyhinde olmakla beraber, herhalde bir itiyat neticesi, Sait Faik’i okuduğum ecnebi muharrirlerden bazısına benzetmek istemişimdir. Buna rağmen doğrusunu söyliyeyim, neticede onu hiç kimseye benzetemedim. Sait Faik kendi ismi içinde mahsur kalacaktır. Hele bizde son zamanlarda onun bazı “rate” taklitleri türemekle beraber muhakkak ne kendisinden evvel ve ne de sonra ona yakın kimse gelmedi.
Sait, uyuşuk ve donuk gibi görünen bir kalıp içinde korkunç bedbinlikler ve acı bir melal taşır. Bununla beraber kayıtsız görünmek ister.
Sait Faik’in nüvelerinde yalnız insanlar değil, kediler bile “morbide” bir yaradılıştadır, buna rağmen o, bu şahsiyetlerin maraziliklerini göstermeğe, çalışmaz; onlar kendi kendilerini gösterirler, tahlil ederler. Sait Faik, yazdığı şeylerle alâkası yokmuş gibi durur, halbuki bütün yazılan münhasıran kendisini anlatır. O, bir “conscience onirique” içinde, daima rüya gören bir adam gibidir. Onun en çok sevdiğim tarafı da için için kendisiyle alay etmesidir (Şehri Unutan Adam) da, (Ölü) de koyu bir “spleen” İçinde bunalmış, şaşkın, muztarip bir Sait Faik vardır; bununla beraber kendinin bu haliyle alay eden bir Sait Faik..
Bazı muharrirler vardır ki yazılarını sevip okumuşumdur ve geçip gitmişimdir; halbuki Sait Faik’in okuduğum hikâyeleri daima tesirini duyduğum müstesna şeylerdir.

Asaf Halet Çelebi
Küllük Dergisi, Sayı:1, 1940

Şub
21
2010
0

“491”

*

491

Yokoluşlarının ağıtını yazan o kifayetsiz muhterislerle senin ilgilenmeyişinin 2010’daki  yüzüdür 491
DÖRTDOKUZBİR “Evvel Fanzin” cakasıdır ve Kadıköy tribidir.
491‘i https://zaferyalcinpinar.com/491.pdf adresinden indirebilirsiniz.

E-posta: dortdokuzbir@gmail.com

Sahicilikle/ Zafer Yalçınpınar

Şub
20
2010
0

Francis Picabia ve “391” ve bir ihtimal “491”

Francis Martinez Picabia hakkında çeşitli bilgilere ve 1917’de yayımlamaya başladığı “391” adlı derginin görüntülerine https://zaferyalcinpinar.com/picabia391.pdf adresinden ulaşabilirsiniz.

Duygusal Hamiş:
Bu karanlık, döneklik, arsızlık ve retorik dolu ikibinlerde “insan” olanın (insan olarak kalmayı başarabilenin) içinden  “491” adlı sıkı bir neşriyat çıkarmak geliyor. Ama işte, bu neşriyata -her anlamda ve görüngüde-destek olacak o sıkı taife nerde, hangi işlerle veya işsizliklerle uğraşıyorlar? İşimize ya da işsizliğimize değil de göğe bakacaktık hani? Kimbilir, belki yarın, belki de seneye…
Sonuçta, gelmeyecek olanı çağırıyorum;
“Ey 491! Ben burdayım, sen nerdesin?”
Hâlâ bekliyoruz ki zaten bekleyelim ve görelim, neler olacak…

Zafer Yalçınpınar

Şub
16
2010
0

Antonin Artaud’un Senaryoları

Artaud’un kaleme aldığı “Moğolistan Sınırındaki İki Ulus” ve “18 Saniye” adlı iki senaryoya https://zaferyalcinpinar.com/artaudsenaryo.jpg adresinden ulaşabilirsiniz. Uğur Ün’ün çevirdiği senaryolar Gergedan Dergisi’nin “Gerçeküstücülük Özel Sayısı(1987-6)”nda yayımlanmıştır.

Powered by WordPress | Theme: Aeros 2.0 by TheBuckmaker.com