Tem
12
2006
0

Olmazsan hapı yutarsın

Hemen anlaşılmayabilirsin, göze alacaksın. Çoğunluk her zaman başlangıçta yanılabilir, sonradan ayıyorlar sanki. Yan yan değil de doğru doğru yürüyen bir yengece bakarak diğerleri “sarhoş galiba” diyebiliyorlar.
(…)
Ortadoğu’da tempo yavaştır. Ama çok hızlı araba kullanırlar, sanırsın ki çok aceleleri var. Hayır, yoktur aslında, adam eve hızla gidip, pijamaları giyip oturacaktır.
(…)
Ben İkinci Yeni için logaritmalı şiir diyorum. Logaritma cetvel olmadan çözülemez. Biz genel dili değiştirdik, grameri, setaksı değiştirdik.
(…)
Kerteriz noktası olarak Türk Dil Kurumu’nu gördüler. Evet onun çok faydası oldu ama, tek başına değil. Biz bazı sözcükleri hiç kullanmadık. Neden? Kimse düşünmedi bunu. Bugün 62 yaşındayım, hiçbir zaman güzel karşılanmadım ben ve başlangıçtan beri bu böyle oldu. Hiç ödül falan da almadım. Tam bir dışlanma. Kötü ve başarısız dediler. Haklı olabilirler. Ama ben bildiğim yolu götürüyorum.
(…)
Şairler artık düşünür olmak zorunda. Ya bu deveyi güdersin, ya bu diyardan gidersin. Olmazsan hapı yutarsın.
(…)
Sen bu topluma “insan toplumu değil” dersen, o toplum seni dışlar. Bunu biliyorum ben. Ben de istemezdim ama, bu böyle. Biraz ileri gitmiş de olabilirim. Ama ben hayattan çekilmiş olsam, bir başkası gelecek. Gelir. Bizim işlevimiz de bitti aslında. Yapılacak şeyi yaptık gibi geliyor bana. Bayrağı diktik.Ayarlar, aymazlar. Artık bizim dışımızda.
 

Ece Ayhan
“Öküzlemeler”, Sel Yayıncılık

Tem
12
2006
0

Tütsü…

Yan odada uyuyordu, bir tütsü gibi…

Tem
12
2006
1

uyanmak

gece yatarken içine sindiremiyor insan sabahın geleceğini ve uyanması gerektiğini ve aslında sabahın uyanmaktan çok daha fazlası olduğunu.

ve ne zaman uyuması gerektiğini bilmiyor.

Tem
11
2006
1

benzeşme

-Bana benzemeye başladın, dedi

-Evet, birbirimize benzeşiyoruz zamanla, sen de bana benzemeye başladın, dedim

-Neden?

-Çünkü bu birbirimize sahip olmanın, birbirimize katılmanın, birbirimizi içselleştirmenin bir başka biçimi, dedim. 

Tem
10
2006
0

Sabah…

Bu sabah sana bakıp, “birbirimize bakarken birbirimizi yankılıyoruz” dedim, sen de “anlamadım” dedin. Ben de “şiir bu” dedim.  

 

Tem
10
2006
0

Kitap okumak azınlık işi mi?

Kitap okumak azınlık işi mi?

Nobel ödüllü Portekizli yazar José Saramago, “Okumak her zaman azınlık içindi, her zaman da öyle olacak” dedi, ülkesini şaşırttı. Biz de yazarlarımıza kitap okumanın bir “azınlık eylemi” olup olmadığını sorduk

28 Haziran 2006 Çarşamba  (Milliyet Gazetesi)

Murathan Mungan
Kitap okumak keşfedilen ve keşfettirilen bir şey
Saramago’nun bu sözleri hangi bağlamda söylediğini bilemem. Dolayısıyla söyleyeceklerimin ona değil, ortaya konan soruna bir cevap niteliğinde olduğunun bilinmesini isterim.
Olgularla, doğruları karıştırmamak gerekir. Azınlık-çoğunluk ayrımı mutlak değerler düzeyinde yapılabilir mi? Dünya nüfusu göz önüne alındığında, okuma oranının her yerde düşük olduğu öteden beri bilinen bir gerçektir; ama anladığım kadarıyla Portekiz Kültür Bakanlığı’nın girişimi de bu yüzden zaten. Kitap okumak, zaten bir “boş zaman özgürlüğü” değil midir? Hani Marx’ın önemle üzerinde durduğu, eşitsizliğiyle ünlü şu “Boş zaman!..” Kimileri hiç çalışmazken, kimilerinin günde on beş saat çalışmak zorunda olduğu sınıflı toplumlarda insanlara kitaba ayırmaları gereken zaman, ne yolla hatırlatılabilir?
Açlık sorunuyla boğuşan Afrika’nın, Asya’nın kimi ülkelerinde okuma alışkanlığının istatistiki bir karşılığı olabilir mi? Bütçesinde askeri harcamalarla, eğitim harcamaları arasında büyük uçurumlar bulunan; geçmişi kitap yasakları, kitap yakmalarıyla ünlü olan, eğitim müfredatı çocukluktan başlayarak insanı okumaktan soğutmak üzerine kurulu ülkelerde okuma alışkanlığının varlığı-yokluğu üzerine sağlam veriler çatılabilir mi?
Günümüzde görüntü teknolojisinin oyuncaklı gereçlerinin, insanları “okumak” yerine daha zahmetsiz bir yol olan “seyretmeye” yönlendirdiği bilinen bir gerçek. İnsanın kendine ayırdığı zamanı değerlendirmesinde “kitap okuma”nın bu anlamda rakipleri çoğaldı, ama gerçeğin tümü bu kadar mıdır?
İnsanoğlunun “homo ludens” olduğuna inanıyorsanız, onun çocukluktan başlayarak kitap okumaya özendirilebileceğine, yönlendirilebileceğine inanabilirsiniz.
Dahası, “Reklamlar” çağına inanıyorsanız, buna da inanabilirsiniz. Değeri olmayan şeylerden reklam ve manipülasyon yoluyla “değer” yaratılan bir çağda, “kitap” kendi değerini hatırlatmaya çalışıyor yalnızca. Unutmamalı ki, kitap okumak da, keşfedilen ve keşfettirilen bir şeydir. Konunun üzerine dört koldan gitmek gerekir.
Yaşar Kemal
Büyük bir kesim kitap düşmanı!
Evet, kitap okumak bir azınlık eylemidir. Herkes kitap okumaz; hoşuna gitmez, canı sıkılır… Ama öte yandan, yazarları mutlu edebilecek kadar okur da var dünyada. Fakat uğraşılsa, insanlar okumayı bırakmaz. Türkiye’de niçin az kitap okunuyor? Çünkü okur  yazar sayısı da az. Bu ülkenin büyük bir kısmı, politika olarak kitap düşmanı. Ne kadar kitap varsa yakıyorlar, ne kadar yazar varsa hapsediyorlar!
Elif Şafak
Yanlış ve tehlikeli bir sav
Bugün okumanın sadece belli bir elit kesim için olduğu savı, premodern toplumda hayli geçerli olan İncil’i (ya da Kuran’ı) okuma ve anlamlandırma yetkisinin sadece din adamlarına ait olduğu savı kadar yanlış ve tehlikelidir. Herkesten okumayı sevmelerini beklemek doğru olmayabilir, ama okuma özgürlüğünü, hakkını ve alışkanlığını toplumun her kesimine istisnasız yaymaya çalışmak, bence uğrunda mücadele edilmesi gereken bir fikirdir.
Adalet Ağaoğlu
Zorlarsanız büsbütün kaçarlar!
Bu görüş, üzerinde  durulmaya değer. Çünkü bizde okurun çok az olmasından ileri gelmiş bir baskı var. Ama bir bakıyorsunuz ki kitaplar da hiç olmadığı kadar çok satış gösteriyor. Tamamen tişört seçer gibi marka seçiliyor ve ne reklam edilirse ona koşuluyor.  Bu kadar kitabı satın alan herkesin tümü iyi okur değil bence. Ve onlardan bunu bekleyemeyiz. Çünkü Saramago’nun söylediği gibi, eğer zorlarsanız, büsbütün kaçarlar. Çünkü kendisini okumaya hazır hissetmesi lazım. Ancak kendi isteği varsa, merak içinde gelişmişse iyi bir sonuç alır. Zorlarsanız tişörtten bıkıp atar gibi olur…  Bazıları futbola nasıl meraklıdır, evde tutamazsınız; okur da böyle okursa sahici okur olabilir.
İnci Aral
Kitap okumak için edebiyat altyapısı gerek
Haklı buluyorum Saramago’yu. Çünkü kitap okumak asgari bir edebiyat altyapısı gerektirir; okuduğunu anlamayı, ondan zevk almayı… Günümüzün eğitim sistemleri içinde bunun pek yeri yok gibi. Çünkü insanlar çabuk tüketilen, orta zekâlar için sunulan zevklere ve eğlencelere şartlandırılıyor.  Bu ihmalin biraz da kasıtlı olduğunu düşünüyorum. Öte yandan, derinlik olarak ucuz kitapların, bu çok az eğitim görmüş kitleye pazarlanması için taktikler geliştiriliyor. Ama bu insanları değiştirecek nitelikte kitaplar değil onlar… 
Orhan Pamuk
Demek ki daha çok okumamız gerekiyor!
Saramago, okumanın bir çeşit direniş olarak görüldüğü bir kültürden geliyor. Benim kuşak, ama daha çok benden önceki kuşak, okumaya atfedilen bu özel anlamı iyi bilir.
Saramago’nun azınlıklardan kastettiği, okumanın toplumun içindeki küçük bir kesim tarafından yapılan bir iş olduğunu hatırlatmak. Voltaire’den beri insanoğlunun seçkinleri, küçük bir azınlık okuyor, düşünüyor. Keşke ütopyaların dillendirdiği hayallerimiz gerçek olsa da herkes okusa.
Bu arada okuma işini ‘azınlık’ işi olduğu için itibarlı görmek de yanıltıcı. Azınlık ile itibarı ilişkilendirdiğine göre Portekiz’de azınlığın yaptığı bir işi yapmak şerefli bir şey. Biz daha oraya gelemedik. Azınlık durumunda kalmak hepimizin bildiği gibi bizde alçakça bir şey. Demek ki, daha çok okumamız gerekiyor.
Hasan Ali Toptaş
Saramago’ya katılıyorum!
Saramago’nun sözlerine tamamıyla katılıyorum. Herkes okumak zorunda değil. Okur olmak da yazmak kadar uğraş isteyen, çileli bir iş.  “Okur sayısı azaldı” diye düzenlenen kampanyaların ve bu tür kaygıların çok uzağında biriyim. Okumak da yazmak da kişisel uğraşlar; kimseyi zorlayamayız.
 

Tem
10
2006
0

yüzün…

Sabahın bir yerinden düşmüş gibiydi yüzün
(…)
Cumhuriyetin ilk günleri gibiydi yüzün

İlhan Berk
“Üç kez seni seviyorum diye uyandım” adlı şiirinden..
 

Tem
07
2006
1

Bu yokuşun ölçüsünü…

(…)

Silkiniyor. Uyuklamanın sırası değil daha. Çevresine bakıyor. Kayalar dik. Tırmanamaz. Tırmanmak şart. Kıyıda kalamaz. Tepeye  çıkmalı. Tepeye muhakkak çıkmalı. Ne yapıp edip…

(…)

Taş çıkıntısı gereksiz. Bir kök görüyor. Ondan ötesi daha kolay. Andronikos şaşırıyor kendine ikinci kayaya çıkınca. Çıkabileceğine aklı hiç yatmamıştı.

(…)

Kalkıyor yerinden, yukarıya doğru bakıyor. Tepeye doğru… Birden farkına varıyor. Tepede ağaçlar biraz daha seyrek duruyor. Aşağıda daha sık gibiler, biribirilerini korudukları yerde.

(…)

Yoksa yemek yiye yiye dağa tırmanmak, kişinin soluğunu kesmekten başka işe yaramaz. Ne çabuk çıkmalı ne de ağır. Ölçüyü bulmak gerek. Bu yokuşun ölçüsünü.

(…)
Bilge Karasu
“Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı (Ada adlı Hikayesinden)”, Metis Yayınları, Kasım 1991

Tem
04
2006
0

Bir Caz Şairi: Patricia Barber

Bir Caz Şairi: P a t r i c i a   B a r b e r

Fazla gevezelik etmeyeceğim; “Patricia Barber” hakkında düşündüklerimi ve bildiklerimi tek çırpıda ortaya koyacağım.

Patricia Barber, Chicago kökenli bir piyanist ve vokalisttir —şu sıralar “Cool Caz”ın prensesi olarak adlandırılıyor. İlk birkaç albümünde caz standartları ile bazı popüler şarkıları  soğutup “pastorize” ederek  yorumlamış ve müzik eleştirmenlerinin dikkatini çekmiştir.  Daha sonra,  “geleceğimin üstünü çizmemek için geçmişimin üstünü çizdim.” diyerek kendi parçalarını yazmış, bestelemiş ve “Verse”(Dize-Kıta) adlı albümü caz severlere sunmuştur. Ben, bu tavrın günümüz müzisyenlerinin çok yakından bildiği “nostalji ticareti”ne karşı geliştirilmiş en güçlü direnç olduğuna inanıyorum.

“Verse”deki  parçalar, tüm  “cool caz” parçaları gibi “kurşun geçirmez bir karanlık”la birlikte parlıyorlar. Sanırım, albümdeki ilk parçanın “The Moon” ismini taşımasının sebebi de bu garip karanlıktır; şarkının  bir bölümünde şöyle diyor: but tonight / there won’t be light / cause I can’t shine / without you. Bahsettiğim derinliğin dibinde, şarkı sözlerinin  şiirselliği ve imge yoğunluğu var. Barber’a  sözlerindeki şiirselliğin nedeni sorulduğunda bu durumun  okuduğu şiir kitaplarının ve E.e.cummings’in etkisi olduğunu söylüyor. Piyanist olarak da en çok etkilendiği caz sanatçısının “Bill Evans” olduğunu belirtmekten kaçınmıyor. Gerçekten de  Bill Evans’ın melodilerini ve tuşelerini düşündüğümüzde her bir müzik cümlesinin bir şair tarafından yazılmış  “dizeler” olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Patricia Barber da imgesel anlatımın gücünün farkında ve “şiir”in gizemini takip eden ekolün yeni nesil temsilcisi gibi görünerek caz hayatına devam ediyor. Ayrıca, “cool caz” türünde çalgılar arasındaki iletişim ya da cümleler daha iyi ayrıştırılabilir bir yapı oluşturur. Cool Caz’a özgü bu ağır ve yoğun anlatım, müziği daha iyi anlamlandırabilmemizi sağlıyor. Kısacası,  Patricia Barber, müziğinin göstergelerini tane tane, yavaş yavaş dinleyicilerine sunuyor. Böylece cazın güzelliğini ve rengini daha kolay bir biçimde algılıyoruz.

Şimdi, şu şekilde bir soru soralım kendimize: “Eğer şarkı sözleri imge yoğun dizelerden oluşacaksa bunu “cool caz”ın dışında hangi müzik türü aracılığıyla gerçekleştirebiliriz? Hangi müzik “cool caz”dan daha iyi taşıyabilir şiiri? Belki etnik sentezler bunu başarabilir, ama diğer türler için bu deneyin çelişik bir durum alacağını, gizli bir çirkinliğe bürüneceğini düşünüyorum. Kabul etmek gerekli —Patricia Barber şiirsel söylemlerini müziğine sığdırabiliyor ve şarkılarının eğreti hiçbir tarafı yok. “Cool Caz”ın prensesinin dengelemeyi başardığı bu alaşım, hem müzikal hem de edebi bir beceridir ve kesinlikle  takdir edilmesi gereken bir olgudur. Bu başarı yüzünden Barber’a “Caz Şairi” diyebiliriz. Yoksa, tabii ya,  Patricia Barber  “Poetik Caz” adlı yeni bir caz türü keşfetmek için uğraşıyor olmasın? Belki… Bunu akademisyenlerin incelemesi lazım. Ama “zurnanın son deliği” olan akademisyenler değil, gerçek akademisyenler bu konu üzerinde titizlikle çalışmalı…Çünkü bu kadın bizim ezberimizi bozdu. Ben,  dinleyici sıfatımla,  Barber’ın “dize”lerinin ve müziğinin önünde saygıyla eğilerek bu yazıyı sonlandırmayı düşünüyorum. Ancak, akademisyenler ise çalışmaya şimdi başlayacaklar…

Zafer Yalçınpınar

Haz
30
2006
0

Bir haftalık iş güç

İnsanın doğuştan yaratıcılığa, amacına bilinçle ilerlemeye, durmadan kuran bir mühendisliğe, yani nereye olursa olsun kendine yol açmaya mahkum edilmiş bir varlık olduğunu kabul ederim.

(…)

Ama, sorarım size, neden bir yandan yıkmaya, her şeyi darmadağın etmeye bayılır? Yanıtlar mısınız bu sorumu? Bu konuda birkaç sözüm daha var. Sakın insanoğlu hedefe ulaşmaktan, kurmakta olduğu yapıyı bitirmekten içgüdüsel bir ürküntü duyduğu için yıkmayı, bozup dağıtmayı seviyor olmasın?(…)Karıncalara gelince, onların ev yapma düşünceleri bambaşkadır. Karınca yuvası denilen, yıkılmak bilmez, şaşılası yapıtları vardır.

Saygıdeğer karıncalar yapı işine karınca yuvasıyla başlayıp hâlâ da öyle sürdürmekle olumlu sebatlı davranış adına büyük bir onur kazanmışlardır.Gelgeç gönüllü, tutarsız bir yaratık olan insanoğlu ise, belki de satranç oyuncuları gibi hedefi değil, hedefe giden yolu sever.

(…)

Evet, insanın tek yaptığı şey, iki kere iki dörtlerin peşine düşmek, okyanusları aşmak, bu uğurda seve seve yaşamını vermektir; ama öbür yandan aradığını bulacağı için de ödü patlar. Çünkü bulursa arayacak başka bir şeyi kalmayacağını hissetmektedir. İşçiler işlerini bitirince para alırlar; daha sonra da gidecekleri bir meyhane, düşecekleri bir de karakol çıkar nasıl olsa.İşte size bir haftalık iş güç.


 
Fiyodor Dostoyevski
Yeraltından Notlar, Çev: Mehmet Özgül, İletişim Yayınları, 2000, s. 47-48

Haz
29
2006
0

Kırmızı suratlı adamlar

Ellerinde ve ceplerinde şarap şişeleri taşıyan, kırmızı suratlı adamlarmış bunlar; yürürken ikide bir durup kavga edercesine ateşli ateşli konuşuyor, konuşurken de ellerini kollarını sallayarak sürekli şehri gösteriyorlarmış. Hatta, hep birlikte dönüp bakıyorlarmış şehre doğru. Kimi zaman birbirlerine tutunup abartılı bir nezaketle hafifçe hafifçe öne eğilerek, kimi zaman kendi varlıklarının dışında kalan her şeye meydan okurcasına ısrarla geriye kaykılarak, kimi zaman da tıpkı ipi kopmuş kuklalar gibi komik ve acınası bir şekilde iki yana sallanarak bakıyorlarmış.
Nasıl bakacaklarını bilemiyorlarmış sanki.
Ya da, bir şehre bakmanın kaç türlü yolu varsa hepsini baştan sona deneyip kendilerine uygun olanı bulmaya çalışıyorlarmış.
(…)
Böyle alelacele içince, çok geçmeden suratları kırmızıdan da kırmızı olmuş tabiî. Hem de öyle kırmızı olmuş ki, sonunda içlerinden biri bu rengin ağırlığına daha fazla dayanamayıp yerinden fırlamış ve gözlerini kısarak şehre doğru kıpkırmızı bir sesle uzun süre küfretmiş. Midesinde, ruhunda ve aklında ne kadar kırmızı varsa, bir hamlede hepsini kusmuş sanki.
 

Hasan Ali Toptaş
Uykuların Doğusu, Doğan Kitap, s.s. 39 – 40

Haz
29
2006
0

Poetik Hars’dan yeni ayarlama

Büyük site www.poetikhars.com , uzun süreden beri yolculukta bulunduğu “GÖRSEL, DENEYSEL ŞİİR” yalıtımını azaltarak  

 

üstbaşlığı ŞİİR’e ayarladığını bildirdi.

 

Bakalım; hayırlı, uğurlu olsun.

Haz
29
2006
0

İş

(…)

Beni dikkatli dikkatli süzdü.

—Sen ne iş yaparsın? – dedi.

—İş yapmam.

Kötü kötü baktı:

—Aylak mı gezersin? Maşallah! Üstün başın da temiz. Boşver! Yalan söyleme. Söyle, ne iş yaparsın?

—Bir iş yaparım ama, iş yerine geçmez.

—Para getirir mi?

—Cigara parası getirir…

(…)

Sait Faik
Alemdağda Var Bir Yılan,
Bilgi Yayınevi, Ankara 1970, s.84

Written by in: Usta Beni Öldür! (AKSAK KOLAj) | Etiketler:
Haz
26
2006
0

Gök

(…)
Sintineye indin mi, tekne çok su alıyor mu, Dibinde birazcık su var, tekne sallandıkça o da çalkalanıyor, ama bana kalırsa bu çok doğal, Sen nereden biliyorsun, Biliyorum işte, İyi ama nasıl, dediğin gibi, ben de bilmem gerekeni denizde öğrendim, Biz daha denize çıkmadık, Yine de suyun üstündeyiz, Ben yelken basma konusunda iki gerçek öğretmen olduğuna inanıyordum, biri deniz diğeri de tekneydi, Ve bir de gök, göğü unutuyorsun, Evet, tabii, gök, Rüzgârlar, Bulutlar, Gök, Evet gök.
(…)
 Jose Saramago

“Bilinmeyen Adanın Öyküsü”, İş Bankası Kültür Yayınları, 2002, s.41
Haz
26
2006
0

İnsanoğluna gelince üstelik yerde…

(…)Sait Faik, çakırkeyif oluşundan dolayı biraz öfkelidir. Düzayak tek katlı bir evin tahta kapısını, elle çalmaz da, ayaklarıyla tekmeler.
(…)
“Hiç değilse tabutum uzun olsun” diyordu bir cüce.
(…)
“HİÇ BİRBİRİNE ÇARPAN KUŞ GÖRDÜN MÜ
HAVADA.
AMA İNSANOĞLUNA GELİNCE ÜSTELİK YERDE
NELER OLDUĞUNU
BİLİYORSUN?”
(…)
 

Ece Ayhan
Morötesi Requiem, YKY,1997

Haz
22
2006
0

Coşku Mühendisleri’nin Zaman Dışı Parantezleri

İşletmelerde muhasebeciler fazla önemsenmez ve “zurnanın son deliği” olarak görülürler. Hesap işleriyle uğraşan, kayıt tutan, şirketin faaliyetlerini sayısal olarak vergi makamlarına ya da yöneticilere raporlayan muhasebeciler, işi kılıfına uyduran matematiksel kişiler olarak bilinirler. Gariptir ki, benzer bir tavırla, müzik dünyasında da “vurmalı çalgılar” melodi belirleyici olmaktan çok ritim belirleyici olarak ele alındıkları için tarih boyunca fazlaca önemsenmemişlerdir. Müzik tarihi “caz” kavramına gelip dayanıncaya veya çatlayıncaya kadar bu tavır devam etmiştir; müzik anlayışı “caz”a ulaşınca işler -hiç değilse biraz- değişmiştir.

Tıpkı “muhasebeci”lerin işletmelerdeki konumu  gibi, “davul” ve “davulcu” da diğer çalgıların ya da müzisyenlerin ayağının altında bulunan sağlam bir zemin olarak düşünülebilir. Bu anlamda, vurmalı çalgılar, gerek akışkanlığıyla gerekse kurgusuyla denge unsurudur. Kim ne derse desin ya da nasıl söylerse söylesin, bugün, etnik cazın varlığında, beğenilmesinde ve önemsenmesinde en önemli aktör “vurmalı çalgılar”dır.

Caz müziğinin zaman içerisindeki değişimi ve açılımları incelendiğinde, melodi dünyasının dışına çıkarak armonik hesaplardan sıyrılıp “ritim cümleleri” kuran, sıralayan ve bir anlamda “çoşku mühendisi” olduklarına inandığım davulcuların önemi yadsınamaz. Ayrıca günümüzdeki popüler müziğin, elektronik müziğin ya da “clubber-trip”lerin  temelinde melodinin değil de ritmin bulunması önemli bir başka noktadır. Bu durumun -övünç sebebi olmasa bile- en azından  dikkat çekici olduğunu kerhen kabul etmek gerekiyor.

Konser kayıtlarını ve görsel caz arşivlerindeki fotoğrafları incelerken davulcuların senkoplar sırasındaki surat ifadeleri her zaman dikkatimi çekmiştir. Bileylenmiş, birkaç salise süren,  dengeyi bozmadan oluşturulmuş güzel bir kombinasyon ya da zamansız(aniden) bir duraksama(sus) dinleyicinin içindeki akışkanlığı veya vücudunun devinimini değiştiriyor. Çok eski bir dostum, “Davul çalarken kalbimin ritmi değişiyor!” demişti. Buna inanmamıştım, hâlâ da inanmıyorum. Ancak, dinleyicinin ezberinin bozulduğunu, gizli bir coşkunun yaşandığını da reddetmek mümkün değil. Örneğin, “Aziza Mustafa Zadeh”in “Dance Of Fire” adlı albümündeki sinerjinin etkisini göz önüne aldığımızda, enstrümanlar ile davul arasındaki kimyanın ya da iletişimin, bir anlamda kusursuz olduğunu görebiliriz. “Bana Bana Gel” adlı şarkıdaki davul solosunda Omar Hakim’in ağzından kaçırdığı ufak bir “bağırış” bahsettiğim coşkunun, tuşenin ve  zaman dışı parantezlerin  göstergesidir. Sıkı bir davulcunun da kayıt sırasında enstrüman üzerindeki kasnaklardan vazgeçip  ritimlerini stüdyonun duvarlarına, sandalyelerine taşıdığına, oralardan çıkacak sesleri duymak istediğine şahit oldum. Sanırım, caz davulcuları, notalar arasındaki boşluklarda tuşeyi güçlendirmeyi, o gizli coşkuyu nasıl yakalayacağını ya da  nasıl dengeleyeceğini düşünerek hayatını geçirmektedir.

Caz dünyasındaki davulculardan bahsetmek gerektiğinde, Art Blakey, Elvin Jones, Jack De Johnette, Billy Cobham, Omar Hakim önemsediğim ve davul cümlelerini zevkle dinlediğim isimlerdir. Bazı proje albümlerini  sadece bu davulcuların dahil olduğunu bildiğim için satın alırım. Michael Brecker’ın “Tales From Hudson” adlı albümünde, kontrbas ustası Dave Holland ile davulcu Jack De Johnette arasındaki kimyanın gizleri, bu müzikal cümlelerin alaşımı albümün ünündeki en önemli unsurdur. Steve Smith ve Dave Weckl gibi davul virtüözlerinin insanüstü davul cümlelerini,  zorlama bulmakla beraber zevkle dinlerim. Virtüözlerin gerilim içeren davul oyunlarını ve bazı anlatımları kaçırdığımın, algılayamadığımın da farkındayım.  Sanırım virtüözler gelecek nesillerin algısını düşünerek  çalıyorlar. Bu durumu yadsımıyorum —birilerinin  geleceği düşünmesi, sınırları zorlaması ve yeni yollar bulması gerekiyor. Steve Smith’in Aydın Esen’e eşlik ettiği “Timescape” adlı albüm geleceği düşünen, yeni yollar arayan bir deneydir. Bu anlamda, özellikle “Caz Fusion” gibi deneysel türlerde davulcuların öneminin iyice arttığını da göz önüne almalıyız. Serdar Ateşer’ in “Avdet Seyri” adlı projesindeki  davul performansıyla Turgut Alp Bekoğlu aklımdan hiç çıkmıyor. Bir de, şiddetle merak ediyorum; elitizm’i ve dirsek temaslarını bir kenara bırakıp Turgut Alp gibi gerçek isimlerden, caz davulcularından neden bahsedilmez? Bu konularda çeşitli söyleşiler, araştırmalar ya da çeviriler neden yapılmaz? Müzik dünyasını bir piyasa gibi gören, hatta piyasalaştıran  “sahibinin sesi medya kuşları” çeşitli çevrelerde ötmeye devam ediyor —Bu yüzden mi?…(İnşallah! Bu yüzdendir…)

Sonuç olarak, caz davulcularını müzisyen olarak görmeyen veya önemsemeyen çevrelere rahatlıkla şunu söyleyebilirim:

-Siz bu lakırdıları benim külahıma anlatın! Caz davulcusu coşkunun mühendisidir.

2005- Zafer Yalçınpınar

Haz
21
2006
0

Amok

–  Amok mu?.. Galiba hatırlıyorum. Malezyalıların bir sarhoşluğudur bu…– Sarhoşluktan daha fazladır… deliliktir. Kitap gibi konuşalım;  bir cins insan kuduzudur… duygusuz, öldürücü bir “monomani” krizi; hiçbir alkolün etkisi bununla karşılaştırılamaz. Orada kaldığım günlerde ben de bazı hallerini inceledim –söz konusu başkaları oldu mu her zaman daha anlayışlı, daha müsbettir adam,–  ama başlangıcın içler ürpertici sırrına eremedim… Sebebi iklimdir şüphesiz, bir bora gibi sinirleri sıkan, sıkan, en sonunda çatlatıveren pek yoğun ve boğucu bir havadır. Yani… amok… evet, amok, bakın nedir: bir Malezyalı, alelâde iyi, sevimli adam, ağır ağır içkisini içmektedir… Gevşek gevşek oturmuştur öyle, kaygısızdır, güçsüzdür… benim odamda oturuşum gibi… sonra birden yerinden sıçrar, hançerini kapmasıyla sokağa fırlaması bir olur… ileriye atılır, koşar, hep ileriye, dosdoğru, nereye gittiğini bilmeden…

 

Stefan Zweig
“Amok”, Çev: Tahsin Yücel, Varlık Yayınları, 4.Baskı, 1968, s.34

Haz
20
2006
0

Boşluk bakışımın biçimini alıyor

Bir şeyler söylemek, bu şeylerin söylenebilir olduğunu göstermek demektir aynı zamanda.
(…)
“Çılgın bir ot gördüm
Adını öğrendiğimde
Onu daha güzel buldum”
 

Görülünce güzelleşti, adlandırılınca daha da güzelleşti.
(…)
Güzel ya da çirkin, her yüzün ardında birisi vardır.
Gördüğüm kişi onda ne gördüğümü bilmez.
Ben de beni gören kişinin bende ne gördüğünü bilemem.
Dostlarımla birlikteyken, bana en az tanıdık gelen yüz kendi yüzümdür.
(…)
Yarasalar birkaç milyon yıl önce tamamen radara benzeyen bir “sonar” geliştirmişlerdir. Yarasaların hedeflediği böcekler de onların gönderdiği dalgaları bozmayı bilir ki, bu 1992’deki Körfez Savaşı sırasında keşfedilip kullanılan bir tekniktir.
Doğa zekâ parıltıları saçar. Ne zaman yeni bir teknik icat etsek, doğanın uzun zamandır onun efendisi olduğunu ve onu bizden çok daha iyi kotardığını keşfederiz.
 
Hubert Reeves
“Boşluk Bakışımın Biçimini Alıyor”, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, 2001
 

Haz
15
2006
1

Penceresiz Oda

(…)“Şairin durumu da trajiktir. Kendi dili içinde kuşatılmış olan şair, dostları için; on, bilemedin yirmi kişi için yazar. Okunmuş olma arzusu, doğaçtan romancının arzusu kadar kaçınılmazdır. Hiç değilse romancıdan daha iyi durumdadır; özverilerle, nerdeyse patavatsız çabalarla yayınlanan küçük göçmen dergilerinde şiirlerini yayınlayabilir. Kimisi dergi yönetmenine dönüşür; dergiyi yaşatmak için açlıkla yüz yüze kalır, kadınların yüzüne bakmaz, penceresiz bir odaya gömülür, insanı korkutan ve allak bullak eden yoksunlukları ilke edinir.” (…)


Emil Michel Cioran,

Varolma Eğilimi, Çev: Kenan Sarıalioğlu, 2002, Gendaş Kültür Yayınları, S.56

Haz
14
2006
0

Yaşam (ki)

Yaşamın, seni ulaşman gereken düzeyin altında tutmağa çalışan eğilimlerle (bu arada kendininkilerle de)savaşmakla geçecek. –Bu yüzden de, ulaşman gereken düzeye ulaşamayacaksın; yani, başarılı olacak o eğilimler, sonunda. Zaten, belki, istedikleri de budur:

Senin, onlarla savaşmak yüzünden, ulaşman gereken düzeyin altında kalman…

Ama savaşacaksın, gene de: sonuç her iki durumda da aynı olmayacak mı zaten – sen, zaten, ulaşman gereken düzeyin altında kalmayacak mısın ki? –Ama, savaşırsan, en azından (nereye gelebilirsen) geldiğin düzeye savaşarak gelmiş olacaksın –bu da boşuna olmayacak.


Oruç Aruoba
“De Ki İşte”, Metis Yayınları, 2001, s.44

Haz
11
2006
0

Monokl çıktı

1.

Uzun bir süreden beri Volkan Çelebi’nin emekleriyle yayıma hazırlanan MONOKL adlı deneysel edebiyat ve sanat dergisi 11/06/2006 tarihi itibariyle dolaşıma çıkmıştır. Kitapçılarda bulabilirsiniz.

2.

Bu dergi sıkı bir deneysel edebiyat dergisidir. Bu dergiyi yayıma hazırlayanlar da sıkı taifedir.

3.

Biliyorum ki yıldızlara yakın olmak isteyenler evlerini uçurumlara kurarlar.

4.

Pazardaki bir ürünün fiyatını pazara en uzak çiftçi belirler.

5.

Derginin web sitesi www.monokl.net olacaktır.

6.

Bu derginin içindekiler listesi aşağıdadır:

Gelecek Sözlük Anlamı olarak ya da Şimdi’ nin Sözlükötesi Anlamı Olarak Monokl -Volkan Çelebi

LABİRENT

– Atlı Karınca, Deniz Tuncel
– Dada, Serkan Işın
– Ortak Labirent
– Yolculuk, Derya Vural
– Aşk ve Yirmi İki Cüceler, Serkan Işın
– Bir Yahudi Genç Kızı Hatırlatan Şiir, Carlfriedrich Claus
– Materyal
Kolaj, Karl Riha

TİRŞE IŞIĞI

– Sanat ve Provokasyon, Avangardların Tarihinde Kuşbakışı Gezinti, Flavia Costa- Anna Battistozzi
– Ah Nerede O Eski Avangardlar, Armağan Ekici
– Şu Tatmini İmkansız Teselli Arzumuz, Dagerman
– Sanatın Esaretinde Sanatçı Olmak, Görkem Arev
– Bum Bum Pop Art, Değer Esirkuş

MANİFESTO

– Mimariyi Aktarmak, Fizikselaşırı Kent – Marcos Novak
– Füturizmin Kuruluşu ve Manifestosu, Marinetti
– Gized Oulipo, François Le Lionnais
– Hava Gösterisi, Terry Atkinson

GRAMMA (YAZI)

– Ölüm Yazı Vücut, Ahmet Soysal
– Demanrikü: Yazı ve Düşünce, Boşluk ve Eylem, Volkan Çelebi
– Yazı’ nın Sözyaşları, Eren Rızvanoğlu
– Metinlerarasılık ve Varlıkbilim, John Frow

ORPHEUS

– İğnelemeler 1-2, Cem Kurtuluş
– Savrulanlar, Ali Tirali
– Bir Böcekten Çıkanlar, Cem Kurtuluş
– Krallar ve Larvalar, Cihan Demiral
– Su Yolcu, Zafer Yalçınpınar
– Sahildeki Konuşmalar, Tanrı Vahdettin’ e Sırt Çeviriyor; Ali Tirali

ARAKİTAP

– Refika Belendis Kırka Seksen, Ertan Arslansoy

ARS POETİKA

– Şiirde İş Nedir, Serkan Işın
– Şiirden Haberler, Lawrence Ferlinghetti
– Bir Karşı-Demiurgosluk Girişimi Olarak Madde-Şiir Pratiğinin Olanakları, Cem Kurtuluş
– Baudleaire’ den Seçmeler, Charles Baudleaire

DİEGESİS (ÖYKÜ)

– Üç, Burçin Özdeş
– Bar Sonatları, Herv Le Tellier
– Bir Şeyler, Melik Saracoğlu
– Aksak, Volkan Kızılöz
– Kayıp Otobanlar Tepesi, Sarper Özharar
– Örümcek Ağacı Özlem Taşkıran
– Tek Taraf, Arda Güçler

LABORATUVAR

– Devridaim, Duygu Güleş
– Geri Dolaşım, Zafer Yalçınpınar
– Yaldızlı Çadır, Derya Ekenci
– Nasıl, Duygu Güleş
– Gerçeğin Yanıtı, Cihan Akkartal

LATERNA MAGİKA

– Eisler ve Brecht, Çiğdem Erken

FANTASMAGORIE
– Korku Sinemasında Gerçekliğin Tanığı Olarak Göz ya da Göz Bozukluğu
– Godot’ yu Beklerken Üzerine Bir Deneme, Sinclair

PORTRE

– Tanrı, Kral, Köle, Seda Cebeci

YARI YAZILAR

(In Defence of Algiers, Kısıtlayan Gerçeklik Üzerine, Avangard Tiyatro, Arap Şeyhi Alman Kız, Cehennemdeki Handel)

MASKE

– Anonimograf, Herv Le Tellier

Haz
10
2006
0

Bakışsız bir kedi kara

(…)Üfler lambayı. Uzanır ağladığım yanıma. Danyal yalvaç için. Aşağıda bir kör kadın. Sayıklar bir dilde bilmediğim. Göğsünde ağır bir kelebek.(…)

Ece Ayhan (Çağlar)

“Bakışsız Bir Kedi Kara” adlı eserinden…

Powered by WordPress | Theme: Aeros 2.0 by TheBuckmaker.com