Birgün Gazetesi’nde yayımlanan ve Yeditepe Dergisi’nin ilk 24
sayısından bahseden yazıma
https://www.birgun.net/bolum-95-haber-60866.html#haber_basi
adresinden ulaşabilirsiniz.
Birgün Gazetesi’nde yayımlanan ve Yeditepe Dergisi’nin ilk 24
sayısından bahseden yazıma
https://www.birgun.net/bolum-95-haber-60866.html#haber_basi
adresinden ulaşabilirsiniz.
P.A.T.’ın 7. sayısında yayımlamak üzere ufak bir soruşturma düşündük. Soru şöyle;
” PUŞT AHALİ ” denildiğinde ya da bu ifadeyle herhangi bir yerde karşılaştığınızda aklınıza neler/kimler geliyor?
Cevaplarınızı 7 Nisan 2008 tarihine kadar zaferyal@gmail.com e-posta adresine gönderebilirsiniz. Cevaplarda “sayfa” ya da “vuru” sınırlaması yoktur. Ayrıca soruşturmaya “herkes” katılabilir. Göndereceğiniz e-postaların konu satırına “Soruşturma için” ibaresini eklerseniz birçok karışıklığın önüne geçmiş olursunuz ve çok sevinirim.
Katılımınız ve desteğiniz için şimdiden çok teşekkür ederim.
“gaSte” adlı derginin Mart 2008 tarihli 111. sayısında yayımlanan “Editörcülük Oynamak” başlıklı yazım aşağıdadır:
EDİTÖRCÜLÜK OYNAMAK
Edebiyatımızdaki tüm suçları araştırmak, çözmek sonra da belgelemek amacıyla yüzlerce “edebiyat polisi”ni ve “edebiyat noteri”ni tam zamanlı olarak eğitip tesis etsek bile, işbu meseleyi bütün hatlarıyla çözemeyeceğimiz, ortaya koyamayacağımız açıktır. Bu yazıda, doğal olarak, birkaç editöryal sakatlıktan ve artık neredeyse “sistematik hata” olarak görebileceğimiz birkaç temel sorundan bahsedeceğim.
Edebiyat dergiciliğinin süreçlerinde ya da faaliyet adımlarında yaşanan binlerce sıkıntı vardır ve bunları kabul etmek gerekir: Dağıtım, okur ilişkileri, bilgilendirme, düzeltme, yazı toplama, yazı değerlendirme, dosya konusu belirleme, dosya konusuna ilişkin çağrılar oluşturma, görsellik, ödüllendirme, duyurular, eserlerin niteliği, niceliği, yazarların ve okurların kaprisleri vs. Fakat tüm bunlardan önce, “kök neden” olarak yönetsel bir “karakter aşınması”nı özellikle vurgulamalıyız: Günümüz editöryal yaklaşımı, içerik ya da yetkinlik odaklı olmak yerine “ilişki/şebeke yönetimi”ne ve “retorik arsızlığı”na yönelmiştir. Bugünkü “dirsek temasları”, edebiyat dergiciliğinde birincil “denge” ya da “tutarlılık” unsuru olmuştur ve geleceği belirlemektedir, yani belirleyicidir. Kim, kime, nerede, ne şekilde, ne dedi, ne yazdı, neyi sundu, neyi yerdi veya neyi övdü, hangi isimler hangi isimleri destekledi ya da köstekledi, kim kimin himayesindedir, kim nerede ne kadar sattı? Bu çeşit ilkel ilişkileri takip etmek, tanışıklıklardan yararlanarak “yapay bir tutarlılık” oluşturmaya çalışmak edebiyat dergiciliğinde ve yayın kurullarının sohbetvari toplantılarında bir “editöryal el yordamı” olarak kendini göstermektedir. Ne yazık ki birçok yazarın ve şairin söz konusu ettiğimiz bu el yordamını, bu ilkelliği “verili, sabit bir değer” olarak kabul ettiği –buna gerdan kırdığı ya da boyun eğdiği- de açıktır. Düzenek bu kadar basit ve vahimken, editörlerin editörlükten çıkıp “ağalık” mizacına bürünmesinin önünde belirgin bir sistematik engel de yoktur. (Nasıl olsa bizim insanlarımız “ağalık” düzeneklerine alışıktır.) Zamanla, yayın kurulu üyeleri de -“karakter aşınması”na uğrayarak- editörü (ağayı) destekleyen birer “edebiyat kâhyası” ya da “edebiyat kabzımalı” olup çıkmışlardır artık…
Peki işbu düzeneğe kim karşı koyacaktır, koymaktadır;
Kahramanlar! (Eminim ki sizi güldürdüm, bu söylediğime güldünüz değil mi?)
Aslında “kahraman” diye nitelediğim kişilerin birer üstün/süper kimlik olmadığını, sadece, “bir halay takımının ayak dansları”nın ya da “ilişki biçimleri”nin içinde olmak istemeyen ve efeler gibi tek başına yazmayı yeğleyen “bireyler” olduğunu açıklamama gerek var mı? Kısacası tarih, işbu ağalık düzenekleri karşısında değişik yöntemlerle, araçlarla dura(bile)n birkaç yalınayak, cefakâr -fakat bir yandan da sıkı- “birey”ler yaratmıştır. Bu siviller (başıbozuklar) ne pahasına olursa olsun “karakter aşınması”na ya da politika(çokyüzlülük) salınımlarına itibar etmemişlerdir. Bu başıbozuk adamlar sıkı bir şeyler “yazmak/söylemek/yapmak” için destur, icazet ya da termin de beklemezler; böylesine apansız, bağımsız özgür çıkışlar edebiyat ağalarının ve kâhyalarının canını sonsuz sıkmaktadır.Haysiyetini düşünen ve birey olabilmiş insanın kullanacağı en etkin şey, ahbap çavuşluk ilişkilerini, çelişkilerini, çıkar hesaplarını göstermek ve uygulanan “editöryal el yordamı”nı ifşa etmektir. Günümüzdeki “dosya konularını, jüri tayinlerini, köşk sofralarını” filan biraz kazır biraz kurcalarsanız, görünenin ardından hangi editörlerin hangi uyduruk bağlamları (ve hangi uyduruk kavramları) “şebekelerinin canlılığı” adına araç olarak kullandığını ortaya çıkarabilirsiniz… Hatta aynı ağa-editörlerin, bahsettiğimiz “dirsek teması şebekesini” şiir yıllıkları, antolojiler veya etkinlik organizasyonları gibi statü araçlarında da kullandığını görürsünüz. Bugün, kalburüstü ya da saygın geçinen editörlerin yazdıklarına, yaptıklarına ve “ilişki şebekeleri”ndeki konumlarına baktığımızda ne yazık ki feodal düzenden çok farklı bir görüntüyle, dağılımla karşılaşmayız. Geçmişle bugünün arasındaki tek fark “iktidarın merkezileşme olmadan yoğunlaşması”dır.
Sonuçta, demem o ki, bugünün edebiyat dünyasında olup bitenler “bir halay takımının editörcülük oynaması”ndan başka bir şey değildir. İşte bu oyun -bu haysiyetsizlik gösterisi, yapay saygınlık- edebiyatımızda, çeşitli çevreler tarafından eşanlı olarak icra edilen en büyük suçtur. Büyük suçun türevleri ya da kısmi sonuçları ise “editörlerin kendisine gelen yazıları okumaması ya da okuyacak kişileri tesis etmemesi”, “zaman ve süreç yönetimine itibar etmemek”, “nedensellik ilkelerini umursamamak”, “nezaketsizlik”, “sığlık”, “sessizlik suikastı” ya da “adam harcama alışkanlığı” gibi şeylerdir. Bunlara karşın/rağmen kendi ikliminin, kurgusunun veya poetikasının peşinde olan, kendi yolunu alıp götürmeye çalışan sıkı yazar ve şairin, çeşitli halay takımlarının hizasına gelmeyeceği, tersine, onlardan uzaklaşarak kendini gerçekleştirebileceği açıktır. (Tarihe bakarsanız anlarsınız.)
Şimdi, bu yazıyı ufak bir söylenceyle bitirmek istiyorum. Günümüzdeki dirsek temaslarının veya topyekûn uygulanan sessizlik suikastlarının özünü hatırlamak istediğinizde aşağıdaki şu ufak hikâyeyi aklınıza getirin;
“Eskiden, restaurantlarda birlikte yiyip içen muharrirler, yemeğin bitişinin ardından masadan hep beraber kalkarlarmış… Fakat bunun nedeni birbirlerine sıkı sıkıya kenetlenmiş olmaları değilmiş; birbirlerinin ardından, arkasından konuşmasınlar diye böyle yaparlarmış.”
(…)Kalktı, aynada yüzüne baktı.. Bir şeyciği yoktu. Hatta yanakları şimdi kızarmıştı bile. “Demin nasıldım kimbilir?”dedi. Odanın eşyası yerlerinde yer etmiş gibiydiler. Korkunç, zalim yabancılıkları geçmişti. Deminki gibi tamtam çalarak üstüne üstüne yürümüyorlardı. Mantosunun cebinde bir gazete bulunduğunu hatırladı; alıp tekrar karyolaya uzandı. Gazeteyi okumaya başladı. Kelimelerin mânalarını elbet biliyordu ama bir türlü birbirleriyle birleşince bir anlam alamıyorlardı. Her kelime ayrı ayrı, resim gibi kafasında canlanıyor, ama ötekisiyle birleşmiyordu.(…)
Sait Faik, Kayıp Aranıyor, Varlık Yayınları,1953, s.46-47
(…) Zulmedecek, kendi üstünlük hastalığını şehvet gibi tatmin edecek bir biçare insan arardı. Yüzü ve dudakları al al, bıyıkları kıpkırmızı olduğu halde bir yeşil gülümseme ile dört yanına bakardı, üstü başı, omzu kıçı bir hizada korkunç bir mahlûktu.(…)
Sait Faik, Kayıp Aranıyor, Varlık Yayınları,1953, s.15
Kerim Çaplı için,
1. insanların kapısını çalıp çalıp kaçardı.
2. şakalaşıp durdu gökyüzüyle suyu saymayı denedi.
3. birilerinden saklanırken ağaç taklidi yapardı.
4. bir sürü palavracı ve dalkavuk tanıdı çeşitli unvan sahibi.
5. sırtını duvarlara yaslardı, hiç korkmazdı.
6. çok uykusuz kaldı ve hiç pişman olmadı.
7. büyük amcasından miras kalan içkileri içti.
8. “tuzlu fıstıktan önemli bir şey yoktur!” diye bilirdi.
9. “yeraltı ırmakları”nın sesini dinledi.
10. yaşamayı “beylerbeyi çakarı”ndan öğrendi.
11. çalardı davulunu renkli sağlam uzun aksak.
Zafer Yalçınpınar
LİVAR,Lotus Yayınları,2007, s.58
Ayrıca bkz: https://zaferyalcinpinar.com/kargamecmuakerimcapli.JPG
(…)16. Lui, Fransız Devrimi’nden (1789) bir gün önce, günlüğüne “Yazacak değerde bir şey yok” diye not düşmüş, ertesi gün devrim oluyor ve kendisini paradaki resminden tanıyan muhafızlarca (Varennes’te) yakalanarak giyotine boynunu uzatmak zorunda kalıyor. III. Ahmet sanırım -o da çağdaşı sayılır Lui’nin- bir gün vakanivüse “ne yazdın bugün?” diyor, vakanivüs “yazacak değerde bir şey bulamadım” diyor, III. Ahmet yakındaki bir mızrağı vakanivüse fırlatarak yaralıyor ve “Bunu yaz!” diyor.(…)
Ulus Fatih’in Borges Defteri’ndeki bir yazısından alınmıştır.
Sombahar Dergisi’nin 1993 yılında yayımlanan 17. sayısında, Ece Ayhan Şiiri hakkında dilbilimsel yaklaşımlarla kotarılmış bir inceleme yazısı bulunmaktadır.
BKZ; https://groups.google.com/group/pustahali/browse_thread/thread/403ec720b1cf0b82
“Kafkas Tebeşir Dairesi için 140 mask yaptım; 14 oyuncu değiştire değiştire 86’sını kullandı. Zor iştir maskı oyuncuya sevdirmek… Kolay mı, adama “yok ol, silin” diyorsun. Malzemeyi ön-plana çıkarıyorsun. Ancak, önce maskı istemeyen oyuncu, sonradan maskla korkunç bir şekilde bütünleşti. Öyle ki, açılış günü tiyatronun kapısına iki mask koymak istediğimizde, hiçbir oyuncunun elinden maskını alamadık.”
Kuzgun Acar
Yaşar Nabi imzalı “YILLAR BOYUNCA” adlı kitabı, “GittiGidiyor” üzerinden 1 YTL fiyatla satışa sunmuş bulunmaktayım. Kitap, Yaşar Nabi tarafından “Değerli Doktor Rauf Saygın’a Muhabbet ve Hürmetle…” şeklinde imzalanmıştır. İşbu kitabın satışı, öncelikle Yaşar Nabi’nin kızı olan Varlık Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Filiz Deniztekin’e teklif edilmiştir. Filiz Deniztekin’in kitabı satın almak istememesinin ardından “GittiGidiyor” adlı web sitesi üzerinden satışa sunulmuştur.
Bkz: https://urun.gittigidiyor.com/Yasar-Nabi-Yillar-Boyunca-Imzali_W0QQidZZ8581656
önce ben, boş bir kâğıdı aldım
çöpe attım.
iki de bir sildim gökyüzünü bulutlarla
parlattım
(…)
Devamı için: https://zaferyalcinpinar.com/s57.html
“Cahil Cühela” mahlasını kullanan birinin “LİVAR” adlı ilk şiir kitabım hakkında yazdığı bir yazı aşağıdadır:
LİVAR: PARÇALARIN DIŞI
Yazıldığı gibi incelenmeli; kapalı. Yazıyı anlamanın mümkünü var mı bilmem; öyleyse ben de bir yineleme yapacağım; tamamlayacağım. Çünkü ‘Livar’ her şeyden önce bir kapalılık hali. Dolayısıyla, modern olan için bir soruşturma bağlamı var. Vurgunun her zaman özne de aranmadığı; öznenin tanımını ve eylemini taş binalara devredişi gibi, söz ve sözcük de yüklenici, taşıyıcı; devreden. Bu bir çoğullama yöntemi aynı zamanda. Bilmeyen yok; kapalılık sivilliğin ruh hali. Anlatı tam da burada şekilleniyor aslında; ses ve anlam ilişkisinde bir parçalanma başlıyor. Evet; kırılmıyor anlatı, parçalanıyor. Demek ki, bütünlük algısının teorik ifşasına karşı, onu aktarmanın duyumsal yolu olarak, sözlerin birbirlerini oluşturdukları yerlerde ciddi bir sarsıntıya ihtiyacımız var. Şiirin gerginliği, anlatıyı eritiyor böylece. Bir biçimsizlik durumuyla, doğallık algısı oluşuyor ve şiir kalıyor geriye; anlamaya çalıştığımız ‘şey’, alışık olmadığımız bir biçim.
Bu noktada ‘Livar’la olan ilişkiyi bir müddet Ponty üzerinden kurmak işimize yarayabilir; şeylerin doğasına erişmek adına Descartes vurgulu bir alan yaratabiliriz. Çünkü Yalçınpınar şiirinde, gördüklerimiz ve algıladıklarımız arasındaki farklar ve ortaklıklar, bize sözcüğün parçalanmasında tesadüfün ötesinde, bir kurallar zincirinin yattığını söylüyor/söylemeye çalışıyor gibi. Tam açılımıyla, “gerçek dünya gördüklerimiz değil, onları oluşturan dalgalar ve parçacıklar”. Burada önem kazanan ve şiire başkalık katan da, gerçekliğin içinde olan şeylerin tanımlanış sürecinde oluşan sözcüklerin, (bu cümlenin içinde olduğu gibi) kendiliklerinden yarattıkları ‘olan’ ve ‘oluşan’ ayrımı. Sözcüğün görevi, ‘başka’yla olan ilişkisinden ancak böyle ayrıştırılabilir. Çünkü, sözcükten sökülen her harf ya da hece, başka olanın tanımıdır/tanımı olabilir. Yalçınpınar’da Livar’ın içinden, dışarıya sızın anlamın ancak bu yolla ortaya koyulabileceğinin farkındadır; ‘Yüzü’, ‘Kıyı’ ve ‘Su Yolcu’ gibi şiirler, bu anlamda Livar’ın temelidir.
“yüzü
gök
yüzü
sissiz
ben
siz
yüzü” ;
“bir
sus
ayakta kalmaktır
iç
indeki
pus”
Bütün bu parçalanmışlık hali, nesnenin soyutluğu üstünden kurulur aslında. Çünkü, Yalçınpınar’ın soyut ve somut ayrımı, onun bir şair olarak kendiliğine dayanır. Kendilik durumu ise, eyleme gerek duymadığı sürece özne olma durumundan ayrı tutulabilir. Kendilik bir aktarım aracı olarak kullanıldığında, her ne kadar araçsallaşmış olsa da pasiftir. İş bu pasiflik, Yalçınpınar’ın kendi anlatısına karşı, sözcüğü parçalayarak giriştiği eylem nihayetinde, özneleşir. Ama, bu öyle bir durumdur ki, elle tutulanın ötesinde, başka bir alanda anlatı her şeyi yeniden kurmuş ve tanımlamış olur. Bu yüzden şiirin eksik kalan bir yanı vardır; bu yan şiirin bütünlüğünün dışında, maddesinin ötesinde aurasında bir eksikliktir. Bu yüzden okuyanla ilişkilendiğine, şiir anlamını başkasının algısına da sunmuş olur; çoğullaşır.
Tanımlama ve yönelme, şiirde izlenmeye başladığında ise, soyut ve somut olan sessizce yer değiştirir; anlam ve yapı, aralıklarla var olmaya başlar. Bu yaklaşım bir önceki paragrafta yazdığımız gibi, bütüne müdahaledir; yöntem farklıdır ancak; çünkü müdahale edilen artık çok daha somut bir duruma (gerçeğin içindeki, özne) tekabül etmektedir. Dolayısıyla daha tematik bir alana geçildiği söylenebilir. Tematik bir tercih, sorgulama sürecinin de kesinliğini belirler. Yalçınpınar’da da durum böyledir. Yargıya varma isteği göze çarpar.
“yokuşlardan iniyoruz
düzayak bir mantığa doğru
zarları bırakıyoruz”
“deniz suyu içelim
uçurumdan
hiç korkmayalım”
Bu noktadan sonra Yalçınpınar, bir eleme sistemi işletmeye başlar; artık tıpkı bir sonsuzun noktaları gibi, belirleyenleri su yüzüne çıkarmayı hedefleyecektir. Böylece soyuttan somuta geçiş süreci Livar üzre tamamlanmış olur. Livar bu anlamda bir çemberdir. Kapalılık hadisesi de asıl önemini, bu sonsuzun noktalarının kullanımında kazanır. Şiir hep yeniden; yalnız kendine başlar. Böylece tanımlanan da, tanımlayış biçimi gibi, bir bütünün içinde devinecektir.
“1. İnsanların kapısını çalıp çalıp kaçardı.”
“9.Çalardı davulunu renkli sağlam ağır aksak” (renkli sağlam uzun aksak)
Maddelemek, sonsuzun noktalarını kapsayıcı kılmaktır. Sayıların, şiirin bir parçası olmasını sağlayan da bu kapsayıcılıktır. İşte bu noktada gerçekleşen, en başta değindiğimiz şeylerin moleküler yapısına ilişkin yanılsama sürecine ait bir “gerçekleşme”dir. Parçalar ne kadar adlandırılırsa, sonuca varılabilir. Maddelenen belirleyenler, bir gövde olarak anlamla iki yönlü bir ilişkinin kurulmasına olanak tanır.
Sonuç olarak, Yalçınpınar’ın yazdıkları, süreçle ilişkilenmiştir. “Olan” da “oluşan” gibi bir süreçtir. Yalçınpınar şiiri bu yüzden okunmaz, düşünülür.
Roger Munier’nin “Edebiyat Tehlikede” başlıklı bir yazısını okuduk. Roger Munier, ödül kazanan kitapların ya da bestseller olmuş yapıtların dışında kalan edebiyat ürünlerinin çok az basıldığından, çok az satış yaptığından yakınıyor. “Hele,” diyor “iyi edebiyatın satışı çok daha az oluyor”. Büyük yayımcılardan Grasset ile görüşmüş bu konuda. O da aynı kanıdaymış. Nitelikli edebiyat yapıtları için “kendi beğenim” adlı bir dizi yapmış. Gel gelelim bu dizideki kitapların baskı sayıları 1400, 1800, 2600’ü pek geçmiyormuş. Bunun için de, gerekli kazancın sağlanamaması nedeniyle, büyük yayınevleri, kaliteli kitapları basmaya yanaşmıyorlarmış. “Bu tehlike karşısında yakında kaliteli edebiyat yapıtlarının basılmış değil de, “teksir” edilmiş biçimde okurlara uzanmak isteyeceğini düşünebiliriz”. Böyle diyor Roger Munier. Bu yapıtlar için başka bir yol aramanın zamanının geldiğini belirtiyor. Formüller arıyor Roger Munier. Bulduğu yol şu:
“Okurlar birleşmeli, bir dernek kurmalılar. Genç yazarların, ya da tanınmış ama yayın güçlüğü karşısında bulunan yazarların kitapları bu dernek tarafından basılmalıdır. Hatta böyle birçok dernek kurulabilir. Basılan kitaplar yayın pazarına sürülmeyecek, dernek üyelerince satın alınacaktır. Kitap tükendikten sonra, yazar serbest kalmalı, isterse onu bir yayımcıya satabilmelidir. Bu yayın biçiminin iyi yanı, tecimsel yayınevleriyle açıktan açığa bir rekabet ortamı yaratmamasıdır. Böylece yeni yetenekler, iyi yazarlar için bir “verici anten” kurulmuş olacaktır.”
Milliyet Sanat Dergisi, 13 Şubat 1976, sayı: 171, s. 25
(Hüseyin Karayazı’nın “Dünyada Edebiyat Olayları” başlıklı bir haberinden…)
Bir efsanenin bulabildiğim tek videosudur;
https://www.youtube.com/watch?v=fxl6YuAO7mE&e
Kerim Çaplı kimdir?( bkz: https://www.kerimcapli.com )
Hz. Müptezel (yani Ali Enver Ercan) ve halay takımı dersini almamışa benziyor. 13 Şubat 2008 itibariyle bana bir mektup/yazı daha gönderdiler. (İşbu mektubu https://zaferyalcinpinar.com/tysden2.JPG adresinden indirip okuyabilirsiniz.)
Bu yazıya göre uygunsuz söylemlerimden ve deyişlerimden dolayı, Hz.Müptezel ve koltukaltı Mustafa Köz, beni onur kuruluna “disiplin” icra etmek amacıyla sevk etmişler. Hıfzı Topuz, Adnan Özyalçıner, Egemen Berköz ve Ataol Behramoğlu’ndan mürekkep disiplin kurulu da beni “kınama”ya karar vermiş. Eğer uygunsuz davranışlarıma devam edersem TYS üyeliğimi “askıya” alacaklarmış vs…
Alsınlar.
Şimdi, meseleye -gene- iki açıdan yaklaşmak lazım.
1. Enver Ercan ve onun halay takımına ilişkin açı:
Hz.Müptezel’e (Enver Ercan’a) ve Mustafa Köz’e, ayrıca işbu ikilinin himaye ettiği meczuplara söyleyecek fazla bir sözüm yok; çoğunu önceden söyledim. Fakat şimdi, bu adamlara ne yapayım ben? İşbu kabzımalları nasıl cezalandırayım? Bana gönderdikleri bu iki yazıyı GittiGidiyor üzerinden 1 YTL fiyatla satışa mı sunsam? Daha resmi yazı yazmayı, resmi yazıların şekil şartlarını bile doğru düzgün bilmeyen işbu kabzımal ikilinin bana gönderdiği yazıların orjinallerini “GittiGidiyor” adlı web sitesi üzerinden satışa sunmak, bu halay takımını akıllandıracak mıdır? “Köylü kurnazlığı” taktiklerinin benim üzerimde işe yaramadığını ne zaman anlayacaklar? Bakacağız.
2. TYS Onur/Disiplin Kurulu’na ilişkin açı:
Onur kuruluna diyecek fazla bir şey yok. Onur kurulundaki isimler saygın isimlerdir. Bu isimlere söyleyeceğim biricik şey şudur:
TYS’nin “bir halay takımının çalgısı(enstrumanı) olması”na izin vermeyin. Eğer izin verirseniz bu durum bizzat sizin tasarrufunuzdur ve ne yazık ki tarihe de böyle geçecektir.
13 ŞUBAT 2008- Zafer YALÇINPINAR
Hamiş: Duyduğuma göre, Onur/disiplin kurulu beni “kınama” kararına vardığında, Enver Ercan da hemen cebinden kına çıkarmış ve bir yerlerine “kına” yakmaya, sürmeye başlamış… Zaten bu ikilinin adetleri, yöntemleri böyledir: 20-25 senedir kına yakıp dururlar.
Şiir Yıllıkları’nın gündemde olduğu şu günlerde, “Dalkavukluk” üzerine fıkralar okumak son derece faydalıdır:
DALKAVUKLUK YARIŞMASI
Osmanlı Paşası, dalkavukları arasında “dalkavukluk yarışması” açmış.
Bu dalkavuklardan birinin yazdığı bir mektup ertesi gün paşanın eline ulaşmış… Mektubun bir satırı Arap harfleriyle, bir satırı Latin harfleriyle yazılıymış…
Paşa mektubu yazan dalkavuğu çağırıp sormuş:
-Bu ne biçim mektup? Bir satır Latin harfleri, bir satır Arap harfleri… Neden böyle bu?
Dalkavuk sırıtmış,
-Paşam, boynu aziziniz yorulmasın diye böyle yaptım… Arap harflerini okurken sağdan sola ilerlersiniz. Ertesi satırda başa dönmenize gerek yoktur, Latin harfleriyle soldan sağa ilerlersiniz. Böylece her satırın sonunda, başa dönmenize gerek kalmaz, mübarek boynunuz yorulmaz.
FİLOZOF VE DALKAVUK
Bir filozof ile bir dalkavuk konuşuyormuş. Filozof ne derse dalkavuk onu tasdik ediyormuş. Nihayet sabrı tükenen filozof haykırmış:
-Birader, hiç olmazsa bir kez olsun dediğime itiraz et de iki kişi olduğumuzu anlayalım!
Dalkavukluk
Ekrem Okutan, Mephisto Yayınları, 2005, s. 310 – 312
Kadıköyü’nün (Körler Ülkesi’nin), Üsküdar tarafından giriş noktasında “YORT SAVUL!” şeklinde bir duvar yazısı görülmüştür.
“Gaste” adlı sıkı derginin Ocak 2008 sayısında “Suçlu Ayağa Kalk!” başlıklı bir bildiri yayımlanmıştır.
Bildiriyi https://zaferyalcinpinar.com/suclu_ayaga_kalk.jpg adresinden okuyabilirsiniz.
GÖZE GİRMEK İÇİN
Hep ölmüş ozanları beğenirsin
Översin, Vakerra
Beni beğenesin diye, doğrusu,
Ölemem, Vakerra
—–
YİNE DE
Curnal yaz, kara sür, çanak yala,
Yalan dolan, türlü madrabazlık,
Yine de meteliğe kurşun at.
Beni şaşırtıyorsun, Vakerra!
MARTİALİS
Çev: Oktay Rifat, Latin Ozanlarından Çeviriler, 1986, Adam Yayınları
“(…)Konu Ece Ayhan ve onun söylediği bir söz olduğunda sizin dikkatinizi çekmesi ilginç. Bir alışkanlık edinmişsiniz sanki… Bir tür yöntem… Ece Ayhan’ın sözlerini hem Ece’yi suçlamak, aşağılamak için kullanıyorsunuz, hem de Ece’nin sözlerinden hareketle o konuları düşünmeye ve o konu hakkında yazmaya başlıyorsunuz. Yoksa Ece Ayhan’ın sözlerinin sizin için ‘ufuk açıcı’ bir niteliği de mi var!(…)”
Ayşegül Tercan
Lacivert Öykü ve Şiir Dergisi, sayı:19, s.76, Ocak-Şubat 2008
“HER doğruyu söylemeğe gelmezmiş, bir takım doğruları yaymamak, çokluktan, kamudan gizlemek gerekirmiş… Peki ama bir doğruyu söylememek, gizlemek, yayılmasını önlemeğe çalışmak o doğrunun yerinde duran yalanı sürdürmek demektir. Yalanın yalan olduğunu bilerek gene sürmesine bırakmağa hakkımız var mıdır? Bazı yalanlar kutsalmış onlara dokunmağa gelmezmiş… Bir şeyin yalan olduğunu anladık mı kutsallığına artık inanmıyoruz demektir; bunun için “kutsal yalan” sözü bir şeyin hem köşeli, hem de yuvarlak, hem katı hem de biçimsiz olduğunu söylemek gibi bir saçmadır. (…) Bir takım doğruların gizlenmesi gerektiğini ileri sürmek eski kibarlık, asillik düşüncesinin bir kalıntısıdır. Bir yanda büyükler, kibarlar, damarlarında mavi kan akanlar var, onlar doğruları bilebilirler, onların bilmesinden bir kötülük gelmez; ama küçüklere, kibar olmayanlara, kölelere sakın açmayın!… Öyledir kişioğlu: kendisi için ille de bir takım ayrıcalıklar ister. Eski acunun kibarlığı, aristokratlığı yıkıldı ama onun yerine aydınlar türedi…
“Ben bunun yalan olduğunu biliyorum, ben buna inanmıyorum, ama kamunun bu bağlar altında kalması, onun anlamaması daha iyi olur” diyen kimse, öğrendiği, anladığı doğrulara lâyık olmayan kimsedir. İnandığı bir şey yoktur onun: bir şeyin ne doğru olduğunu düşünür, ne de yalan olduğunu… Ancak kendini düşünür, kendini büyük görmek için yol arar.
Her doğru söylenebilir, her doğru söylenmelidir, yoksa çevremizi aldatıyoruz, çevremize yalanı yayıyoruz demektir.
NURULLAH ATAÇ
Karalama Defteri, Hür Yayınları, 1962, 2.Basım, s.7-8
Politika askeri eylemi yönettiği anda savaş psikolojiktir, şu bakımdan ki, orduların ilerleyişleri, pazarlık aracından başka bir şey değildir: Bunun içindir ki hanedan savaşları kendilerine amaç ararlarken kamuoyunu da yardıma çağırmışlar ve kendilerini psikolojik gereklere göre ayarlamışlardır. (…) Bir ara bozma tekniği, bir parçalama sanatıdır bu. Bu bakımdan devletler ya da uluslar arasındaki psikolojik savaş, yurttaşlar arasındaki iç çekişmelerin uluslararası alana aktarılışından başka bir şey değildir. (…) Birkaç asilzadenin suç ortaklığıyla Fransa krallığına kolayca girebilirsin. Ülkenin kapılarını sana açmak ve zaferini kolaylaştırmak için orada her zaman hoşnutsuzlar ve yenilik meraklıları vardır çünkü. (…) Klausewitz, “Çok zayıf, çok küçük olan, ihtiyat ile sağduyudan da artık hiç yararlanamayan kimse öyle bir noktaya gelir ki, sanki “bilgi”nin bütün olanakları ona yüz çevirmiştir. Bu durumda başvuracağı tek çare ise kurnazlıktır.” demekteydi. (…) Psikolojik savaş, düşmanı bizim irademizi yerine getirmeye zorlamak amacını güden politik bir zorbalık eylemidir. (…) Ak ve kara propagandanın yanı sıra her ikisinden de daha etkili olan başka bir propaganda aracı vardır; “Kurşuni” propaganda, verici ile alıcı arasında bir kararsızlık perdesi yaratmayı amaçlar…
Maurice Megret
Psikolojik Savaş, Çev. Samih Tiryakioğlu, Varlık Yayınları, 1972
KUŞLAR-Zafer Yalçınpınar
Kuzgun Acar’ın anısına, saygıyla…
Not: Görsel işin büyük biçemine https://zaferyalcinpinar.com/kuslar.jpg adresinden bakabilirsiniz.
Powered by WordPress | Theme: Aeros 2.0 by TheBuckmaker.com