25
2008
BİLDİRİ: “TYS, bir halay takımının çalgısı olmamalıdır!”
Bugün TYS’den bana bir mektup geldi. (İşbu 2 sayfalık mektup https://zaferyalcinpinar.com/tysden1.jpg ve https://zaferyalcinpinar.com/tysden2.jpg adreslerinden indirilebilir ve okunabilir.)
Salih Bolat, beni TYS yönetim kuruluna bir dilekçeyle şikayet etmiş. TYS de benden “özür” bekliyormuş, beni kınıyormuş. Özür dilemez isem beni “disiplin kurulu”na sevk edeceklermiş vs.
Etsinler.
Şimdi, işbu dandik meseleye iki yönden bakmak lazım:
1.Salih Bolat’a ilişkin açı;
Salih Bolat’ın benim söylediklerimi anlaması için aynı şeyleri kaç kere daha tekrar etmem gerekiyor? Veya sağa sola dilekçe vermekle, edebiyat anlamında bir yerlere varılabilir mi? Salih Bolat, bana sataşmanın bir “kariyer basamağı” ya da “kilometre taşı” olmadığını -bunca olaydan sonra- hâlâ anlayamamış mı? Ve ayrıca ödül alan bir insanın “üzerinde ‘dünya güzeli’ yazan bir kuşakla sağda solda kırıtması” da bir edebiyat başarısı değildir… Kaldı ki ödülün alınması da verilmesi de bir başarı kıstası değildir bence.Salih Bey’e bunları anlattık, ama bir türlü anlamıyor. Bu nedenle Salih Bolat’ı bir kalemde geçiniz. Ne bu dilekçeyi TYS üzerinden sağa sola göndermekle, ne de ödül almakla çok önemli bir şey yapmadı, yapamaz. Çünkü onda öylesine bir derinlik, öylesine bir şiirsel kuvvet yok. Bunu kendisi de biliyor. Debelenip duruyor işte… Mesele bundan daha fazla bir şey değildir, yani bu kadardır.
2.TYS’ye ilişkin açı (Yani Enver Ercan, Mustafa Köz ve avanesinin açısı);
Ben bu Hz. Müptezel’le yani Enver Ercan’la davamı kapatmıştım ama anlaşılan o, söylediklerimden ve yaptıklarımdan falan ders almamış hiç…
Şimdi, bugünkü haliyle TYS denen oluşum, herkesin bildiği gibi Enver Ercan ve avanesinin, statüko veya saygınlık cukkalamak için kullandığı bir merci/makam haline gelmiştir. Yani bundan ibarettir. Mustafa Köz ve Enver Ercan’ın halaybaşı olduğu, kendi kendine çalıp oynayan bir taife…
Beni “disiplin kurulu”na vereceklermiş ki en çok buna güldüm. “Beni sendikadan ihraç etseler de rahatlasam” diye düşünüyordum zaten. Bu Salih Bolat’ın dilekçesi bir vesile olmuş olur. İyi de olur, çünkü TYS ile ilgili söyleyeceklerimi, orada yaşadığım gerçekleri daha rahat anlatırım böylece…
Şimdi Mustafa Köz’e, yani “Enver Ercan’ın fikir babası” meselesine özellikle gelelim. Çünkü işbu dandik dilekçeler vs onun başının altından çıkıyor. Geçenlerde Son Gemi’de Vecdi Çıracıoğlu ile birlikte oturuyorduk. Mustafa Köz bir ara yanımıza uğrayıp, Vecdi Abi’yle selamlaşıp şöyle demişti:
“Tys toplantısından, dershane toplantısından geliyorum.”
Sonradan, o kadar güldüm ki bu söze. Aklınca, Mustafa Köz, TYS üzerinden bana ders verecek… Önceleri “Su Resimleri” adlı kitabına duyduğum saygıdan dolayı çekiniyordum, ama artık ona da, Mustafa Köz’e de sözüm açıktır;
“Mustafa Köz, gitsin önce kendisine ders versin, kendi dükkanının önünü süpürsün. Ne bileyim, gitsin, bir danışmanlık kuruluşundan “bir kurumun nasıl yönetileceği üzerine dersler” falan alsınlar: “Zaman Yönetimi, Stratejik Planlama, Performansa Dayalı Bütçeleme ve Kalite Kavramları” gibi dersler alsınlar. Öyle, meyhanelerde “Dershane toplantısından geliyorum” vs söylemleriyle bir kurum yönetilmez, bir yere varılamaz. Mustafa Köz kendini bir “stratejiysen” zannedip, bana böyle komikliklerle gelmesin. İşine, dalgasına baksın ve dükkanının önünü süpürsün.”
Sonuç olarak da şu aşağıdaki tümceyi -ayağa kalkarak- söyleyebiliriz;
TYS, bir halay takımının çalgısı (enstrumanı) olmamalıdır.
ZAFER YALÇINPINAR – 18 Ocak 2008 – Erenköyü
Ayrıca, bkz: https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=261 (Hz. Müptezel’le İkinci Karşılaşma)
24
2008
Ona gölgeyi ver.
12.
SEN DE KONUŞ
Sen de konuş,
en son konuş,
söyle diyeceğini.
Konuş-
ama hayırı ayırma evetten.
Anlamı da ver söylediğine:
Ona gölgeyi ver.
15.
ADI KEKELENEN bir dünya,
konuk etmiş olacak beni,
yani bir isim, bir duvarın terlediği, duvar boyu
bir yaranın tadına baktığı nokta
Paul Celan
Ölüm Fügü, Çev: Ahmet Cemal, İyi Şeyler Yayıncılık, 1994
22
2008
Hikâye Müsabakasının Neticesi
Yukarıdaki kupür Yeditepe Dergisi’nin 1950 yılında yayımlanan 3. sayısında yer almaktadır.
17
2008
Kelimenin Yüzü’ne ilişkin Söyleşiler
Son günlerde “Kelimenin Yüzü” adlı kitabıma ilişkin 2 adet söyleşi yaptık…
“G. Sesil Sar” ve “Davut Yücel”in benimle yaptıkları bu son söyleşilere ve ayrıca bugüne kadar verdiğim tüm söyleşilere https://zaferyalcinpinar.com/dilinkemigi.html adresinden ulaşabilirsiniz.
17
2008
Şiir: Kişilik (F.H. Dağlarca)
Kişilik
En eski adamlar benzerdi hayvanlara
Örtünmeleri çok azdı
Görünürlerdi daha çok
Daha çok ayakları
Daha çok elleri vardı
Eski adamlar
Yalan söylemezdi aydınlığa karşı
Dediklerinden dönmezlerdi
O yedi yıldıza karşı
Ağu içerlerdi eski adamlar
Baş eğmemek için
Gerçeği yaşatmak için
Nedir bu mırıldanma
Eski adamlar hayvandı desene
FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA
İçimdeki Şiir Hayvanı, Norgunk Yayınları, s.13, 2007
17
2008
Duvar Yazısı: “Edebiyat Eğlenceli Değildir!”
K Dergisi’nin Söylemi: Edebiyat Eğlencelidir…
Duvar’ın Söylemi: Edebiyat Eğlenceli Değildir!
K Dergisi: Alkım Kitapçısı’nın Dergisi
Yer: Kadıköy (Körler Ülkesi) Alkım Kitpçısı’nın Arka Duvarı
09
2008
Ali Enver Ercan(Hz. Müptezel) ile İkinci Karşılaşma!
Ali Enver Ercan (namı diğer Hz. Müptezel) ile bugün, yani 9 Ocak 2008 tarihinde, gene karşılaşmış bulunmaktayım. Meğer ben ne kadar temiz yürekli bir adammışım ve şu dünya da ne kadar küçükmüş… Bugün yaşadığım şeyler, bugünkü karşılaşma bunu kanıtlıyor.
Hemen anlatayım:
Bugün, çeşitli işler için saat 17:30 sularında Kadıköy’deydim. 19:00’da işyerinden Kadıköy’e dönecek olan eşimi beklerken, zaman öldürmek için sahafları gezmeye karar verdim. Uzun zamandır uğramadığım Ün Sahaf’a uğradım ve 2 Ytl’ye satılan şiir kitaplarını incelemeye başladım.Kitapların arasından Ali Enver Ercan’ın “Eksik Yaşam” adlı kitabı çıkmaz mı… Ün sahaf’ın sahibini yanıma çağırıp, kitabı ve kitabın arkasındaki resmi gösterip beraberce güldük… (Kitapların arasından Mesut Aşkın’ın ilk şiir kitabı olan “Çocuk Gülünce” adlı kitap da çıktı.) Her iki kitabı ve bulduğum bazı diğer kitapları da satın alıp dükkandan çıktım. “Som Gemi” adlı mekâna gittim ve orada Mesut Aşkın’la karşılaştık, sahaftan bulduğum kitabı Mesut Aşkın’ın kendisine imzalattım. Enver Ercan’ın “eksik yaşam” adlı kitabını ve kitabın arkasındaki o ünlü fotoğraf ile yazıyı da Mesut Aşkın’a ayrıca gösterdim, güldük. Sonra, biraz daha sohbet ettik ve Son Gemi’den çıkıp beni Starbucks’da (eski postanenin yakınlarında, yeni açılan yerde) bekleyen eşimin yanına doğru yollandım. Starbucks’a girmiştim ki bir de baktım, karşımda Ali Enver Ercan… Beni tanımamazlıktan geldi ve hemen Starbucks’dan çıktı. Eşimin oturduğu masaya, elimdeki kitapları ve kafamdaki şapkayı bıraktım, paltomun önünü açtım, “Eksik Yaşam” adlı kitabı da yanıma alarak Enver Ercan’ın peşine düştüm. Enver Paşa, Starbucks’ın yanında ufak bir girişi olan Seyhan Müzik’e girdi. Arkasından ben de girdim. Gene beni tanımamazlıktan geldi. Sonunda dayanamayıp: “Enver bey!” dedim. Döndü. Elimdeki “Eksik Yaşam” adlı kitabı(yani Enver Ercan’ın o meşhur kendi kitabını) ona, bizzat uzatarak “Ben Zafer Yalçınpınar, bunu alın!” dedim. Sinirlendi ve “Ben senin gibi bir adamdan bir şey almam!” dedi. Güldüm ve kitabı ona yeniden uzatarak “Şimdi, bu kitabı alıyor musunuz, almıyor musunuz?” diye sordum. Seyhan Müzik’in alt katındaki herkes bize bakıyordu. “Alayım bari!” dedi, kitabı aldı ve şöyle devam etti:
“Bak, sen terbiyesizsin… Edebiyat dünyasında kötü üne kavuştun… Ayrıca o kız benim sevgilim falan değil, Almanya’da yaşıyor…” dedi.
Ona hafifçe gülümsedim ve çektim gittim; Enver Ercan’ı, elinde “Eksik Yaşam” adlı ilk kitabıyla, çeşitli haysiyet çelişkileriyle ve tüm bu yaşananların ağırlığıyla başbaşa bırakıp gittim. Orada öylece kala kaldı.
Sonra, eşimle birlikte eve geldik. Ve zamanında babamın Gökçeada’dan satın aldığı yıllanmış bir el yapımı şarabı açıp, içtik.
Kendi kendime şöyle dedim:
“Eh, Hz. Müptezel’in kendi dandik gerçeğini, onun kendi eline de verdik… Enver Ercan işi, bu dandik dava da halledilmiştir. Daha fazlasına gerek yok… ”
Biliniz ki şu an, kimse benden daha mutlu olamaz.
Zafer Yalçınpınar 9 Ocak 2008, Saat “22:09”
08
2008
Ece Ayhan’ın Şiirleri Üzerine Bir Araştırma (Erdoğan Kul)
Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, YENİ TÜRK EDEBİYATI ANABİLİM DALI bünyesinde Erdoğan Kul’un hazırladığı “Ece Ayhan’ın Şiirleri Üzerine Bir Araştırma” adlı doktora tezini yeni farkettim. (Tezin 550 sayfalık tam metnini https://acikarsiv.ankara.edu.tr/fulltext/2532.pdf adresinden indirebilirsiniz.)
Dün gibi hatırlıyorum; bundan 3 sene önce bir toplantıda Sezai Sarıoğlu’yla karşılaşmıştık. Ona Ece Ayhan’dan bahsettim ve bildiğim bazı şeyleri anlattım, o ise söylediklerimi dikkate almayıp “Ece Ayhan kötücüldür ve önemsenecek bir tarafı da yoktur…” demişti. Ben de yanlış ve eksik düşündüğünü, Ece Ayhan ve yazdıkları hakkında bir yüksek lisans derecesi tezinin yazılmış olduğunu söyledim. Şaşırmış, kızmış ve bana inanmamıştı. Ben de tuttum, katıldığımız toplantının ertesi günü söz konusu tezi e-posta aracılığıyla ona gönderdim…
Şimdi ise, bugün gelinen seviyede, Ece Ayhan üzerine bir doktora tezi yazılmış, tamamlanmış bulunuyor. Bu durumdan sonsuz derecede heyecanlandığımı hemen bildireyim. Dün ve bugün, hemen ilgili tezden bölümler okuyup durdum ve Erdoğan Kul’un Ece Ayhan şiirini iyi/sıkı biçimde içselleştirmiş olduğu, Ece Ayhan şiirini son derece derli toplu, tutarlı ve yetkin bir biçimde ele aldığı/sezdiği kanısındayım. Tezi okumayı ne zaman bitiririm, nihai izlenime ne zaman sahip olurum tam olarak bilmiyorum ama, işbu tezin bir şekilde kitaplaştırılması gerektiğine inanıyorum. Erdoğan Kul’u tanımam etmem, ama Sezar’ın hakkını -öyle ya da böyle- Sezar’a vermek gerekiyor: Sıkı bir iş çıkmış ortaya… Umarım, Erdoğan Kul, Ece Ayhan çalışmalarına Doçentlik seviyesinde de devam eder.
Bu tez de dahil olmak üzre, geçtiğimiz 2007 yılı bize Ece Ayhan hakkında şu işleri sunmuş oluyor:
– “Ece Ayhan – Poelitika” yayımlandı.
– Emine Sevgi’nin Ece Ayhan anıları YKY’den yayımlandı.
– Ece Ayhan hakkında 550 sayfalık bir doktora tezi tamamlandı ve internetten yayımlandı.
– Ece Ayhan’la ilgili çıkan yeni kitaplara yönelik yazılara ve söyleşilere gazeteler ile gazetelerin kitap eklerinde yer verildi.
– Daha 2 gün önce Ece Ayhan’ın ismini duyduğunda silahına davranan bir sürü dandik yazar ve şiir heveslisi, yazdıkları -sözde- poetika metinlerinde “Ece Ayhan”ın ismini saçma bağlamlarla, kuru alıntılarla, uyduruk söylemlerle (Ece Ayhan’ın sıkılığından bihaber bir şekilde) de olsa anmaya başladılar. Titrek editörler de bu -kahrolası- Ece Ayhan merkezli yazıları belki “seve seve”, belki de ” s.ke s.ke” yayımladılar.
– “Soldan çok solcu” olan o eski ve tıfıl abiler, meyhane muhabbetlerinde Ece Ayhan’ın adını bol bol anmaya, onun ismini mücbir sebeplerden dolayı bol bol telaffuz etmeye başladılar.
Bu olanların tümünden sonsuz keyif aldığımı bildirmeliyim. Bildirmeliyim çünkü “haklılığın inadı” diye bir şey vardır. Bâzı fikir keli adamlar bunu yeni yeni kavrıyorlar. Ama “seve seve” mi yoksa ” s.ke s.ke” mi kavrıyorlar, işin orasını tam olarak bilemem. Bilinmez de.
07
2008
Söyleşi: Bir Bienal’in Bilançosu
Bienal ve küratörlük mantığının çelişkileri üzerine Cavit Mukaddes’le söyleşidir:
07
2008
Orhan Kemal, Sait Faik’i anlatıyor…(TRT Arşivinden…)
https://www.youtube.com/watch?v=QBrd8xKBwNk adresinden ilgili videoyu izleyebilirsiniz.
Ve fakat, videoyu izlerken, şu aşağıda yazanları da aklınızda bulundurunuz:
Sait Faik/ Biraz haksızlık edildi adama. Yapayalnız bırakıldı. Bir gün Nisuaz’da bir grup adama bir şeyler anlatmak ister. Aslında edebiyat çevrelerine pek girmezdi ama, o gün orada işte. Orhan Kemal’de orada… Orhan Kemal, Sait Faik konuşmak isteyince şapkasını çıkarıyor, Orhan Kemal köylü kökenli olduğu için kapalı yerde şapkayla oturur, köylüler kapalı yerde şapka çıkarmaz ya evet bu sefer şapkasını çıkarıyor, “Sen şapkama anlat” diyor, kendi konuşmasını sürdürüyor. Sait Faik dövünerek çıkıyor. Bir şey de yapmıyor. Horlandı.
Ece Ayhan, Aynalı Denemeler, YKY, 2.Baskı, 2001, s.48
04
2008
Kalakaldık mı?
(…) Yine Çengeköy’e geldik sonunda, yukarılarda elektiriği ve suyu olmayan bir eski ev işte. 14 numaralı gaz lambası ışığı iyidir. (…) Çengelköy’deki ev yıkılacak. Şimdiden çıkmam isteniyor zaten. Demek gaz lambasıyla yaşamak bile olmuyormuş. Eh, sağlık durumum da pek iyi sayılmaz. Almış yürümüş dedikoduların da bunda payı var tabii.(Ki çoğu doğru değil, ama ne yapacaksın.) (…) Artık 64 yaşına bastık. Nice acılar çektik. Tek böbrekle yaşıyorum şimdi. Kalp iyice büyümüş, güm! güm! göğüs kafesini zorluyor. Bir tek sol kulakla duyuyordum, o da ağırlaştı. Şimdi de sağ dikili göz kanlandı, kan oturan göz çok acıyor. Terslikler arka arkaya geliyor! (geçen yaz iki ameliyat geçirdim, kulak kepçesinde büyüyen bir kanser uru,iyi huyluymuş her nasılsa ve arkasından safra kesesi ameliyatı. Yani vartalar bende gırla! Öyle ama sıfırı da her anlamda tükettik. Kalakaldık mı?
Ece Ayhan’ın Sevgi Özdamar’a yazdığı mektuplardan…
“Kendi Kendinin Terzisi Bir Kambur”, Sevgi Özdamar, YKY, 2007, 1.Baskı
03
2008
Şiir: Üç! (Davut Yücel)
I.
Bir lir eşliğinde dinliyor,
önünde hiç olmadığı kadar açık bir elma var;
kendini hiç sakınmamış.
II.
Bir lir eşliğinde kadın sesi ile dinliyor.
Kapılar ardına kadar açık, sanki bir dağın
zilini çalıyor, zamanı mı gelmiş? Aklında
bir zil var.
(…)
Davut Yücel
02
2008
Haber: Bir Egomanyak Olarak Orhan Pamuk
ABD’li gazeteci Orhan Pamuk için ‘egomanyak’ dedi
Kanada’nın önde gelen gazetelerinden Globe and Mail’de Pamuk üzerine
bir makale yazan ABD’li gazeteci Claire Berlinski, yazardan
“egomanyak” diye söz etti.
İSTANBUL – Dış basınında genellikle hakkındaki övgü dolu yazılarla yer
alan Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk, bu kez farklı bir tavırla karşı
karşıya kaldı. Kanada’nın önde gelen gazetelerinden Globe and Mail
için Pamuk hakkında bir makale kaleme alan Amerikalı gazeteci Claire
Berlinski, ünlü yazar için alaycı ifadeler kullandı. ‘Öteki Renkler’
kitabında farklı bir Orhan Pamuk profili çizen Berlinski, yazısına
“Bir ermiş mi, yoksa bir gösteriş meraklısı mı” başlığını attı.
Berlinski, ünlü yazar için şu ifadeleri kullandı:
“Orhan Pamuk İstanbul’da, yani Doğu ve Batı arasında yaşıyor.
Kitaplarında bundan bahsetmesi şaşırtıcı değil. Bu New York’un
metropol olduğunu söylemek kadar klişe… Hamburger yerken bile ne
kadar melankolik olduğunu anlatıyor. Bu melankolik egomanyakla yemeğe
çıktığınızı düşünebiliyor musunuz? Kafeye boğazlı kazağıyla gelip
Dostoyevski kitabını yüzü dışarı bakacak şekilde masaya koyuyor. Bir
dakika içinde de Türkiye’deki birçok kişinin aksine kitap okuduğunu
söylüyor. Sonra da defalarca yineliyor. Şikayetçi olduğu kesime ne
kadar benzediğini fark etmiyor.”
Kaynak: NTVMSNBC
30
2007
2007 Zafer Yalçınpınar Oto-Almanağı
2007 Zafer Yalçnpınar Oto-Almanağı’na
https://zaferyalcinpinar.com/almanak2007.html
adresinden ulaşabilir ve 2007 yılının olaylarını inceleyebilirsiniz.
28
2007
Buluntu Şiir: Dört Güvercin (Nazım Hikmet)
Nazım Hikmet’in yeni (henüz herhangi bir kitabına girmemiş, duyulmamış) bir şiiri bulundu: https://www.ntvmsnbc.com/news/430862.asp
DÖRT GÜVERCİN
geldi dört güvercin
suda yıkanmak için.
Su mahpusane yalağındaydı.
ve güneş
güvercinlerin
gözünde, kanadında, kırmızı ayağındaydı.
girdi dört güvercin
yıkanmak için
suyun içine.
ve kederli toprakta dört insan
baktı dört güvercine.
Güvercinler hep beraber
güneşi taşıyıp kırmızı ayaklarında
uçabilirler.
Durdurmaz onları demir ve duvar.
güvercinlerin yumuşak kanatları var.
Ve kanatlar
Şimdi burda, şimdi damın üzerinde.
İnsanların kanatları yok
İnsanların kanatları yüreklerinde.
Dört güvercin
güneşe varmak için
yıkandı, uçtu sudan.
NÂZIM HİKMET
25
2007
Poetika: Boşluğun Dili İçin İbraz
Sıfır sayısı çarpanlarına ayrılamaz. Boşluğun yutuculuğu ve onun karşısında titrememiz, aralarında birkaç sene bulunan iki davul vuruşu ve bu zaman aralığında oluşan kimya (akkor bir kimya hem de)önemlidir, önemseniyordur artık… Bunu her yerde seziyorum. “Görsel Şiir”in (bence görsel işlerin) ya da “imkânsızın dili”nin (bence Ece Ayhan doruğunun) avantajı, forvetliği, büyüklüğü, hızı işbu garip kimya (bazen de ecza) etkileşimiyle oluşan apansız ve rastlantısal bir yuvalanmadan kaynaklanıyor.
Peki, nasıl bir şey bu?
-Parçaların değil de parçalar arasındaki boşlukların, iki nota ya da vuruş arasındaki “sus”ların, iki sayı arasında (örneğin 1 ile 2) sonsuz sayı bulunmasının, çoklu(hareketli) anlam kaymalarının bütünlükten, bir bütün olmaktan sonsuz kere önemli olduğu bir kimya…
-Üzerindeki her şeyden (her yüzey anlamdan, her belirgin işlevden, her yükten) sıyrılıp varoluşuna geri dönmek isteyen bir eşyanın (örneğin bir portmantonun) akkorluğuna sahip bir kimya…
-Bütünlüğü sadece ve sadece boşlukta bulan ve boşluk üzerinde yenilenen bir kimya…
-Yapısal analize imkân vermeyen, oluşumunda termin ya da nedensellik içermeyen, bir şeylerin altını değil de üzerini çizen bir kimya…
-Oktay Rifat’ın deyişiyle “rastlantının bizden çok daha akıllı olduğu” gerçeğini yineleyen, ibraz eden, İlhan Berk’in “sessizlik de/ bilinmek ister/ hakkı bu” dizeleriyle tazmin edilen; suskunun, boşluğa doğru likidite oluşturduğu ve dillendiği, “Mısırkalyoniğne” ve “Perçemli Sokak” adlı kitaplarda vücut bulan, Ece Ayhan’ın (bence Ayhan Çağlar’ın) ise tüm eserlerinde kendisini oluşturan ve gösteren bir kimya…
Zafer Yalçınpınar
25 Aralık 2007
24
2007
Birgün Gazetesi: “Ece Ayhan çağının vicdanıydı!”
Ece Ayhan/Poelitika hakkında Eren Barış’la gerçekleştirdiğimiz söyleşiye https://zaferyalcinpinar.com/bbkara/hayhakkinda.html adresinden ulaşabilirsiniz.
23
2007
Epilog: Zinhar ve Poetikhars Kapandı! (Serkan Işın)
Serkan Işın, Zinhar ve Poetik-Hars adlı görsel şiir platformlarını kapattığını bildirmiştir. Serkan Işın’ın konuya ilişkin epiloğu aşağıda tam ve eksiksiz olarak yer almaktadır:
“Öncelikle hemen belirtmek gerekir ki, poetikhars/zinhar/zinharpost kapandı. Kapandı derken, artık herhangi edebiyat tarihinin, ilgisini esirgemiş okurun -genelde müzeleri bu yüzden gezeriz, geç kalmışlığımızın kasveti ve vurdumduymazlığı ile, edebiyat tarihçisinin, genç şairin ya da internet üzerinde edebiyat nedir, ne değildir diye merak edenler için google aramalarında yukarı sıralarda olmak dışında bir işlevi olmayacak bundan böyle. Bu son yazı da, muhtemelen trilyonlarca bit bilgi arasında bir yerlerde, keşfedilmeyi ya da anlamayı bilen birilerinin ilgisini bekleyerek kaybolacak gidecektir. Geriye ne kalacaktır, bunu pek kestiremiyorum. Bunun pek de bir önemi yok artık.
Kızgın ya da kırgın değilim, çünkü olan biten bütün bu “macera” sonunda öğrendiklerimin “hissizleşme” kelimesi ile ilgisi var daha çok. İnsan, özellikle edebiyatçı/şair taifesindense, kendisini böyle maksimum noktaları sonrasında çoğu kez sorgulamaz, böylelikle ayağa düşmenin en kesin formülasyonunu bulmuş olur. Bir şeye başlamak, çoğu kez onu “başlatmak” oluyorsa, başlayan şeyin devam edebilmesi için, yatırılan zihinsel sermayenin faizini fazlası ile istemek büyük küstahlıktır. Hakkımı helal etmekten başka çarem olduğunu da düşünmüyorum.
Teşekkür faslına geçmeden önce, böyle bir ‘şey’e başlamanın dinamiklerini genç okurlara anlatmak herhalde boynumun borcu olacaktır. Ama burada sanki bir halt becermiş gibi de davranacak değilim, o yüzden merak eden olursa klişeler ile hakikatler arasındaki uzaklığı tekrar ölçmelerini salık verebilirim. “Hayatı değiştirin, bok püsür bulun, harekete geçin, şiir şudur, budur vb.” diyen gerizekalılar daha önlerinde olan biten şeyi fark edemeyecek kadar körleşmeye başladığında, artık orada eğlenceli şeyler olmuyor demektir.
Eğlenceli olan şey ise, kendi kendinize ve kendiniz için ve hakkında öğrendiğiniz şeylerin yekünüdür. Büyü bozumu, örneğin size “ah evet, doğru ya!” dediğiniz bir keşif anında değil, tam tersi bu kısa tepkiyi veremeyecek kadar meşgul olduğunuz bir anda dank eder. Kafanıza dank eden ise, kesinlikle o yaptığınız şeyin “organikliğinde” yatmaz, tam tersine edebiyat eserinin ya da yapıtın ya da herhangi bir sanat objesinin, hareketin “epiphany” anı, tam da dışarı doğru fırlayan vektörde yatar. Eserin büyüklüğü değil, belki de “etkisi” (magnitude) burada yatar. Yani müzik sanatı için geçerli olan, tüm sanatlar için geçerlidir; hiçbirşey olanın dalgalandırılması, silkelenmesi.
İşin mistik kısmını geçersek, eğer yaptığınız şey -bulduğunuz diyelim- size kendisi ile ilgili olmayan bir sürü şeyin de ilgisini göstermeye başlıyorsa ve bu ilişkileri kurarken, çeşitli iletişim fazları yakalanıyorsa, kendinizin en bilinçsiz, en ilgisi, en süper-uzak noktada olduğunuzu düşündüğünüz bir şey ile canhıraş ve bilinçli bir ilişkiye giriyorsanız; sanıyorum bu en samimi haliyle, sanat eserinin doğuşuna işaret eder.
Özetlemek gerekirse, görsel şiir, bize görsel şiir verdiği için değil, bambaşka şeyleri kullanma, eritme, yeniden şekillendirme ve yeniden yorumlama yeteneği kazandırdığı için, mümkün olanların en iyisi gibi görünmüştür. Hala da öyledir. Bu sitenin ya da benim aradan çıkıyor olması/olmam, en azından başlangıç için bir yol arayanlara fazla kafa karışıklığına mahal vermek istemememden kaynaklanıyor. Artık bizim yaptığımızın daha ötesi aranacaktır ya da nasıl bir hiçten doğdu ise, o hiçin kuralları gereği, tüm bu bilgi yığını ve çalışma, parça parça tükenecekleri ana kadar beklemelidir.
İnsanı, Zaman’ı ancak ve ancak sanat eseri üzerinden nadasa bırakabilir. Ben ve bu sitede, bu işlerde adı geçen herkes, bunu yapabileceğimiz en samimi şekilde yaptık. Bundan ötesini düşünmek ve beklemek gerçekten kendi efsanesine fazla kulak kabartmak olur, olacaktır. Ve bilindiği gibi “Siren”ler hep daha fazlasını isterler.
Ben, Serkan Işın, bir şair, bir editör, bir web tasarımcısı, bir e-posta atıcısı vb. olarak bu siteye bugüne kadar bir kere uğramış, çeviri yapmış, işlerini sergilememe izin vermiş, olayı anlamasa da heyecanlanmış, tepki göstermiş, arkadaş arasında dedikodu yapmış, kafası basmadığı için küfür etmiş, kötülemiş vb. kim varsa teşekkür etmek istiyorum. Az çok da olsa “edebiyat tarihi içinde küçük bir sarsıntı” yaratılabilmiştir. Bu sitede adı geçenler, sayfalarda, internet aramalarında bu site ve dergi ile ilişkilenmekten hiç de gocunmayanlar ise bu site ayakta kaldıkça zaten benim yapabileceğimden çok daha fazlasını elde edeceklerdir. Ya da hiç birşey olmayacatır, zaten iyi yanından bakarsak, başlangıçta da hiç birşey yoktu.
Sonuç olarak başlangıçta kendisini “süreksiz bir imha olarak şiir” olarak tanıtan ve tanımlayan bir hareketten, kalıcılık, süreklilik, daha ileri gitmek gibi saçma sapan şeyler beklemek bana göre değil. Türkiye’de görsel şiir işte bu kadardır ve bundan sonrası en azından bu ekip tarafından yürütülemez. Görsel şiir ve tüm levazımı, TAZ’da da belirtildiği gibi “zaman ve mekanda bir göçebelik” hareketiydi. Hem o kadar süreksizlikten, kazadan, rastlantıdan bahset, hem de sonsuza kadar var olacağını zannet, bu bize göre değil.
Hepinize teşekkürler”
Serkan Işın – 23/12/2007
23
2007
Hiç Boşuna Heves Etmesinler…
Yeni gelen haberlere göre Ömer Şişmancık sağda solda, Şiirpostası’nda
falan hakkımda konuşup yani debelebip duruyormuş. Edebiyat kabzımalı Reha Yünlüel de bu adama sarmaş dolaş -tam techizat- yataklık ediyormuş. Hiç boşuna “heves” etmesinler, üç beş cılızın debelenmeleriyle uğraşacak değilim artık…
Ben o meseleyi kapattım, hallettim ve rahvan gönderdim. Aslında bunu
kendileri de biliyor, ancak işte, durumu kendilerine yediremiyorlar,
haysiyetleri sarsılıyor ve bu nedenlerle debelenip, türlü türlü taklalar atıp
duruyorlar… Demem o ki hiç “heves” etmesinler artık…
Bununla birlikte, ben işbu meseleyi daha da güzel, daha da temiz
hallederdim de işte Osman Çakmakçı’ya sabah akşam, yatıp kalkıp
şükretmeleri lazım…
22
2007
Alıntı: Zico’nun Golü (Eduardo Galeano)
1993 yılıydı. Tokyo’da Kashima takımı, İmparator Kupası için Tohoku Sendai takımı ile karşılaşıyordu.
Kashima’nın Brezilyalı as futbolcusu Zico takımını zafere ulaştıran golü atmıştı ve bu gol belki de hayatının en zarif golüydü. Top sağ traftan orta yuvarlağa doğru gelirken, o anda biraz geride bulunan Zico hemen fırlamış, ama çok hızlı hareket ettiğinden hızını alamayıp topu geçmişti. Topun geride kaldığını fark eden Zico, havada bir düz takla attı ve yere düşmeden önce, yüzü yere dönük vaziyetteyken topa topuğuyla dokundu. Ters bir rövaşatayla muhteşem bir gol atmıştı. Ve bu golü görmekten mahrum olan körler,
“Bu golü bana anlatın,” diyorlardı.
Eduardo Galeano
Gölgede ve Güneşte Futbol, Çev: Ertuğrul Önalp-M. Necati Kutlu,
2. Baskı, Can Yayınları, 1998, s. 233
09
2007
Yaptıkları her şey gibi sağlam ve “sıkı” olmuştu.
(…)
İsak’la oğlu neredeydiler? Vakitlerini boş geçirmemişlerdi; gerçi ot işini bir iki gün yüzüstü bıraktılar, ama yukarda göl kıyısında bir kayık yaptılar. Gerçi süsü, gösterişi olmayan kaba saba bir tekneydi bu, fakat yaptıkları her şey gibi sağlam ve sıkı olmuştu
(…)
Baba biraz düşündü: “Ne dersin, bundan bir köşe taşı çıkar mı?” dedi sonra. “Kayayı yontmamıza bağlı!’ diye cevap verdi Sivert ve hemen ayağa kalkıp babasına küsküyü uzattı, kendisi de tokmağı aldı. Kan ter içinde kalıyor, bütün heybetiyle doğrulup elindeki tokmağı vınlatarak indiriyor, sonra yine doğrulup tekrar vuruyordu. Hepsi birbirinin aynı yirmi vuruş, gök gürlemesine benzer 20 darbe! Ne elindeki aleti, ne de kendini sakınıyor, yaman iş görüyor gömleği sıyrılıp pantolonunun üstüne sarktıkça karnı meydana çıkıyordu; her vuruşta tokmağa daha fazla kuvvet yükleyebilmek için ayak parmakları üzerine kalkıyordu. Yirmi vuruş!
Knut Hamsun
“Dünya Nimeti”, Çev: Behçet Necatigil, 1980, 1. Baskı, Tur Yayınları