Ara
01
2008
2

Biz bu gece nerede yatacağını bilmeyen üç kişiyiz.

Biz bu gece nerede yatacağını bilmeyen üç kişiyiz.

(…) Kapısının üstünde “emniyet odası” diye yazılı bir aralıkta yatacakmışız. Emniyet odasında neler bulunur? Tahmin edemezsiniz. Duvar dibine sıralanmış beş numaralı gaz lambası. Dolu ve boş gaz tenekeleri. Eski paçavralar. Elektrik söndüğü için bir lamba yaktılar. Denkleri acele acele açtık. İki gün iki geceden beri ilk defa yatağa yatacağız. Odanın dışarıya penceresi yok -malum ya “emniyet odası”- iki penceresi de başka bir odaya açılıyor. Bu pencereler de camsız. Baktıkları oda jandarmaların yemekhanesi, iki masa ve bir sürü yaramaz çocuğun şimendifercilik oynamak için dizdiklerini zannettirecek şekilde arka arkaya sıralanmış iskemleler. Derhal yattık. Kapıyı kilitlediler. Dışarıda nöbetçinin öksürüğü, nalçalı ve sert ayak ses-leri, çamurlu bir kasaba şehri. Odanın ismi (emniyet) ama tavan yok, gökyüzünü görüyoruz. Bulutların arasında unutulmuş bir yıldızı seyrederek uyuduk. Sabahlayın daha yorgun uyanmışız. (Kemal Tahir)

(…) İstanbul’dan Çankırı’ya kadar uzun ve müzmin, tren zelzelesiyle geldik. Gece zelzeleden yeni kurtulmuş gibi tavanı sahici yıldızlarla süslü bir karanlık odaya sığındık. Ve nihayet sabahlayın, sanki ansızın yer yarıldı ve biz toprağın içinde rutubetli bir mahzene düştük. Orada gömülüp kalacak mıydık? Hayır. İçimizde kalınlığında ki porfir taş duvarlara karşı beşeri yüreğin her şeyi eriten yumuşak ihtilali ayaklandı. “Bu duvarlar bizi öldüreceğine biz onları yere sereceğiz” dedik. Renkli kâğıtlar, tablolar, fotoğraflardan ibaret silahlarımızla hucüma geçdik. O zaman güzel sanatın gayet pratik, gayet konkret bir zaferine şahit olduk. Duvarları yenmiş, duvarları öldürmüştük. (Hikmet Kıvılcımlı)

(…)

Nâzım Hikmet,Kemal Tahir ve Hikmet Kıvılcımlı’nın birlikte kaleme aldığı bir mektuptan… Söz konusu mektup 16 Şubat 1940 tarihinde Semiha Berksoy’a yazılmıştır. (Nâzım Hikmet ve “Tosca”sı Semiha Berksoy, YKY, 2008, s.49-51)

Ara
01
2008
1

YAZIK: 2. Oğuz Atay Öykü Ödülü

2. OĞUZ ATAY ÖYKÜ ÖDÜLÜ

SEÇİCİ KURUL: Nalan Barbarosoğlu, Müge İplikçi, Murat Yalçın, Behçet Çelik, Sezer Ateş Ayvaz

PANEL KATILIMCILARI : Tahir Abacı, Nalan Barbarosoğlu, Vecdi Çıracıoğlu, Yüksel Aksu, Prof. Dr. Dilek Yalçın, Osman Çakmakçı, Betül Tarıman, Figen Abacı, Asuman Susam

——

Ne “yazık” ki sözkonusu ödül için aşağıdaki kelimeye ve bu kelimeyle ilişkili deyimlere başvurmak gerekiyor;

YAZIK: 1.Herkesi üzebilecek şey, günah. 2.(ünlem) Acınma, üzüntü anlatan bir söz: “Yazık! Bu iş böyle mi olacaktı?” 3 . (ünlem) Kınama anlatan bir söz: “Yazık sana! Böyle mi yapacaktın?”

YAZIK OLMAK: bir şey veya kimseye zarar verilmek. “Adama yazık oldu.”

YAZIK ETMEK: bir şey veya kimseye zarar vermek: “Çocuğa yazık ettiniz.”

YAZIKLAR OLSUN: üzüntü ve kınamanın çokluğunu anlatan bir söz: “Yazıklar olsun, seni sevmesini bilmeyenlere; ey gamlı ülke!..”

YAZIK,YAZIK OLDU, YAZIK ETTİNİZ, YAZIKLAR OLSUN!

 

 

Kas
29
2008
0

Bir Söyleşi: Muhterisler için toplu cevap…

Senem Korkmaz ile bir söyleşi gerçekleştirdik…

Hamiş: İşbu söyleşinin kapsamı “muhterisler için toplu cevap” niteliği taşımaktadır.

—-

Senem Korkmaz: “Karşı”, “Korkak Düşler” ve “Siya” adlı öykü kitaplarından sonra 2007’de “Livar” adlı ilk şiir kitabın yayımlandı. “öykü”den “şiir”e geçiş aşaması nasıl oldu? Neydi seni “şiir”e iten?

 

 

Zafer Yalçınpınar: Birtakım görüngülerin, olayların ve tipolojinin inceliklerini düzyazıyla ortaya koyamadığımı fark ettim. Bazı imgelemler ve sözler düzyazının içerisinde yer aldığında yan-anlam zenginliğini, gücünü, ağırlığını, belki de imgesel devinimini, sahiciliğini ve hızını kaybeder. Bazıları da ancak düzyazıyla anlam kazanır, ayakta, sapasağlam durabilir. Bu bir tercih meselesi… Örneğin, Eduardo Galeano’nun yapıtlarındaki imgeselliği düşünelim; “Kucaklaşmanın Kitabı”, “Yürüyen Kelimeler” ve “Zamanın Ağızları” adlı kitaplarında Galeano, şiir mi yazmıştır, öykü mü? Misal, Turgut Uyar adında sıkı biri çıkmış ve dünyanın neredeyse en uzun öyküsünü tek bir dizeyle yazmıştır: “İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım”
S. K. : Yazın tarihine bakarsak, tüm yazınsal türlerin temelinde “şiir”in olduğunu görürüz. Kısacası insan dille beraber “şiir”i de yaratmış ve kendisini “şiir”le ortaya koymuştur. Dünya edebiyatında da Türk edebiyatında da böyledir bu. Bu anlamda Davut Yücel’in ifadesiyle “Öykü nesrin alt başlığı olarak şiire atılan bir adım” mıdır gerçekten senin için yoksa “asıla rücû” mudur?


Z. Y. : Bunu bilemeyiz. Böylesine bir alt-üst küme yaklaşımına ya da köşeli parantezlere gerek olduğunu sanmıyorum. Bana göre, bazı imgelemler, olaylar, karakterler var ki şiirle ifade edilmelidir. Bazı şeyler de öyküyle… Bu dünyadan Sait Faik adında sıkı biri geçmemiş olsaydı, şiirin öyküden daha “doğuşkan” olduğunu iddia edebilirdim. Artık, böyle bir şeyden bahsedemeyiz.
S. K. : Sait Faik de öyküyle yetinememiştir ama şiir de yazmıştır. Turgut Uyar’ın tek dizeyle dünyanın en uzun öyküsünü yazdığını az önce sen söyledin. Yani şiir, öyküyü yaratabilmiştir tek bir dizeyle. Galeano örneği de aynı şekilde; öykü, şiire yürümüştür bu anlamda. Bütün bu örnekler “Aslolan şiirdir.” önermesine götürmez mi bizi?


Z. Y. : Şiirin “sezgiler”le kurduğu ilişkinin, daha önce söylenmemiş, düşünülmemiş olanı işaret etmek imkânı açısından öykünün “anlamlar”la kurduğu ilişkiden daha üstün olduğunu söyleyebiliriz. Ama bundan emin olamayız. Ayrıca, bir felsefe metni de yan-anlamlarla veya sezgisellikle dolu olabilir… Wittgenstein, felsefenin şiirle kurulması gerektiğini ifade etmiş. Örneğin, bazı zamanlarda Oruç Aruoba’nın felsefi metinlerini “şiir” olarak yeniden okuyorum. Oradaki tümcelerde de bir “poetika” var. Fakat tüm bunlara rağmen, bilmiyorum. Bunu bilemeyiz… Gerçekten…

S. K. : “Livar”dan sonra şiirlerinle tekrar tekrar yüzleştiğini, sonuçta da “şair” değil “şiir yazarı” olduğunu fark ettiğini anlatmışsın. Nedir “şair” ve “şiir yazarı” arasındaki fark? Ve seni bu sonuca götüren ne oldu?


Z. Y. :Her şeyden önce, günümüz “Şair Endüstrisi”ne karşı ve karşıt olmak adına kendimi bir “Şiir Yazarı” olarak kabul ediyorum.  Eli kalem tutanların ¾’ünün kendine “şair” dediği, üstelik bu yönde statüko üleştirmek için çeşitli edebiyat kâhyalarının sabah akşam türediği, fasonlaşmış bir edebiyat ortamında ben kendimi “şair” olarak göremem. Yani onlar şair ise ben şair değilim demektir… Aslında bu mesele, yazım süreçleriyle de ilgilidir. Günümüzde, “şair” dediğimiz tipoloji kendini de yazdıklarını da apansız olarak var etmek istiyor. Bu nedenle, hem yazdıklarında hem de davranışlarında apansız bir kopyacılık sergileyerek, birden bire “şair” olmak istiyorlar. Böylece, apansız heveslerin peşine takılıp yapaylaşıyorlar ve sonuçta ortaya “şair” değil de garip bir “yaratık” çıkıyor… Oysa benim yazdıklarımın çoğu bir birikim, bir çalışma, bir yaşantı veya bir içselleştirme sonucu kendini var eden, teyit eden şeylerdir. Her yazdığımda bir “süreç” ve bir “zamanlama” söz konusudur. Bu yüzden kendimi “şiir yazarı” olarak görüyorum.

S. K. : “Sessizlik müziğin çerçevesidir.” şiarını “şiir”e uygulayan biri olarak “şiiri konuşmak/yazmak”tan ziyade “şiiri susmak” çabasında olduğunu söyleyebilir miyiz?

Z. Y. :
Böyle bir şeyi söyleyemeyiz, tersten yaklaştın… Şiiri susmaya çalışmıyorum, aksine, boşlukta yuvalanmış sıkı şiiri ve boşluğun büyüklüğünün bir parçası olan özellikleri ortaya çıkarmaya, imlemeye çalışıyorum. Birçoğu farkında değil ama nesneleri, olayları esinleyen ve çerçeveleyen tek bölünmez büyüklük “boşluk”tur. Yani birtakım gerçeklikleri indirgeyeceğimiz, sağaltacağımız en büyük anakütle boşluktur.

S. K. : Wittgenstein’e göre “söz” ağızdan çıktığı anda içinde bulunulan “durum” ve  ona eşlik eden davranışlar çerçevesinde anlam kazanan bir şeydir. Senin derdin de şiirinde “sus”arak  “durum”unu sezdirmeye çalışmak, o hâlde.  Doğru mu?


Z. Y. :
İyi yerden yakaladın. Ben bu eşanlı denklemi “duygudurum tuşesi” olarak adlandırıyorum. “İmgeler ve dizeler” arasındaki geçişler ile “anlam ve sezgi” arasındaki geçişlerin özel bir kimyası var. Bu kimya okuyucunun duygudurumunu da doğrudan etkiliyor. Eşanlı bir düzenek bu…  Birçok yan-anlam ile farklı farklı duygulara aynı anda nüfuz ediyorsunuz.  Söz konusu etkinin kuvveti de şiirdeki “sus”larda ve “sus”ların zamanlamasında gizlidir…  Müzikte de böyledir.
S. K. : Senin yaratına da yansıyan şiir-müzik ilişkisi şiir geçmişimiz boyunca var olagelmiştir. Örneğin Hâşim, Yahyâ Kemal, Tanpınar… Yaptığın okumalarda şiirin yakın geçmişinin yanı sıra daha uzak geçmişine de yer verir misin? Örneğin “Divan Şiiri” ya da “Fecr-i Âtî” şiirini araştırır mısın?


Z. Y. :
Güzel bir soru sordun. Divan şiirini anlamak, oradaki incelikleri ve duygudurum tuşelerini fark etmek için Osmanlıca bilmek gerekiyor. Fakat ben Osmanlıca bilmiyorum. Ama bu gidişle, öğrenmek zorunda kalacağım. Örneğin Arap Ahmet büyük ve derin bir şair… Onu Osmanlıca’dan okuyabilmeyi isterdim.
S. K. :“Anlam”la verdiğin kavgaya dayanarak “Zafer Yalçınpınar’ın şiirini doğuran, anlamın günlük dilde sıradanlaşmasının yarattığı infialdir.”diyebilir miyiz?


Z. Y. :
Bahsettiğin uzaklıkta ya da uzak durma çabasında bir infialden çok bir “sorgulama” geçerlidir. Anlamın coşkusuzluğunu yani ortalama zekâyı sorgu sandalyesine oturtmak, sorgulamak, ölçmek, bu yokuşun ölçüsünü almak ve “anlam”la “aksak” bir ilişki içinde olmak… Bunun peşindeyim.
S. K. : Peki bu “dizge”nin ayağa/ortalama zekâya düşmesini önlemenin biricik yolu mudur?

Z. Y. :
Tek yol değildir, fakat şiiri anlam ile sezgi arasında, aksak bir yapıda ve cazvari bir özgürlükle kurmak gerekiyor. Cazın kontrpuan bilgisine benzeyen bir düzenekte şiir yazmaktan bahsediyorum… Geleceğin şiiri “aksak anlamlar ve aksak imgelemler” üzerine kurulacaktır. Milyonlarca yan-anlamdan oluşan bir rastlantısallıktan, ahenkten, coşkudan, tüm bunların oluşturduğu farklı bir senkoptan ve özgürlükten, genişlikten bahsediyorum… Bu bir tuşe veya zamanlama meselesidir… İster inan, ister inanma fakat söz konusu durumun, sözettiğim kimyanın farkına varabilen yani rastlantısallığı hesaplayabilen ya da sezebilenler geleceğe kalacak. Gerisi de “hikâye” olacak. Böyle düşünüyorum.
S. K. : Peki -sanatta ya da günlük yaşamda-gerçekten “ortalama zekâ”dan kurtulmanın bir yolu var mı? Sonuçta hepimiz “karşımızdakinin anladığı kadar” değil miyiz?


Z. Y. :
Hepimiz karşımızdakinin rastladığı kadarız. Ortalama zekâdan kurtulmanın yolu “stokastik süreç”lere itibar etmektir. Eğer rastlantının bizden akıllı olduğuna inanırsanız, rahat edersiniz.
S. K. : “İm” nedir?


Z. Y. :
Sıfır sayısının çarpanlarına ayrılamamasıdır. Katlanmaz bir boşluğun hem kendisidir hem de sürekli kendini yenileyen ve çoğaltan büyüklüğüdür. Bakın, “im” kolaylıkla kavranacak bir şey değil. Dilden önce “im” vardı. Biz ise dil aracılığıyla düşünüyoruz. Yani düşünerek “im”e ulaşmamız zor.

S. K. :Deneysel işleri seven biri olarak 2004 yılından beri “görsel şiir”le içli dışlı olduğunu ve çalışmalarını “görsel iş” adı altında yayımladığını biliyoruz. Nedir “görsel şiir”? Kelimenin zincirlerinden kurtulma çabası mıdır?

Z. Y. :
“Görsel Şiir” üzerine kalıcı, sarsılmaz bir karara varamadım henüz… Fakat, sanıyorum, görsel şiir denen macera “imge”nin “im”e geri dönüşüdür… Bu konuda daha fazla bir şey söylemek istemiyorum. Ayrıca, Serkan Işın bu işlere çokça kafa yoruyor, senelerdir uğraşıyor. Bir tek o adam bu konuları göze alabildi.  Onun görsel şiir üzerine yazdığı kuramsal yazılar okunabilir. Bir de Derya Vural ile Barış Özgür’ün görsel işlerini beğeniyorum. O örnekler de incelenebilir.
S. K. : “Görsel iş”lerinde kullandığın “Ş” ne anlam ifade ediyor ya da etmeli?


Z. Y. :
Öncelikle şunu söyleyeyim; “Ş” harfinin tipolojik özellikleri hoşuma gidiyor. Yani “Ş”ye duyduğum ilginin birincil nedeni o harfin “şiir” kelimesinin baş harfi olması değil. “Ş” harfini yılankavi, akışkan ve devingen duruşuyla başlı başına bir karakter olarak görüyorum ben. Aynı zamanda coşku dolu, kabına sığmaz bir karakter… Görsel işlerimde böylesine bir karakteri maceraya çıkardığım, eyleme gönderdiğim söylenebilir. Artaud “Bir kelimenin ilk harfini unuttuğunuzda onu sözlüklerde arayamazsınız” der. Eğer Ş harfini unutursak,  “şiir” kelimesinin anlamını sözlüklerde arayamayız. Görsel işlerimdeki Ş harfi, içinde ya da başında bulunduğu herhangi bir kelimenin diğer harflerini unutmuş, özgür, coşkun, belki de “deli” bir karakter gibi gözüküyor…  Garip bir karakter…
S. K. : Kullandığı malzeme “sözcük” değil de “görüntü” olduğu için “Görsel şiir”in “yazın”dan ziyade grafik sanatına yakın olduğu; ayrıca anlaşılmak/yaratılmak için mühendislik zekâsına ihtiyaç duyduğu yönünde birtakım görüşler var. Bu konuda ne düşünüyorsun?


Z. Y. :
Sanıyorum, Görsel Şiir’de “girdi, çıktı, yerleştirme, aşama, planlama, yapı ve süreç” gibi konular çok daha önemli… Görsel Şiir, bir sanat ise mühendislikle ilişkisi azdır diye düşünüyorum. Çünkü bugün, mühendislik zekâsının her türlü açılımı endüstriyel yaklaşımlarla yönetilir. Ayrıca, mühendisler her şeyi deterministik denklemlerle ifade etmeye çalışırlar. Oysa sanatta rastlantısallık da var, endüstri karşıtlığı da… Bakın, bence mühendislik, sanatta bir “çeşitleme ve farklılık” unsurudur. Bir seviyeye kadar yapıta faydalıdır. Bir seviyeden sonra ise yapıta zarar verir. Dozajı iyi belirlemek gerekiyor. Sonuçta, bilemiyorum… Ayrıca, daha önce de dediğim gibi bu tip soruları Serkan Işın’a sormak gerekiyor… Görsel Şiir kuramının ayrıntılarını o biliyor.
S.K. : Şiirde “akım”lar dönemi gerçekten bitti mi?


Z. Y. :
Bana sorarsanız, akım icat etmeye çalışan adamlar senelerdir top çevirip, paslaşıp duruyorlar… Yeni bütüncülük, dördüncü yenicilik, soylu yenilikçilik, neo-epikçilik, şu, bu… Kısacası, gol yok ve bu golsüzlük etrafımızın “akım” derken “bokum” diyenlerle dolup taşmasına neden oluyor. Bence son sekiz sene içerisinde “Madde Şiir” taifesinin bazı söylemleri ve Serkan Işın’ın “Görsel Şiir” yakınsamaları dışında işlevsel bir şeyler ortaya koyan, farklı bir açılım sağlayan yok. Bahsettiğim işlevsel taifenin ise söylemlerini daha da derinleştirmesi ve daha sağlam, daha tutarlı örneklerle söylediklerini temellendirmesi gerekiyor. Şunu da söyleyeyim, bütün bunların yanında farklı bir çizgi seziyorum ben… Oktay Rifat’ın Perçemli Sokak’ında,  İlhan Berk’in Misirkalyoniğne’sinde ve Ece Ayhan’ın tüm kitaplarında kendini sunan bir çizgi… Bu çizgi de geleceğe bir şeyler taşıyacaktır.
S. K. :Türk yazınının özellikle şiirin günümüzdeki çizgisi nedir? Nereye doğru gitmektedir sence?


Z. Y. :
Türk Şiiri’nde irticai faaliyetler var… Şiir ve şairlik heveslilerinden oluşan birtakım kifayetsiz muhterislerin başarılı olmasının tek yolu irtica sağlamaktır. İrticai unsurlar üzerinden değerleme yapılmasının, bu unsurları kabul ettirmenin peşindeler…  Türk şiiri günümüz iktidarıyla olan pozitif ilişkisini akort ederek, yani irticai unsurlara itibar ederek ve bu unsurları kullanarak ilerleyemez. Çünkü şiir,  bir özgürlük ve bağımsızlık meselesidir.
S. K. :Ece Ayhan’ın yaşamındaki ve şiirindeki yeri aşikâr. II. Yeni şairleri arasında onu senin için daha farklı kılan şey ikiniz arasında bazı yakınlıklar bulman mıdır?


Z. Y. :
Bir kere Ece Ayhan’a yanlış bakılıyor… Onu “Ece Ayhan” olarak değil de “Ayhan Çağlar” olarak düşünmek gerek… 1950’lerde Ece Ayhan, çeşitli dergilerde yayımlanan birçok şiirini “E. Ayhan Çağlar” olarak imzalamıştır. Şimdi, aslında, bu konu hakkında daha fazla bir şey söylemek istemiyorum. Çünkü bu konu hakkında söylediklerim ya yanlış anlaşılıyor ya da bana karşı kötü niyetle kullanılıyor. Sabırlı olmak lazım. Gelecekte ortaya çok önemli şeyler çıkacak…
S. K. : Okuyucu gözüyle ve sanatçı gözüyle kendine dışarıdan bakmaya çalışarak cevaplarsan; Zafer Yalçınpınar’ın “alâmet-i fârika”sı nedir?


Z. Y. :
İnsandan çok eşyaya benzememektir. “Duvar saatleri gibi ahmak” olmamaktır.
S. K. :Süveyda Sezgin’le yaptığın son söyleşide dile getirdiğin üzere “Puşt Ahali”nin çıkış noktası “sessizliği bozmak”. “Susmuştum ve pisliklere mâruz kalmak sırası bana gelmişti.” diyorsun. Tam tersine susmaya devam etseydin, senin için daha iyi olmaz mıydı? Belki “ödüllü” bir edebiyatçı olarak “saygın” bir yerde olurdun şimdi! Peki, ne demeye konuştun?


Z. Y. :
Konuşmasaydım, olana bitene “ses” çıkarmasaydım -diğerleri gibi yapsaydım- haysiyetimi kaybedecektim.  Edebiyat ortamındaki muhterisler ve fırsatçılar için “sessizlik”ten daha güzel bir zemin yok. Bu zemini onlara sağlamamak, bu pusuculuğa imkân vermemek gerekir. Birilerinin ayağa kalkarak, söz konusu sessizlikten faydalananlara “Bizi aptal yerine koyamazsınız!” demesi gerekiyordu. Şeref Bilsel’in “Özge Dirik” meselesinde sergilediği fırsatçılık, Ali Enver Ercan’ın gençlere karşı takındığı haller, iktidar adına uyguladığı kâhyavari, kabzımalvari numaralar, kurduğu dirsek temasları, halay takımı mantığı filan benim sabrımı taşırmıştı.  Bu olan biten onursuzluklara karşıydım ve çıkıp mücadele ettim. Edebiyat ortamındaki herkes söylediklerimin, bu adamlara ilişkin işaret ettiğim çelişkilerin doğruluğundan emindi. Hz. Müptezel’in en yakınındakiler bile beni içten içe destekliyordu. Fakat herkes “yüksek sesle değil de fısıldayarak” konuşmaya alışmıştı. Sonra, bir de baktım, kimse yüksek sesle bu tip adamlara karşı bir şeyler ifade etmeyecek, edemeyecek… Zamanla anladım ki çevremdekilerin hepsi üç aşağı beş yukarı bir “statüko” peşinde koşuyor. Yüksek sesle konuşmamalarının sebebi buydu.  Kimisi antolojilerden, kimisi etkinliklerden, kimisi ödüllerden, yarışmalardan kimisi de dosya konularından bir şeyler umuyordu. Yani kendilerine bir şeylerin üleştirilmesini bekliyorlardı. Edebiyat kâhyaları edebiyat ortamındakileri yemlemek için çeşitli “statüko enstrümanları” oluşturmuşlardı. Durumun böyle olduğunu fark edince, “Puşt Ahali!” dedim… Sonra, zamanla bu söylem, bu mücadele benim üzerime kaldı.
S. K. : Puşt Ahali’nin sessizliği “gümbür gümbür” bozduğu açıkça ortada. Puşt Ahali’nin “duruş”u,  “retorik arsızlığı”na, “yeni sinsiyet”e karşılık “haysiyet” mücadelesi vermek. Bu kavramları açalım mı biraz; nedir “retorik arsızlığı”ndan ve “yeni sinsiyet”ten kasıt?


Z. Y. :
“Retorik arsızlığı” ifadesi, aslında Serkan Işın’a aittir. Zamanında Serkan Işın,  Şeref Bilsel’in “Şiir Defteri” denen üleştiri makinesini tanımlamak için kullanmıştı bu ifadeyi… Haklıydı. Retorik arsızlarının bir tarafından kâğıt koy diğer tarafından da mürekkep koy, bir makine gibi size istediğiniz yazıyı ve fikri çıkarırlar, yazarlar… Bu tip adamlar toplumun hafızasının zayıflığına güvenir.  Bir gün bir şeye A derler, bir sene sonra çıkıp aynı şeye B derler. Fakat bahsettikleri şey aslında C’dir. Retorik arsızları, gerçeğe nüfuz edemezler veya nüfuz etmekten kaçınırlar; gerçeğin etrafında dolaşıp dururlar, lafı uzatırlar ve yazık ki meselelerin ağırlık noktasını, mihenk taşını okuyucuya göstermezler. Bazı meselelerden sadece bahsetmiş olmak için bahsederler. Sahici değillerdir. Retorik arsızlığı,  Yeni Sinsiyet’in bir enstrümanıdır. “Yeni Sinsiyet” konusunun kendisinden çok içerdiği enstrümanlar daha önemli… Bu konuda uzun bir yazı hazırlıyorum. Önümüzdeki günlerde okursunuz.
S. K. : TYS meselesine gelelim. Senin TYS’den ihrâç edilme sürecin, Salih Bolat meselesiyle başladı. Puşt Ahali’de epeyce yazılıp çizildi bu konu hakkında. Bu meseleden bağımsız olarak, genel anlamda şu noktayı anlaşılır kılalım; karşı çıktığın şey “liyâkat sahibi olmayanlar”ın ödül alması mı, “liyâkat sahibi olmayanlar”ın ödül vermesi mi, yoksa  “liyâkat sahibi” sıfatını hak edebilecek bazı kişilerin dahi mevcut “edebiyat kabzımallığı” ortamına  “statü” ve “saygınlık cukkalamak” adına boyun eğmesi mi?


Z. Y. :
Bir kere, henüz TYS’den ihrâç edilmedim, ama üyeliğim önümüzdeki genel kurulda karara bağlanmak üzere askıya alındı.  Ve aslında TYS meselesinde Salih Bolat bir  piyondur; onun gerçek bir hususiyeti ya da şahsiyeti yoktur.  Hikâyenin aslı şu; Kadıköy’de, Ali Enver Ercan’ın kendi dandik gerçeğini onun kendisine hatırlatmamdan, “Eksik Yaşam” adlı ilk şiir kitabını Enver Ercan’ın kendi eline tutuşturmamdan bir hafta sonra, bana TYS’den cezalar, uyarılar ve çeşitli kâğıtlar gelmeye başladı. Fakat gelen kâğıtlarda Salih Bolat’a karşı takındığım tavır gerekçe olarak gösteriliyordu. Ayrıca, TYS tarafından hakkımda verilen “askılama” kararı, savunmam alınmadan, sorgusuz, sualsiz ve faşizan bir şekilde uygulandı. Bakın, bugün TYS, Enver Ercan ve avanesinin çiftliği ya da kuytusu haline gelmiştir. Tıpkı Varlık Dergisi’ne olduğu gibi… Bugün TYS, Enver Ercan’ın çeşitli kişisel çıkar ilişkilerini ve çıkar haritalarını yönettiği, düzenlediği sıradan bir statüko enstrümanından başka bir şey değildir.  Bunu Frankfurt Turizm Fuarı’nda olup bitenlerde de bir kez daha gördük.  Ödül meselesi ise basit… Günümüzde “ödül” denen şey, “müesses ölüm”ün toplu fotoğraf çektirmek istemesidir. Eskiden, yani bundan 7-8 sene önce bütünüyle böyle değildi. Şimdi, gelinen seviyede, bütünüyle böyledir. Ödül işine karışan herkes, neresinden bakarsanız bakın, ölü toprağından yapılmış bir çamura burnuna kadar bulaşmıştır. Bu çamurdan kurtulmalarının imkânı da yok artık.
S. K. :Bir de “Kötülük Dayanışması” meselesi var. Birtakım “cemaat şairleri”nin başını çektiği bir klan tarafından türlü saldırılara uğradın. Hatta işi ekmekle oynamaya kadar vardırdılar. Nedir bu adamların seninle alıp veremediği?


Z. Y. :
Bu konuda asıl sorulması gereken şey şudur: “Bu adamların kendileriyle alıp veremedikleri nedir?” Yazamıyorlar! Asıl mesele bu adamların haysiyetsizlik nedeniyle “yazamaz” bir duruma gelmiş olmalarıdır. Artık, tuvalet duvarlarına bile yazacak bir şeyler bulamıyorlar. Yani asıl dertleri “yazamamak”tır. Bu tip adamlar haysiyetli biriyle karşılaştıklarında onu haysiyetsiz kılmak, kendi seviyelerine getirmek isterler. Yazan biriyle karşılaştıklarında da onu “yazamaz” hale getirmek isterler. Muhteris ve saygısızlardır… Sonuçta, başaramayacaklar. Çünkü istesem de onlar gibi muhteris ve haysiyetsiz olamam.
S. K. : “Ne kadar haksızlığa uğrarsa uğrasın, bir sanatçı kavgasını yapıtı üzerinden vermeli. Nasılsa zaman onun değerini biçer!” Çoğu insanda -kafası az çok çalışanda bile- böyle bir bakış açısı var. Sanatçının meydanı yapıtıdır, evet; ama bu önermeye sığınmak da işin kolayına kaçmak değilse nedir?

Z. Y. :
Böylesine bir düşünce, teslimiyet zihniyetinin milyonlarca türevinden biridir. Bilinçli bir eylemsizlik, eblehlik ve edilgenlik hali… Bir “öğrenilmiş çaresizlik” durumu… Bana çok aptalca geliyor. Günümüzün iktidar odaklarına karşı “sessiz kalarak hakkını savunmak” mümkün değil. Sessizlik, iktidara maruz kalanların değil, bizzat iktidar odaklarının kullandığı etkin bir yöntemdir.
S. K. :Puşt Ahali oldukça geniş bir kesim tarafından takip ediliyor artık. Peki bu kalabalığın içindeki durumun nedir? “Yalnız” mısın, “tek başına” mı?


Z. Y. :
Melih Cevdet’in şu dizeleri geldi aklıma; “Yine çıktık yollara/hem yalnızım hem değilim.”

S. K. :Puşt Ahali’nin destekçisi de var; köstekçisi de. Fakat seni en çok yaralayan kesim “etliye de sütlüye de karışmayanlar” mı; yoksa “hem nalına hem mıhına” vuranlar mı?


Z. Y. :
Bu iki davranış biçimi de çok önemli bir işe yarıyor aslında… “Etliye sütlüye karışmayanlar” ile “hem nalına hem mıhına gidenler” işbu tavırları sergiledikçe Puşt Ahali Edebiyat Platformu’nun girişinde, ana sayfasında yer alan şiarları, alıntıları teyit eder, güçlendirir bir konuma düşerler. Böylece, istemeseler bile Puşt Ahali’nin söylemlerini sessizlikleriyle ve kaypaklıklarıyla bir kez daha teyit etmiş olurlar. Beni daha kuvvetli bir şekilde haklı çıkarır böyle tavırlar.
S. K. : Bu camiada Puşt Ahali’nin “duruş”unu anlamayanlar, anlamak istemeyenler olduğu kadar senin “prim yapmak” için ona buna saldırdığını düşünenler de var. -Eğer değecekse-bunlara karşı söylemek istediğin bir şey var mı?

Z. Y. :
Var… Bu tip söylemleri ortaya atanlar, bir ara bana uğrasınlar da onlara primlerini vereyim, primlerini üleştireyim…
S. K. : Şiirinde “duygudurum”unu “sus”arak ortaya koyan bir adam olarak hayatın içinde belli bir mücadele uğruna sürekli konuşmak zorunda kalmak ne hissettiriyor? Zaman zaman çaresizlik duygusuna kapıldığın oluyor mu?


Z. Y. :
Çaresizlik, haksızlığı kabullenenlerin içine düştüğü bir durumdur. Ben, henüz, çaresiz kalmadım. Sürekli konuşmak değil de derinlikli düşünmek, işin doğrusunu, kazın ayağının öyle olmadığını anlatmak ve bu yönde karşılaşılan haksızlıklara boyun eğmemek en önemli şey… Bugünün ortamında, bir kişinin sessizliği ve meydansızlığı yüz binlerce kişinin içindeki fırsatçılığın alevlenmesine neden olabilir. Derdi olan çıkıp söylemeli… Sessizlik Suikastı’nın edebiyat kâhyaları dışında kimseye bir faydası yok. Şu şiar da önemlidir:  Hem davul olacak hem de sancak. Sadece davul olursa sünnet düğünü var zannederler. Ece Ayhan hatırlatmıştır bu sözü… Yani, çıkardığınız seslerin yanı sıra bir bütünsellik, çelişkisizlik, kararlılık ve belirginlik gerekiyor.
S. K. : Son olarak, Puşt Ahali’deki güncel soruşturma konusunu sana kısmen sormak istiyorum. Zafer Yalçınpınar kimleri okuyor?


Z. Y. :
“Eşyadan çok insana benzeyen” ve “duvar saatleri gibi ahmak olmayan” herkesi okuyorum.
S. K. : Bu keyifli söyleşi için çok teşekkür ederim.


Z.Y. :
Asıl ben çok teşekkür ederim. Sağolasın…


Kas
26
2008
0

Haber: Sanat fuarı’nda “korsan eylem”

8 Kasım 2008 tarihli bir haber: 

Tüyap tarafından düzenlenen 18. İstanbul Sanat Fuarı, ilgi çekici olaylara sahne olmayı sürdürüyor. Bu kapsamda önceki gün de, Sanat Fuarı’ndan Kitap Fuarı’na yönelik ilginç bir sanat eyleminin gerçekleştiği gözlendi. Buna göre fuar koridorlarında, belli yayınevlerinin stantlarına üzerinde sinek ve fare ile böcek resimleri bulunan çıkartmaların, espri duygusu yüksek, ancak ismi bilinmeyen bir sanatçı veya grup tarafından habersizce yapıştırıldığı görüldü. Kimi yayınevleri ve görevliler, ‘sanat fuarı’ndan sızdığı aşikâr olan bu çıkartmaları yerinden sökmeye çalıştı, kimisi ise beğendi ve hiç dokunmadı.

BKZ: https://arsiv.sabah.com.tr/2008/11/08//haber,F43632F360E2487184E49CD1E245B538.html 

 

Kas
25
2008
0

6’nın 8’e benzemediği gibi…

(…)Binbaşı Hunter, işi gücü rakamlarla uğraşmak olan bu ufacık tefecik adamcağız daima başkalarının kudretine dayandığından olacak, bütün insanları ya başka kuvvete dayanarak yaşayan veya yaşamaya uygun olmayan varlıklar addederdi. Binbaşı Hunter mühendisti. Harb dışında, kimse ona başka insanlara emredecek bir mevki vermeyi aklından bile geçiremezdi. Binbaşı adamlarını rakamlar gibi sıraya dizer, toplar çıkarır, çarpardı. Matematikçiden çok aritmetikçiydi. Daha ileri matematik ilminin inceliğini, âhengini havsalası alamazdı. Binbaşıya göre, insanlar, boyları bosları, ağırlıkları itibariyle tıpkı altının sekize benzemediği gibi birbirlerinden ayrılırdı, fakat bunun haricinde aralarında pek az fark görülürdü. (…)

John Steinbeck
“Ay Battı” adlı romanından…

Kas
08
2008
0

Video: ECE AYHAN, MOR KÜLHANİ ADLI ŞİİRİNİ OKUYOR…

Bugün, Ece Ayhan’a ilişkin bir video kaydına ulaşmanın mutluluğunu ve heyecanını yaşıyorum. Kayıtta Ece Ayhan, “Mor Külhani” adlı şiirini sesli okuyor… Video kaydını gün ışığına çıkaran Ozan Demirci’ye paylaşımı için çok teşekkür ederim. Videoyu https://zaferyalcinpinar.com/morkulhani.avi adresinden MP4 biçeminde indirebilir ve arşivleyebilirsiniz.

Hamiş: Codec sıkıntıları nedeniyle video dosyasını açamayanlar, https://www.okumasitesi.com/video/3036  adresini ziyaret ederek videoyu izleyebilirler.

Eki
28
2008
0

Çünkü Don Kişot yeldeğirmenlerinden daha az hakka sahip değil.

Bir Alman Yüksekokul Öğrencisine – Mart 1954

Sevgili Hanım Kız,

(…)Eserlerimin ortaya çıkışında hiçbir amacın yahut eğilimin etkisi olmamıştır. Daha sonra eserlerimde ortak bir mâna arayınca şunu keşfettim: Camenzind’den Steppenwolf ve Josef Kneth’e kadar olanların hepsi kişiliğin, ferdiyetçiliğin savunması (kısmen de imdat çağrısı) olarak yorumlanabilir. Kalıtsal özellikleri, eğilimleri ve eğitimleriyle münferit insan, nazik ve hassas bir şeydir ve kendisini himaye edecek birine muhtaçtır. Çünkü büyük güçlerle karşı karşıyadır. Bunlar, devlet, okul, kilise, her türden topluluklar, vatanperverler, ortodokslar, katolikler, komünistler veya faşistlerdir. İşte ben ve kitaplarım bütün bu güçleri karşımızda bulduk ve onların hem insani hem de vahşi mğcadele araçlarına maruz kaldık. Tek başına kalan ve toplum dışına itilen insanın nasıl tehlikeye sokulduğuna, nasıl düşmanca muameleye tabi tutulduğuna ve savunmasız bırakıldığına,  himayeye, sevgiye ve teselliye ne kadar çok muhtaç olduğuna binlerce defa şahit olmuşumdur.
(…) Yaratılışlarının el verdiği ölçüde eserlerimden bir şeyler alan ve benim gibi bir yazarı (ona bir tarikata veya mezhebe tabi olur gibi bağlı kalmaksızın) ferdiyetçiliğin, ruhun ve vicdanın savunucusu olarak gören başka insanların olmasına güveniyorum. Çünkü bu okuyucular benim için önemli olan şeyin ne insanların birlikte yaşamalarını mümkün kılan değerlerin ve ilişkilerin tahribi olduğunu, ne de ferdin ilahlaştırılması olduğunu, aksine sevginin, güzelliğin ve düzenin hüküm sürdüğü bir hayatı, insanın benzersizliğinin trajedisini, güzelliğini ve değerini koruyabildiği bir toplum hayatını savunduğumu seziyor ve biliyorlar. Zaman zaman yanıldığımdan, hata yaptığımdan ve bazen çok aşırı giderek kimi genç okuyucuyu sözlerimle tehlikeye düşürdüğümden şüphem yoktur. Şayet günümüz dünyasında (…) hayal gücünden yoksun, zayıf ruhlu ve toplumun, bilhassa devletin ideali olan ve yalnızca itaat eden ve birleştirilebilen insan tipini görüyorsanız, bu takdirde küçük Don Kişot’un büyük yel değirmenlerine karşı takındığı mücadeleci tavrı anlayış ve hoşgörüyle karşılamanız zor olmayacaktır. Bu mücadele ümitsiz ve mânasız görünüyor, sadece bir çoklarını güldürür o kadar. Ama gene de mücadeleye devam etmeli, çünkü Don Kişot yel değirmenlerinden daha az hakka sahip değil.

Candan Selamlar

Hermann Hesse
Hermann Hesse’nin Mektupları, Çev: Dr. Battal İnandı, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, ss. 114-116

 

Eki
26
2008
0

Kâhyalardandır Öne Çıkar

KÂHYALARDANDIR ÖNE ÇIKAR

                     (Frankfurt Turizmi için…)

 

lastik ayakkabıların dışına benzeyen bir surat
çocuk mezarı gibi
                bu kuyunun sinsiliği
işte iki celep
            el ele vermişler
listelere isimleri
isimlere listeleri
                bölmüşler
bir yavaş ölüm fotoğrafının içinde yerleşik ve toplu pozlar
“üç” dediğimizde gülümsediler
                                 “ölüm” dediğimizde çıktılar
bu adamlara “gel” dersen eğer
                                  öne çıkarlar
kurnazlığın krallığı için
tahtadan yapılmış bir tahtın
hemen arkasından
                   öne çıkarlar

sonuç gibi bir merdiven
yaşam gibi bir ağaca gülümsüyor:
 
“inmek çıkmak yok
ya da olmaz beleşe” diyor
tersine
kestirip
atıyor
 

25 Ekim 2008
Zafer Yalçınpınar

Eki
22
2008
0

Sahi, Nilgün Marmara ile Tezer Özlü yaşadı mı patron?!

(…) Nilgün Marmara ve Tezer Özlü. Bence ikisi de erkekti! Hodri meydan anlamında. Adımlarını geri almazlardı. (…) Yabancı dili çok iyiydi Tezer’in. Ellias Canetti’nin kitabını “Körleşme” diye çevirdiler. Tezer, “Aslında Körleşme değil, Kamaşma” demişti. Nilgün Marmara’nın en belirgin özelliği; Mülkiyet Duygusu’nun olmamasıdır. Kızıltoprak’taki evinde oturuyorlardı. Evlenecek. Ev kocasının. Salonun parkeleri bir milim inceltildi, yeniden cila yaptılar. Haftasonları onlarda kalıyordum. “Bak ne güzel oldu” dedim. “Misafirler için artık salonu kullanmayın, benim kaldığım odayı kullanın.” Dedim. O da “İnsanlar kullanmayacaksa ne işe yarar!” demişti. Nilgün Marmara’nın nikâh şahidiydim. Kadıköy’deki nikâhta hiç süslenmedi, gelinlik giymedi. Şöyle bir mavi sürmüştü gözüne, herhalde rimel. Ben bazen Tezer Özlü ile Nilgün Marmara’yı birbirine karıştırırım. Sahi, Nilgün Marmara ile Tezer Özlü yaşadı mı patron?!

Ece Ayhan
Öküz Dergisi, Sayı: 2000/2, s.2

 

Eki
21
2008
0

Askeri Uğurlama

Cumhuriyet Gazetesi’nden… Yorumsuzdur…

 

Eki
17
2008
0

Şaircilik,Yazarcılık Oynayanlar ile Oynamayanlar

ŞAİRCİLİK,YAZARCILIK OYNAYANLAR İLE OYNAMAYANLAR

Burada yayımlanan yazılarımda “edebiyat kâhyaları”nın manipülasyon amacıyla kullandığı ödül mekanizmaları, içsiz dosya konuları, sessizlik/susku suikastları ve editöryal dirsek temasları gibi birçok enstrümandan (çalgıdan) bahsetmiştim… Şimdi ise edebiyat alanındaki en işlevsel “yapay saygınlık” unsurlarından biri olan “edebiyat etkinlikleri” konusunda birkaç şey söylemek istiyorum. Şüphesiz, bu konuda söyleyeceklerim ülkedeki bütün edebiyat etkinlikleri için değil de “çoğu” için geçerlidir:

Bugün, çeşitli yörelerde gerçekleştirilen edebiyat etkinliklerine konuk ya da konuşmacı olarak katılan isimleri takip eder ve bir yerlere not alırsanız, belirli dönemlerde ikişerli, üçerli bileşkeler (kombinasyonlar) şeklinde çeşitlenen en fazla 15-20 kişilik bir “mükerrer isimler listesi”ne ulaştığınızı fark edersiniz. Gerçekten de mikrofon arkasında olmayı seven ve ancak bu tip bir konumla (sahnede) yazarlığını ya da şairliğini kayıt (teyit) ettirmeyi düşünen o “yazar/şair havuzu” 15-20 kişiden fazla değildir. Geçenlerde, Samsun’daki bir etkinliğin konuklarını eleştiren Samsun’lu bir yerel gazete muhabiri, söz konusu  “yazar/şair havuzu”nu fark etmiş ve bir “Gezici Edebiyat Kumpanyası”na benzetmişti. Peki bu “edebiyat kumpanyası” nasıl çalışıyor?

Çeşitli yörelerde, çeşitli kültür-sanat etkinlikleri gerçekleştirmeyi ve “program boşluğu”nu doldurmayı düşünen bir tüzel kişi (Belediye, Başkan, Müdür vb.) üst başlığını fazlaca önemsemeden, rastlantısal olarak “herhangi bir edebiyat etkinliği” düzenlenmesi yönünde bir talepte bulunuyor. Bu talep, edebiyat konusunda derinlemesine bilgi ve fikir sahibi olmayan, yaratıcılık vasıflarını kaybetmiş ve “aidat toplamak”tan başka bir şey yapmayan bir başka “tüzel kişi”ye (Dernek, Vakıf, Sendika vb.)  ulaşıyor. Hepimiz biliyoruz ki talep alan bu tüzel kişilikler aslında birkaç “kadavra örgüt”ten veya “saygınlık cukkalamanın kilometre taşı”ndan başka bir şey değildir… Kısacası, bu aşamada -birden bire- derneğin ya da sendikanın (referans noktasının) yönetiminde olan kişiler konuyu bir “tüzel kişilik” olarak ele almayı bırakıp, dirsek temas aralığına getirmektedirler. (Bkz: “Editörcülük Oynamak”, S Gazetesi, Sayı:111) Böylece “yönetici”nin kendi yakınında veya kendine yakın bulunan (önceden tanımlı) ilişki ağından üç-dört kişilik, yazarcılık, şaircilik oynamaya hazır ufak bir ekip seçiliyor. Sonra da “Ver elini Türkiye’nin her yeri!  Tabii ya, vur patlasın, çal oynasın, aman, sabahlar olmasın!”

Dikkat ederseniz, bu yöntemle (dirsek temasıyla) organize edilen etkinliklerin konu başlıklarından veya içeriğinden hiç bahsetmedim. Çünkü bu tip etkinlikler için atışın serbest olduğu bazı dipsiz, bulanık ve mükerrer konular (veya korolar) her zaman hazırdır: Taşra ve Edebiyat, Taşra ve Şiir, Günümüz Edebiyat Dergiciliği, Günümüz Türk Şiiri vs… Örneğin, “merkezin taşrası”ndan gelen bir “gezici edebiyat kumpanyası”nın “Taşra ve Günümüz” üzerine ahkâm kesmesi, “taşranın merkezi”nde bulunanlara büyük bir lütuf olarak görülmektedir!  İfadelerimin karşıtlığından ve komikliğinden de tahmin edeceğiniz gibi söz konusu lütuf, büyük bir tipolojik yanılgıdır. Çünkü artık, günümüz iktidarının karakteri “merkezileşme olmadan yoğunlaşmak” gibi bütünsel bir taktikle yapılanmıştır. Taşra ya da merkez, iktidarın yoğunlaşması açısından farksızdır.

Bütün bu anlattıklarıma karşın yazarcılık, şaircilik oynamayanların ve bir edebiyat etkinliğine gezinti amacıyla değil de “yaşamın vicdanı ve atardamarı” olarak katılan sanatçıların varlığı da söz konusudur. Aslında, gerçek lütuf bu insanlardır. Yazarcılık veya şaircilik oynamayan gerçek bir sanatçı –mikrofonun önünde ya da arkasında- iktidar bataklıklarının her türlüsüne doğrudan karşıdır. Örneğin, geçtiğimiz günlerde Latife Tekin’in Karabük’te başına gelenler, orada Latife Tekin üzerinde denenen “mikrofon kapatma ve boyun kırma girişimleri” bu “iktidara karşı duruş”un bir ürünüdür. Latife Tekin, haklılığın inadını yüklenmiştir.
Sonuç olarak, yazının başında tanımladığım edebiyat kumpanyalarının ve mikrofon ardındaki fıkraların, içsiz, mükerrer söylemlerin “program” doldurmaktan, gezintiye çıkmaktan ve yapay saygınlık cukkalamaktan başka bir “iş”e yaramadığı açıktır. Gerçekten “etkin/etken” olan bir “etkinlik” görmek isteyenler, Allen Ginsberg’in (6:45 taifesi tarafından filmleştirilen) “Uluma” adlı şiirini ve proje kapsamında Şenol Erdoğan tarafından bu şiirin icra edilmesini bir yerlerden bulsunlar ve izlesinler…
Zafer YALÇINPINAR

Edebiyat kâhyalığına karşı yazılan şu yazılar da okunabilir;

Editörcülük Oynamak; https://zaferyalcinpinar.com/i15.html

Ödülcülük Oynamak; https://zaferyalcinpinar.com/i17.html

İmzacılık Oynamak; https://zaferyalcinpinar.com/i14.html

Eki
14
2008
1

Bir Defter Al…

Soğuk. Soba sönmüş. Dar, uzun battaniyemin altında yapayalnızdım. Halbuki bilirsin ki ben en iyi yazılarımı sokakta kalabalığın arasında dolaşarak yazmışımdır, evde okuduğumu anlamak için çocuklarımın gürültüsüne muhtacım ve insanların arasından ayrıldığım vakit karaya vurmuş hazin bir palamuda dönerim.

Nâzım Hikmet

Öteki Defterler, YKY, 2008, s.151

(…)

Karyolanın bulunduğu köşe zifiri karanlıktı. O kadar ki Hatice yanı başında sırt üstü yatan kocasının yüzüne sezdirmeden baktığı halde gözlerinin açık olup olmadığını anlayamıyordu. Halbuki balkon kapısının ve pencerelerin yarı yarıya buzlanmış camları dışında adeta beyaz bir gece vardı. Hatice yattığı yerden karlı çam ağaçlarının harikulade dallarını görebiliyordu.
Karyola eskiden öbür köşede kar ışığının hududu içindeydi. Fakat bu sene çam dalları karların altında kalır kalmaz Hatice kocasına:
-Halim, demişti, gece odamızda ateş yakmıyoruz. Hiç olmazsa en karanlık köşede yatalım. Kışın lamba söndükten sonra bir odanın en sıcak yeri en karanlık köşesidir gibi geliyor bana. Zaten kar aydınlığının içinde uyumak, tıpkı yazın ay ışığını yüzümde gözümde hissederek uyumak gibi sinirime dokunuyor.
Ve bir ay önce bir Pazar sabahı karı koca karyolayı odanın bu en karanlık köşesine taşımışlardı.

Nâzım Hikmet

A.g.e, s.72

Eki
14
2008
0

Kapak: Kınar Hanım’ın Denizleri (1959)

Kınar Hanım’ın Denizleri – Ece Ayhan

1959

Eki
13
2008
0

Görsel İş: “Çıkarım”

“Çıkarım” – Zafer Yalçınpınar

Eki
12
2008
1

Bu pencerelerin arkasında beş yüz insan yaşıyordu.

(…)

Avlu su birikintilerinden geçilmez hale gelmişti.

Şadırvanın arkasından bir adam çıktı. Anadan doğma, çırılçıplaktı. Yalnız sağ ayağının parmaklarını kaba bir bezle sarmıştı ki üzeri çamurlu ve kanlıydı.

Meydancılar onu, yollarının üstünde dikildiği için, şadırvanın saçağı altından dışarı ittiler.

Çıplak adam yağmurun içinde ağır ağır yürümeye başladı. Topraktaki su birikintilerine bastıkça duruyor, eğilip yerdeki suyla bacaklarını yıkıyordu.

Avlunun ortasına, elektrik lambasının direği altına kadar geldi. Orada, direğin dibindeki çimento parçasının üstünde durdu. Bağırmak ister gibi ağzını açtı –ses çıkmadı- kapadı. Harap olmuş genç bir kafası vardı. (…) Başıyla beraber vücudunu da dört tarafa döndürdü. Yağmurun içinden şadırvana, erik ağacına, gardiyan kulübesine ve koğuşların pencerelerine baktı. Bu pencerelerin arkasında beş yüz insan yaşıyordu.

Nâzım Hikmet

Öteki Defterler, YKY, 1.Baskı, 2008, s.18

Eki
06
2008
0

Dünyanın Dümeni

(…)Dünyanın dümeni avuç içine sığan bir küçük lastik tüptür; biraz sağa döndür, bütün ağaçlar tek ağaç olur yolun kıyısına serilir; şimdi de azıcık sola çevir, o yeşil dev yarılır, hepsi de geri geri giden yüzlerce çam ağacına dönüşür, yüksek gerilim tellerini taşıyan kuleler aheste aheste yaklaşırlar, teker teker, neşeli bir müzik tümcesidir bu geçit, sözler bile girebilir araya, imge parçaları, yolda görülenlerle ilişkisiz; lastik boru sağa dönüyor, ses yükseldikçe yükseliyor, bir ses teli dayanılmaz bir gerilimle uzuyor, uzuyor ama düşünmek diye bir şey yok artık, şimdi makinadır her şey, gövde makinaya oturtulmuş ve yüze rüzgâr vuruyor, unutuş gibi.(…)

Julio Cortazar (“Gizli Silahlar” adlı öyküsünden…)

Büyüdükçe, Çev: Nihal Yeğinobalı, Alan Yayıncılık, 1985, s. 88

Eki
06
2008
0

Geriye Gitmek… (1949)

 

Yukarıdaki kupür Orhan Veli’nin çıkardığı YAPRAK dergisinin

15 Haziran 1949 tarihli 12. sayısından alınmıştır.

 

Eki
06
2008
0

Yeteneksiz Dâhi

Karşılaşma(encounter) kavramı, yetenek ve yaratıcılık arasındaki önemli ayrımı da daha net kılmamıza yarayacak. Yetenek nörolojik karşılıklara sahip olabilir ve bireye verilen bir şey gibi ele alınabilir. Bireyin, kullansa da kullanmasa da yeteneği olabilir; yetenek bireyde şu ya da bu olarak ölçülebilir. (…) Bazen, Picasso örneğinde olduğu gibi, büyük yetenekle birlikte büyük karşılaşmaya, bunun sonucunda da büyük yaratıcılığa sahip olabiliriz. Bazen sahip olduğumuz, -birçoklarının Scott Fitzgerald örneğinde hissettiği gibi- büyük bir yetenek ve güdük yaratıcılıktır. Bazense pek fazla yeteneği olmayan yüksek yaratıcılık olabilir. Örneğin romancı Thomas Wolfe’un “yeteneksiz dâhi” olduğu söylenmiştir. Onu böylesine yaratıcı kılan, kendini malzemesinin içine tümüyle fırlatması ve bunu söylemek için gösterdiği mücadeleydi —büyüklüğü karşılaşmasının yoğunluğundan geliyordu.

 

Rollo May

Yaratma Cesareti, Metis Yayınları,2003, s.66

 

Eki
05
2008
0

Görsel İş: “Böl-Yönet”

“Böl-Yönet”

Zafer Yalçınpınar (2008)

Eyl
27
2008
0

Sıkı Sahaf: Tayfun Kurt

 

 

3 Eylül 2008 tarihinde vefat eden sıkı sahaf Tayfun Kurt için yazdığım yazıya

https://zaferyalcinpinar.com/a16.html adresinden ulaşabilirsiniz.

(Tayfun Kurt Kadıköy’de yer alan Çınardibi Sahaf’ın sahibiydi.)

 

Eyl
26
2008
0

Öfkeleriyle hoşnutsuzlukları bu dünyaya ilişkin…

Öfkeleriyle hoşnutsuzlukları bu dünyaya ilişkin, politikaya, sanata, yoksa kendilerine, aralarındaki derin bağlantıya değil, hiçbir zaman. Ne var ki alışkanlıklar, otomatikleşmiş davranışlar durumu kurtarıyor. Her şey yollu yolunca, pürüzsüz, numaralanmış, dosyalanıp kalkmış. Küçük mutlu kuzucuklar, zavallıcıklar, iyi dostlar. Pierre, Roland’ın uzattığı eli nerdeyse sıkmayacak, yutkunuyor, Roland’ın gözlerinin içine bakıyor sonra sıkıyor elini, kırmak istercesine (…) Roland’ın kafası dinç. Hiçbir sorunu yok, manda yürekli kuzucuk. Pierre tiksiniyor onların dinginliğinden, Michele’in orada oturmuş, bir turuncu bluzu söz edinebilmesinden, ondan gene her zamanki gibi uzak. (…)

Pierre yüzünü kuruluyor, pencereyi ardına dek açıyor şafağın taze serinliğine karşı. Sokakta bir sarhoş dost bir monolog sürdürmekte, macun kıvamı koyu bir suyun içinde yüzercesine. Kendi kendine bir şarkı mırıldanarak ileri geri gidip geliyor, soluk kesici, törensel bir dans yapıyor sanki, kaldırım taşlarını, kilitli kapıları ucun ucun dişleyen kül rengi aydınlıkta. (…) yırtık pırtık uçuşan o reveranslarıyla, o sendelemeleri, ağzının içinde gevelediği belirsiz mırıltılarıyla.

Julio Cortazar (“Gizli Silahlar” adlı öyküsünden…)

Büyüdükçe, Çev: Nihal Yeğinobalı, Alan Yayıncılık, 1985, s. 69, 74

Eyl
09
2008
0

“Gün boşluğunu sundu geceye.”

(…) Tüm korkularım çamların ardındaki aydınlıktan geliyordu. Aydınlık olmasa gene korkacaktım. Ürkek kollarımı büzdüm. Bacaklarımı tuttum. Duydum. Kırmızı. Şiş gözlerim. Camın ardına bir bakabilseydim. Duvarlar yeterdi bana. Pis duvarları severdim. Gözlerimi onlara dikip, bomboş içlerine salıverirdim kendimi duvarların. Başımı çıkardım yavaşça. Bir sırıttım kendi kendime. Duvarlara baktım ardından. Gülüyorlar mı bana diye. Sessizlik bile durmuştu. İçime çekecek hava da yoktu. Öylesine bir durgunluk. (…) Yeni bir kent. İndim. Ayaklarıma dek baktım. Yerden bir ufak taş aldım. Attım cebime. Kaçtım trenlerinin yanından istasyonun. Dağınık bir kalabalık var demirlerin gerisinde.(…) Cebimdeki taşa baktım. Yerindeydi. Taşı tuttum. Gene duydum. Taşın taş oluşunu duydum. Attım taşı. Dayanamadım. Döndüm. Eğildim. Gene aldım. Severim istasyonları. Akşama değin istasyonun yanındaki merdivenleri indim. Çıktım. Gene indim. Gene çıktım. Gün boşluğunu sundu geceye. (…)

 

Tezer Özlü

“Fortuna” adlı öyküsünden… (Yeni İnsan Dergisi, Mart 1963)

 

Eyl
04
2008
0

İLHANBERKİĞNE

İlhan Berk’in ölümünün ardından yazdığım “İLHANBERKİĞNE” başlıklı yazıya https://zaferyalcinpinar.com/ilhanberkigne.pdf adresinden PDF dosyası biçeminde ulaşabilirsiniz.

 

Ağu
30
2008
0
Ağu
25
2008
0

Haber: Frankfurt Fuarı’na Katılmamak

(…)Ahmet Oktay, Leyla Erbil, Füsun Akatlı, Nezihe Meriç, Demir Özlü, Enver Aysever, Pınar Kür ve Tahsin Yücel; “AKP iktidarına ve onun Kültür Turizm Bakanı’na güvenmedikleri ve yazar örgütlerinin bu fuar katılım sürecinde şeffaf olmadığı, çok ciddi kaygılar üretecek ölçüt sorunuyla karşı karşıya oldukları” gerekçesiyle Türkiye’nin konuk ülke seçildiği Frankfurt Kitap Fuarı’na katılmayı reddettiklerini duyurdular.(…)

Haberin devamı için BKZ: https://sanat.milliyet.com.tr/Sanat/HaberDetay.aspx?aType=HaberDetay&Kategori=&ArticleID=975260&Date=25.08.2008&b=‘Frankfurt’%20tartışması%20bitmiyor!&ver=93

 

Powered by WordPress | Theme: Aeros 2.0 by TheBuckmaker.com