perdeler uzanıyor yüksek sesli perdahlar ______________boyunca içeriyle dışarısı arasında
her gün kendisiyle ___________saydamlaşıyor camlar eski bir sandalyenin üzerine oturuyor __________________________boşluk çerçeveleniyor odanın bir köşesinde odayla birlikte acı motiflerini işliyor halıya açı uzanıyor çekmecelerin içinde
rüzgâr yok hava yok göç yok sığınma yok çünkü yoksuluz yankı odalarında vatansız para akışı yoksa var mı varsa da yoksuluz
herkesten saklanan yeni nesil paralı ve yapay yalanlarla her şeyden esirgenerek kaçınan saçaklanmış bir zekâ
“düşündüğüm bazı şeyler var ___________________gerçekten”
gökyüzünün eğilimi yorganlı dağlar sızılarla birikmiş göller elleriyle yaşayan sağırlar elleriyle yaşayan körler sazlıkta dere kenarında sineklerle birlikte kalbini yoklayan şair
sözün özü: biz buzullara şiir gömdük ve onurumuzla öldük.
Oktay Rifat’ın poetikasındaki alan derinliğinin, Garip ve İkinci Yeni şiir akımları arasında hareketlenen bir bağlaç bölgesi oluşturduğunu -ki Cemal Süreya bunu bir tür ters ama yadsınamaz eklemler bütünü olarak görür- sezmemden sonra, Oktay Rifat’in önemi daha da belirginleşti. Zaten bugün, sıkışmış, hem kültürel, hem de imgesel açıdan “hareket alanı daralmış” beylik bir edebiyat ortalığının vasatî havasını -şiir ödülleri, antolojiler, kitap tanıtım dergileri, edebiyat etkinlikleri ve mağaza vitrinleri gibi hileli enstrümanlar aracılığıyla kandırılan- heveskâr bir kitle içine çektikçe, yani edebiyat ortalığı dediğimiz ortalama, işbu “verili vasat” havayı kabul edip hileli bir suhuletin pürüzsüz ezber alanına yerleştikçe, Oktay Rifat gibi poetik açıdan üssel başarılar elde etmiş, yani imgelemin doruklarına temas etmiş şairlerin önemi daha da artıyor. İkinci Yeni’nin de öyle…
Tıpkı İkinci Yeni akımının sürekli genişleyen ve geleceği belirleyen şiirsel bir devinimi daha yukarılara taşıması gibi Oktay Rifat’in şiirleri de “imgesel parlaklık(kontrast)” diyebileceğim üssel bir dil kurarak geleceğe uzanmaktadır.
Oktay Rifat poetikasının bu etkili yürürlüğünün zirve(peak) noktasını “Perçemli Sokak” (Yeditepe Yayınları, 1956) adlı şiir kitabında görüyoruz. İkinci Yeni şairlerinin “ivedilikle, bir gecede” yazıldığını varsaydığı Perçemli Sokak’ta kendisini gösteren “imgesel parlaklık” son derece etkilidir, etkisini hâlen sürdürmektedir. İkinci Yeni taifesi bu aşkın etkiyi bir tür “apansız oluşum, otomatik yazım” sanmışlar ya da öyle olmasını umut etmişlerdir. (…) Zafer Yalçınpınar
Önemli Not: “Sıkı şiire öncelik vermek” ve “imgelemin özgürleşmesini sağlamak” amacıyla dijital yayıncılık serüvenine başlayan UPAS Yayın‘ın tüm kitaplarını upas.evvel.org adresinden ücretsiz olarak okuyabilirsiniz.
Dipsiz Göl, 2017-2023 yılları arasında yazılmış şiirlerden oluşuyor. Zafer Yalçınpınar‘ın daha önceki şiir kitaplarında yer almayan bu 21 pâre, tek bir imgenin alan derinliğinde, tek bir şiir olarak kurgulanmış. Yalçınpınar, altıncı şiir kitabını 27 yaşında hayatını kaybeden sıkı dostu Uğur Yanıkel‘e ithaf ediyor…
Dipsiz Göl, Zafer Yalçınpınar Şiir Kitabı, 2. Edisyon, 50 Sayfa Plüton Yayın, Aralık 2023
Hamiş: Dipsiz Göl’ün Upas Yayın tarafından yayımlanan ilk edisyonunun tam metnini pdf dosyası olarak https://upas.evvel.org/dipsiz.pdf adresinden indirerek arşivleyebilirsiniz. Zafer Yalçınpınar’ın tüm şiirlerine ve kitaplarına https://zaferyalcinpinar.info adresinden ücretsiz pdf biçiminde ulaşabilirsiniz.
Azimet Avcu: Geçtiğimiz yıl daha 27 yaşında kaybettiğimiz şair Uğur Yanıkel‘e ithafen bütünlediğin ‘Dipsiz Göl’ adlı şiir kitabı, 2023’ün Mart ayında -Uğur’un vefatından yaklaşık üç ay sonra – Upas Yayın kapsamında dijital nüsha şeklinde okuyucuya sunuldu. Geçtiğimiz günlerde de ikinci edisyon, basılı nüsha olarak Plüton tarafından kitaplaştırıldı ve yayımlandı. Kitabın girişinden itibaren bizi karanlık ormanlardan geçirerek tabiri caizse Yunan mitolojisinde Tartaros olarak bilinen ölüler dünyasına sokuyorsun ve ismiyle müsemma Dipsiz Göl bir tarihsel mezarlığa dönüşüyor. Kimi zaman kelimeleri bozarak kimi zaman da kelimelerin gücünü kullanarak yeni bir evren yaratmaya çalışıyorsun. Bu nefessiz imgesel düzlemde gökyüzü, rüzgâr ve benzeri imgeler dile getirilerek dış dünyaya devamlı özlem duyuluyor… Bu kitap ölümle kalım arasında geçen söylenceler gibi… Uğur’un aramızdan ayrılması da ancak bu kadar güzel bir imgeyle anlatılabilirdi. İlk sorumu şu noktadan sormak istiyorum. Bu kitap çalışması tam olarak ne zaman başladı ve Uğur’un kitap üzerindeki etkisi hakkında neler söylemek istersin?
Zafer Yalçınpınar: Dipsiz Göl’de yer alan şiirler 2017’den günümüze kaleme aldığım 21 pâreden oluşuyor. Bu şiirleri fragmante varoluşlarından çıkararak, şiirlerin taşıdığı kırık ve acılı yükleri bütünsel bir düzlemde nasıl konumlandırırım diye uzun zamandır düşünüyordum:- maalesef şairler bazı tarihsel döngü noktalarında birer düşünür gibi davranmak zorunda kalır. Neyse… Bahsettiğim ve ihtiyaç duyduğum konumlandırma noktasında yeni bir imgesel alan derinliği tasarımı oluşturmam gerekiyordu ki bu tasarımı oluşturabilmem için de 21 pâredeki benzerlikleri ve farklılıkları belirlemek çok önemliydi. Şiirlerin sınırlarını yoklamam, şiirsel dil açısından yakınsama ve ıraksama noktaları nasıl akışkanlaşıyor gibi sorulara cevap bulmam ve şiirlerin biçimsel öğelerini dönüştürmem gerekiyordu. İşte, senin ifade ettiğin ‘nefessiz imgesel düzlem’ veya ‘karanlık ormanlardan geçmek’ gibi benzetmeler böylesi bir ortak alanda anlam kazanıyor; Almancası ‘weltschmerz’… Bu ifadeyi ‘dünya ağrısı’ veya ‘varoluş sancısı’ olarak çevirebiliriz. Bugün içerisinde hayatta kalmaya çalıştığımız neoliberal düzenin kentsel gündemini ve tüm bileşenleriyle birlikte kurulu rant ekosistemini -gerçekten de- kötücül bir ‘karanlık orman’ olarak görebiliriz. Ve evet, bu palyatif ve tıknefes süreç bir yaşayıştan çok ‘hayatta kalma’ uğraşısı olabilir ancak… Ölümle kalım arasında… Uğur’un Taksim’deki düşüş ânı zihnimdeki imgesel haritada böylesi bir orijin oluşturdu. ‘Dipsiz Göl nerde, neresidir?’ diye sorsan bana, ‘Taksim’de, Uğur’un atladığı ânda ya da düştüğü yerde açılan bir paralel evrende!’ diye cevaplarım. Uğur’un ‘kazayla intihar’ olarak tanımladığım düşüşü ve vefatı zihnime bir şimşeğin görüntüsü gibi mıhlandı… Peki, anlatmaya çalıştığım tüm bu şeyler, bahsettiğim tasarım yaklaşımı falan… Kitapta doğru veya etkili yansıtılmış mı sence? Dahası, okuyucu tarafından hissedilebiliyor mu gerçekten… Sence, bu varoluş sancısı, tıknefes yaşam en çok hangi şiirde kendini gösteriyor, en çok hangi şiirde daha etkili?
Azimet Avcu: En önce sonda sorduğun soruya cevap vereyim: ‘Çizgi’ şiiri… Bu şiirinin çıkış noktası olan İlhan Berk’le gerçekleşen diyalogunu ilk defa Rüzgâr Defteri’nde okumuştum. Her şairin akılda kalır bir dizesi veya anısı olur. Sizin bu diyalogunuz hem akılda kalır bir dize hem akılda kalır bir anı niteliği taşıyor. Bu diyalogun cevabını yıllar sonra ağaçlarda bulup onun aralarında gezinmen en büyük sancılardan bir tanesi. Bulmanın sancısı. Ayrıca o kitap üzerine Uğur’la yaptığınız uzun söyleşi de hem o dizeleri hem de o şiiri anlamlı kılıyor. Bunun dışında kitabı okurken kafamda Cemal Süreya’nın ölmeden önce yazdığı ‘Göller Denizler’ şiiri gözümün önüne geldi. Şiirde; ‘Ölüm? / Bir gölün dibinde durgun uykudasın… Denizler? / Tanrılar karıştırır durur denizleri…’dizelerini düşündükçe senin dipsiz gölünde bir uyku uyanıklık arasında gezinip durdum. Kitapta istediğin ve planladığın şeyler gerçekleşmiş diye gözlemledim. Örneğin; ‘Kırmızı Bahçenin Dalgalanışı’ şiiri hem görsel hem şiirsel anlamda kitabın en can alıcı kısımlarından. Uğur’un artık o dalgalı evde yaşamaya başladığını gözümün önüne getirdim. Yazmak istenen ve hissedilen şeyler bu noktada bir paralelliğe oturuyor. Bu şiir dışında gözüme başka bir bağlantı daha takıldı. ‘Yeni Gün Yoktur’ şiirinde Turgut Uyar’ın Akçaburgazlı Yekta’sıyla bir kardeşlik sezdim. Bu defa Yekta’yla değil Turgut’la konuşmaya başladığımızı düşündüm. Şiirdeki bireyin kendini mezarının başında beklerken hisleri, özellikle ‘bir çocuğum buz dolu taş / sokakta kimsesiz yollar yok ben de burada değilim’ ifadeleriyle anlatılıyor. Bu ifadelerin ortaya çıktığı duygu ve anlam dünyasını farklılaştıran, bireyin yaşamla olan bağını ve yalnızlığın iç geçmişini nasıl yorumluyorsun?
Zafer Yalçınpınar: ‘Kırmızı Bahçenin Dalgalanışı’ adlı şiirim Şahin Çetin’in efsanevi çizimiyle birlikte düşünülmeli. Zaten bu şiiri kaleme almaya karar vermemde de Şahin’in çizimi özel bir tetikleyici olmuştu. Çizimi basitçe anlatmaya çalışayım. Güçlü dalgalara -belki de her yeri kaplayan bir fırtınaya veya sele- karşı ayakta durmaya, yaşamaya çalışan yıpranmış, yarı yıkık, ahşap bir kulübe çizimi… Sonsuz dalgalarla uzanan bir fırtınanın alan derinliğinde kulübenin yalnızlığı, tek başına duruşu… Sanki, ıssız, insansız, ufuksuz ve sonsuz dalgalardan oluşmuş bir çöl veya okyanus fırtınası gibi… Ve o kulübenin dalgalarla temas eden yüzeyi gücünün sonuna kadar direniyor… Direniyor bir anıt gibi, onurlu bir duruş sergiliyor. Ok ve yay gibi… Tüm zorluklar, her şey, tüm varoluş, her şey gerilimin son noktasında! İnan ki Uğur’un yaşamı böyleydi. Hem şiir-edebiyat araştırmacılığı, hem yayıncılığı, hem de gazetecilik yaşamında sonuna kadar direndi, hiç vazgeçmedi… Üstelik kendisine ‘kahraman’ denmeyeceğini bilerek, alkışlanmayacağını bilerek, hiçbir maddi-manevi çıkar beklemeden… Ece Ayhan bu durumu ‘haklılığın inadı’ olarak tanımlıyor. Ece Ayhan’ın kavramlarıyla formülize etmek gerekirse Uğur’un yaşamı için şunu açıkça söyleyebiliriz: ‘Kötülük dayanışmasına karşı haklılığın inadını göstermek…’ İşte, ‘Kırmızı Bahçenin Dalgalanışı’ adlı şiirimin Uğur’un varoluşuyla özdeşleşen böylesi bir ‘haklılığın inadı’ direnci var! Bu anlattıklarımdan çok daha ayrıksı olarak baktığımızda, gerçekten de Cemal Süreya’nın son dizeleri sayılan ‘Göller Denizler’ şiirinin imgelemi tüm kitapla ilişki içerisinde… ‘Çizgi’ adlı düzyazı-şiir metnimi de kitaba ismini veren ‘Dipsiz Göl’ söylemini de Düzce’de, Topuk Yaylası’ndaki bir gölü ve gölün donmuş yüzeyini seyrederken bütünledim. Sen söyleyince fark ettim bunu… Çok doğru bir tespit… ‘Yeni gün yoktur’ adlı şiirim ise tüm zamanlarda kaleme aldığım şiirlerimin arasında en kara veya karanlık olanlarından biri… Bu şiiri bir kış gecesi, Kadıköy sokaklarından birinin köşesinde bir apartman boşluğuna sığınmışken yazdım. Işık çok azdı, zar zor yazıyordum defterimin sayfasına… Hatta o günlerde şiiri okuyanlar son derece olumsuz etkilenmişti şiirden… Turgut Uyar’ın şiirine ilişkin yaklaşımın da çok doğru… O zamanlar Derviş Aydın Akkoç’un hazırladığı ‘Turgut Uyar’ın Çocuklarıyız’ adlı özel söyleşi kitabını okuyordum. Orada Turgut Uyar’ın ilk kızı Serap’tan bahsedilir, birkaç aylık bir bebekken Ardahan’ın Posof ilçesinde vefat eden ilk kızı Serap’a ve Serap’ın mezarına dair bilgiler vardır. Bilgileri dile getiren Turgut Uyar’ın Semiramis’ten sonraki kızı Şeyda Uyar Dikmen’dir. Şöyle der: “Serap’ın gömülmesiyle ilgili de konuşmuştu babam, iyi hatırlıyorum. O sırada Posof’talar ve kara kış her yanı kasıp kavuruyor. Babam asker, yanında da erler var, Serap’ı gömmüşler ve mezarında ateşler yakıp sabaha kadar beklemişler; kurtlar toprağı eşeleyip de taze ölüyü çıkarmasın diye. Kısacası ne zaman Serap bahsi açılsa, seneler geçmiş olmasına rağmen, babam her seferinde üzülür, kederlenirdi.” (İletişim Yayınları, 2014, 1. Baskı, ss.85-86) Bilemiyorum Azimet… Bu anlattıklarımdan başka-daha acı bir şey olabilir mi… Acı bir ‘yankı odası’ gibi… Ama tabiî ‘yalnız olmak’ ile ‘tek başına olmak’ felsefi düzlemde birbirinden ayrılır. Biz, ben de, Uğur da, sen de, sanırım yalnız değiliz, ama tek başımızayız. Şiirsel alan derinliği de böyle bir uzam… Gezegenler gibi ‘tek başına’ olmak… Peki, İlhan Berk’in bana sorduğu soruyu ben sana sorayım: Senin kendi çizgin nerden geliyor? Nasıl devam ediyor… Hangi noktalarda, nasıl bütünleniyor…
Azimet Avcu: 2016 yılında Kadıköy Kitap Günleri galiba son kez olarak Haydarpaşa’da
yapılıyordu. Seni ismen Uğur’dan çok duyduğum ve çalışmalarını takip ettiğim
için biliyordum. Orada bir stantta ‘Rüzgâr Defteri’ kitabını görmüştüm. Hemen
almak isteyip etrafta standa kimin baktığını bulmaya çalışmıştım. 10 dakikaya yakın
bekledikten sonra birisi gelmişti. Kitabı alıp oradan Karaköy vapuruna yürüyüp
vapurda kitabı okumaya başlamıştım ki İlhan Berk’in sana sorduğu bu soruya
gelmiştim. Uzun zaman kendi adıma bunu düşünmeye çalışmıştım. Yıllar yılı arada
aklıma gelir ve çizginin başına gitmeye çalışırdım. Ama Dipsiz Göl’ü okurken bu
soruyla tekrar karşılaşınca çizginin başını buldum. Uğur, bir gün yanımıza
gelip çok garip bir rüya gördüğünden bahsetmişti. Ne olduğunu anlatmasını
istemiştik. Rüyasında ‘insan annesinin karnında cenin pozisyonundayken bir soru
işaretine benzer’ diye bir cümle kurmuş. Uyanınca internetten bir bakmış ki
gerçekten öyle. Bunu günlerce anlattı. Çizgimin başlangıcını ararken buraya
geldim. İnsan ana rahmine düştüğü ân, yani o çizgi, yaşama yolculukla başlıyor.
Bir soru işareti olarak gidiyor. Ben şiir yazmaya çocukluk yıllarımda başladım.
Galiba bu illet insanın yakasına gelip bir türlü yapışıyor. Şiir dilini
öğrendikten sonra da kendini başka bir dille ifade edemiyorsun. Bana bazen ‘kaç
dili iyi seviyede biliyorsun?’ diye sorduklarında ‘iki’ diye söylüyorum.
Birincisi Türkçe, ikincisi şiir dili. Söyleme dikkatlice bakınca biraz romantik
gelebilir ama bunu başka türlü anlatamam. Şiir dilini öğrenince de o dili
bilenlerle iyi diyaloglar kuruyorsun. Uğur’la, senle öyle bir dil üzerinden
konuşuyoruz. Normal yaşamlarımız ve gündelik dilimiz kendimizi tarif etmeye
yetmiyor. İnsan yürüdüğü yolda arkadaşlarını iyi seçerse yolu da sağlıklı
katetiyor. Uğur, Selim, Kadir ve ben böyle bir yolculukta karşılaştık. Onlar
benim için iyi şiirin yanında iyi şairin nasıl olması gerektiğini de
gösterdiler. Zamanla yolda azalsak da burada haklılığın inadıyla devam
ediyoruz. Şiire bakış açıma gelecek olursak da yine bu yolda oluşup gelişti.
Şiirimi post-modern çizgiye koyabilirim ama tamamen o anlayışla yazmıyorum.
Türkiye’de her türlü sanat akımı gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalıyor.
Politikanın hayatımızı çekip elimizden aldığı, hayatlarımızı zorlaştırdığı bir
dünyada güncelden uzaklaşıp sadece sanatsal üretim yapamıyoruz. Ece Ayhan’ın
şairlik tanımına ‘etikçi’ dediği bir ülkede etikçiliği biz de elden
bırakamıyoruz. Uğur, ihmallerle öldü. Orada ambulansından hastanesine sağlıklı
çalışan bir sistem olsaydı, Uğur hayattaydı. Burada gelmek istediğim nokta
devletin insan hayatına bu kadar kastettiği bir ortamda şiiri silah gibi
savunma aracı olarak görmekten başka çaremiz kalmıyor. Pekâlâ, bu noktaya
gelmişken iki soru sorayım. Dipsiz Göl’e politik açıdan nasıl bakabiliriz? Dili
bu noktada nereden kurmalıyız?
Zafer
Yalçınpınar: Bir kere hemen ifade
edeyim; Uğur’un vefatına neden olan düşüşe dair söylediklerine yüzde yüz
katılıyorum. Uğur’un vefatında çok boyutlu bir ihmal olduğu açık… Doktorlar,
hastane vesaireden önce toplumsal bir ihmal var: Uğur, düştüğü yerde çok uzun
süre kalıyor! Gelen geçen ahaliden kimse umursamıyor ölü gibi yerde yatan,
bilinci kapalı bir insanı! Üstelik bir cumartesi gecesi! İşte mesela, Ece
Ayhan’ın ‘toplum’ ifadesinin yerine koyduğu ‘topluluk’ söylemine çok acı bir
örnek daha… İnsan toplumu refleksi gösterilmiyor çünkü! Herkes yılbaşı öncesi
tatil, eğlence, tüketim ve alışveriş merkezi kafasında çünkü! Yığışım! Herkes
yeni yılda fiyatlar ikiye katlanmadan ne satın alayım, nereye gideyim, ne
yapayım derdinde! Keza, Uğur’un hastaneye sevk edilmesi de bence çok uzun bir
süre… Sonra, hastanede tetkik-teşhis-tedavi
falan gibi süreçler için de çok bekletiliyor. Standartlardan çok uzun bir
bekleme süresi yaşıyor Uğur… Aleyhine çalışan, ölüm kalım gibi bir bekleme
süresi… Çok acı… Şimdi, bunca hakikati tüm hatlarıyla düşündükten sonra hemşire,
doktor kimse çıkıp olayı normalleştirmeye çalışmasın bana! Hepsi o günlerde ya
tatilde olmayı düşünür ya arkadaşlarıyla eğlenmeyi ya da benzerleriyle elit
elit takılmayı kuruyordur kafalarında… Yıllardır bu böyle! Yıllardır,
utanmadan! Taksim dediğimiz lokasyon, rantıyla, oteliyle, turistiyle, elçilikleriyle,
esnafıyla, meyhanesiyle, ev sahibiyle, kiracısıyla, taksicisiyle, fuhuşuyla,
uyuşturucusuyla, serserisiyle, ruhsatçısıyla, zabıtasıyla, liberaliyle,
belediyesiyle ve nihayetinde hastanesiyle, doktoruyla falan tüm hatlarıyla, tüm
dokularıyla lağıma dönmüş durumda! Zaten, Bilge Karasu’nun kitabının adını
hatırlayalım: “Lağımlar Anası ya da Beyoğlu”. Yani ben Uğur’un vefatındaki
ihmaller silsilesinin ‘Yahu çocuk çok ters atlamış, çok ters düşmüş, çok talihsizmiş…’
falan gibi bir doktor ağzı söylemle geçiştirilebileceğini, dahası benzeri
söylemlerle ‘müesses nizam’ tarafından geçiştirilmiş olmasını da
kabullenemiyorum bir türlü… Şimdi, bu noktada Nâzım Hikmet’in birçok yazısında
şiir diline ithafen ifade ettiği başka bir kavrama geçmek gerekiyor:
Şiirimizin, şiir dilinin taşıdığı yük! Ve bu yük yaşadığımız coğrafyada çok
ağırdır yüzyıllardır… ‘Davet’ adlı şiirinde Nâzım Hikmet’in ‘Dörtnala gelip
Uzak Asya’dan / Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan / bu
memleket…’ olarak tanımladığı coğrafyamızda her şey çok zorlu ve acılı
yaşanıyor. Yüzyıllardır içinde bulunduğumuz coğrafyanın ‘kara gerçeğini’ gören bir
şairin durumu da Nâzım’ın aynı şiirindeki şu dizelere benzer: ‘Bilekler kan
içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak / ve ipek bir halıya benzeyen toprak /
bu cehennem, bu cennet bizim’ Dipsiz Göl, sanıyorum, en ağır ve kara
gerçeklerle örülmüş şiir kitabım… Böylesi bir ‘şiirsel yük’ taşıyor. Özellikle
de ‘Dipsiz Göl’e girdim’ diye başlayan birinci bölüm… Uğur’un ölümüyle birlikte
kitabın üzerindeki şiirsel yük de çok arttı. Tuhaf bir çelişki var: Gündelik yaşamın
şiirselliği her geçen gün azalıyor, ama dilin ve mantığın yaşamındaki derin
tarihsel yük, dile getirilen kalp ve vicdan arayışı her geçen gün daha fazla
artıyor. Hakikat yolundaki kalp ve vicdan arayışı… Bence bu durum bizim
coğrafyamıza özgü… Sence de öyle değil mi, bütün bu yakın ve uzak tarihsellik
boyunca, tüm yaşadıklarımızdan sonra, kim bu coğrafyanın şiirsel yükünü
sırtlanmak ister ki? İkinci Yeni’nin parladığı baskılı dönemde bile daha fazla
şiirselliği vardı yaşamın, ya da 1950 şiir hareketinde… Mesela, Ece Ayhan
yaşasaydı bugün, 2023’te, kesinkes söylüyorum bunu; şiir yazmayı bırakırdı!
Sıkılırdı. Kapitalizm sonrası neoliberal dünyanın aldatıcılığından,
sinsiliğinden, bireyi içine düşürdüğü kapandan sıkılırdı. Öylesine karanlık ve
palyatif bir dönemde yaşıyoruz şu an… Uğur’un sana gönderdiği bir mesajı
göstermiştin bana. Şöyle diyordu Uğur son merhalede: ‘Şiirle rabıtamız
kalmamıştır.’
Azimet Avcu: Birgün Aslıhan Pasajı’ndaki sahafları dolaşırken Uğur sevinçle “Azi koş Ece Ayhan’ın bir süredir aradığım ‘Şiirin Bir Altın Çağı’ kitabını buldum.” dedi. Sahaf 200 Lira gibi yüksek bir fiyat çekince üzüntüyle daha sonra alırım deyip kimsenin göremeyeceği bir yere sıkıştırdı. O dönem için bu kitap kafamın köşesine kazınmıştı. Yıllar sonra bu kitap elime geçtiğinde “TARİHE BAKARSANIZ ANLARSINIZ!” diye bir yazıya denk gelmiştim. Orada şöyle bir kesit vardı: “Zaten yamuk ve yampiri bu dünya; tabii bana göre, tümüyle bir ‘kötülük toplumu’ ya da daha yetkin anlatışla, ‘örgütlenmiş sorumsuzluk’tur: Gerçekte ve dipte olan!” Dipsiz Göl tam bu noktada daha büyük bir karşılık buluyor. Yüzeyden bakınca anlaşılmayan ve içine düştükçe çıkılmayan o büyük bir dehliz… Sanatın her zaman iyileştirici bir yanı var. Eğer şiir bizim hayatımızda bu kadar yer edinmese iyileşmez yaralarımızla silinip gideceğiz. Ece Ayhan’da bugün yaşasa senin aksine böyle düşünürdü. Ölümle yüzleşmenin tek yolu yazmaktan geçiyor. Söz bitiyor, ağıtlar diniyor, toprak soğuyor… ama bu şiirler birilerinin kitaplığında, dilinde, hafızasında duracak. Bu özel kitap için ben Yalçınpınar’a teşekkürlerimi sunuyorum. İmgenin ve doğanın bu kadar çoğullandığı Dipsiz Göl’de bize yaşam ideasını tekrar hatırlatan şair okurlara son olarak ne söylemek ister, bunu merak ediyorum.
Zafer Yalçınpınar: Herkesin farklı bir dilsel formülü veya şiarı vardır, şiir ve yaşamla ilgili… Tamamıyla benim icat ettiğim ve kendi 44 yıllık zavallı yaşamımda tüm hatlarıyla deneyimlediğim formül şu: ‘Şiir, dilin sürdürülebilirliğidir.’ Bu formülü ilk kez Kasım 2018’de gerçekleştirilen İlhan Berk Sempozyumu’nda dile getirmiştim. Şiir, imgesel alan derinliğinin uzamında salınan ve dilin sınırlarını genişleterek geliştiren bir özüt! Geçmiş ile geleceğin dili arasında hakiki ve adil bir bağ kurabilen tek-son-öz! Şiirin eşsizliği -eşsiz olana yakınlığı- bu bağda, bu bağın haysiyetinde gizli… Şimdi, aslında, Ece Ayhan’dan aktarmak istiyorum son sözlerimi… Uğur yaşasaydı, o da öyle yapardı çünkü. Yaklaşık olarak şöyle diyor Ece Ayhan Çağlar: “Böylesi bir uçsuz bucaksız ‘kötülük dayanışması’ ortamında karamsar olunmaz da, ne olunur bilemem. Ama benim karanlığımın rengi akkordur, o ayrı. (…) İzin verin de bir kömürün bir elmasa dönüşmüş olduğunu artık anlayalım! (…) Şiir gerçeği yeder! İşte böyle olumsuz bir yeri vardır şiirin toplumlarda. Bir toplumda yeri olmayışı onun yeridir.”
2/ Zafer Yalçınpınar’ın tüm edebiyat çalışmalarını https://zaferyalcinpinar.info adresinden inceleyebilir ve tüm kitaplarını aynı adresten -pdf dosyası biçeminde- arşivleyebilirsiniz.
Türkiye’deki (ve Türkçe’deki) üçüncü Simultane Şiir Performansı (ki ilk ikisi 2020 yılında gene Upas Yayın taifesi tarafından icra edilmişti) 2 Şubat 2024 tarihinde, LeMan Kültür Beyoğlu Sahnesi’nde, Cem Onur Seçkin, Zafer Yalçınpınar ve Emir Alisipahi tarafından gerçekleştirilmiştir. Etkili bir şiir gecesi düzenleyerek bizlere imkân sunan Azimet Avcu ile Ozan R. Kartal‘a ve video kaydında bizlere yardımcı olan Alparslan Beyhan‘a çok teşekkür ederiz.
Önemli Notlar: LeMan Kültür Beyoğlu sahnesinde gerçekleştirilen üçüncü simultane şiir performansı, Zafer Yalçınpınar‘ın şu üç şiirinden özel bir tasnifi içeriyordu: “İki Kişilik Ada Çarpıntısı”, “Karanlık”, “Sokaktaki Cam” // Türkiye’deki ilk simultane şiir performansı (26 Temmuz 2020, Cennet Bahçesi, Burgaz Ada) hakkında bilgiler şurada: https://upas.evvel.org/?p=1365 // Türkiye’deki ikinci simultane şiir performansı (7 Kasım 2020, Erenköy Evi, İstanbul) hakkında bilgiler şurada: https://upas.evvel.org/?p=1458
Heykeltıraş Çağdaş Erçelik’in eserleri incelikli duyguların ve edebiyat sahnelerinin eşsizliğini yansıtıyor. Erçelik’in heykellerine odaklanarak Zafer Yalçınpınar tarafından gerçekleştirilen söyleşiyle birlikte oluşturduğumuz Sahnenin Heykeli adlı özel seçkiyi sanatseverlere sunmaktan gurur duyuyoruz.
Önemli Not: “Sıkı şiire öncelik vermek” ve “imgelemin özgürleşmesini sağlamak” amacıyla dijital yayıncılık serüvenine başlayan UPAS Yayın‘ın tüm kitaplarını upas.evvel.org adresinden ücretsiz olarak okuyabilirsiniz.
Bilindik anlamıyla -şiir kitabı normlarına uygunluk açısından- baktığımızda, 2007-2024 yılları arasında altı şiir kitabım yayımlandı. Bu şiir kitaplarımın üçü (Livar-2007 , Meydansız-2009 ve Dipsiz Göl-2023) ISBN standartlarında (uluslararası yayıncılık uygunluğuyla) indekslendi. Diğer kitaplarım ise ISBN standartlarıyla uyumluluk göstermiyor fakat Çalmayan-2014 , Kötü-2018 ve Dipsiz Göl-2023 adlı kitaplarım Avrupa Birliği çerçevesinde kullanılan Creative Commons (CC) Lisansı kapsamında yayımlandı. Tarihinsancısı-2017 adlı kitabım ise hiçbir uluslararası uygunluğa sahip değil.
Altı şiir kitabımda toplam 149 şiir, ortalama olarak A5 ebatlarına yakın toplam 323 kitap sayfasında yer bulmuş. (11 şiirim ise dışarıda kalmış; henüz “şiir kitabı” normunda bütünlenmemiş ve kâğıda geçmemiş.) Sanıyorum, şiir kitabı formunda olmayan diğer kitaplarıma serpiştirilmiş şiirlerimle, eski dergilerde yayımlanan şiir deneylerimle, çok eski defterlerde, kâğıt parçalarında ve internetin dehlizlerinde kalanlarla filan birlikte düşündüğümüzde; 180’e yakın şiirden oluşan bir yazım hayatım olmuş-oluyor, diyebiliriz. Okuyucular, yayımlanmış olan şiir içerikli tüm eserlerime, diğer edebiyat çalışmalarıma ve edebiyat hayatım kapsamındaki özgeçmişime https://zaferyalcinpinar.info adresinden ücretsiz olarak erişebiliyor.
Başta ifade ettiğim -şiir kitabı normlarına uygun- altı şiir kitabımda yer alan tüm şiirlerim için -okuyucu/takipçi isteklerini dikkate alarak- bir indeks oluşturdum. İndeksi kromatik olarak aşağıda detaylıca paylaşıyorum. Daha ne olsun! Şiiri seven, şiiri arayan, şiirden anlayan ve şiir okumak isteyenler için büyük bir hizmet…
ağustos’un 17’si cumhuriyetin 100. yılı hava sıcak, kuşlar sıçıyor __çöpler kokuyor, ____________rüzgâr esmiyor halkımız metroyla beldemize geliyor rantçılar ve sökülü kapılar ve molozlar _______günlerdir çöp arabası bekliyor çöpçüler yıllık izinde ______Dersim’in köylerini geziyorlar ağaçlar ve çiçekler, rahatsız ve hareketsiz… müteahhitlerden kaçamayacaklarını biliyorlar sinekler ile emlakçılar kan emmekten mutlular kendilerini ezecek motorsikletli göçmenleri ___ve hiç gelmeyecek taksileri ____________________bekliyor _______________________kediler ve yaşlılar adamın biri Bostancı’da köşebaşına işiyor, _________________işiyor ve gidiyor meyhaneler dolup boşalıyor tekel bayileri para basıyor başkanlar delegelerini güzel güzel yemliyor belediyemiz yerel seçimlere hazırlanıyor
uzuyor bacakların dörtnala Süreya kuş içmez kendini zenci Tamer herkesin bir giden savaşı var Uyar dönen yolcusu yokmuş gibi Beyatlı demirlere sütbeyaz yapışarak Hikmet geri kaldı vurgunum dağları aşınca Ali adını gizleyeceğim yanımda Asaf sucuların ayakları çığlık gözlerim Veli dinlendiren bir şey var ayırma gözlerin Oğuzcan ben ağzının yaprağıyım, bir yere yaz bunu Berk
kolajlayan: Zafer Yalçınpınar 7 Ağustos 2023, Burgazada-Cennet Bahçesi
Yalçınpınar ailesinin en çalışkan, en fedakar ferdiydi Fethi Yalçınpınar… Köklerimiz hâlâ onun sayesinde güçlüdür. 1913 yılında Kadıköy Yeldeğirmeni’nde doğup büyümüştür. Sonradan (1943 yılında) Erenköy’de (fırın sokak ile ethem efendi caddesinin kesiştiği noktada) marangoz dükkânı açarak yaşamına Erenköy’de ailesiyle birlikte devam etmiştir. Suzan Yalçınpınar’ın eşi, Vedat Yalçınpınar ile Ümran Yalçınpınar (evlilik sonrası soyadıyla Ümran Yaman’ın) babasıdır. Zafer Yalçınpınar ile Zeynep Yaman Koyuncu’nun dedesidir. (Kaan Koyuncu’nun ise büyük dedesidir.)
Yaşar, Eleni, Suzan ve Fethi Yalçınpınar
Fethi Yalçınpınar Fenerbahçe Spor Kulübü’nün üyesiydi ve özel neferlerindendi. Komşusu olduğu Fenerbahçeli futbolcular Lebib Elmas ile Zeynel Üner’in (Zogo Zeynel) mahalleden (Kuşdili-Yeldeğirmeni/Paris Mahallesi) yakın arkadaşıydı ve santrfor Yaşar Yalçınpınar‘ın da öz kardeşiydi. Ayrıca birçok kez Ortadoğu ve Balkan Güreş Müsabakaları’nda milli takımın kafile liderliğini yapmıştır.
Erenköy’deki marangoz dükkânının tabelası ve marangozhane aletleri Koç Müzesi’nde sergileniyor…
Zafer Yalçınpınar, Temmuz 2024
Fethi YalçınpınarKoç Müzesi Teşekkür MektubuFethi Yalçınpınar’ın KartvizitiYaşar ve Fethi Yalçınpınar
sıcağa kalmamak için erkenden çalışmaya başlamışlardı __________________onlar askerler tarafından korunuyorlardı ağaçları kesiyorlardı her kestiklerinde ________makinalarıyla ________________ağaçları toprak ölüyordu sular kaçıyordu yaşam bitiyordu
doğruldum bacaklarımın üzerinde kendimi denedim gücüm var mı? diye… _______________vardı
sonra koştum onlara doğru sonra koştum onlara doğru öfkeyle sonra koştum onlara doğru öfkeyle kişneyerek
silah sesleri duyuldu toprak ölüyordu sular kaçıyordu yaşam bitiyordu
Uzun zamandır “kendimle konuşmalar” başlığı altında bir şeyler kaleme almıyordum. Fakat, 2023 seçimleri vesile oldu, bu köşeden zaman zaman yazmaya devam edeceğim. Çünkü birilerinin yalın gerçekleri dile getirmesi gerekiyor.
Öncelikle hemen ifade edeyim; ben bir AKP’li değilim ve hayatımın hiçbir döneminde AKP’ye oy vermedim. 44 yaşımdayım. Ailemin üç kuşağı da doğma büyüme Kadıköylüdür, Cumhuriyet’in ilk yıllarından günümüze -tüm zorluklara ve problemlere rağmen- Kadıköy’de yaşıyoruz, evimiz barkımız, işimiz gücümüz Kadıköy’de…
Kendimi bildiğimden beri siyasal görüşüm sosyalizmdir ve felsefi açıdan diyalektik materyalizmi benimseyerek yaşamımın her alanında uygulamaya çalışırım. Özellikle entelektüel ve kültürel alanda sol görüş ve aydınlık bir gelecek için mücadele ettim, bedeller ödedim.
Kılıçdaroğlu’nun 11. yenilgisini yaşadığı bu seçimde de -tıpkı yenildiği diğer seçimlerde olduğu gibi- gene Kılıçdaroğlu’na oy verdim. Üstelik bu kez yenileceğinden tamamen emin olmama rağmen, gittim son kez -haklılığın inadına inanarak- gene oyumu Kılıçdaroğlu’na verdim. Fakat, bu seçimle birlikte anladım ki Kılıçdaroğlu kazanmak istemiyor ve küresel neoliberal düzenin ayarlı muhalefetiyle tatlı tatlı yoluna devam etmek istiyor sadece…
Entelektüel ve kültürel açıdan bağımsızlık ile özgürlük adına memleketimizde sosyalist birikimin oluşması için en çok emek verenlerden, en çok inananlardan -ve en çok bedel ödeyenlerden- biriyim. Bugün ise Kılıçdaroğlu’nun kişisel hırslarla, parti içi anti-demokratik yaklaşımlarla, yanlış kararlarla, uzgörü eksikliğiyle ve yanlış modellerle bir kez daha başarısız olduğunu görüyorum. Gezi parkı direnişinden günümüze 10 yılda olgunlaşan tüm entelektüel ve eylemsel sosyalist birikimin 2023 seçimlerinde heba edildiğine tanık oldum.
Hicap duyuyorum!
Kılıçdaroğlu’nun en büyük hatası -belki de zaafı veya tutsaklığı- neoliberal düşüncenin sinsi yöntemleriyle kandırılarak, gerçeklere gözünü kapamış olmasıdır. İkinci büyük hatası da, gene neoliberalizmin dümen suyunda giderek yerel kitlelere bu gerçekliği aşılamaya çalışmasıdır. Seçim yenilgisinden sonra bile neoliberal düşünceye ve hayallere kapılarak seçmeninin gerçeklerle bağını “kökünden” koparmaya çalışmak da çok büyük bir yanlış… Çünkü memleketimizde neoliberalizmin besleyerek marjinalleştirdiği yarı-aydın tipolojiyle (Tarkanlarla, Cem Yılmazlarla, twitter-youtube fenomenleriyle, zikzak kuşağının pop kültürüyle, hızlı tüketim kültürüyle, finansal plazacıların spekülasyon planlarıyla, yerel yönetimlerin liyakatsiz ve rantçı kadrosuyla, beyaz yaka şımarıklığıyla, sahte entelektüellerle, bölgesel çıkar gruplarına lehtarlıkla) sosyal medya muhalefetiyle, bol keseden atıp tutmakla, sosyal medyadaki görüngülerle, tatlı su solcularıyla, duyarlılık kasmakla, tıklanma sayılarıyla, anlamsız aritmetik seçim hesaplarıyla, kaset siyasetiyle falan “güven veya itibar” kazanılmaz. Seçim de kazanılmaz tabiî ki… Bu hâllerle, bu yarı-aydın tipolojisi davranışlarını takip ederek sadece ve sadece kendi içinize hapsolduğunuz dar çevrenizi oyalarsınız!
Güven ve itibar “elini taşın altına koyarak” kazanılır. “Elini taşın altına koymak ne demek?” diye soranlara Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün hayatını, mücadelesini, bağımsızlık savaşını ve 1923 devrim tarihini “doğru” okumalarını öneririm. Kazanmak için gerçek bir şey yapmalısınız!
Söylemlerinin ve eylemlerinin merkezine Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün açtığı anti-emperyalist yolu ve sosyalizmin yalın gerçeklerini koymadığı sürece CHP’nin başarılı olması mümkün değildir. Şu anki mevcut yaklaşımla devam ederse ve kurucu özüne dönmezse varlığını idame ettirmesi bile çok zor CHP’nin… Böyle devam ederse başka oluşumların, düşüncelerin ve neoliberal tuhaflıkların içinde eriyip gider… Emmanuel Macron modelini takip ederek “benzemezlerin bir araya geldiği neoliberal bir ittifak”la bu seçimin kazanılamayacağını, halkımızın böylesi bir ittifaka güvenmeyeceğini, teveccüh etmeyeceğini herkesten çok CHP kadrolarının biliyor olması gerekirdi. Biliyorlardı zaten!
Sözüm o ki kendinizi daha fazla kandırmayın! Halkı oyalamayın!
Eğer bir kişi “Ben sosyalistim!” diyorsa, şu üç temel kurala bağlı kalmak zorundadır:
1- Hakikat yolundaki kalb ve vicdan arayışınızı -her şeye rağmen- sürdürmelisiniz. İnsancıl sosyalist düşüncenin tarihini bilmelisiniz ve bu doğrultuda erdemli davranmalısınız. Kapitalizmin pazarda alıp sattığı bir metaya veya eşyaya dönüşmemelisiniz! Büyük insanlığınıza -her zaman, her yerde, her koşulda- sahip çıkmalısınız.
2- Küresel sömürü düzenine karşı memleketinizin özgürlüğü ve bağımsızlığı için gerçekten mücadele etmelisiniz. Memleketinizin ve halkın sömürülmesine izin vermemelisiniz.
3- Halkı kandırmanın hiçbir mazereti yoktur! Halka yalan söylemek suçtur! Yalın gerçeklerle bağınızı koparmamalısınız!
Aydınlık bir gelecek isteyen ve bilmem kaç şeçimdir sahte muhalefet unsurları tarafından oyalanarak yenilgi ve umutsuzluk duygusuyla iç içe yaşayan kitleler, bahsettiğim üç kuralla kendi kapılarının önünü süpürmek zorundalar… Ben öyle yapacağım. Kimse kusura bakmasın: Dost acı söyler! Kılıçdaroğlu ve kadroları çekip gitmeli artık!
hafif üşüyorum arkadaşlar yanlış hesaplamışlar bu mayıs gecesinde şark halıları ıslak sayısal ormanların denizinde aritmetik yanılıyoruz yanlış hesaplamışlar _____________arkadaşlar ________________arkamızdan el sıkışarak el koydular söz vererek söz aldılar _____________arkamızdan ________________arkadaşlar
kazanılamayan tercihler hissedilemeyen özgürlük ve ayarlı yenilgi en yücesinden
halbuki çok mutluyduk bu bahçede önce göz sonra el koydular bahçemizin yarısına ____________kaldırım yaptılar __________________arkamızdan ______________________arkadaşlar
fakat bahçemizin diğer yarısı ____________________hâlâ bahçe erik ağaçlarıyla birlikte yerin ve göğün tarihini taşıyor _____________________geleceğe
Bugün, Kadıköy’ün merkezi kültürel kıymetlerinden biri olan İmge Sahaf’ın artan kiralar ve dönemsel ekonomik zorluklar nedeniyle kapandığını öğrendim. İmge Sahaf (ve sonradan İmge Sahaf’la birleşen Gençler/Dostlar Sahaf) yirmili yaşlarımdan bu yana vazgeçilmez uğrak mekânımdı. Efemeratik edebiyat koleksiyonumdaki en kıymetli eserlerden bazılarına ulaşmamda (evvel.org’da paylaştığımız edebiyat ve şiir buluntularında) İmge Sahaf’ın önemi/payı büyüktür. Haluk Ceylandağ ile Babür Bey hiçbir zaman, hiçbir koşulda benden entelektüel dostluklarını ve desteklerini esirgememişlerdir.
Özellikle Kadıköy’e musallat olan “hızlı tüketim, eğlence, dükkân-emlak-rant baronları ve vurgunculuk tipolojisi” nedeniyle Kadıköy öz niteliklerini hızla kaybediyor. (Belki de çoktan kaybetmiştir, işler kontrolden çıkmıştır ve Kadıköy’ün ruhu çoktan tükenmiştir bile! Maşallah… Kadıköy Belediyesi de bu duruma ses çıkarmayıp en kritik konularda bile rantçıların kulağına ‘yürü ya kulum’ diye fısıldayarak mevcut hızlı tüketim ve rant ortamını eksiksiz bir şekilde ruhsatlandırıyor!) Ve sonuçta Kadıköy’de harcadığım gençlik yıllarımın en önemli, en kıymetli kültürel mekânlarından biri daha kapanıyor yine! (Büyük ihtimalle İmge Sahaf’ın yerine meyhane, kebapçı veya yeni nesil türevi cafe-bistro vs açılır…) Kim ne derse desin; yerden göğe kadar üzülüyorum! Kadıköy can çekişiyor!
Hem böylesi tükenişlere şahit olacak kadar yaşlandığım için, hem Körler Ülkesi şiirsel geçmişi en güçlü noktalarından birini kaybettiği için, hem de mevcut Kadıköy’ün içine düştüğü bu kötücül nihai ahval için -gerçekten ve gerçekten- çok üzülüyorum.
Bu “apsis” fotoğrafı instagram hesabımdan (https://instagram.com/evvelfanzin) yayımladığım 6000. gönderi…. “Ne anladın bunca zamandan, bunca görmekten, bunca düşünmekten?” diye sorabilirsiniz. Bunca ân ve yaşantı parçası -gerçekten de- neyi ifade ediyor, neyi çerçevelemeye çalışıyor? Cevabım şöyle olsa gerek: “Gök kubbede bâkî kalan hoş bir sadâ” ya da Oktay Rifat’ın 1946’da yayımladığı şiir kitabının adı: “Yaşayıp Ölmek Aşk ve Avarelik Üzerine Şiirler” … (Zafer Yalçınpınar)
Dipsiz Göl, 2017-2023 yılları arasında yazılmış şiirlerden oluşuyor. Zafer Yalçınpınar‘ın daha önceki şiir kitaplarında yer almayan bu 21 pâre, tek bir imgenin alan derinliğinde, tek bir şiir olarak kurgulanmış. Yalçınpınar, altıncı şiir kitabını 27 yaşında hayatını kaybeden sıkı dostu Uğur Yanıkel‘e ithaf ediyor… Sıkı şiiri arayanlar ve özleyenler, Dipsiz Göl’ü mutlaka okumalı. (Derya Turhan)
Önemli Not: “Sıkı şiire öncelik vermek” ve “imgelemin özgürleşmesini sağlamak” amacıyla dijital yayıncılık serüvenine başlayan UPAS Yayın‘ın tüm kitaplarını upas.evvel.org adresinden ücretsiz olarak okuyabilirsiniz.
Dördüncü şiir kitabım tarihinsancısı‘nın yayımlanışının üzerinden altı yıl geçmiş. Geriye dönüp baktığımda, hem editöryal-tasarımsal açıdan özgür yayıncılığa sunduğu katkı nedeniyle, hem de ağır bir tarihsel yükü imleyen (işleyen) şiirsel alan derinliği sonucunda, tarihinsancısı‘nın diğer şiir kitaplarım arasında çok farklı bir yeri olduğunu açık yüreklilikle ifade etmek zorundayım. Bu kitabın adını koyarken “Tarihin Sancısı” ile “Tarih İnsancısı” seçenekleri arasında kararsız kalmış ve kitabın ismini “tarihinsancısı” şeklinde bitişik yazarak, algıyı okurun göreceli zihnine bırakmıştım. Fakat yayımlanışından altı yıl sonra -2023’ün Şubat ayının getirdiği büyük felaketi ve yaşananları göz önüne alarak- kitabın ismini “Tarihin Sancısı” şeklinde belirleseymişim daha doğru olurmuş diye düşünüyorum. Ve aslında, örneğin, yaşadığımız depremler, depremlerin yinelenen -ve yinelenecek olan- somut ve yalın gerçeği, bu geçişken coğrafyada yaşadığımız -yinelenen ve yinelenecek olan- benzeri devasa acılar-sancılar, bizim tuhaf insanlığımıza ve geleceğimize dair çeşitli kanıtlar sunarak şiir-tarihsel bir içeriğin belirleyici rolünü sürekli işaret ediyor. Ve edecek de… Ece Ayhan bu durumu şöyle vurgular:
“Çok Eski Adıyladır gerçekten de benim 40’a yakın insan yılını bulan yazı yaşamımda varabileceğim en yetkin ve en sıkı kitabımdır. (…) Ben en güzel, en yetkin… filan diyorum ama ‘Çok Eski Adıyladır’ kitabı altı yıldır Adam Yayınları’nda ancak 300-400 kadar sattı, kalanı da hiç kıpırdamadan olduğu gibi duruyormuş.(…) Yazdıklarım bin yıllık algı ortalamasının çok altında da olabilir bakın, hepten başarısız da. (…) ‘Çok Eski Adıyladır’ için, aynı zamanda karamsardır da dedim, hem de koyusu ve zifiri. Böylesi bir ‘topluluk’ta, uçsuz bucaksız bu ‘kötülük dayanışması’ ortamında karamsar olunmaz da, ne olunur bilemem. Ama benim karanlığımın rengi akkor’dur, o ayrı.” (Şiirin Bir Altın Çağı, YKY, 1993, s.137)
Tarihinsancısı adlı şiir kitabım için tamı tamına -ne bir eksik, ne bir fazla, ne ifrat hatasına düşerek, ne de tefritte kalarak söylüyorum ki- Ece Ayhan’dan alıntıladığım değerlendirmeyle tümü tümüne örtüşen kara duygulu bir his içerisindeyim. Gerçekten de kendi poetikamı düşündüğümde, yani yaklaşık 16 küsur yılda kaleme alınmış beş şiir kitabından ve 180 küsur şiirden oluşan alan derinliğinin çok boyutlu haritasına baktığımda, imlemek istediklerimi -tarihsellikleriyle birlikte- en doğru şekilde konumlandırarak okura sunabildiğim, en yetkin, en işe yarar, öz-söyleyiş bütünlüğünü en dengeli şekilde oluşturabildiğim, kısacası, en sıkı şiir kitabımdır tarihinsancısı… Gene, Ece Ayhan’dan bir alıntıyla ifade edersek:
“Son biçim”ini alıp almadığını anlamak sorununa gelince, şiirin, buna neden “son öz” denmemiş olduğunu da düşünüyorum, izin verin de bir kömürün bir elmasa dönüşmüş olduğunu artık anlayalım! Bir şiir kıpırdanıyorsa, deviniyorsa sona ermiş demektir; sözgelimi herhangi bir şey eksikse kıpırdanmaz! Ustalar şunu çok iyi anlayacaklardır; şiir tam bir avadanlıktır, tarihsel bir avadanlıktır!… (Türk Dili Dergisi, 1982)
Bu kadar değil mesele, tarihinsancısı‘nın benim için taşıdığı çok kıymetli bir nüve daha var: Kitap, yayıncılık tercihleri anlamında da geleneksel yayıncılığı terk ederek, özgür yayıncılık yaklaşımında kesinkes karar kıldığım bir dönemin ürünüdür. Aralık 2022’de talihsiz bir olay sonucunda 27 yaşında vefat eden sıkı dostum -ve genç yayıncı- Uğur Yanıkel‘in taşıdığı direnişçi ruh ve uzgörü dolu sahici yaklaşım, özgür yayıncılığa geçişimde son derece belirleyiciydi. Uğur Yanıkel o yıllarda kurduğu “Pasaj69” başlıklı özgür yayıncılık platformu kapsamındaki çalışmalarıyla, holdingvari (aşırı ticari, finansal ve düzme/kalp) yayıncılığa taş çıkartacak -hatta, sanat alanında bezirgânlaşmış bir mutat tipolojiye “Eleğinizi duvara asma vakti geldi artık!” dercesine- güçlü dijital tasarımlar hazırlıyor, özenli bir editöryal süreç uyguluyor ve müthiş derinlikli araştırmalar gerçekleştirerek Türkiye’de edebiyat ve şiir alanındaki en sıkı e-kitapları oluşturuyordu. Uğur’un Pasaj69’da kurduğu başarılı zeminde yer almak, hem kendi özgürlük yaklaşımımı teyit etmek hem de Uğur’un yayıncılık mücadelesine katkı sunmak açısından çok önemliydi ve benim için büyük bir onurdu. Tarihinsancısı‘nın “son özü”nü doğru bir şekilde kavrayan ve o “son özü” tasarımıyla, editöryal yaklaşımlarıyla bir e-kitap bütünlüğünde işleyerek tüm hatlarıyla yayına hazırlayan Uğur Yanıkel’dir. (Ayrıca, kitabın arka kapağındaki tipografik tasarım da bizzat Uğur’un fikri ve uygulamasıdır.) Uğur gibi uzgörü sahibi, güçlü, sahici, azimli ve onurlu bir dostumu genç yaşta kaybetmek, onun başına gelen felakete engel olamamak da -tıpkı depremin hatırlattığı yalın gerçekler gibi- tarihsel çevrimlerle vurgulanan -dinmeyecek, yinelenecek- bir başka büyük sancımdır. Belki, Uğur’un anısını ve Pasaj69’daki çalışmalarını yaşatmak, Uğur’un genç arkadaşlarıyla birlikte Uğur’a atfedilmiş yeni nesil yayıncılık projeleri üretmek bu sancıyı hafifletebilir diye düşünüyorum. Herkes gibi… Ama bu umutlu düşünce bir rüzgâr gibi kaçıyor zihnimden… Çünkü ölümün sarsılmaz hakikatini bertaraf etmek için oluşan bu yapay umut hissi “kendini kandırma”, “teselli”, “avunma” motifleri taşıyor ve aslında hepsinden çok bir “safdillik” benim için… Çünkü hiçbir şey Uğur’u geri getirmeyecek. Ölümün hakikatinin ve ağır yükünün önüne -bildiğimiz tüm dillerdeki tüm söylemlerle, bu dünyanın lisanlarıyla- geçmek imkânsız. Böylesi çaresizlikleri daha önce de yaşadım, hissettim ve çok iyi biliyorum. Ölümün suskusundan ve tarihin sancısından daha hakiki bir şey yok.