“Resimlerinde Anadolu insanının yoksulluğunu, renklerini ustaca resmeden ve ünlü şair Nâzım Hikmet’in yakın dostları arasında yer alan ünlü Türk ressamı İbrahim Balaban 98 yaşında yaşama veda etti.”
Şöyle bir baktım da, ikinci şiir kitabım Meydansız‘ın yayımlanmasının üzerinden 10 yıl geçmiş: Dünya -tüm yüküyle birlikte- güneşin etrafında 10 kez dönmüş… Hiçbir şey değişmemiş, hâlâ aynı durumdayız; “Meydansız” olarak yaşamanın burukluğunu ve anlamsızlığını kalbimizde tüm yüküyle hissediyoruz.
Meydansız, Cavit Mukaddes‘in yönlendirmesi sonucunda, Tuncay Takmaz‘ın yayınevi olan Çekirdek Sanat tarafından Savaş Çekiç‘in kapak tasarımı eşliğinde Ocak 2009’da yayımlandı. Kitap Beyoğlu’nda, İSO’nın yönettiği Odakule Sanat Galerisi’nde gerçekleştirilen Taş Uçak Şiir Sergisi‘yle birlikte okura sunuldu.
Ne sergi ne de kitap pek ilgi görmedi… Zaten böyle olacağını biliyorduk. Karga Mecmua’nın Şubat 2009 tarihli 24. sayısında Tayfun Polat’la birlikte bu ilgisizliği değerlendiren çok sert bir söyleşi gerçekleştirdik. (Aşağıda söyleşinin tam metnini paylaşıyorum.) O günlerde hem Meydansız’la hem de Taş Uçak Şiir Sergisi’yle işaret etmeye çalıştığım şeyler edebiyat kâhyaları tarafından örtbas ediliyor ve okuyucu sürekli kandırılıyordu. Bugün de durum aynıdır. O gün de işaret ettik aynı şeyleri, şimdi, 10 yıl sonra da işaret ediyoruz. Çünkü meseleye ‘uzay zaman’ olarak baktığımızda hakikatin sırlı olmadığını görürüz: Hakikat, kalb ve vicdan arayışıyla birlikte yaşamın özüne mıhlanmıştır! (Zy)
TAŞ UÇAK İNECEK MEYDAN ARIYOR…
(İşbu söyleşi Karga Mecmua’nın Şubat 2009 tarihli 24. sayısında yayımlanmıştır.)
Tayfun Polat: Şiir Sergisi ne demek?
Zafer Yalçınpınar: Şiir ihtiva eden ve geneli düşünüldüğünde poetik tarafı ağır basan bir izlek, demek… Tıpkı resim ya da fotoğraf sanatı gibi şiir de imgelerden ve imgesel öğelerin kurgusundan, dengesinden oluşur. Duvarda asılı bir şiirin duvarda asılı olan bir tablodan farkı, şiirin kelimeler tarafından işaret edilen farklı, dolaylı ve belki de ilkel bir imgeleminin olmasıdır. Ayrıca şiirde, fonetik bazen de müzikal bir yapı oluşturabilirsiniz; örneğin soyut bir şiirde -resim sanatında olduğu gibi renklerin tınısını değil de- kelimelerin işaret ettiği imgelerin tınısını bulabilirsiniz. Ya da İlhan Berk’ten Mısırkalyoniğne veya Oktay Rifat’tan Perçemli Sokak’ı, bu iki şiir kitabını birer soyut resmi izler gibi okuyabilirsiniz. Sergide 16 adet şiir ve şiirsel metin ile 14 adet görsel işimden oluşan genel bir kompozisyon var. Ayrıca sergide Nâzım Hikmet ve Ece Ayhan’ın poetikasına çeşitli referanslar da var… Aslında, şiirsel metinlerimin imgeselliği ile çoğu tipografik olan görsel işlerimin imgeselliği arasındaki kimyayı, alaşımı ortaya koymak istedim. Bu alaşımda poetika daha ağır geliyor… Bu nedenle şiir sergisi dedik…
T.P.: Bu serginin açılması süreci nasıl işledi?
Z.Y.: “Odakule Sanat Galerisi” ve “Asanat” danışmanı Necip Yeşiltepe, internetteki çeşitli platformlarda bazı görsel işlerimi görmüş, çok beğenmiş. Bir sergi düzenlemeyi teklif etti ve koşullarını sundu. Ben de kabul ettim. Sonrasında serginin içeriği ve kompozisyonu üzerine çalışırken Necip Yeşiltepe, şiirlerimdeki imgeselliğin daha baskın, daha etkileyici olduğunu ve görsel işlerimi de kapsadığını fark etti. Böylece sergiyi hem şiirlerimden hem de görsel işlerimden oluşturmaya karar verdik. Söyleşiler ise sergiye katılacaklarla ve okuyucuyla etkileşim kurmak için düşünüldü. Bir de baktık ki söyleyecek, anlatacak ve işaret edecek, yani içimizde birikmiş birçok şey varmış… Bunları da paylaşalım istedik.
T.P.: “Görsel iş”ten kasıt nedir? Ya da farkı nedir?
Z.Y.: Şimdi, benim bu parçaları “görsel iş” diye muğlak bırakmamın sebebi onların “ne olduğu” üzerinde kalıcı bir karara varamayışım… Yöntem olarak çeşitli kolajlardan, grafik deneylerinden, stokastik süreçlerden ve tipografiden oluşuyor bu işler… Ayrıca içlerinde, “Ş” harfinin tipolojisinin, matematiğin, tersimlemelerin, istatistiğin ve felsefenin birtakım bileşkelerine işaret eden işler de var… Fakat tüm bu teknikler ya da öğeler görsel işlerimin “nasıl oluştuğu” hakkında bilgi verirken onların “ne olduğu” hakkında aydınlatıcı değiller. Bunun sebebi de görsel işlerime bulaşan “poetika”, o cehennem… Biliyorum ki tüm bu durum, bu bilinmezlik yaptığım işlerin bir “ucube eser” gibi yanlış algılanmasına sebep oluyor, olacaktır da. Fakat inan ki “görsel iş” deyişinden daha iyi bir deyiş bulamadım…
T.P.: Sergi kapsamında gerçekleşecek söyleşilerin konuları nasıl seçildi?
Z.Y.: Söyleşi konuları Puşt Ahali Edebiyat Platformu’nda iki senedir sürekli tartıştığımız ve sürekli savunduğumuz başlıklar… Bu söyleşiler çeşitli şairlerden çeşitli alıntılarla ve şiir okumalarıyla başlayacak… “Boşluğun Dili” konulu söyleşi dışında, söyleşilerin odağı şairlik halleri ve günümüz edebiyat ortamımızın vasatlığı… Ayrıca, “Haklılığın İnadı” başlıklı söyleşide Ece Ayhan ve Nâzım Hikmet üzerinde özelikle duracağız ve görsel, işitsel paylaşımlarda da bulunacağız… “Boşluğun Dili” ise tamamen benim şiirlerimle ilgili… Bu söyleşide şiirlerim ve şiirlerimde yer alan birkaç duygudurum hakkında konuşacağız… Söyleşiler başından sonuna kadar katılımcılarla etkileşimli gerçekleştirilecek.
T.P.: Sergiye ve bir şiirine adını veren “Taş Uçak” göndermesini açıklar mısın?
Z.Y.: Öncelikle Taş Uçak, Nâzım Hikmet’in mahkûm olduğu dönemde Bursa Cezaevi’ne verilen lakaptır. Abidin Dino’nun aktardığına göre bu lakabı Nâzım Hikmet koymuştur. Şimdi düşünün, taştan uçak yapmaya çalışan ya da yıllarını böylesine karşıt, imkânsız bir düşüncenin, benzetmenin belki de avuntunun içinde geçirmiş bir adam… Bir büyük şair… İfadedeki imkânsızlık duygusu… Fakat gene de şairin bu yöndeki imgesel inadı… Ayrıca, Cemal Süreya şöyle demişti: “Ağır ol bay düzyazı, uçamazsın!” Sıkı şiirin en önemli temsilcisi olan Ece Ayhan da “Anlaşılmayacaksın. Ey kanatsızlık!” diyor. Bugün sıkı şairlerin hepsi yeni Taş Uçak’larda yaşıyor… Bunu işaret etmek istedim. Bir açıkhava hapishanesine benzettiğim, görünmez dikenli tellerle çevrilmiş ve imkânsızlıkları sistemin kaotik yapısıyla örülmüş kentlerde, yeni taş uçaklarda…
T.P.: Bu sergi mevcut edebiyat ortamında nasıl algılanabilir?
Z.Y.: Bugün, edebiyatın içtenliğine ve sahiciliğine inananlardan değil de ticari kâhyalık yapmak ve statüko cukkalamak peşinde koşanlardan oluşan, yani, editörcülük oynayan fırsatçıların maniple ettiği bir edebiyat “ortalığımız” var. Çoğu da modern şiiri bilmiyor, sezmiyor… Her iki türlü de liyakatsizler… Yani “kim kime dum duma” bir ortalık, bir ortalama kavrayış, vasatlıktan kaynaklanan bir retorik arsızlığı söz konusu… Bizim işaret etmeye çalıştığımız şeyler kolay kolay anlaşılmayacaktır. Hatta sezilmeyecektir bile… Diğer birçok konuda olduğu gibi edebiyatta da meydansızız. Sergiye “anlaşılmaz şeyler bütünü” gözüyle bakılacak sanırım… Bu da kötü, belki de “ortalama” bir yaklaşımdır bana göre… Kısacası bu meydansızlıkta serginin iyi ya da yeterince algılanacağını düşünmüyorum.
T.P.: Sence nasıl algılanmalı?
Z.Y.: Eski ve usta şairleri saymazsak sıkı şiir denen şeyin okuyucusu, takipçisi kalmamış gibi günümüzde… Ayrıca birtakım fason şiirleri ve şairleri, yani gerçekte şiir ve şair olmayanları, sahici olmayanları zaten hesaba katmıyorum. Kalburüstü yayınevlerinden çıkan yeni şairlerin yeni şiir kitapları bile en fazla 200-300 adet satıyor. Bu kadar küçülmüş, bu kadar odalaşmış, bu kadar meydansız ve yalnızlıkla, dikenli tellerle çevrilmiş bir ortamda bir tane yamuk bıyıklı ve kısa pantollu adam çıkmış “şiir” diye inat ediyor. Sıkı şiirin içtenliğini ve sahiciliğini savunmaya çalışıyor, onun akkor yapısını işaret etmeye çalışıyor, her şeye rağmen yazıyor, okuyor, tartışıyor, uykusuz kalıyor, kısacası şartlarını zorluyor falan… En azından bu çaba takdir edilmeli… Bununla birlikte açık açık söyleyeyim ki eğer tek bir kişi, tek bir dizemin imlediği şeyi sezdikten sonra o dizeyi aklına mıhlar ve hiçbir zaman unutmaz ise Taş Uçak Şiir Sergisi başarısız değil demektir, benim için…
“NHKM, Yapı Kredi Kültür Sanat ve Yayıncılık A. Ş. Yönetim Kurulu’na ve Nâzım Hikmet’in vârislerine hitaben bir açık mektup yayımladı. Mektupta, “Nâzım Hikmet’in Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim” romanının 25 yerde sansürlü olarak yayımlanmasının sürdürüldüğü vurgulanarak, Nâzım’ın romanının uzun yıllardır sansürlenerek yayımlanmasının sürdürülmesi konusunda bir açıklama yapılması ve sürdürülmekte olan sansürcü yayıncılığa derhal son verilmesi istendi.”(12 Kasım 2017)
Ömrünün büyük bir bölümünü sevdalı olduğu memleketinin hapishanelerinde geçiren Nazım Hikmet, yaşadığı her şeyi şiire dönüştürerek yaşadı. Onun hayatında anlam kazanan her şey daha güzel yarınların tahayyülüyle ve mücalesiyle doluydu. Umutsuz değildi ancak çokça üzgündü. Araştırmacı yazar Haluk Oral, #tarih dergisi’nin son sayısında Nâzım Hikmet’in eşi Münevver Hanım’a yazdığı bir mektubu yayınladı. Mektup, şair Yahya Kemal‘in ölüm haberiyle başlıyor ve devam ediyor. Mektubun tam metnini https://listelist.com/nazim-hikmetin-mektubu/ adresinden okuyabilirsiniz.
Fütürizm, endüstri devriminin en yoğun döneminde yani 1880-1920 aralığında -büyük buhrana kadar, 1. Dünya Savaşı sürecinde- tezahür etmiş “aceleci bir farkındalık” durumudur. Yani bir açıdan bakıldığında sanayi devriminin gündelik yaşam üzerinde yarattığı makineli yönsemenin, kültürel alana yansımasıdır. Bu yansımanın bütünsel bir reddediş içerdiği aşikâr… Ama tabiî, topyekûn reddedişin sunduğu manifestoların tutarlı bir gelecek kuramı oluşturabildiği konusunda şüpheliyim. Fütüristler, o günlerdeki kültürel değişimi hissediyorlar. Başka bir çağın başladığını, hızın ve endüstrinin kültürel hayata egemen olacağını biliyorlar. Ancak bu değişimin çevrimsel bir dalgalanma olduğunu, post-modernite ya da neo-kapitalizm gibi daha büyük bir eğilimin başlangıcı olduğunu bilmiyorlar. Aslında, Rusya’daki tezahür de böylesi bir durum. Rus romantiklerinin reddedilerek imgeciliğin ön-plana çıkması… Sanırım, gerçeküstücülük ve imgesel yoğunluk fütürizmi geri plana itmiş tarihsel olarak… Marinetti’nin tüm metinlerinde şu duyguyu seziyorum: “Büyük bir değişim var, bildiğimiz her şey yıkılacak. Hızla… Bunun kuramını yazmalıyız.” Yıkım konusunda haklı Marinetti… Ama bu yıkımın neo-kapitalist bir dönüşümle “yapıcı yıkıcılığa” evrileceğini ve tarihsellikten kopmayacağını fark edemiyor.
Nâzım Hikmet’in poetikasında ‘gelecek’ teması ve geleceğin getireceği umutlu beklentiler çokça işleniyor. Ama tabiî fütürizmin tarihsel varoluşu açısından birçok nosyon farkı var. Nâzım Hikmet’teki gelecekçilik nosyonu, fütürizmin parladığı ve diğer akımlara yön verdiği 1890-1920 İtalyanlarına (Boccioni ile Marinetti’ye) bütün bütün benzemiyor. Yani, Nâzım Hikmet’in “Müzeler mezarlıktır” söylemini ya da sarsıcı fütürist manifestoları tüm hatlarıyla benimsediğini düşünmüyorum. Sanırım, aynı dönemdeki (1880-1910) Paris-Montparnasse şairlerinin fütürist yönsemesi ya da M. Jacob ile Apollinaire’in fütürizme yakınsayan bazı çalışmaları Nâzım Hikmet’in poetikasındaki fütürist biçemlerle daha çok örtüşüyor… Paris’teki fütüristlerin imgelemi, İtalyan fütüristlerinki gibi yıkıcı ve dışsallaştırıcı unsurlar taşımıyor. Oradaki dil daha konvansiyonel… Yani, Paris’teki fütürizm “biraz daha az deneysel” desek yeridir. Bununla birlikte, Nâzım Hikmet’teki belirleyici açı tabiî ki sosyalizm ve komünizm olmuştur. Nâzım Hikmet için fütürizm bir teknik araç ya da tahayyül unsuru gibi duruyor. Nâzım Hikmet’in şiirinde içeriği belirleyen şey çok açıktır: Sosyalist bir dünya tahayyülü… Bu bağlamda Nâzım Hikmet, şiirinde yeni bir tarihsel ve hümanist perspektif ortaya koyar. Bu perspektif Türkçe’deki şiirselliği ve şiir dilini tamamıyla değiştirir. Böylesi bir dönüştürücü uzgörüyü ne İtalyanlarda, ne de Montparnasse şairlerinde bulamazsınız. Zaten, Avrupa’daki fütürizm de 1. Dünya Savaşı’yla birlikte -savaşın acılarının yarattığı semantik boşlukla birlikte- yerini dadacılık, gerçeküstücülük gibi daha farklı noktalara bırakacaktır. Varoluşçulara kadar da çok kaygan ve değişken bir zeminde ilerleyecektir avangard batı edebiyatı…
Nazım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı’nın da içinde olduğu Beyoğlu, Sıraselviler Caddesi’ndeki Hrisovergi Apartmanı “Binanın depreme karşı riskli olduğu” gerekçesi ile polis ve zabıta eşliğinde tahliye edildi. Vakfa ait eşyalar nakliye kamyonları ile yediemin deposuna götürüldü.
Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı’nca yapılan açıklamada, “Nazım Hikmet Vakfı, Sıraselviler caddesindeki tarihi Hrisovergi apartmanının, otel ve AVM yapılmak üzere bir inşaat şirketine kiralanması nedeniyle yirmi yıldır etkinliklerini sürdürdüğü binasından tahliye ediliyor. Hukuk süreçlerinin sonuçlanmamış olmasına karşın, 14.07. 2015 günü Vakıf merkezine gelen Beyoğlu Belediyesi’ne ait zabıta ve güvenlik güçleri, tahliye işlemini gerçekleştiriyor. Bu yasa tanımaz, kültür düşmanı eylem ve girişimi şiddetle kınıyor, kamuoyunu Nâzım Hikmet Vakfı’yla dayanışmaya çağırıyoruz“ denildi.
Mimarlar Odası Trakya Temsilciliği’nden
Bir Nâzım Hikmet Kitabı: “Hayal Ediyorum”
Nâzım Hikmet’in Türkçede ilk kez yayımlanan bir yazısının bulunduğu kitapçık, şairin doğum gününde özel bir baskıyla yayınlandı.
“Kitapta, 1960 yılında Arhitektura SSSR (SSCB Mimarlığı) dergisinde yayımlanan Nâzım Hikmet’in mimarlığa dair görüş ve umutlarını içeren, Mustafa Yılmaz’ın Rusça’dan çevirisiyle “Hayal Ediyorum” başlıklı Türkçe’de ilk kez yayınlanacak bir yazısının yanı sıra eserlerindeki mimarlığa dair bazı alıntılara da yer veriliyor.
Y.Mimar M. Melih Güneş’in hazırladığı ve “Mimar Sinan’ın Yerinde Olmak” başlıklı bir yazısıyla sunduğu kitapta Türkçesi hâlâ yayımlanmamış “Prag Saat Kulesi” adlı oyunundan bir replik de Nâzım Hikmet’in Türkçesi’yle ilk kez yayımlandı. Sınırlı sayıda basılan ve satışı yapılmayacak kitabın tüm nüshaları elle mühürlenip numaralandırıldı.”
Murat Gülsoy, Boğaziçi Üniversitesi çevresini, cemiyetini ve aksiyonlarını bilen, Boğaziçi’nde öğrenci olmuş, dergi çıkarmış, akademik personellik yapmış, ama bu olumlu yönlere karşın, Nâzım Hikmet’i pek bilmeyen, yakından tanımayan bir isimdir. Tıpkı “Boğaziçi” gibi “marka değeri” yüksek biridir. Araştırma merkezinin yönetiminden ayrılanlar veya uzaklaştırılanlar ise Boğaziçi kafasını/markasını/cemiyetini pek bilmeyen ama Nâzım Hikmet’i sıkı sıkıya bilen, araştıran, Nâzım Hikmet’i içselleştirmiş kişilerdir. Bu tip yönetimsel uyumsuzluklarda merkezin kuruluş esaslarına, stratejik planlarına ve maksadına bakılır. Kuruluş aşamasında “içerik” her zaman daha önemlidir ve önceliklidir. “İçeriğin gücü” fark yaratıcıdır ve “büyük adımlar, sıçramalar” sağlar. Araştırma Merkezi’nden ayrılanların -yani içeriksel açıdan itiraz edenlerin- davranışını haklı buluyorum. Bence araştırma merkezinden ayrılanlar bir tür “markalaşma” kafasına karşılar. Onlar için “Nâzım Hikmet”, Boğaziçi’nden daha önemli…
Çağdaş Erçelik’in edebiyat ve şiir kapsamlı sıkı yontularından çok etkilendim. Erçelik’in eserlerinde, Egon Schiele’nin duygulanım içeren dokularını, Abidin Dino’nun çizgisinin gücünü ve Zühtü Müridoğlu’nun zarif uzanışını birlikte(eşanlı olarak) görüyorum.
Tüm sıkı yontuculara ve sanatseverlere Erçelik’in eserlerini incelemek için şu adreste yer alan web sitesini “şiddetle” öneriyorum: https://cagdasercelik.blogspot.com.tr
Geçen sene, 30 Ocak ile 31 Mart tarihleri arasında Yapı Kredi Kültür Merkezi’nde icra edilen “Alnımın Çizgilerindesin Memleketim / Nâzım Hikmet’in Yolculuk Fotoğrafları” başlıklı sergi, bu sene Kadıköy’e taşındı. M. Melih Güneş’in kişisel koleksiyonu ile Vera Tulyakova-Hikmet arşivinde yürüttüğü araştırmaları içeren sergi, dün itibariyle -mütevazi bir duruşla- Caddebostan Kültür Merkezi’nin sergi salonunda açıldı. Sergide 1951-1963 yılları arasında, Nâzım Hikmet’in yurtdışında geçirdiği döneme ait birçok fotoğraf bulunuyor. Bu fotoğrafların yanı sıra, sergide, birçok etkileyici edebiyat efemarası -örneğin yabancı dillerde yayımlanan Nâzım Hikmet kitapları, Nâzım’ın bebeklik fotoğrafı(Nâzım Hikmet 53 günlükken çekilen) ve çeşitli mektuplar, el yazıları, şiir dipnotları- diğer eserlerden daha vurgulu bir biçimde edebiyat araştırmacılarıyla buluşmuş… Sonuçta, Nisan ayı boyunca CKM’de sürecek işbu önemli serginin, şiir araştırmacıları için kaçırılmaması gereken önemli bir izlek olduğuna inanıyoruz. (Zy)
Nâzım Hikmet’in tashihleriyle
“Vera’nın Uykudan Uyanışı” adlı şiirin taslak çalışması
*
Nâzım Hikmet ve Vera Tulyakova,
“Roman Tiyatrosu”nun oyuncularıyla birlikte…
*
Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan “Nâzım Hikmet” başlıklı ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/tas-ucak adresinden ulaşabilirsiniz.
“ABD’nin New England kentinde bulunan köklü eğitim kurumu Brown Üniversitesi, 11 Şubat’ta “Nâzım Hikmet; bir şair, bir ulus, bir dünya” adlı bir sempozyum düzenledi. Nâzım Hikmet üzerine ABD’deki ilk akademik sempozyum olma özelliği taşıyan etkinliğe Brown Üniversitesi’nden İngilizce profesörü Mutlu Konuk Blasing, Karşılaştırmalı Edebiyat ve Almanca üzerine çalışmaları bulunan Prof. Dr. Azade Seyhan, yine aynı üniversiteden asistan profesör Robyn Creswell ve gazeteci Stephen Kinzer konuşmacı olarak katıldı. Türkiye’den ise yazar- psikolog Gündüz Vassaf ve Prof. Dr. Talat Halman oldu. Sempozyumda Nâzım’ın yaşamı, eserleri ve kişiliği konuşuldu. Gösterilen yoğun ilgiden dolayı üniversitenin web sitesinden canlı olarak yayınan sempozyum tüm gün sürdü.”
Dün, “Nâzım’a Armağan” adlı serginin NHKM Kadıköy’deki açılışına katıldım. İyi bir sergi; baykuş taifesinin (Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar taifesinin) çoğu orda(ydı); ki 80’lerin ve 90’ların anlatımları ile birçok sanatsal tekniği sergide birlikte, omuz omuza görebiliyorsunuz…
Sergi 19 Ocak 2014’e kadar Kadıköy NHKM’de olacak.
Sahicilikle Zy
Hamiş: Özel olarak, İsmet Değirmenci’nin fırçasıyla sergide yer alan Nâzım Hikmet portresinin beni çok -farklı- bir derecede/açıda etkilediğini de eklemem gerekiyor.
*
“İsmet Değirmenci’nin Nâzım Hikmet Portresi”
*
Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan “Nâzım Hikmet” başlıklı ilgilere https://evvel.org/ilgi/tas-ucak adresinden ulaşabilirsiniz.
Mehmet Aksoy’un 2012’de yontmaya başladığı ve 70 ton Afyon grisi mermer ile tamamlayarak “İki Kıtaya Nâzım Hikmet Köprüsü” adını verdiği Nâzım Hikmet heykelinin açılışı 15 Ocak Çarşamba günü saat 13.00’de Akatlar Sanatçılar Parkı girişinde yapılacak…