Şub
20
2022
--

20 Şubat 2022 (#7)


“HAP YAP, PARA KAP” YA DA
TARKAN’IN İYİLEŞTİRİCİ ŞARKISI: GEÇÇEK

Büyük bir sosyolog ve düşünür olan popçu Tarkan, “geççek” adında yeni bir şarkımsı sürmeseydi piyasaya -veya halkımız olanca süratle onu bir devrim kahramanı olarak görmeseydi- kendimle konuşmalar başlıklı işbu yazılarıma devam edemeyecektim.

İyi oldu, iyi geldi harbiden… Kendime geldim.

Geççek‘in video klibini -sesi kapatarak- izledim ve şarkı sözlerini çeşitli haberlerden okudum. Evet, şarkıyı “dinlemedim” çünkü geçtiğimiz on yıllar sonucunda, Tarkan’dan dinlenecek bir şey çıkmayacağını öğrendim, biliyorum artık. (Enayi değilim sonuçta: Bu benimkisi kulak ve beyin, boru değil yani…) Neyse…

Tarkan hep “dalgalandırıcı” (sansasyonel) bir karakter oldu, gene aynı haller filan…

Konunun/olayın özeti şu: Tarkan kendini yeterince parasız/ünsüz hissetmiş, sağa sola sallayarak kendine yeni para/ün katlamak istemiş. “Herkesler birilerine, bir şeylere sallayıp para kapıyor, ben de sallıycam, benim neyim eksik,” demiş… “Daha önce ‘kuzu kuzu’ ve ‘şıkıdım şıkıdım’ kendi kendime salladım. Şimdi halkım için sallıycam.” demiş. Olay bu kadar: Tarkan sallıyor, ortam yıkılıyor. Kent kültüründen, çalışmaktan filan bunalmış olan halkımız da -tabiî, hazır ve nâzır olarak- konunun özünü yanlış anlıyor.

Sanırsın, Tarkan CHP’den milletvekili olacak, ülkeyi ve dünyayı kurtaracak filan… Bir dakika… Olur mu olur, uyar mı uyar! Tam bir CHP tipi kültür-sanatçı Tarkan! Daha önce türkücüler CHP’den milletvekili oldu, Tarkan niye olmasın, megastar sonuçta…

İyi oy toplar! İyi para kapar… İyi sallar!


Zafer Yalçınpınar / 20 Şubat 2022


Hamiş: Yalçınpınar’ın tüm köşe yazılarını https://evvel.org/ilgi/kendimle-konusmalar adresinden okuyabilirsiniz.

Kas
14
2020
--

14 Kasım 2020 (#6)


DOĞRUSU -GERÇEKTEN- TÜRK ŞİİRİ’DİR

Oğuz Demiralp ile Turgay Fişekçi’nin Cumhuriyet Gazetesi Kitap Eki’nden ayrılmasıyla alevlenen, sonrasında da -neo-liberal kavram karmaşalarıyla özünden uzaklaştırılmaya çalışılan- toz/duman/sis içerisinde kalmış, son derece bulanık bir tartışma sürüyor. Tartışmanın temelinde “Türkçe Şiir, Türkçe Edebiyat” ifadelerini savunanlarla “Türk Şiiri, Türk Edebiyatı” ifadelerini savunanların kapışması var. Sosyal medya yıkılıyor -bir görseniz- neler neler yazılıyor… (Gerçi, Üvercinka Dergisi’nin Kasım 2020 tarihli 73. sayısındaki bilgiler, yaklaşımlar ve temellendirmeler olmasaydı, tartışmanın tüm detaylarından, tarihsel tırmanışından habersiz kalacaktım ya, neyse…)

Şimdi, hemen söyleyeyim; bu tartışmada Özdemir İnce haklıdır ve ifadenin doğrusu -gerçekten- Türk Şiiri’dir.  Bu sorunsalı çözmek için zihnimizde şu kök önerme bulunmalı: “Türk şiiri, Türkçe yazılır.” Konuyu böyle düşünürseniz, rahat edersiniz. Zaten ben, en başından beri bu tartışmanın son derece yapay bir sorunsal olduğuna inanıyorum. Konu basittir özünde; Türk Milleti’nin dili Türkçe’dir. Türkçe yazılan şiir de Türk Şiiri’nin hanesine yazar. Fazıl Hüsnü Dağlarca’dan çağrışım yaparak -Türkiye sınırları içerisinde ve dışarısında- şunu rahatça söyleyebiliriz: “Türkçe, bizim ses bayrağımızdır”. Nokta.

Oğuz Demiralp’in T24’teki ince atarlı/ayarlı cevabını da okudum. Merak edenlere yazının içeriğini özetleyeyim: Avrupa Birliği’nin küresel ölçekte yaygınlaştırdığı neo-liberal nakaratın, bir kez de Oğuz Demiralp tarafından “sosyal içerme” (social inclusion) ve “çeşitlilik” (diversity) temelinde dile getirilmesi… İnanın ki bu kadar. Ne daha fazla, ne daha az. Başka bir şey yok, tırı vırı, hep bildiğimiz numaralar falan… (Yakın tarihe baktığınızda, neo-liberal yöntemlerin uygulandığı/denendiği ilk ülke olan Şili’de bugün neo-liberalizme kitlesel gösterilerle karşı çıkıldığını görürsünüz. Bir de tabiî, madalyonun diğer yüzüne bakın; Oğuz Demiralp’in Avrupalıvari hezeyanlarını, nakaratlarını falan düşünün…) Ben bu filmi seyrettim daha önce! Bir de, bu film neden hep T24’te yayınlanıyor, bilemiyoruz!

Tartışmaların içinde “antoloji” konusu da var. Gene aynı sosyal içerme ve çeşitlilik nakaratıyla soslanmış, tüketime sunulmuş, aynı film… Antolojiler konusunda yıllar önce yazdığım basit bir analizi Seyyit Nezir hatırlatmasaydı, unutacaktım vallahi… Sonucu söylüyorum size:

“(…) Antolojiler de tıpkı şiir ödülleri ve yarışmalarında olduğu gibi şairler arasında bir “statüko” enstrümanı olarak kullanılıyor. (…) Antolojiyi hazırlayan kişi de kendisini şairlerin ve şiirlerin üzerinde, yüksek perdahtan biri gibi görüyor. (…) Şiirsel uzamlar, tek bir kişinin zihninin öznelliğiyle, görgüsüyle bütünlenemez. (…) Antolojiler, bugün, şiirlerin ve şairlerin dönemsel olarak harcandığı kötücül birer statüko enstrümanıdır.”

Anlayacağınız, antoloji konusunda hâlâ aynı yerdeyiz! Hâlâ aynı çetelerin aynı kötülüklerine maruz kalıyoruz.

Ahvalimiz böyle, efendim… Böyle başa, böyle tarak! Bir başka ‘kendimle konuşmalar’da buluşmak üzere, esen kalınız.


Zafer Yalçınpınar / 14 Kasım 2020


Hamiş: Yalçınpınar’ın tüm köşe yazılarını https://evvel.org/ilgi/kendimle-konusmalar adresinden okuyabilirsiniz.

Eki
30
2020
--

Ece Ayhan’a dair… Gaye Su Akyol’a Açık Mektup

Gaye Su Akyol Hanım,

Çok uzatmadan, kısaca, ayakta -ayağa kalkarak- yazacağım size… “Yort Savul: Bir İsyan Manifestosu” başlıklı yeni piyasa mamulünüzü ve işbu mamulde Ece Ayhan’ın şiirsel gücünü kötüye kullanma biçiminizi gördük, inceledik, çok üzüldük. Türk şiirinin zirvelerinden biri olan Ece Ayhan’a “selam çakmak” ya da Ece Ayhan’ı yeni nesil popüler kültürün -iğdiş edici, hızlı tüketimsel- alanında harcamak sizin (veya türevlerinizin) haddi değildir. Bunu -öncelikle- biliniz.

Eski popüleritenizi kaybetmiş olmanızdan kaynaklanıyor ki yeni mamullerinizde ne yapacağınızı, neyi tüketeceğinizi/tükettireceğinizi şaşırmış durumdasınız. Böylesi çıkmaz sokaklara mecbur ve maruz kalmanıza da -sizin yerinize- çok üzülüyoruz.

Sonuç olarak söyleyeceğimiz şey şudur: Ece Ayhan ve şiirleri, yıllardır alt-kültür makyajıyla mayalanan yeni nesil popçu taifesinin iğdiş edici tuhaflıklarının basit bir mezesi değildir. Şimdi, söylemi ilerletelim: Ece Ayhan’ın ve Türk şiirinin şerefi, sizin pop/arabesk şarkımsılarınızda ifade etmeye çalıştığınız türden ucuz bir şey değildir. Hatta, Ece Ayhan’ın ve Türk şiirinin şerefinin sizin ifade etmeye çalıştıklarınızın tam tersi olduğunu -açıkça ve rahatlıkla- söyleyebiliriz. Söyleriz de.

Zafer Yalçınpınar
30 Ekim 2020


Hamiş: EVV3L kapsamında yayımlanan “Ece Ayhan” başlıklı çalışmalara https://bit.ly/eceindeks adresinden, Ece Ayhan web sitesine ise https://zaferyalcinpinar.com/bakissiz.html adresinden ulaşabilirsiniz.

Şub
07
2020
--

7 Şubat 2020 (#5)


DOĞRUDAN YAYINCILIK FALAN!

kitapyurdu‘nun ‘doğrudan yayıncılık’ girişimi, dijital yayıncılığın ticarileştirilmesinden başka bir fonksiyon taşımıyor bence.

Şiire bir katkısı falan da olmaz, diye düşünüyorum.

Olan şey şu: Bir internet kitap satış sitesi, dağıtım ağı ile dijital listeleme/görünürlük avantajlarını kullanarak, matbaacılık mesleğinin kâr marjına ortak olmaya ve yeni nesil bir cazibe merkezi yaratmaya çalışıyor!

Ne müthiş bir strateji!

Ayrıca, ‘editöryal ve dilsel açıdan da bilgi, titizlik, tutarlılık, hassasiyet’ dediğimiz şeylerin tamamıyla bitişini, edebiyat ve şiir için kritik bir önem taşıyan bu alanlarda oluşacak kalite kaybını, kötücüllüğü söylemiyorum, düşünemiyorum bile! Sonuçta, bu işin, edebiyata ve şiire marjinal bir fayda sağlayacağını düşünmüyorum.

Bu ‘doğrudan yayıncılık’ işi, hepi topu bir tür moda ya da ‘yeni nesil cukkalama yöntemi’ falan olabilir.

Nokta.

(kitapyurdu’nun girişimi bir ilk falan da değil. ISSUU yıllardır benzer bir yöntem kullanıyor…)


Zafer Yalçınpınar / 7 Şubat 2020


Hamiş: Yalçınpınar’ın tüm köşe yazılarını https://evvel.org/ilgi/kendimle-konusmalar adresinden okuyabilirsiniz.

Oca
30
2020
--

30 Ocak 2020 (#4)


BORA SARI VE ARKADAŞLARI,
SAHİCİ BLUES-ROCK TINISINI KÖKLENDİRİYOR…

2010’lardan günümüze uzanan ‘yeni nesil popüler kültür dalgası’ ve içerdiği hızlı endüstrileşme/ticarileşme, tüm sanat aurasında etkisini gösterdi, gösteriyor. Özellikle de müzikte… Neler neler… Retro-sound mu istersiniz, 80’ler-synth mi istersiniz, tuhaf loop’lar mı, turistik şarkılar mı, şamanizm mi…

“Ne ararsan var, gel vatandaş!”

Hızlı tüketimsel süpermarketimizde ne ararsanız var, maşallah! Bununla birlikte tabiî, yeni nesil popüler kültürün (ya da billurlaşmamış deneysel çeşitliliğin) taşıdığı çok kötü bir ortaklık var: Söz konusu eserlerin hızlıca üretiliyor ve hızlıca tüketiliyor olması! (Bu hızın öyle değişik yolları var ki, nasıl bir kalpazanlıkla oluştuğunu ve müziğin özündeki kıymeti nasıl iğdiş ettiğini anlatamam size! Sırf bu nedenle, bu kötücül anlayıştan uzak durmak için yeni tanımlar icat etmek zorunda kaldım: Örneğin; ‘bağımsızdan da bağımsız olmak’ gibi!)

“Allahım, bu kötücül sistematiğin, bu kalpazanlığın dışında kimse yok mu, hiçbir şey üretilmiyor mu acaba?” diye kara kara düşünüyorken, sıkı gitarist Bora Sarı ve arkadaşlarının (Bora Sarı Band) “Yüksek Tansiyonlu Yorgunlar” adlı ilk şarkısı spotify’da beliriyor.

Spotify’da dinlemek için tıklayınız…

Dinliyorum, sonra birkaç kez, üst üste dinliyorum şarkıyı, gitar rifflerini ve sözleri…

Kendi kendime -yüksek sesle- bağırmışım; “Bu… Bu sound işte! Bu sound, bu tuşe sahici bir öz taşıyor, sahici bir kök ve anlam taşıyor!”

Demek ki mesele blues-rock alanına geldiğinde, hâlâ sahici eserler veren (yani, kalpazan üretimi olmayan) müzisyenler yetişebiliyormuş. Bu düşünceyle birlikte kafamdaki karanlık dağılıyor; nasıl desem, “mıy mıy olmayan” bir parıltıyla karşılaşıyorum.

Mutlu oluyorum, onur duyuyorum falan… Neyse! Daha fazla kafanızı karıştırmadan, özet geçeyim:

Bora Sarı Band, “Yüksek Tansiyonlu Notalar” üst-başlığıyla tasarlanmış uzun bir blues-rock serüveninin ilk adımını atıyor: Yüksek Tansiyonlu Yorgunlar! Spotify üzerinde şu adresten dinlemenizi -yüksek sesle- öneriyorum:

https://open.spotify.com/track/5IZkErba4aFkuE8y4X1TC3?si=hLDxMRf5S6KFwUN2OZJ0Tw


Zafer Yalçınpınar / 30 Ocak 2020


Hamiş: Yalçınpınar’ın tüm köşe yazılarını https://evvel.org/ilgi/kendimle-konusmalar adresinden okuyabilirsiniz.

Ara
28
2019
--

28 Aralık 2019 (#3)


ANTİ-KAHRAMAN

Geçenlerde, edebi eserlerimde kullanmak için bir “anti-kahraman” yaratmak istedim kafamda.

Oturup bu konu üzerine çalışayım, düşüneyim, dedim.

Nasıl biri olmalı?

Örneğin, Moliere‘in teatral ve ironik seslenişini kullanıp -henüz- var olmayan bu anti-kahramana “haşmetmeap!” diye hitap edebiliriz.

Ya da bu anti-kahramanı dünyadaki tüm kötücül doksozofinin (genel geçer kanaat teknisyenliğinin) mucidi olarak tanımlayabiliriz.  

Bilemiyorum… Düşünmeye devam ediyorum.

Her düğünün damadı, her cenazenin papazı!

Üniversite mezunu olmadığı halde, çeşitli retorikler kullanarak kendisini evrensel bilginin üzerinde konumlayabilen bir ağ örücü!

Eli uzun, her yere değebilir!

Üniversite mezunu olmadığı halde her bilimsel sempozyumun içerik belirleyicisi, her eleştirel operasyonun komutanı, her bilginin ve yorumun efendisi! Sanırsın… Bir ordinaryüs!

Ödül törenlerinin, yazar-çizer ortamlarının baş tacı! Sergi açılışlarının bir numaralı konuşmacısı! Her yerin onur konuğu…

Medya ustası! Başyazar! Büyük mentor!

Hep en önde… Hep en hızlı!

Dünyayı su bassa, o bir ördek gibi dünyanın üzerinde yüzecek!

Bilemiyorum.

Aslına bakarsanız, vazgeçtim böyle bir anti-kahraman düşünmekten!

Dünyamıza bunu yapamam. Böyle bir anti-kahramanı icat etmek dünyamıza ve insanlık tarihine geri dönüşü olmayan bir kötülük sunar! Edebiyat dünyamız, böyle bir anti-kahramanı daha kaldıramaz!

Kendi kendime gülüyorum…

Elias Canetti’nin “Kulakmisafiri” adlı kitabına (Payel Yayınları, 1994, Çeviren: Şemsa Yeğin) ve bu kitabıyla yarattığı 50 karaktere selâm olsun!

Kanal İstanbul… Asgari ücret… Yeni yıl?

Önce, bu yazıda anlatmaya çalıştığımız anti-kahramanlardan kurtulmalıyız! Çünkü anti-kahramanların ülkesinde ‘Kanal İstanbul’ da ‘Asgari Ücret’ de ‘Yeni Yıl’ da anlamsızdır!


Zafer Yalçınpınar / 28 Aralık 2019


Hamiş: Yalçınpınar’ın tüm köşe yazılarını https://evvel.org/ilgi/kendimle-konusmalar adresinden okuyabilirsiniz.

Ara
10
2019
--

10 Aralık 2019 (#2)


KOLİ BANDI, MUZ
VE NOBEL EDEBİYAT ÖDÜLÜ

Nobel Edebiyat Ödülü’nün soykırım destekçisi olduğu söylenen Peter Handke’ye verilmesi…

Miami’de koli bandıyla duvara tutturulmuş bir muzun “çağdaş sanat” kapsamında 120.000 dolara satılması… (Ve ardından, muzu/eseri 120.000 dolara satın alan sanatseverin aynı muzu/eseri yemesi… Yanlış okumadınız, adam muzu yedi!)

Bu iki olay kültür-sanat gündeminde çeşitli yankılar oluşturdu.

Nobel Edebiyat Ödülü meselesinden başlayalım. Nobel Edebiyat Ödülü jürisindeki taciz iddialarından sonra, artık, bu mesele sadece “Nobel Edebiyat Ödülü meselesi” değil. İsterse Orhan Pamuk tekrar alsın bu ödülü, isterse Bob Dylan hiç almasın -tamamen ortadan kaybolsun, kayıplara karışsın- veya Peter Handke okkalı bir soykırım destekçisi olsun ve kendisini eleştirenleri tuvalet kâğıdı yerine koysun falan, fark etmez. Ya da -yarı şakayla söylüyorum- bu efsanevi edebiyat ödülünü, bu ‘dünya güzeli’ unvanını -ansızın çıkarıp- gariban Zafer Yalçınpınar’a -bendenize- versinler, fark etmez: Nihayetinde, Nobel Edebiyat Ödülü neredeyse tüm itibarını kaybetmiş ve işlevsizleşmiştir. Günün sonunda bunu görüyoruz!

Söz konusu itibarsızlığın birçok nedeni var, ancak en belirgin olanı on yıllarla, geçen zamanla birlikte ödüllendirme sistematiğinin ‘gerçek bir motivasyon’ ve ‘gerçek bir onur’dan yoksun kalması, çürümesidir. Ödüllendirme sistematiğine karşı birçok yazı kaleme aldım, görüş bildirdim ve mücadele verdim. (Örneğin basit bir özet şuradan okunabilir: https://evvel.org/oduller-kotucul-besinlerdir) Fakat sanıyorum, 2000’lerin başından bu yana durum vahim… Ve bu durumun daha da kötüleşeceği, melanet seviyesine ulaşacağı da aşikârdır. Nobel Edebiyat Ödülü’nün ya da ödüllendirme sistematiğinin içi boştur artık, çürümüştür, anlamsızlaşmıştır.

Çünkü şairin/yazarın ödülü eser yazmak, yazabilmektir. Şairin/yazarın ödülü; tüm baskılara rağmen özgür bakışını, imgeselliğinin biricikliğini kaybetmemektir. Derdi şudur şairin/yazarın; töze nüfuz edebilmek, tözü imlemek, tözü anlatmak… Şair/yazar, eserinin sıkılığını, dizelerinin gücünü yarışmalarla, ödüllerle falan teyit ettiremez. Mesele bu kadar basit aslında!

İmdi, Miami’de, 120.000 dolar değerinde görülerek bir ‘Çağdaş Sanat’ eseri mertebesine yükselen ‘muz’ meselesine bakalım. (Aslında, Dada akımı sonrası ‘kural tanımazlık’ hamlelerine benim kafam fazlaca basmıyor, ama gene de bu konuya dair bir yaklaşımım var.)

Bence deneyselliğin, sanat eylemlerinin ve çağdaş performansların zirve noktası Dada akımıdır. Dada akımının yıkıcılığında, tüm o absürd ve avangard eserlerde çok kuvvetli bir ‘işlek’ görürsünüz. Yıkıcı işlek Dada akımının özüdür ve canlıdır. Yani, Dada eserleri -evet- kural tanımaz, yıkıcı, kendisinden öncekilerle dalga geçen ve imgelemi özgür kılan eserlerdir -ve fakat, aynı zamanda da üzerinde düşünülmüş, zekice, etkili ve yöntemli işlekler, kuvvetli mesajlar, delice bir emek, kısacası sağlam bir karşı duruş içerir. (Benim hissiyatıma göre, yakın tarihten en unutulmaz çağdaş sanat eylemleri ise Banksy’nin hamleleridir.)

İmdi, bu son “koli bandı ve muz” vakasında etkili bir işlek, tarihe kazınacak bir karşı duruş falan göremiyorum ben. Görenler olacaktır elbet… Fakat bence Miami’de eseri/muzu 120.000 dolara satın alan sanatseverin söz konusu eseri/muzu yemesinin -bütün o şovun- nedeni de aynı… O da eserde bir işlek göremiyor!

Ahvalimiz böyle, efendim… Bir başka ‘kendimle konuşmalar’da buluşmak üzere, esen kalınız.

(Ve bundan sonra meyve niyetine muz yerken, iki kere düşününüz!)


Zafer Yalçınpınar / 10 Aralık 2019


Hamiş: Yalçınpınar’ın tüm köşe yazılarını https://evvel.org/ilgi/kendimle-konusmalar adresinden okuyabilirsiniz.

Ara
08
2019
--

8 Aralık 2019 (#1)


BAŞLARKEN…

Düşünmek, insanın kendisiyle konuşmasıdır. İnsan zihninin anlam arayışlar doğrultusunda çalışması… Dil aracılığıyla gerçekleştirdiğimiz en kuvvetli edimsel faaliyet: Düşünmek!

Güncel köşe yazıları tipi bir şeyler kaleme almaya nasıl karar verdiğimi -tam olarak- bilmiyorum. Fakat, memleketimdeki ve dünyadaki gündemler/olaylar üzerine sürekli düşündüğümü, düşünürken de birtakım çıkarımlara ya da yorumlara vardığımı biliyorum. Eminim ki düşüncelerimin bazıları çok kıymetli, bazıları da çok kıymetsiz… Fakat kıymetli de olsa, kıymetsiz de olsa çeşitli düşünceler, çıkarımlar ve yorumlar boşa gitmemeli, yok olmamalı; yazılmalı… Yani, “scribo ergo sum” yaklaşımının edimsel cazibesinin peşinden gidiyorum: “Yazıyorum, öyleyse varım!”

Bir de tabiî -40’lı yaşlarıma girdim- hafızamın ve muhakeme gücümün zayıfladığını hissediyorum. Artık, gündeme ve güncel olaylara değgin bazı düşüncelerimi sizlerle paylaşmamın, us alıştırmaları yapmamın -dahası, düşüncelerimi kayıt altına almamın- zamanı geldi de geçiyor, sanırım…

Peki, bu düşünsel paylaşım gayretimdeki temel ilkeler nedir…

Kendimi bildim bileli söylerim, benim hayatımı biçimlendiren iki temel ilke var:

1/ “İnsandan çok eşyaya benzememek”
(Nâzım Hikmet’in bir şiirinden anıştırmadır bu söz..)

2/ Hakikat yolundaki kalb ve vicdan arayışından sapmamak.
Yani, hakkaniyetli olmak!

Velhasılıkelam, “Kendimle Konuşmalar” başlığı altındaki bu köşeli parantezde; müzik, edebiyat ve kültür-sanat gündemi daha öncelikli olmak üzere, güncel siyasete, medyadaki gelişmelere, toplumsal tepkilere, kentsel yaşantıya, iktisadi olaylara (ve hatta; alışveriş, magazin dünyası ya da futbola) dair çeşitli değinilerimi bulacaksınız.

Bu düşünsel gayretin hayırlara vesile olacağını ve sizlerle içten bir bağ kuracağımı ümit ediyorum.

Merakla bekleyiniz, efendim.


Zafer Yalçınpınar / 8 Aralık 2019


Hamiş: “Kendimle Konuşmalar” başlığını Salâh Birsel’den ödünç aldım. Eminim, bana kızmayacaktır. 100. yaşını kutladığımız üstat Salâh Birsel’in ruhuna, bâki selamlar olsun…

Powered by WordPress | Theme: Aeros 2.0 by TheBuckmaker.com