Nis
26
2011
0

491’e ON ÜÇ! (Ey vakitsizlik!)


491’e ON ÜÇ!

Ey vakitsizlik!

https://zaferyalcinpinar.com/491onuc.pdf

*

Yokoluşlarının ağıtını yazan o kifayetsiz muhterislerle senin ilgilenmeyişinin 2010’lardaki yüzüdür 491
DÖRTDOKUZBİR “Evvel Fanzin” cakasıdır ve Kadıköy kafasıdır.
491, seslidir… Ses ver!

491‘in tüm sayılarını https://zaferyalcinpinar.com/491.html adresinden indirebilirsiniz. (E-posta: dortdokuzbir@gmail.com)

Nis
19
2011
0

1981: “Mel’meketimden Rektör Manzaraları” (Oruç Aruoba)

“Üniversite’nin Ölümü” adlı yazıya paralel olarak Arayış Dergisi’nin 21 Kasım 1981 tarihli 40.  sayısında “Mel’meketimden İnsan Manzaraları” başlıklı bir başka Oruç Aruoba yazısı daha yayımlanmış… YÖK’ün üniversiteleri anlamsızlaştırmasını irdeleyen bu paralel yazıya  https://zaferyalcinpinar.com/rektormanzaralari.jpg adresinden ulaşabilirsiniz.

1. Hamiş: Ustam Aruoba’nın ilettiğine göre “Rektör Manzaraları”nın devamı da varmış… Önümüzdeki günlerde bu yazının devamını da Evvel Fanzin kapsamında yayımlayacağım.

2. Hamiş: Oruç Aruoba’nın 1981’de yayımlanan bu iki yazısını 2007’de Radikal Gazetesi’nde yayımlanan “Onur Ödülü’nün Hatırlattıkları” adlı yazısıyla birlikte okumak faydalı olacaktır.

Nis
19
2011
0

Epifani (Berk Doğan)

Berk Doğan’ın epifani duygusu üzerine şekillendirdiği animasyon çalışmaları Futuristika!‘da yayımlandı.

Bkz: https://www.futuristika.org/detritus/film/epifani/

(…)Animasyon, benim, gerçekliği nasıl ürettiğimi anlamamda bir araç oldu.  Sinemayı dışarıda bırakırak bu sözün iyice derinine inerek, gerçekliği üretmek kavramını sorgulamak ve anlamaya çalışmak gerekir. Ve bu konuda çalışmalar yapmış pekçok insan, bizi gerçekliği üretmenin sınırsız olasılıklarına taşıyorlar… (Berk Doğan)

Nis
19
2011
0

YIKIM 2011

23
GÜN
DÜZ
kaldı!

Bkz: https://destruction2011.com/

Hamiş: “YIKIM 2011” sanat projesine ilişkin olarak Janset Karavin, Z.R. Güvenç ile Rafet Arslan, Fırat Arapoğlu’nun  Açık Radyo’da(Açık Dergi’de) “Yer6Hafıza” programı kapsamında gerçekleştirdiği söyleşiyi https://ia600603.us.archive.org/16/items/YeraltiHafiza15Nisan2011/YeraltiHafiza20110415.mp3 adresinden dinleyebilirsiniz.

Nis
19
2011
0

Söyleşi: “80. Yaşında Juan Goytisolo” (Nedim Gürsel)

6 Ocak 2011 tarihinde, Açık Radyo-Açık Dergi’de,  Juan Goytisolo’nun yaşamı, kişiliği ve yapıtları üzerine Nedim Gürsel’le bir söyleşi gerçekleştirilmiş. Söyleşiyi https://www.acikradyo.com.tr/default.aspx?_mv=a&aid=27772&cat=100 adresinden dinleyebilirsiniz.

Nis
18
2011
0

Buluntu Şiir: “PANİK” (Ece Ayhan)

Eylül-Ekim 1956 tarihli Yenilik Dergisi’nde yer alan “Panik” adlı şiir aşağıdadır. E. Ayhan Çağlar imzasıyla yayımlanan bu şiiri bulup Evvel Fanzin’e ulaştıran Ümit Bayazoğlu’na çok teşekkür ederim. (Zy)

Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan tüm Ece Ayhan ilgilerine https://zaferyalcinpinar.com/blog/?tag=ece-ayhan adresinden ulaşabilirsiniz. Ayrıca, Bakışsız Bir Kedi Kara adlı Ece Ayhan web sitesi de https://zaferyalcinpinar.com/bakissiz.html adresinde yer almaktadır.

Nis
14
2011
0

Üniversitenin Ölümü (Oruç Aruoba)

Arayış Dergisi’nin 21 Kasım 1981 tarihli 40.  sayısında, Oruç Aruoba’nın “Üniversite’nin Ölümü” başlıklı bir yazısı yayımlanmış… YÖK’ün kurulmasıyla birlikte anlamını yitirmeye başlayan “üniversite” ile bu duruma karşı bir seçenek olarak “üniversite-gelenek” bütünlüğünü irdeleyen yazının tam metnine https://zaferyalcinpinar.com/universiteninolumu.jpg adresinden ulaşabilirsiniz.

Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan tüm Oruç Aruoba ilgilerine https://zaferyalcinpinar.com/blog/?tag=oruc-aruoba adresinden ulaşabilirsiniz.

Nis
14
2011
0

“Wittgenstein: Dahinin Görevi” (Nazım Keven)

Prensese Mektuplar” adlı web sitesi, taifesinin tümünü zevkle okuduğum, takip ettiğim sıkı bir mekân… Burada, geçen sene, Wittgenstein üzerine iki bölümden oluşan, derli toplu bir yazı yayımlanmıştı.  “Wittgenstein: Dahinin Görevi” başlıklı yazıyı Nazım Keven kaleme almış… Yazıya https://www.prensesemektuplar.com/2010/04/wittgenstein-dahinin-gorevi-1.html adresinden ulaşabilirsiniz.

Nis
14
2011
0

Şiir ve Ece Ayhan (Fatma Akerson)

Soyut Dergisi’nin Mayıs 1977’de yayımlanan 103. sayısında “Şiir ve Ece Ayhan” başlıklı bir yazıya rastladım. Ece Ayhan’ın poetikası düşünüldüğünde, göstergebilimsel eleştiri olarak çok isabetli ve yerinde bulduğum bu yazıyı Fatma  Akerson kaleme almış… Yazının tam metnine https://zaferyalcinpinar.com/siirveeceayhan.jpg adresinden ulaşabilirsiniz.  (Zy)

Nis
13
2011
0

(yeni) III: “Demokrasi çıkmazda mı?”

Tanıtım metni:

Üç ayda bir çıkan (yeni)’nin bu sayısı da (yeni)ye mektuplar, (yeni) dosya, (yeni)ler ve (yeni)den olmak üzere dört bölümden oluşuyor ve dosya konusu ‘Demokrasi Çıkmazda mı?’.

Dosyanın vurgusu, demokrasinin yalnızca ‘siyasi’ boyutta ele alınmaması gerektiği. Demokrasinin, kavram ve uygulama olarak köktenci bir biçimde sorunlaştırılacağı tarihsel bir döneme girişi vurgulanıyor. ‘Yeni’ bakış açıları, ‘yeni’ düşünsel donanımların gerektiği bir dönem. Arap ülkelerinde bir ülkeden öbürüne sıçrayan tarihi öneme sahip demokratik içerikli halk başkaldırıları dosya giriş yazısında ayrıntılı olarak ele alınıyor. Slavoj Žižek’in konuyla ilgili bir gazete yazısı da dosyaya taşındı.

Türkiye’de dergiciliğin genellikle yapmadığı işlerin bir parçası olarak, Türkçe şiirin atılım yapmadığı bir dönemde, Azerbaycanlı şair Süleymanoğlu’nun üzerinde on yıldır çalıştığı düşünsel derinlikle dolu epik şiirinin bir bölümü yayımlanıyor. Bir başka ‘yeni’lik de 2005 yılından bu yana kısa film ve video art alanında ürün veren Burak Serbest’in ‘Kafka’ya Yolculuk’ adlı ilk uzun metrajlı film projesi. Stockholm’da yaşayan iki genç çağdaş sanatçı Simon Goldin ve Jakob Senneby’nin Batı dünyasını önemli ve derin bir biçimde belirleyen yasal, finansal ve yerlemsel gerçeklikler üzerine, oyun-gerçeklik ve sanal-gerçeklik kavramlarını kullanarak sahneledikleri ‘Nordenskiöld Modeli: Bir Spekülasyon için Tasarı’ adlı sahneleme deneyinin metni de var bu sayıda.

Fotoğraf, Cem Sarvan ile Michel Martinez’in ortak aşkları Uruguaylı şair Mario Benedetti üzerine söyleşilerinde şiirle buluşuyor. Ayrıca New York’ta yaşayan fotoğraf sanatçısı Kaya Sanan’ın New York’ta çektiği ‘Yakalanan Anlar’ dizisinden fotoğraflar (yeni)nin üçüncü sayısında. Bahadır Gülmez, Aragon’un ‘Mutlu Aşk Yoktur’ şiirinin Türkçeye yapılmış önceki çevirilerini ve şiirini eleştirel olarak inceliyor ve yazısının sonunda da kendi çevirisini paylaşıyor. (yeni)ler bölümünde, dili öne çıkaran yazıların yanı sıra görsel sanatları konu alan yazılar da var. Ressam Fatma Tülin’le, 2 x 26,5 metre boyutundaki epik tablosu ‘Önce’ üzerine söyleşi; ressamın, boyut, renk, teknoloji ve resim sanatıyla ilgili görüşlerini yansıtıyor. National Gallery, Londra ve National Gallery, Washington’un ortak çalışmasıyla gerçekleştirilen, en kapsamlı Venedik manzara resimleri sergisinin küratörü Charles Beddington ve National Gallery, Londra’nın direktörü Nicholas Penny ile Burcu Yüksel’in Londra’da (yeni) için yaptığı söyleşi yer alıyor. Evren Erem’in, Nabokov üzerine yazdığı özgün inceleme yazısı Nabokov’un yazarlığını ve kelebekbilimciğini ayrı düşünmemek gerektiğini gözler önüne seriyor. İsmail Pelit, Gündüz Vassaf ile Said Nursi’yi bir araya getirmenin zorluklarını dile getiriyor. Manchester Üniversitesi’nde antropolog olan ve ‘sınır’ kavramı uygulamaları üzerine çalışan Sarah Green, Türkiye ile Yunanistan sınırına ilginç bir yaklaşım getiriyor.

(yeni)den içinde, ‘Yeni Ufuklar’ dergisinin Ocak 1967 özel sayısında 1950-1960 yılları arasında ürün vermiş, yazarlığa başlamış sanatçılar hakkında Ece Ayhan’la yapılan söyleşi yer alıyor.

Kendi elinden bölümünde de bu sene dördüncüsü düzenlenen Metin Altıok Şiir Ödülü’nün sahibi Birhan Keskin’in el yazısı şiiri bulunuyor.

(yeni)yi parantez içine almış bir (yeni) anlayışına sahip olan derginin editörlüğünü İsmail Ertürk üstleniyor. Yayın kurulundaysa Oruç Aruoba, Enis Batur, Ali Cengizkan, Oğuz Demiralp, Evren Erem, İsmail Ertürk, Murat Gülsoy, Ekrem Işın, Fahri Özdemir, Soli Özel, Kaya Genç, Zeynep Gülçin Özkişi, Jean-Philippe Calvin, Orhan Tekelioğlu ve Gündüz Vassaf yer alıyor.

Ayrıca bkz:  (yeni), sıkı ve sağlam…

Nis
08
2011
0

Sinema’da Felsefe Üstüne Bir Konuşma: “Beyin Ekrandır!” (Gilles Deleuze/1986)

Geçen senenin Nisan ayında efsanevi Nisan Dergisi‘nden bazı alıntıları ve yazıları Evvel Fanzin kapsamında paylaşmıştım. Bu sene de âdet yerini bulsun:

Nisan Dergisi’nin 1986′da yayımlanan sinema özel sayısında G. Deleuze ile gerçekleştirilmiş önemli bir söyleşi yer alıyor. Sinema ve felsefe ilişkisini irdeleyen bu konuşmayı Alican Turalı, Fransızcadan çevirmiş… “Beyin Ekrandır!” başlığıyla yayımlanan söyleşinin tam metnine https://zaferyalcinpinar.com/beyinekrandir.jpg adresinden ulaşabilirsiniz.

Ayrıca, Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan Nisan Dergisi ilgilerinin tümüne https://zaferyalcinpinar.com/blog/?tag=nisan-dergisi adresinden ulaşabilirsiniz.

Nisan Dergisi’nin Sinema Özel Sayısı’nın Kapak Görüntüsü (1986)

Nis
02
2011
0

Brooklyn’de bir başka 491…

Bugün https://fourninetyone.com adresinde “491” adlı bir başka online yayınla karşılaştım. Demek ki Francis Picabia ile 291-391 ruhunu/kafasını hatırlayan, benzer bir bakışı ya da sezgiyi irdelemeye çalışan sadece biz değilmişiz. New York-Brooklyn’de çevrelenen ve plastik sanatlar, mimari, elektronik müzik ve edebiyat üzerine sıkı ve eleştirel yazılar, özel tanıtım metinleri yayımlayan 491 adlı (https://fourninetyone.com) siteyi/oluşumu herkese öneriyorum.

Sitenin editörleri Bret Schneider ile Jamie Keesling… İlginç bir tayfa ve içerikle Kasım 2010’da (yani bizden, bizim 491’imizden 9 ay sonra) yola çıkan bu oluşumu fark etmek beni heyecanlandırdı. Demek ki dünyanın başka yerlerinde de “imgelemin özgürlüğü” yolunda umutlanan, araştıran, uğraşan, yazan, çizen, düşünen birileri varmış…

Bunu bilmek, bunun  bir teyidini görmek çok güzel…

Sahicilikle
Zy

https://fourninetyone.com‘dan bir görüntü…

Nis
02
2011
0

491’e ON İKİ!


491’e ON İKİ!

https://zaferyalcinpinar.com/491oniki.pdf

*

Yokoluşlarının ağıtını yazan o kifayetsiz muhterislerle senin ilgilenmeyişinin 2010’lardaki  yüzüdür 491
DÖRTDOKUZBİR “Evvel Fanzin” cakasıdır ve Kadıköy kafasıdır.
491, seslidir… Ses ver!

491‘in tüm sayılarını https://zaferyalcinpinar.com/491.html adresinden indirebilirsiniz. (E-posta: dortdokuzbir@gmail.com)

Nis
02
2011
0

Söyleşi: “Yazıyı Derinliğine Yazmak”

Hande Edremit’le birlikte keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik… Söyleşinin tam metni aşağıda yer almaktadır.

Zafer Yalçınpınar: “İsimlerin hesabı yoktur müdürüm!” diyorum sevdiğini söylediğin bir şiirimde. Sahici edebiyatı, öze dair bir imi, şiirselliğin sıkılığını cetvelle ölçemeyiz gibi geliyor bana… Sıkı şiir nedir senin gözünde? Bunu bir koyalım ortaya… Kafadan…

Hande Edremit: Sıkı şiir.. Herşeyden önce şiirdir yani hiçbirşeydir. İşaret eder ancak kendisi işaret ettiğinden bağımsız bir gerçek-üretecidir. Gerçekle ilişkisi gerçekdışıdır. Yazan kişi hedef tahtasını gördüğünde, okun varmasını ya da ıskalamasını umursamaz. Hareketi, süreci yaratırken, kendi gibi kalamamasına bağlıdır. Böylece hedef hiçbir zaman gerçekleştirilemez. Şiir sıkıysa şair yaptığı şeyi sonradan fark edecektir. Peki, siz sıkı şiir yazan biri olarak bu durumu nasıl açıklarsınız. Şiir ve yazma hareketi arasında nasıl bağlantı var? Nasıl oluyor da o boşluğu yaratabiliyoruz anda?

Z.Y.: Bence, şiir, sözün ötesindekine varmaya, sözün ötesindekiyle buluşmaya çalışır. Söz, özün giysisidir. Tarih boyunca böyle olmuştur. Şiir, verili noktadan ayrı olarak kendini biçimlendirir, böylesi bir meta-imgelemdir. Yani sıkı şiir, sözün ayrıcalığını -kutsallığını- imgesel olarak savunabilir, geliştirebilir ancak. “Anlam ise sonradan gelir” diyor ustam Oruç Aruoba. Aslında “anlam” denen şey, anlamın gücüne inanan bilimsellik, “ilerleme ilkesi”, şu, bu, anlama ilişkin ne varsa filan 2. Dünya Savaşı sonrasında çok büyük bir darbe aldı. “Strateji ile Performans” hastalığı diyebileceğim bir şey kaldı geriye 2. Dünya Savaşı sonrasında… Endüst-realite, kapitalizm, iktisat retoriği, sosyoloji, psikoloji retoriği filan da bu yıkımın ürünüdür. Sonuçta, düşün/düşünce ortamı tıkandı. Çünkü düşün/düşünce ortamı da şiir gibi pragmatik değildir. Yani sonuç odaklı değildir, süreç odaklıdır. Sıkı şiir, senin de dediğin gibi pragmatik bir şey değildir. Gecikmelidir. Bu nedenledir ki şiir ve felsefe arasında tarih boyunca kopmayacak sıkı bir bağ var. Bu nedenledir ki günümüzün sıkı şiirinde dizeler birer “önerme” biçiminde de kurulabiliyor.

H.E.: İkinci Dünya Savaşı sonrası düşün ortamının durumunu ortaya koydunuz. Bunun izleri şiirlerinizde de ifadesini buluyor. “Çöplerinizden tanırım sizi.” diyorsunuz Hafız: Kimlik’in bir yerinde. Çöplerin yüzünde kimliğin göstergesi vücut buluyor. Yeniden üretilmiş gerçekliğin içinde bizi çöpe, “iğrence” yönelten bir şey var gerçekten de. Samimi ve arayışı kucaklayan bir şey. Değerin, çöpe dönüşme süreci çok hızlı, kanıksanmış… Artık çöp deyince muz kabuğu gelmiyor aklımıza; kendimize, hayata yönelişimiz geliyor. Arzu duyduğumuz şeyi çöpe çevirme süreci ömrü ifade ediyor. Ama biliyorum ki biz bunu is-te-me-di-ği-mi-zi fark ediyoruz. Edilgen tüketmeyen süjeler olmak mümkün değilse de kesif durma halleriyle boşluklar koymayı öğreniyoruz; koşullandırmalarla kendi aramıza. İsteğimizi fark etmek için buna mecburuz çünkü. Gene Meydansız’dan gitmiş olacağım ama, ben bu dizeyi rahatsız etmek istiyorum: “sizi/çöplerinizden/bilir/im.”

Z.Y.: Çok önemli bir yerden yaklaşıyorsun, çünkü Meydansız’daki şiirlerimin tümünün Paul Éluard’ın “Boşluk bakışlarımın biçimini taşıyor” dizesini teyit eder nitelikte bir türev işlevselliğe sahip olduğunu düşünüyorum. Bir meydanın boşluğu, böylesi bir boşluğun sürekli yinelenmesi -hatta Ionesco’ya gönderme yapalım; o meydandaki “boşluk selleri”- meydansız kalmanın içe dönük öfkesi, hümanizmin birliktelik olgusunun zayıflaması gibi şeyler o kitabımda belirleyicidir. Peki içimizdeki bu “boşluk” duygusunun kaynağı nedir? Tabiî ki günümüz yaşantısına hâkim olan Yeni Kapitalizm’in aşıladığı “sürekli yenilgi”dir. Bir önceki kuşak bunu açıkça fark ediyordu, ama benim kuşağımla birlikte -yani 2000’lerde- boşluk duygusuyla ve “bezdiri”yle yaşamak içselleştirilmiş bir “tipoloji” haline geldi. 70’lerin ardından, Yeni Kapitalizm’in iktisadi söylemleri, endüstriyel tüketim topluluğunun kavramsal arkaplanına “bezdiri”yi de ekledi. Yeni Kapitalizm’in yönetsel süreçleri sürekli bir psikolojik taciz ve bezdiriyle kamçılanan tüketicileri arzuluyordu: Sürekli tüketecek ve ürettiği değerden fazlasını isteyecek bir insanlığı… Tüketemediğinde bezecek, sıkılacak bir insanlığı… “Bezdiri” nedeniyle sürekli kimlik ya da benlik değiştirecek ve yeniden tüketim arayışlarına girecek bir insanlığı… (Eskiden “anlam-arayış” vardı, şimdilerde ise “tüketim-arayış” var.) Yeni Kapitalizm, hayatın her alanında -evlilikte, dostlukta, sanatta, işyerlerinde- tükettiği kadar mutlu olacak bir tipoloji yarattı. Bu tipolojinin yaşadığı son ekonomik krizin kök-nedeni “ürettiği değerden fazlasını istemek”tir. Bu da son dönemde, her yerde, ama her yerde “bezdiri”yi daha da arttırmaktadır. Bir “hiç” ya da “boşluk” için işyerlerinde, plazalarda birbiriyle psikolojik savaş halinde olan, birbirlerine “bezdiri” uygulayan bir topluluk oluştu. İnsanların kafalarındaki evren tasavvuru, tüketimin sürdürülebilirliğine ve hızına odaklandı… Peki bu dandik ve çöpvari fotoğrafta “şiir” ya da “imgelemin özgürleşmesi” nerede duruyor? Çok önemli bir yerde duruyor. Çünkü sıkı bir şiirin, sahici bir şiirin iktisadı yoktur. İmgelemin özgürleşmesi yolunda yazılan şiirler içinde iktisat barındırmaz. Tüm poetik bildirilerimde bunu işaret ettim. (Son 4-5 sene içerisinde kültür ajansları, şiir festivalleri, antolojiciler, şiir yarışmaları, üleştirmenler, jüriler, edebiyat kâhyaları, üçkâğıtçı editörler filan bu durumu tersine çevirmeye çalıştılar ama başaramadılar.) Bugün, hâlâ, sıkı şairlerin varlığı, şiir yazabiliyor olmak, özgür bir imgelemden bahsedebilmek çok önemli bir yüzleştirmedir. Şiir, biraz önce ortaya koyduğumuz tüketim topluluğunu -gecikmeli olarak- kendisiyle yüzleştirir. Şiir, imgeleminin gücü, özgürlüğü ve biricikliği oranında -gecikmeli olarak- insanların insanlığını uyandırır, ayıltır, hatırlatır niteliktedir. Bu söylediğimin geçerliliğini de, ancak, tarihin ve sözün salınımını araştırarak, kenarda kıyıda kalmış efemeraları inceleyerek yani “tarihi bekleyerek” kavrayabiliriz. “Anlam”, işte böyledir, “sonradan gelir”. En azından ben böyle kavradım, böyle yaklaşıyorum meseleye… Brecht mesela… Brecht’in yarattığı tiyatro, o günkü tipolojiler ile halkı yüzleştirmekten başka neydi ki?

H.E: Brecht de bunu görünür kılarak yapmayı amaçladı. Bezdiri uygulamaları topluluk ilişkilerini açıklamada önemli bir yerde duruyor. “Denizaltı Edebiyatı” adlı bildirinizde “Ödüller insansızdır.” diyorsunuz. Ece Ayhan da “Şairlere ödüller verileceğini duyunca, şunları düşündüm: Demek yasalar da yetmemiş, ölüm şairlerle toplu fotoğraf çektirmek istiyor.” demişti. Günlük hayatta da biraz bu şekilde var olmaya çalışıyoruz sanki. Fotoğraflarla önceden belirlenmiş bir sahneyi yaratmaya daha kötüsü yaşamaya çalışarak…

Z.Y.: Ödül konusu son derece karışık bir konu… Şimdi, her şeyi bir kenara bırakalım ve meseleye dil açısından bakalım: Bugün, “Ödül” dediğimiz anda imgesel olarak ödülü alan kişiyi ya da eseri değil “ödül sistematiği”nin kendisini ya da ödülün metasını işaret ediyoruz, yüceltiyoruz, ayrıcalıklandırıyoruz. Eskiden böyle değildi. Şimdilerde, rekabet, kazanmak, yarışmak, hırs, farklılık, üstünlük filan gibi şeyler doğrudan aklımıza geliyor. Ödüllendirme denen şey, Yeni Kapitalizm’in yönetim süreçlerinin içerisinde düşünüldüğünde bir “isteklendirme” türüdür ve iktidar heveslileriyle iktidar sahiplerinin buluştuğu bir podyumdur. Ödül, iktidarın, kendi iktidarını kuvvetlendirdiği bir araçtır. Ödüller sahici değildir. “Ödül Sistematiği” denen şeyden podyumu, ışıkları, jüriyi, ödülü takdim edeni, alkış seslerini, o kırıtışları, gazetelerdeki haberleri, duyuruları filan kaldırın, geriye ne kalır? Şiltler, plaketler filan kalır. Zaten, bu şiltler, plaketler filan birer “simge” değil midir? İmgelemi kuvvetli bir şair için “ödül” denen şeyin karşılığı böylesi bir “sıradan simge” olamaz. Çünkü ödül sistematiğinin demin saydığım bileşenlerinin hiçbiri de imgelemin özgürleşmesiyle bağlantılı değildir. Şairin ödülü sıkı şiir yazmak, yazabilmektir. Şairin ödülü; tüm baskılara rağmen özgür bakışını, imgeselliğinin biricikliğini kaybetmemektir. Derdi şudur şairin; töze nüfuz edebilmek, tözü imlemek… Şair, şiirinin sıkılığını, dizelerinin gücünü yarışmalarla, ödüllerle filan teyit ettiremez. Bakın, bugünün edebiyat ortalığını birazcık araştırdığınızda “ödülsüz” bir şair bulmakta zorlanırsınız. Herkesin bir yığın ödülü var yahu… Nerede kaldı bu adamların ayrıcalığı filan? Ama benim dediğim anlamda, yani imgelemin özgürleşmesi ve töze nüfuz edebilmek yönünde ödüllendirilmiş şair sayısı bir elimin parmaklarının sayısını geçmez. Bu nedenle “Ödüller insansızdır” dedim. Ayrıca, şu ödül geyiğini bir kenara bırakalım, lanet olsun ödüllere filan… Aslında çok merak ediyorum, “Denizaltı Edebiyatı” bildirisini okuduğunda başka neler hissettin, neler düşündün, neyi gördün?

H.E: Denizaltı Edebiyatı bildirisi…Doğrusu okuduğumda hiç de zarif bir tepki vermedim; “yuh” dedim. Heyecanlanmıştım. Bu ilk tepkiden sonra defalarca okuyacaktım zaten. Bu bildiride gördüğüm, kendi bakışımdı. İnsanların da okuyunca aynı tepkiyi vereceğini sanıyorum. Ama bunun dışında, bildirinin “bizim edebiyatımız” için önemli bir noktada durduğunu düşünüyorum. Felsefenin edebiyatımızla temasının, kesişim kümesidir Denizaltı. Olması gerekendir bir bakıma. Dönem dönem çeşitli bildiriler, konjonktürün önerdiği sanat anlayışını ifade etmek, karşı çıkmak için yer almıştır her zaman. Ama burada olan mevcut zihniyetin karşısına geçip bir tersinleme yapmak ya da bir akıma ismini koymaktan farklı… Uzun zamandır oluşmakta olanın kendini sızdırmasıdır bence durum… Hans Arp’ın dadayla ilgili söylediği birşey var; “Biz hepimiz Dada’nın varoluşundan önce de dadaydık.” der. Denizaltı Edebiyatı için de durum böyle biraz. Gerçeği yeniden kurarak değil ama ona yaklaşarak, içinden, çevresinden geçerek, yine başka bir gerçeği kullanarak ortaya çıkarma arayışı… Daha başından, sonucu hedeflemeyen bir arayış. Denizaltı’nda bu açıdan günlük yaşayışımda hissettiğim, zihnimde duyduğum ve anlatmakta herkesin-her zaman zorlanacağı şeyin adsızlığının ilanını gördüm. Bizi imgelere götüren de bu adsızlık. Kelimeleri içine çeken, varlığı çevresine yaydığı titreşimle hissedilebilen ama dokunamadığımız, henüz. Denizaltı bu dokunuşun açlığıdır. Biçimin kendisine atfedilen soytarılıktan sıyrılıp, nefes aldığının da bir göstergesidir. Bunun gecikmeli olarak titreşimlerini hissetmeye devam edeceğiz. Bir umuttan çok, öngörü diyelim.

Z.Y: Evet… Zaten, Denizaltı Edebiyatı’nı bir “manifesto” olarak değil de “bildiri” olarak dile getirmemin nedenlerinden biri de bahsettiğin öngörüdür. Daha doğrusu diğer bildirilerimle birlikte düşünülmesi gereken sezgisel bir alan derinliğidir. Ben denizaltı edebiyatı bildirisiyle birlikte sıkı şiir için özel bir alan derinliğinin gerekliliğini işaret ettim. Şiirsel derinliğe önem vermemin bir nedeni de “Yeraltı Edebiyatı” denen şeyin endüstrileşmesi, iktidara ve gaddarlığa paydaş olmaya başlamasıdır. Bunu dilde de görüyoruz. Yani, tümü için söylemiyorum ama yeraltı edebiyatı heveslilerinin çoğunluğu imgelemin özgürleşmesi yolunda hareket etmiyor artık… Bir ezberin peşindeler sanki. Oysa ki sıkı şiir, ezber bozar! Ezberlenemez!

H.E: Sıkı şiiri tanımamıza yetecek kadar biliyoruz artık onu. Peki metinlerde, özellikle kurgu metinlerde durum nasıl? Son zamanlarda yaratıcı yazım ve kolektif yazın üretiminden sıkça bahsediliyor. Çeşitli grup çalışmaları ya da bir takım yaratıcı yazarlık kursları düzenleniyor. Bununla ilgili bir takım kitaplar ve “yöntemler” mevcut. Bunun yazın üretimiyle nasıl bir ilişkisi olduğunu düşünüyorsunuz. Kurgu metni yaratan nedir?

Z.Y.: Sözlerinde sanki senin de rahatsız olduğun bir “endüstrileşme” durumu var. Bunu hissediyorsun, bundan rahatsızsın ama açık açık ifade etmiyorsun gibi… Kurgu aslında çok önemli bir şey… Tipoloji, olay, imgelem, uzam ve zamanlama gibi birçok bileşenin arasındaki dengeyi sağlayan bir kimya… Sadece düzyazıda değil şiirlerde, şiirsel metinlerde de önemli… Ancak, özellikle 70’lerin başında “yapısalcılık” hemen hemen tüm kurgu metinlere hâkim oldu. Kurgu metinlere “endüstri” kokusunu bulaştıran da bu “yapısalcılık” zaten… Edebi metinlere birer “mühendislik” işi gibi bakılmaya başlandı. Anlatı yerlemlerinin hesabı tutuldu birer muhasebeci gibi… Bu noktada sinemanın gelişimi ve endüstrileşmesi de önemli… Ancak, kurgu meselesinde bir “doz aşımı” var gibi geliyor bana… Şöyle ki, sorunda bahsettiğin kollektif çalışma, ekip çalışması filan bana Yeni Kapitalizm’in “üretim adası” mantığını hatırlatıyor. Artık, üretimde fordizmin klasik üretim bantları yerine “yarı otonom” diyebileceğimiz üretim adaları mantığı, proje yönetimi kafası var. Projelendirilen bu metin yazarlığı birlikteliklerinde, endüstriyel yaşamda sık sık gördüğümüz maliyet, zaman ve risk yönetimi gibi şeyler söz konusu… İşin içindeki “yaratıcılık” bu “yarı otonom” durumdan kaynaklanıyor. Fakat, yaratıcılık denen şeyin ön-koşulu “farkındalık”tır. Özel bir “bilinç” mertebesidir. Şimdi, sormak lazım; o yarı otonom çalışma gruplarından kaç tanesi içinde bulundukları dönemin post-yapısalcı nitelikte olduğunun ve iktidar denen şeyin de artık merkezileşme olmaksızın yoğunlaştığının, yani imgelemi, imgelemimizi sinsice, yeni sinsiyet aracılığıyla ele geçirdiğinin farkında? Sonuçta, -Turgut Uyar’ı selamlayarak söylüyorum- edebiyat ve edebiyatçılar işine bakmaz, göğe bakar… Fakat, sanıyorum ki o yaratıcı yazarlık mecraları işlerine bakıyorlar sadece… Oysa ki kendilerine Julio Cortazar gibi sıkı yazarları örnek almaları gerekirdi. Bence “kurgu”nun edebiyat tarihindeki zirve noktası Julio Cortazar’dır. Cortazar’ın “kurgu” konusundaki dozu, kurguyu kullanışı çok dengelidir. Ya da Sait Faik’i düşünelim, neden kurgudan bunca kaçmış… Sahi, Sait Faik ve eserleri hakkında ne düşünüyorsun? Sence Sait Faik kurguyu ne kadar kullandı?

H.E: Evet, işlerine bakan birileri var. Takdir ediyorum, bu konuda samimiyim ama aynı zamanda uzağım da… Sait Faik’in kurgudan kaçışı onun yaşamı sevme biçimindeydi bence. Dünyayı kurmaktansa, onu göstermeyi tercih ediyordu belki de. An’a yakalananlardandı o da. Son’u değil, hedefi değil, kıyısında olmayı seviyordu. Kurguyu kullanmaktan çok, algılarken kurgu diye niteleyeceğimizi bilerek, olanın olmasına izin veriyordu. Hep “belki”, “bence” diye konuşuyorum ama, bu “emin” olmaktan iyidir diye düşünüyorum. Faik’i de “emin”, “katı” ya da “savunucu” olarak düşünemiyorum. Ondan bu şekilde bahsetmek pek doğru gelmiyor. Çok güzel ifade ettiniz az önce; “Edebiyatçılar göğe bakar…” Bu konuda net birşey söylenecekse o da Lüzumsuz Adamlar’ın açtığı yoldan nice Lüzumsuz’ların gelmekte olduğudur. Projelendirilemez. Formüle edilemez.. Elbette bu şekilde pek çok şey üretebilirsin, ancak işte o boşluk meselesine geri döneceğiz. Zamanın aşılabilir olduğu bir noktada, merkezsiz, iletisiz metinlerin, keşfedilmiş, işaret edilmiş, gösterilmiş kendileri. Kendileri dışında, metnin dışında birşeyi işaret ederken yakalıyoruz. Yakaladığımızı sanıyoruz. ..
Peki, söyleşmeye çöple başlamıştık, buradan bir delik açıp, -ç-‘nin iki harfini değiştiriyorum; çay. Çay aslında zaman gerektiren, üstelik de dramatik bir içecek ancak günlük hayat dediğimiz, mevcut olmayan o dünyada çay da pek bir hızlı. Çay’ı çay yapan nedir? Gerçekten bırakalım iktidarın, metnin merkezsizleşmesini ve hepimizin elindeki o bardağa dönelim.

Z.Y.: Bana göre, çayı çay yapan demlenmesidir. Yavaş yavaş, düşüne düşüne, acelesiz, kısık ateşte, terlemesi, demini almasıdır. Harman da önemli ama demlenme daha önemli… Çayın bir keyif unsuru olduğunu ilk kez orta son sınıftayken farkettim. Bir arkadaşımla beraber, gitarlarımızı kapıp Fethi Taner’in Büyükada’daki evine gitmiştik. Fethi Taner’in adadaki evinde koridor boyunca ilerlerken, mutfaktan mükemmel bir çay kokusu geliyordu. Sonra balkonda oturup çay içtik, değişik konular üzerine sohbet ettik. Çayın bir keyif olduğunu, bir düşünselliği içinde barındırdığını o zaman anladım. Çay eşliğinde, yani alkolsüz olarak da çok sıkı bir şekilde “Hey Jude” çalınabileceğini Fethi Taner ispatlamıştı bana… Sonraları, lise öğrenciliğim sırasında, bir yaz tatilinde, Antalya-Kaş’ta deli bir kemancıyla tanıştım. Bu kemancının ufak bir kitapçı dükkânı vardı. Adı Erkan’dı. Sürekli değişik değişik çaylar demlerdi ve sürekli Jean Luc-Ponty’nin albümlerinden episodlar çalardı. Yasemin çiçeği toplar, çayın demine kurutulmuş yasemin çiçeklerinden katardı. En sevdiğim çay bu harmanda olandır. Son yıllarda da Marmara Adası’nda az miktarda “adaçayı” ile harmanladığım çaylardan içiyorum. O da çok güzel oluyor… Garip bir şekilde çay içmek “ada” ile özdeşleşti benim için… Benim için en keyifli çay, adada içilendir. Tahmin edebileceğin gibi, endüstrileşmeden nefret ettiğim oranda çay makineleri ve benzeri düzeneklerden de nefret ediyorum. Bir de tabiî ya, “çay” dediğimizde aklıma “Boston Tea Party” olayı geliyor. Ama o ayrı ve özel bir konu…

H.E: Evet, kesinlikle katılıyorum. “Düzenekten çay”; uyurgezer çayı diyorum buna, bilinçsiz, suya katılmış çamurdan farksız. Vapurda, gece sohbetinde, özenerek yapılan kahvaltılarda, gitar çalarken, kitap okurken, bir de gazetenin yanında hatırı sayılır çayın… Aslında her gün de gazete okumam, yanında çay varsa, arada bir törensel olarak okurum sadece… Her duruma göre farklı bir uyumu, zamana katkısı var. Zamana katkıdan öte, kendine dair bir zaman dilimi, yaşayışı var çayın… Yormayan, destek olan bir tarafı da var sanki. Çay sakindir, kahvenin aksine. Ada olayı kesinlikle bambaşka… Çocukluğumun bir kısmı adada geçmişti, paten kaymayı, elde yenen patates köftesini felan orada öğrenmişimdir. Ada deyince, aklıma hemen “Ada bir füg’dür” sözünüz geldi. Gerek şiirlerinizden gerekse, edebi bildirilerinizden adanın düşün dünyanızdakini önemini biliyorum. Ada, adabeyi kelimelerini geri çağırmadan önce; rüzgâr ve iskele de kendi hakkını ister. “Şiir denizaltı iskelelerine yanaşır.” Ama nasıl? Ada bir de hep, başka bir dünya düzenin kurulduğu, yeni toplumsal ilişkilerin yaratıldığı- yaratılabileceği serbest bir yaratı alanı olarak düşünülegelmiştir. W. Shakespeare, F. Bacon, T. More gibi adamlar ütopyalarını ancak adada yaratabilmişlerdir. Bizde de ada hep keyfi ve uzakta olmakta halini çağrıştırıyor sanki. Ondaki güven, huzur, diğer yandan bir sınırlandırılmışlık… Ancak gene de “tercih sebebi” olması… Bir de adadaki insanda hep bir “bekleyen” taraf vardır sanki… Mutlaka biri gelecektir çünkü “dışarı”dan… Nedir bu ada’nın zihnimize ve halet-i ruhiyemize etkisi?

Z.Y.: Çoğunluğun turizm kafasını, yapay eğlencelerini, bohemcilik oyunlarını, mavi sürgün ayaklarını, içip sapıtanları, yeniyetmeleri filan bir kenara iterek cevaplamalıyım bu sorunu… Ada yaşantısı benim kaderimdir. Adada geçen günlerim gerçekten bir füg halidir benim için… Adanın kendisi de varoluşu da yaşamın fügü gibidir. Beni iyileştiren, bana yaşadığımı anımsatan, beni derinliğe sevk eden yegâne ve yâdigar yerdir ada… Ben yaşamayı adadan öğrendim sanki… Kalbimin attığını, nefes aldığımı, yaşamın yaşam olduğunu, dostluğu, emeği, insanlığı adada öğrendim. Adanın rüzgârı, denizi, gökyüzü ve oradaki yaşantım, dostlarım benim varlığımın kanıtıdır. En iyi şiirlerimin imgelemini adada kurdum ben. Gece denizini mürekkep olarak orada gördüm, rüzgârın denize ve ağaçlara devinim kattığını, düşünce kattığını orada hissettim. Balıkçıların öfkesini, coşkusunu, beklentilerini, meramet sanatını, her şeyi! Şiirin bir vatoz balığına, vatoz balığının hareketlerine benzediğini orada, babamla birlikte balığa çıktığım günlerde anladım. Şiir derindedir. Ona kolay kolay ulaşamazsınız. Aslında, onun da size ulaşması kolay değildir. Bunu ada gösterdi bana… Şiirin varlığı, varoluşu, adanın imgelemi benim için yaşamın, yaşamamın kanıtıdır.

H.E: Vatoz’un Salınımları’nda, “Anlam ortalama zekânın durağıdır.” diyorsunuz. Kaspar gibi anlamı yakalamaya çalıştıkça çaresizleşiyoruz belki de. Ama elimizde bu ufak tefek kanıtlar da yok değil, yaşamaya dair. O kanıtları kurcalamaya çalıştık, yapabileceğimizin en iyisi budur belki de… Güzel bir söyleşi oldu. Memnuniyetsizliklerimizle ve yaşamdan aldığımız keyifle buradayız, olacağız.

Z.Y.: İmgelemin özgürlüğü yolundaki umudumuzla birlikte buradayız, bekliyoruz… Çok teşekkür ederim bu sıkı söyleşi için…

1 Nisan 2011

2006-2011 yılları arasında -bendeniz- Zafer Yalçınpınar’la yapılan söyleşilerin tümüne https://zaferyalcinpinar.com/dilinkemigi.html adresinden ualaşabilirsiniz. Ayrıca işbu söyleşileri daha derli-toplu olarak, yani bir pdf dosyası biçeminde https://zaferyalcinpinar.com/dilinkemigiyoktur.pdf adresinden de indirebilirsiniz.

Mar
28
2011
0

Türk Sinemasında Konuşmalar Üzerine Bazı Aykırı Notlar (Onat Kutlar)

Yeni Sinema’nın Ağustos 1967 tarihli 9. sayısında yer alan “Türk Sinemasında Konuşmalar Üzerine Bazı Aykırı Notlar” adlı eleştiri yazısının tam metnine https://zaferyalcinpinar.com/turksinemasikonusmalar.jpg adresinden ulaşabilirsiniz. Yazıyı Onat Kutlar kaleme almış…

“İstanbul’un Kızları” adlı filmden bir sahne… (1964)
(Yapımcı-Yönetmen: Halit Refiğ)

Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yer alan tüm Onat Kutlar ilgilerine https://zaferyalcinpinar.com/blog/?s=Onat+Kutlar adresinden ulaşabilirsiniz.

Mar
27
2011
0

Söyleşi: Tiyatro, Sinema ve Resim İlişkileri(1967)

Sinematek’in çıkardığı “Yeni Sinema” adlı derginin Haziran 1967 tarihli 7. sayısı, sinema ile diğer sanat dalları arasındaki ilişkileri inceleyen özel bir dosyaya ayrılmış. Dosyada tiyatro, sinema ve resim sanatı arasındaki ilişki, Onat Kutlar, Sezer Tansuğ, Özer Kabaş, Ömer Uluç ve Yılmaz Zenger’in katıldığı bir yuvarlak masa oturumu aracılığıyla incelenmiş. Bu yuvarlak masa söyleşisinin tam metnine https://zaferyalcinpinar.com/tiyatroresim.jpg adresinden ulaşabilirsiniz.

Mar
22
2011
0

E-Kitap: Bakmak (İlhan Berk)

Son olarak, İlhan Berk tarafından kaleme alınan “Türk Şiirinin Yapısına Bakmak” adlı uzun inceleme yazısının II. ve III. bölümü Bakmak‘a eklendi. (“Bakmak” adlı e-kitapta toparladığım İlhan Berk yazılarının tam listesi aşağıdadır.)

1962-65 ve 1975-1977 yılları arasında “Yeni Ufuklar” ile “Milliyet Sanat” adlı dergilerde yayımlanan bu inceleme yazılarının bütününü, imgelem, şiir dili, dize tekniği, doğu-batı şiiri gibi konular kapsamında çok değerli, İlhan Berk’in kendi poetikasına ilişkin ayrıntılı açıklamaları kapsamında ise örneklerle dolu ve aydınlatıcı bir derleme olarak görüyorum. Ayrıca, İkinci Yeni şiir akımının 1950’den günümüze uzanan imgesel yaklaşımındaki kökenleri, getirdiği yenilikleri ve oluşturduğu poetikanın gerekçelerini de İlhan Berk’in bu güçlü inceleme yazıları aracılığıyla kavrıyoruz.

Kitabın tamamına https://zaferyalcinpinar.com/ilhanberkbakmak.pdf adresinden PDF biçeminde ulaşabilirsiniz. (60 Mb.)

Mar
17
2011
3

E-Kitap: BAKMAK (İlhan Berk)

İlhan Berk
“BAKMAK”

Dergilerdeki Yazıları (1962-65 ve 1975-77)

Hazırlayan: Zafer Yalçınpınar
Mart 2011

indir
(PDF/60 Mb.)
Güncelleme Tarihi: 22 Mart 2011

Mar
15
2011
0

Zygiella Notata /2

“zygiella notata” adlı sıkı fanzinin ikinci sayısı yayımlandı.
Fanzinle ilgili bilgilere https://zygiellanotata.tumblr.com adresinden ulaşabilirsiniz.

 

Mar
11
2011
0

Mustafa Irgat ve Ece Ayhan

Mustafa Irgat ve Ece Ayhan
Fotoğraf: Doğan Kemancı
Evvel Fanzin’e ulaştıran: Eren Barış
Ayrıca bkz: Ece Ayhan Efemeraları

Evvel Fanzin’in omuzdaşlarından Metin Kızılcalıoğlu -eksik olmasın- 1993’de Ece Ayhan ile Mustafa Irgat tarafından gerçekleştirilen kısa bir söyleşinin pdf biçemini bize iletti. Söyleşi, önce Cumhuriyet Gazetesi’nde ardından da Ece Ayhan’ın YKY’den çıkan “Aynalı Denemeler” adlı kitabında yayımlanmış. (Zaten bu kitabı yayıma hazırlayan da Mustafa Irgat’tır.) Evvel Fanzin’in Ece Ayhan ilgileri kapsamına giren bu söyleşiye https://zaferyalcinpinar.com/siirimizkaradirabiler.pdf adresinden ulaşabilirsiniz.

Hamiş: Metin Kızılcalıoğlu uzun zamandır Mustafa Irgat’a ilişkin bazı yazı, efemera ve eserlerin derlendiği arşiv çalışmasını içeren https://mustafairgat.blogspot.com adresini bana işaret edip edip duruyor. Haklı aslında… İçerisinde şahsen sevmediğim birçok zevatın yazısı, fikri, atıp tutması filan bulunmasına rağmen Mustafa Irgat üzerine hazırlanan bu siteye, arşive ve araştırmaya verilen emeği çokça önemsediğimi bildiririm. (Zy)

Mar
10
2011
0

2011’de Yerli Edebiyat

Karga Mecmua, Mart-Nisan 2011’de (47. ve 48. sayılarında) dosya konusu olarak “Yerli” üstbaşlığını  işliyor. Dosya kapsamında edebiyat, sinema, müzik, tiyatro ve çağdaş sanatlardaki “yerli” söylemini analiz etmeye çalışıyor. Karga Mecmua’nın Mart 2011 tarihli 47. sayısında yayımlanan “Yerli Edebiyat” soruşturmasına verdiğim cevaplar aşağıdadır:

Karga Mecmua: “Yerli” edebiyat denince aklınıza ne geliyor?

Zafer Yalçınpınar: Aklıma “yetiştiği, yeşerdiği dile özgü, yetiştiği dilin zihinselliğiyle ve bileşenleriyle olgunlaşmış, yaşamın imgesel imkânlarını, bütünlüğünü, coşkusunu, umudunu, şiirselliğini, mücadelesini ve insani hakikatini kısacası her şeyi, ama her şeyi yetiştiği dilde -yani yetiştiği yerde- arayan” bir edebiyat geliyor. Sonra da -nedense- tüm bunlar birden aklımdan uçup gidiyor. Hepsi bir yanılsamaymış, geçersizmiş ya da geçersizleşecekmiş gibi bir düşünce eşliğinde karamsarlığa kapılıyorum.

K.M.: Son 10 yılda “yerli” edebiyatta genel eğilimlerden bahsedebilir miyiz?

Z.Y.: Önce fotoğrafın geneline bir baykuş bakışı atalım ve neler var görelim…
Yeni Kapitalizm kültürüne eklemlenmeye ve kendini küresel pazarda alınıp satılan bir tüketim unsuru haline getirmeye çalışan, bu yönde mağazalaşan yerli(!?) edebiyat var; bu bir. Sivilleşmeye, sıkılaşmaya, sürüden çıkmaya, bağımsızlığını güçlendirmeye ve eşyadan çok insana benzemeye çalışan bir yerli edebiyat var; bu iki. Sosyal ve kültürel politikalar yoluyla toplumu (aslında topluluğu) yönlendirenlerin pompaladığı, belediyecilik araç ve gereçleriyle mankenleşen, bütçelenen, naz yapan, gerdan kıran bir yerli edebiyat var; bu üç. Yeni Sinsiyet Tipolojisi’nin “biz” söylemleriyle cehalet alanını kalabalıklaştıran bir yerli edebiyat var; bu da dört. Birinci ve dördüncü tipolojinin niceliksel üstünlüğü ve kalabalığı aşikâr… Niteliksel olarak ise ikinci tipolojinin üstünlüğü, yalnızlığı, biricikliği aşikâr… Genel eğilimi, sanırım, niceliksel üstünlüğü olan birinci ve dördüncü tipoloji belirliyor. “Hileli bir demokrasi” gereği olarak filan… Bununla birlikte, bir “bezdiri” şeklini aldığından beri genel eğilimleri fazlaca umursamıyorum.

K.M.: “Yerli” kitap endüstrisinde bir gelişme var mı? Varsa gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Z.Y.: Sorunun çapı gereği, olsa olsa, endüstriyel gelişmeler vardır. Standartlaşma, azamileştirme, merkezileştirme filan… Bunların kahrediciliğinden “üçüncü dalga” konulu mecmuada bahsetmiştim. Şimdi, bir kez daha yüzleştirme beni bunlarla… Zaten her gün -belirli oranlarda- böylesi bir endüst-realite’ye maruz kalıyorum.

K.M.: “Yerli” edebiyat dışarıda nasıl algılanıyor?

Z.Y.: Başta ortaya koyduğum tipolojiler kapsamında cevap vermeye çalışayım. Birinci ve dördüncü tipoloji batıda “gelişmeye-kullanıma açık” olarak algılanıyor, doğuda nasıl algılanıyordur, bilmiyorum. Üçücü tipoloji batıda “otantik ve zayıf”, doğuda ise “batıcıl ve zayıf” olarak algılanıyor. İkinci tipolojinin ise dışarıda algılandığını düşünmüyorum.

K.M.: Türkiye’de hem sanatçı hem de okuyucu kitlenin popülerlik anlayışını nasıl buluyorsunuz?

Z.Y.: Bu meseleye “gerçeklik terörü” üzerinden bakmak gerekiyor… Bu bir “gösteri arzı ile seyirci talebi dengesi” meselesi oldu artık… Podyum, mikrofon, alkış, eyyam heveslileri ve böyle şeylere meraklıların sayısı arttı. Birisi -hiç düşünmeden- podyuma çıkar ve beline “Ben dünya güzeliyim” yazan bir kuşak takarak türlü pozlar verir. İzleyenler de -gene hiç düşünmeden- podyumdakini alkışa boğar. Ertesi gün bir komşunuz diğerine şöyle fısıldıyordur: “Dünkü dünya güzelini gördün mü… Ne harika şeydi!” Sonuçta, zihinselliğin zayıfladığı her yerde “popülerlik” güç kazanır. Aslında, popülerliğin spot ışıklarının altında gerçek bir “aydınlanma” yoktur. Koşutluğu devam ettirirsek, “komşu-okuyucu” okuduğundan aydınlanamaz haldedir ve bunun da farkında değildir.

Karga Mecmua, Mart 2011, Sayı:47

Mar
10
2011
2

“2010 Şiir Yıllığı” ve geç kalanların geyiği…

Bugünkü -10 Mart 2011 tarihli- Cumhuriyet Gazetesi’nin kültür-sanat sayfalarında 12 isim tarafından kaleme alınmış bir bildiriden bahsediliyor. Bildiride, YKY tarafından yayımlanan 2010 şiir yıllığına ve yıllığı hazırlayan Baki Asiltürk’e yönelik ağır eleştiriler, kınamalar filan dile getirilmiş. Baki Asiltürk’ün yıllığa girecek isim/şiir seçiminde önyargılı ve yanlı olduğu vurgulanmış.

Bildiriyi kaleme alan bu 12 isme hak veriyorum ancak, şimdi, yüksek sesle sormak lazım; bu 12 ismin aklı, beş senedir neredeydi? Bazı kifayetsiz muhterisler ve mutat zevatlar beş senedir sıkı/sahici şiiri yok sayarken, sahici şairlere “sessizlik suikastı” uygularken, biz zamanında (3 sene evvel) çeşitli platformlarda işbu haksızlığı bas bas bağırırken, bu kapsamda yıpratıcı mücadeleler verirken, Yeni Sinsiyet Tipolojisi’nin nemalanıcıları beş sene boyunca yavaş yavaş (tenceredeki kurbağa misali) Türk Şiiri’ni ele geçirmeye başlarken bu 12 ismin aklı neredeydi? Televizyon mu izliyorlardı, pazara mı gitmişlerdi… Yoksa sendikacılık, dernekçilik, yayıncılık filan mı oynuyorlardı?

Bu 12 isim, Baki Asiltürk’ün ve 2004 sonrasındaki YKY şiir çevresinin ne olduğunu, kimlerden oluştuğunu bilmiyorlar mıydı? Yıllık denen şeyin  “minik sahtekârların büyük seçkisi”ne dönüştüğünü bilmiyorlar mıydı? Zamanında Orhan Alkaya’nın, Engin Turgut’un filan başına gelenleri, yıllığa alınmayışına kızan Engit Turgut’a Baki paşanın verdiği o “arsız” cevabı filan hatırlamıyorlar mı? Neden “şimdi” akıllarına geliyor Baki Asiltürk’ü kınamak? Bu soruların cevabı basittir: Çünkü sıra bu 12 isme geldi. Anlaşılan, Baki Asiltürk bu 12 ismin bazılarını 2010 şiir yıllığında es geçmiş ya da gelecekteki yıllıklarda es geçeceğinin belirtilerini göstermiş olacak ki ancak şimdilerde sesi çıkmaya başlıyor bu 12 ismin… Böyledir bu işler, defalarca söyledik; “Susma, çünkü sustukça sıra sana gelecek!”

Bu “Şiir Yıllığı” konusu artık bir “geyik” oldu. Her sene aynı şeyleri ifade etmekten çok sıkıldım. Ama, sanırım, birilerinin şiir yıllığı işindeki gerçek amacı kavrayabilmesi için benim çeşitli tekrarlamaları yapmam gerekiyor; 5 Mart 2010’da kaleme aldığım “Yıllık Geyiği” adlı yazıya https://zaferyalcinpinar.com/i20.html adresinden ulaşabilirsiniz.

Zy

Mar
09
2011
1

1965: “Üç Örnek Ozan” ve “Türk Şiirinin Yapısına Bakmak” (İlhan Berk)


Fotoğraf: Z. Üçüncü

Daha önce, Yeni Ufuklar’ın Aralık 1964’te yayımlanan 151. sayısında İlhan Berk tarafından kaleme alınan “Türk Şiirine Bakmak” adlı incelemeyi Evvel Fanzin kapsamında paylaşmıştım. Geçenlerde, Yeni Ufuklar’ın diğer sayılarını tararken İlhan Berk’in başka inceleme yazılarıyla da karşılaştım. Derginin Ocak 1965 tarihli 152. sayısında yer alan “Üç Örnek Ozan” ile Mart 1965 tarihli 154. sayısındaki “Türk Şiirinin Yapısına Bakmak” başlıklı yazıları, İlhan Berk’in kaleminden çıkmış oldukça teknik ve önemli incelemeler olarak görüyorum. (Bilebildiğim kadarıyla bu yazılar İlhan Berk’in kitaplarında yer almamış…) Bu üç yazıyı bir arada düşündüğümüzde, İlhan Berk’in doğu-batı karşıtlığı eksenindeki şiirsel alanı kavrayışı ile Yunus Emre, Yahya Kemal, Ahmet Haşim ve Nâzım Hikmet gibi şairleri ele alış biçiminin hâlâ geçerli, tutarlı ve ilginç olduğunu görürsünüz. Ve bir anlamda, titrersiniz.
İlhan Berk’in 1964-65 yıllarında Yeni Ufuklar’da yayımlanan bu üç yazısına aşağıdaki adreslerden ulaşabilirsiniz;

Türk Şiirine Bakmak: https://zaferyalcinpinar.com/turksiirinebakmak.jpg
Üç Örnek Ozan: https://zaferyalcinpinar.com/ucornekozan.jpg
Türk Şiirinin Yapısına Bakmak: https://zaferyalcinpinar.com/yapiyabakmak.jpg

 

Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan İlhan Berk ilgilerinin tümüne https://zaferyalcinpinar.com/blog/?tag=ilhan-berk adresinden ulaşabilirsiniz.

Mar
07
2011
0

Yer6 Hafıza, kazınmaya devam ediyor.

Yer6 Hafıza projesi hakkında ayrıntılı bilgiye https://www.facebook.com/group.php?gid=131332936905489 ya da https://yer6hafiza.blogspot.com/ adreslerinden ulaşabilirsiniz. Proje kapsamında gerçekleştirilen Açık Radyo/Açık Dergi söyleşilerini de https://www.acikradyo.com.tr/i/rss/Yeralti_Hafiza.xml adresinden takip edebilirsiz.

Ayrıca bkz: https://www.birgun.net/culture_index.php?news_code=1291129118&day=30&month=11&year=2010

Mar
04
2011
0

Yeni Türk Şiiri (1953-1958) ve Yeni Şiirimiz (1960)

Hüseyin Karakan’ın “Yeniler” adlı antolojisinde yer alan bazı özgeçmişleri Evvel Fanzin ilgileri kapsamında paylaştıktan sonra, aşağı yukarı aynı dönemde yayımlanan diğer antolojileri de özgeçmiş/biyografi ekseninde incelemeye karar verdim.  Yeditepe Yayınları tarafından 1953-1958 yılları arasında yayımlanan ve yayımlandığı dönemde oldukça önemli bir çalışma olarak kabul edilen iki ciltlik “Yeni Türk Şiiri” adlı antoloji çok ilginç… 1953-1956 tarihleri arasında hazırlanan antolojinin ilk cildinde yer alan şiirler, Yeditepe Dergisi’nin okuyucularının reyleriyle belirlenmiş. 1956-1958 yılları arasında hazırlanan ikinci ciltte ise -nedense- böyle bir yöntem kullanılmamış.  Antolojideki şair biyografilerini Ünal Tekinalp kaleme almış.

“Yeni Türk Şiiri” adlı antolojide yer alan  İlhan Berk, Oktay Rifat ve Turgut Uyar biyografilerine https://zaferyalcinpinar.com/yeniturksiiri1953.jpg adresinden ulaşabilirsiniz.

Aynı dönemde yayımlanan bir başka antoloji ise Sabahattin Batur’un hazırladığı “Yeni Şiirimiz”… 1960 yılında Varlık Yayınevi tarafından yayımlanan antolojideki N. İlhan Berk, Oktay Rifat ve Turgut Uyar’ın kısa biyografilerine https://zaferyalcinpinar.com/yenisiirimiz1960.jpg adresinden ulaşabilirsiniz.

Zy

Hamiş: Her iki antolojide de Ece Ayhan’ın yer almamasını -gene- garipsiyorum.

Powered by WordPress | Theme: Aeros 2.0 by TheBuckmaker.com