Bkz: https://saltonline.org/img/pdf
/Ocak1976_Eylul1980_Kultur_Sanat_Sayfalarinda_Gundem_scrd.pdf
*
30 Eylül 1972 tarihinde “Yeni Ortam” adlı neşriyatta yayımlanan ve Pakize Kutlu tarafından gerçekleştirilen röportaja https://www.edebiyathaber.net/oguz-atayla-tutunamayanlar-uzerine/ adresinden ulaşabilirsiniz.
Yaz aylarının sonunda Gezi’ci ve sağlam şair Tekin Deniz‘le dertleşmiştik. Dertleştikçe, baktık, ortaya iyi bir şeyler çıkmış ve hakikate fazlaca temas ediyoruz. Böylelikle, işbu dertleşmemizi, “Edebiyat ve İktidar” dosya konusuyla birlikte yayın hayatına yeni başlayacak olan “Monograf” adlı dergiye -nedense, itibar ederek- gönderdik. Bu gönderimizin üzerinden yaklaşık 2 ay sonra Monograf Dergisi Yayın Kurulu’ndan bir mektup geldi. Mektupta, yayın kurulunun söyleşimizin yayımlanması konusunda “fikir birliği” sağlayamadığı (sayılayamadığı) falan belirtilmiş. Üzülmedik; zaten üç aşağı beş yukarı, durumu tahmin ediyorduk, bekliyorduk. Sonuçta, Tekin Deniz’le gerçekleştirdiğimiz dertleşmemizi EVVEL sularında takipçisine sunuyoruz.
Zafer Yalçınpınar: Şiirin “ne olduğu”, bugünlerde, bence, devâsa yanlış bir soru olarak -maveraünnehir nereye dökülür, yanlış sorusunun tarihsel negatifi gibi- sürekli karşımıza çıkıyor… Sorulması gereken yegâne soru “Şiir nerdedir?” meselesi -bulutsu bir mesele- olmalıydı. Ama olmadı. Her neyse… Şimdi, garip bir tipoloji ile karşı karşıyayız: Yeni sinsiyet, samimiyetsizliğinin zulümünü gizlemek için şiirle temizlenmeye, yarattığı mezalim ortamını imgesel olarak “çiçekli, hoşgörülü bir huzur bahçesi”ymiş gibi imgelemeye çalışıyor. Oysaki genel olarak baktığımızda, bir tür “söylemler çöplüğü”nün içerisinde yüzdüğümüzü fark ediyoruz; “hakikat” ve “sahi”den çok uzakta, menfi gaddarlığın örümlü yalanlarıyla kuşatılmış gibiyiz. Geçenlerdeki bir konuşmamızda “şiirde ya da şiirle sergilenen şirinlikten nefret ediyorum!” demiştin. Şiirin yüceliğini oyuncaklaştırıyorlar sanki, ne dersin? Anlat biraz…
Tekin Deniz: Bundan 7 yıl kadar önce, Beyoğlu’nun meşhur sahaf dükkânlarından Narteks’in sahibi Sıtkı abi ile bu konuyu konuşmuştuk. Daha o günlerde çeviriler olsun, şiirlerdeki, öykülerdeki, romanlardaki işgaliye ortamı olsun, nasıl bir yağma ile karşı karşıya olduğumuzu anlatmıştı. Gelen bu büyük karanlık, kendisinden önce kadrolu bir düşüncesizlik ve kolaycılık ortamı hazırladı. Yani o günlerde de böyle görünüyordu. Senin sürekli dillendirdiğin gibi; yavaş yavaş, sessizce, tam bir “sinsiyetçilikle” odalarımıza, evlerimize, kafalarımızın içine kadar sızdılar. Kendi kavramlarını, kendi imgelerini, kendi sözcüklerini, türlü vaatler ile yanlarında tuttukları kalemşörlerin ve okuyucuların ağızlarına tıkadılar. İşte böyle böyle şiirin kaynak sularına zehirli atıklarını döktüler. Kendilerine; memur apoletli şairler? ve aydınlar? tuttular. Şiirin, salt şirinlik gösterisi olduğu düşüncesi bile mide bulandırıcı bir şey. Benim için onun yüceliği -hiçkimsesizliğindedir-. O, bir yere veya bir şeye ait değildir. Şayet onu bir güce zimmetler, karanlığın üzerine perde vazifesi olsun diye eşyalaştırırsak, yaşamın öz değerlerine ihanet etmiş oluruz. Bana göre şiirin kendisi alkışlanmayı hak etmiyor. Zaten onun vazifesi bu değildir. Aksine, tam karşıda durmalı, çoğulculuğu ve gerçek anlamda bireyin sesini duyurabilmek için en dibe dalıp boğulmakta ve boğazlanmakta olan öz fikirleri kurtarmalıdır. Velhasıl kelam, şiir nerededir? diye soracak olursak; bence tam karşıdadır, en karşıdadır… Benim şairim, işte tam olarak bu karşıtlığın içinden çıkan özgün kişidir. Ben ondan elbette gerçek anlamda dilin yapısını zorlayacak yeni fikirler, yeni biçimler okumak istiyorum. Milyarlarca farklı kombinasyondan oluşan koca bir evrene sadece tek bir pencereden bakamayız, bakmamalıyız. Sen nasıl düşünüyorsun bilmiyorum ama bence söz konusu tipolijnin ortadan kalkabilmesi için bu işe gönül verenlerin vahşi bir şekilde manipüle edilen toplum zihnine soluk aldıracak taze eserler ortaya koyması gerekiyor.
Z.Y.: Benim kafama göre, yaşamın öz değerlerinde -o ‘taze’ dediğin ‘om’ noktasında- ya da sahici insanların fikirlerinin özünde, “tek hamlede, sade ve apansız” olarak şiir vardır, diyebiliriz. Arı-duru niteliksel bir varoluş biçimini -tabiî, ya da, ‘yokoluş biçimi’ni- yaygınlaştırmamız gerekiyor sanki. Burada bahsettiğim ‘duruluk’, renksizlik ya da ‘tek renk’ yan-anlamlarını taşımamalı; yani, bir tür “endüstri dışı” konumu imlemeye çalışıyorum ‘duruluk’ derken… Bahsettiğin olumsuzlukların kökeninde rekabetçi ve endüstriyel kafayı buluruz her seferinde; ‘satışa sunulacak endüstriyel bir çıktı’ için her şeyi istismar eden, yıkmaya, kırmaya ve eritmeye hazır, karıştıran, kesen biçen, hesaplayan, harcayan, atıklarla ve cürufla dolu ve hararetli bir haddehane gibi… Örneğin, bazı sosyolojik kavramların birer istismar unsuru olarak nasıl kullanıldığını veya ergitildiğini gördük, 2000’lerin başından bu yana… Tıpkı, sosyolojinin ‘toplum mühendisliği’ salvolarına dönüşmesi/ergitilmesi gibi, şiirin de bir ‘söz-söylem mühendisliği’ uygulama alanına dönüşmesi/harcanması riski var. “Töz ya da içerik yitimi” diyebiliriz buna, bir tür yalan sanki… Yani, şiir öyle olmalı ki daha önce dile getirilemeyen bir imgesel alanı okuyucusuna sezdirebilmeli… Evet, şiir en karşıdadır, hiçkimsesizliktedir, bence de öyle, ama ne bileyim, hiçbir zaman “ithaka”yı -ufukta bir karaltı olarak bile- göremeyecek miyiz? Umut yok mu hiç? Ya da işte, umut, nerdedir?
T.D.: Aklıma hep aynı soru geliyor… “Doğruluk, eğilip bükülebilecek bir şey midir?” Bu mesele aslında Türkiye’nin genel sorunu… Halk ve onu yöneten sistem arasında çok ama çok uzunca bir zamandır büyük ve tek yönlü bir algı savaşı var. En basit örnekleri herhalde marketlerde karşımıza çıkıyor; “bir paket sana yağı verir misiniz?” diyor hanım teyze oysa onun adı “margarin”. Bizlere hergün yüzü boyalı kargalar satıyorlar.Yavaş yavaş zihinler istila edilmiş, kitleler papağanlaştırılmış, düşünceler dizayn edilmiş. Ve ne acıdır ki bu yeni sistemin temel araçları olarak bizim şu “büyük?!” kalem erbapları kullanılıyor. Maalesef bizde düşünür tayfaları denen sözde “aydın” gruplar,bir zaman sonra karşıtları oldukları şeyin ta kendisi olmaya başlıyorlar. Velhasıl kelâm, elimizde mutlak bir karşıtlık olmadığı için şu aşamada sadece onun fikrinden söz edebiliriz. Söylemek istediğim şey aslında; -karşıtlığın diyalektiğidir- Bu yapı,sürekli sarmal bir döngü halinde ilerliyor. Bizim yapmamız gereken bu dönüşümler esnasında farklı ve doğru açıları yakalayıp kelimenin içeriğine yeni ve sağlam tuğlalar taşımaktır. Elbette bu tuğlalardan evvelâ bir duvar örülecek ama bu duvarlar: sınırları ayıran,ülkeleri bölen faşizan duvarlar olmayacak. Aksine, tıpkı içinde yaşadığımız odalar gibi, odaları var eden, oluşturan “ev kuran” bir çeşit duvarlar bütünü olmalı. Bu duvarlara şimdilik “gri” birer fikir değil de “genel geçer doğrular” olarak bakmalıyız. Sosyolojiyi, edebiyatı, mimari’yi bazı kalıplara döküp kendilerine -mutlak ve değişmez yasalar icat edenler- bir zaman sonra eski itibarlarını korumak için elbette o mevkilerin ağaları, derebeyleri, paşaları, lordları olurlar. Bence kötülük sürekli açı değiştiriyor Kendine yeni mevziler kazıyor. Belki de işte tam da bu yüzden daha fazla soru sormalıyız? “-Şiiri ve sanat üretimini bir çeşit gıda olarak düşüneceksek eğer onun da diğer bütün doğal besinler gibi görevini tamamladıktan sonra tabiatta çözünüp yok olması gerekmez mi?” Bazı kelimelerin ve fikirlerin daha dayanıklı ve daha uzun ömürlü olmaları için kimyalarına karıştırılan yapay müdahaleler onları daha fazla ayakta tutsa da özlerini yitirmelerine neden olmaz mı?
Bence hiçbir sanat eseri yok olmaktan korkmamalıdır.Yine aynı şekilde senin de bahsettiğin gibi sadece “metalaşmak için” endüstriel bir çıktıya da dönüşmemelidir. Şiir yazmaya yeltenen kişi bana göre kendinde tanrılık iddiası güder: O tanrı öyle bir tanrıdır ki; derinlerde hissettiği sonsuz hazzı,sonsuz acıyı,sonsuz empatiyi ötekiyle bölüşmezse bir zaman sonra yok olur. İşte bana göre adına; “umut” dediğimiz şey de -bu düşünen, hisseden, yeni ve eşsiz- insanın kendi öz değerlerini anlayıp varlığını evrenle bölüştüğü noktada açığa çıkacak.Z.Y.: Söylediklerine nazaran şöyle düşünüyorum: senin zihnindeki şiir, “art brut” yaklaşımına yakınsayan, bir tür “kültür kompradorloğu karşıtlığı” diyebileceğim özel bir “duruş”la, böylesi bir “mücadele arayış”la -bunu diyalektiğe verdiğin değere istinaden söyledim- biçimleniyor. Peki ya mezarlaşmış dergilerin editörleri? Edebiyat kâhyaları? Ya da ne bileyim, şu cüruflaşmış yazı-çizi ortalığı, ortalaması hakkında ne düşüyorsun? Artık, “mevhumlaşmış” diyebileceğim “şiir kitabı, yarışması” piyasası hakkında neler diyeceksin? Şiirin iktisadını yaratmaya çalışan muhterisler, bu işi neden beceremediler, beceremiyorlar? Neden ve nasıl sıkı şiir hep bu tipolojinin dışında kalarak –üstelik tüm zamanlarda, geçmişte, gelecekte- kendi imgelemini oluşturur?
T.D.: Maalesef bizim ülkemizde sanat hâlâ bir tür salon eğlencesi… Her yıl düzenli olarak düğün salonları tutuluyor, halaylar çekiliyor, yerel nobeller dağıtılıyor, ödüller veriliyor ve hep aynı birileri “bestseller” oluyor. İktisadi gücü elinde bulunduranlar üretim ve tüketim ilişkilerini kafalarına göre tasarlarken, kurdukları yeni düzenin anlamsal ve kavramsal alt yapısını sağlamlaştırmak için kültürel değerlerin yanında; edebiyata, mimariye, müziğe, velhasıl insan zihnini manipüle edecek her alana el atıyorlar. İşte tam da bu noktada düzen kurucuların ellerinin hemen altında gezen,onların ağzının içine bakan bazı büyük fikir adamları? görüyoruz. Bu tipler aslında edebiyat kâhyalığından çok bir tür morg masası vazifesi görüyorlar.Editörlüklerini yaptıkları sistem ağzı konuşan yayın organları ise işte bu söz konusu cesedin çoktan iflas etmiş, kokuşmuş uzuvlarından başka bir şey değil. Şairin özel olmasından anladığım şey; -kendine has hatalarının olmasıdır! Ben bunu bir türlü anlayamıyorum; bozukluklardan, boşluklardan, eğriliklerden, sakarlıklardan, unutkanlıklardan neden çıldırasıya korkuyoruz? Sürüklendiğimiz bu büyük koşturmaca bizi öldürüp, insanlığımızdan hızla uzaklaştırıyor. Yaşlanan insanlar göremiyoruz artık. Utanç yitirilmiş. Duvarlar kalınlaşmış. Şiir ve insan birer yarış atı değildir ki! Onların varlıkları üzerine bahislere girip, genel veya gündelik çıkarlar uğruna yarıştıramazsınız.Bazı büyük gazetelerde köşeniz olabilir,canlı yayınların müdavimlerinden de olabilirsiniz ama bu size ücretli birer papağan olma hakkını vermez. Sıkı şiir, öz şiirdir. Aptallar bunu yalnızca ucuz bir şekilde taklit edebilirler. Dayınız bakan olabilir, milletvekili olabilir, filanca şirketin patronu olabilir ama bir Rembrant tablosu, bir İlhan Koman heykeli, bir Sait Faik öyküsü yazabilmek için torpilden daha fazlasına ihtiyacınız var. İnsan ruhu dediğimiz preslenmiş duyu bütünlüğü henüz fabrikalarda üretilemediği,plastikleştirilemediği için onlar hep yeniliyorlar. Çünkü atladıkları çok büyük bir olgu var! – İnsan! Onu doymazlıkları ile çiğnedikleri ve yakut yüklü fildişi kulelerinden aşağılara kibirle baktıkları sürece hep aynı hezimeti yaşayacaklar ve doğa tarafından asla gerçek bir saygı göremeyecekler… İşte onlar tam da bu yüzden öz olarak her zaman yenilecekler.
Z.Y.: Şimdi ben, son beş yıldır edebiyat iktidarında, edebiyattan ya da edebiyatın isterlerinden çok daha yaygın bir oranda “retorik arsızlığı” ve “yeni sinsiyet” tipolojisi görüyorum. İktidar, enstrümanlarını çok basit yemlerle tasarlıyor… Hemen hemen tüm yemler, saygınlık cukkalamak üzerine kurulu: Editör olmayan editörleri çeşitli “menfi ve müstahkem mevkilere” oturtmak, turşu kurar gibi şiir antolojisi kurmak, içsiz söyleşiler ve turizmleşmiş, belediyeleşmiş edebiyat etkinlikleri, yarışma jüriciliği, istismarcı fason yayınevleri, şiir günleri filan… Sence, ne olacak bu “organize işler”in ve “oligarşik yaklaşımlar”ın sonu? Açıkça soruyorum… Bu istismar ve kandırmaca nereye kadar sürecek… Bu işleri “sürdürülebilir” kılmak için ne yapacaklar?
T.D.: Bizim ülkemizdeki edebiyat iktidarlıkları, kâhyalıkları, ağalıkları, beylikleri; küresel düzen kurucuların son derece yalakalaşmış eğri büğrü gölgelerinden başka bir şeye benzemiyor. Edebiyat dediğimiz bu ağrı her ne hikmetse çoğunlukla iktisadi bir olay halinde ilerliyor. Arz talep dengeleri sürekli değişiyor. Sağ olsun, fırsat buldukça devletimiz müdahale ediyor. 1980’den bu yana olduğu gibi aşırı orantısız resesyonlara giriyor,devalüasyona uğruyor, ucuzluyor, ayağa düşüyor, perişan oluyor, tekme üstüne tekme yiyor… Oyun kurucular; sinemayı, mimariyi, okulları, aileleri, iş yerlerini, gazeteleri kendi beyin yıkayıcı medyaları olarak kullandıkları gibi şiiri de öyküyü de romanı da bu basın yayın ortaklığı içerisine çekiyorlar. Chomsky buna; “rızanın imalatı” diyordu. Duyusal, görsel, imgesel alandaki bütün “şeyleri” yeniden kurgulayıp istedikleri ağızları istedikleri açılarda oynatıyorlar ve bütün bir toplumun gözlerine perde çekiyorlar. “Üst tabaka” aydınlarımızı? da kendi biçimlendirdikleri “Bienal” ler ile Bienalus’lar ile güdüyorlar.Senin “yeni sinsiyet” dediğin karanlık, benim için; güvercin biçimli kötülüğün ta kendisidir! Tıpkı bir halay takımı gibi işte! İçlerinden en yaşlısının, en güngörmüşünün eline bir mendil sıkıştırdın mı oldu sana söylevcik imparatorluğu, retorik arsızlığı. Sal bunları meydanlara, alanlara, televizyonlara, dergilere, gazetelere senin ulu orta söyleyemediğin bütün o şeylerin zihinsel alt yapısını kurgulasınlar,iktidarın baskın dilini yaysınlar.Sormadan edemiyor ki insan; “kadrolu bir bilgelik anlayışı olabilir mi acaba? Memuriyete dayalı bir ululuk, yücelik vs? Acaba bu basın – yayın organlarının ve kültürel dilin yönlendiricisi konumundaki yerlerin müstahkem mevkilerine kimler? Ne şekilde? Kimlerin aracılığı ile? Ne vasıfla getirilmişlerdir? Sadece kuru kuruya “anıcılık” oynamak edebiyat otoritesi yapar mı kişiyi? Kurulu düzenle yatağa giren bir “kelime dizici” sabah uyandığında dolaptan hangi harfi çıkartıp, hangi “satılık” tabelasının üzerine asar acaba o çöpten bedenini?” İşte durum maalesef böyle. Birileri bir şekilde bir yerlere getirtilip kuklalaştırılmış. Bazı yeni yetme ahmaklar da onların bu kötücül gölgelerini yazık -gün ışığı zannediyorlar- Oysa bu “organize işlere” – “oligarşik yaklaşımlara” bel bağlayıp kendilerine makam mevki biçenler, oturdukları zeminin ne kadar hassas olduğunu bilmiyorlar. Ya da içine düştükleri açlık ve ruhsuzluk gözlerini o kadar kör etmiş ki; belediye yazarlığı yapmaya devam edip kişisel ilişkileri aracılığı ile poz kesmeye devam ediyorlar. Oysa bu üst yapı, yani, onları oralara getirenler değiştiğinde bu oyuncak düzenin oyuncak kadroları da giderler. En nihayetinde çok sayın kalem erbaplarımız bundan böyle gittikleri her yerde (daha önce takındıkları dile ve duruşa göre);vatan haini, yobaz, şeriatçı, komünist ağızlarıyla kovalanırlar.Şayet bizler bugün gerçekten yeni bir şeyler yapacaksak eğer,böyle bir iddiamız varsa:bu tipleri iyi tanımalı,kapımızın önünü süpürmeli ve elimizden geldiğince insan onurunu el üstünde tutacak işler ortaya koymalıyız.
Z.Y.: Edebiyat geçmişin ve işbu geçmişinin -şu an yaşadıklarının da- öyle ya da böyle etkileyeceği edebiyat geleceğin üzerine neler düşünüyorsun, neler yaşadın, neler bekliyorsun, anlatsana biraz… Açık söyleyeyim; “sivil ve cevherli” bir şair olarak görüyorum seni; bir şiir kitabı bütünlemek ya da türevi hevesler içinde değilsin gibi geliyor bana…
T.D.: Benim edebiyat geçmişim, tanıdığım ilk kitap okuyan kişiye gider; -abime! Ucuz iş gücü olsun diye şehrin bir kenarına atılmış gecekondu mahallelerinden birinde yaşıyorduk. Abim de galiba o zamanlar mahallede üniversite okuyan tek kişiydi ve o üç odalı küçük gecekonduyu kitaplarla doldurmuştu. Elime geçen her şeyi okuyordum. Pekçok dergi ve ansiklopedi vardı elimin altında. Akranlarıma göre bu konuda oldukça şanslıydım yani. Belki anlıyordum o zamanlar belki de anlamıyordum okuduklarımı ama sanırım bütün bunlar içimdeki merakı ve hevesi tetiklemiş olmalıydı. Hiç şüphesiz Özal’lı yıllar hepimizin üzerinde derin ve onarılmaz izler bıraktı. Bende nasıl, ne şekilde bir iz bıraktı bütün bunlar, şu anda tam olarak ifade edemem ama hepsini içimde bir yerlere yüksek sesle not tuttuğumu söyleyebilirim. Edebiyat benim için; devletin elime tutuşturduğu o komik nüfus cüzdanındaki çeşitli hanelerin “gerçek” yerlerini bulmama,kim olduğumu, ne olduğumu, öğrenmeme yardım ediyordu. Bu yolculuk sırasında maalesef benimle aynı veya benzeri arayışlar içinde olan pek kimseye rastlamadım. Mesele zaten şiirden evvel doğru insanı bulmaktı. Hem kendinde, hem de yaşadığın dış dünyada. Amacım birilerini yargılamak değil ama bir şekilde çoğu başaramamıştı işte. Herkesi aynı şartlarla ve koşullarla yaşıyormuş gibi düşünüp yargılar gibi konuşmanın da karşısındayım. Onların zorlandıkları şeyin adı sanırım “birey” olabilmekti. (Bir insan, birey olmadan çağını duyumsayabilir mi?) Maalesef onlar; -sirkteki bir cambazın üzerinde durmaya çalıştığı o ince ipi şiir zannediyorlardı- Oysa bana göre şiir, cambazın ta kendisiydi. Onu o ince yolda ayakta tutan şey ise elinde tuttuğu o saçma, uzun sırık değil, en başından beri yine kendisiydi-kişiliğiydi. Edebiyat bir dil ve bir ses uğraşıdır bana göre. Onunla evrene seslenirsin. Çağını, kendini, yaşadığın “şeyleri” biçimlemek, anlaşılabilir, anlatılabilir kılmak istersin. Hem de bunu sen olarak; kendi öğrendiğin ve bildiğin haliyle yapmak istersin. -Şiirde aradığım şey bu işte! Görmek istediğim şey bu. Şu ana kadar herhangi bir dergiye yazı vs göndermedim. Kitap çalışmam da olmadı. Bunun çeşitli nedenleri var… Piyasadaki dergilerin ve yayın evlerinin çoğu tıpkı yukarıda anlattığım gibi birey olmayı bilmiyorlar. Eski bir alışkanlıkla, mevki kapmaca veyahut da kâhyalık gütme yarışındalar. Şu küçücük, kıç kadar yazın ortamımızda bile büyük bir at yarışı izliyoruz. Benim henüz kitap çıkarmamamın veya dergilere yazı göndermemenin belki de en önemli nedenlerinden biridir bu cevap; -Ben bir at değilim ağalar! Üzerime bahse girmeyin! Saçma bir şey yani, çok saçma. Üzerine pastel ve sulu boyalarla bazı anlamlar resmedip mahalle pazarında seni o görüntülerle satmaya, pazarlamaya çalışıyorlar. Kötü şiir yazabilirsin, kötü edebiyat da yapabilirsin. Kim bilir, belki de kötü şarkılar söyleyip, kötü küfürler de edebilirsin. Bunların hepsi bir şekilde halledilir. Bütün bu arızalara rağmen yeterince samimi ve dürüst olduğumuzda, elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalıştığımızda, insani değerlerimizle birlikte bir şekilde birgün hep beraber daha güzel şeyler üretebileceğimize inanıyorum… Fakat kendimizi kötülüğün avuçlarına bırakıp eşyalaştırırsak ve onun sağladığı o büyük konfora alışırsak – bununla başa çıkamayız. Artık özümüze dönmeliyiz, yani ilk defa insan olduğumuz yere -kendi öz hatalarımıza!
Z.Y.: Son olarak, ikinci yeni ve o taifenin yarattığı şiirsel alan derinliği hakkında sormak istiyorum. Sence ikinci yeni akımı bitti mi? İmgelemin Özgürleşmesi dediğimde aklına neler geliyor?
T.D.: Tek tipleştirilmiş insan yüzleri, insan sesleri ve insan kokuları içinde yaşıyoruz ama baktığımız hiçbir yerde o özgün-güzel insanı göremiyoruz. Daha doğduğumuz andan itibaren bize dümdüz bir dünya öğretmişler. Tarih kitapları, televizyonlar, gazeteler, basmakalıp fikirler, türlü dogmalar, mutlak tanımlamalar içinde yüzüyoruz. Bana göre ikinci yeni bize tam da burada okkalı bir yumruk attı. Annemizin her sabah özene bezene düzenlediği o odaya girip ortalığı altüst etti. (Bizim gibi erkekler çok iyi bilirler o dağınıklığı) Atonal bir sistematiği vardır o kargaşanın. Her şey ortalığa saçılmıştır. Yabancı birine göre burada aradığın şeyi bulmak çok zordur hatta odanın bu durumu saçma ve pistir. Gelgelelim o oda ve o yaşayış biçimi “sadece sana ait olduğu için” aranılan o nesneyi, o imgeyi, o duyguyu; “ellerinle fırlatmış gibi” kolaylıkla bulursun. Çünkü senindir orası. En başından beri senindir. Senin yaşayış biçimin ve senin oyun alanındır. Olumlu veya olumsuz; bireyliğin vurgulanması vardır burada. Benim için İkinci Yeni şiirinde başı ve sonu kapalı kutulardan ziyade “şeyler” vardır. Hani tanrının beden giydirmeyi unuttuğu ruhlar gibi işte. Onun şiirsel derinliği bana göre; -şiiri düğün salonlarından ve akraba ziyaretlerinden uzaklaştırmıştır. El âlem ne der, konu komşu nasıl karşılar bunu, gibi kaygıları yoktur. “Sen nasıl biliyorsan öyle yap, biz daima senin yanındayız dostum” diyen bir iç sestir o. Kendi bildiği doğrular uğrunda ter döken ve öz yolculuğunu başkalarının ağız cambazlıklarına aldırmadan sürdürme cesareti gösterecek insanlar olduğu sürece ikinci Yeni’nin temel seslerini bir şekilde duymaya devam edeceğiz. Tabii bütün bunlardan önce; yukarıda bahsettiğimiz “insana” karşı olmamak lazım. Daha doğrusu duyduğumuz her sese linç etme kültürüyle yaklaşmamamız lazım. Şiir sadece alkışlanır bir şey midir ki? Bir şeyler okuduğunda, bir imgeye daldığında seni rahatsız kere rahatsız eden yanları da olmamalı mıdır? En sevdiğiniz dostlarınız size sadece methiyeler düzenler mi?… Cilalamalar ve kelime diziciliği bu kadar önemli mi? Benim için; duyularımız ve şeylere bakışımız, kendi gözlerimize ve kendi dilimize gerçekten yaklaşma olanağı bulduğumuz anlarda derinleşir. Elbette ötekinin de diline mutlak bir yargıyla yaklaşmadığımız sürece… İmge diye bir şey yok aslında. Hepsi, her şey bizim uydurmamız. Biçimlere ve nesnelere işaretler koyarak ilerliyor, hislerimizle onları evrenin bir yerlerinde kodluyoruz. Şayet ortada bütün bunları kavrama özgürlüğüne sahip bir bilinç yoksa; dilde de,seste de,özde de bir yere ulaşamayız. Sıkı şiir; kendi bilinç dünyasında duyumsadığı evreni, kendi kodlarıyla içine işaretleyen,not tutan bireyin şiiridir. Bence biz İkinci Yeni’nin bıraktığı o güzel mirasa buradan devam edelim…
Eylül 2013
E V V E L ‘in issuu alanında yer alan neşriyatların
bağlantı adreslerine ve indeksine şuradan ulaşabilirsiniz:
https://evvel.org/issuuindeksi.pdf
iyi okumalar!
Rasimpaşa Mah. Karakolhane Cad.
Nahcivan Pasajı No:18/8 34716 Kadıköy-İSTANBUL
https://4sq.com/1amGbEy
Fenerbahçe Spor Kulübü ve Kültürü Fanzini “ver lefter’e “dört” dedi!
Bkz: https://www.facebook.com/VerLeftere
*
Ayrıca bkz: kara deryalarda bir Fenersin!
“Ülkenin devlet destekli büyük gazetelerini üçe katlayan tiraja ulaşan, en etkili muhalefeti yapan, “kökü dışarıda” suçlamasını siyasi literatürümüze sokan, sürekli kapatıldığı için türlü adlarla yayın hayatına devam eden Markopaşa haftalık mizah gazetesinin ilk sayısı 67 yıl önce yayımlanmıştı.”
Bkz: https://haber.sol.org.tr/kultur-sanat/diren-markopasa-haberi-83145
Kadıköy’ün 25 yıllık lider sahafı “İmge Sahaf”, dükkânına yeni bir dergi ve efemera modülü ekleyerek sahhaflık teamülünün geleceğine açılım sağlamaya çabalıyor; sosyolog Haluk Ceylandağ, İmge Sahaf’ın mutat yerinin hemen yanında dergi ve efemeralarla dolu yeni bir dükkân oluşturmuş. Yeni modülde yer alan eserlerin fiyatları -dükkândan satışlarda- son derece uygun/hesaplı görünüyor. Tüm edebiyat efemerası ve dergi heveskârlarına bu panayır benzeri yeni mekânı öneririm.
Hamiş: İmge Sahaf’ın koleksiyonunu https://www.imgesahaf.com/ adresinden inceleyebilirsiniz.
Yelken Dergisi’nin 1960 tarihli 45. sayısında yer alan “Ayın Notları” bölümünde, Onat Kutlar tarafından kaleme alınan “İs(h)ak” adlı efsane öykü kitabı üzerine (aynı dönemin “a” dergisi’nden -1 Mart 1960, 26. sayı- alıntılanmış) son derece ilginç bir tartışmaya rastladım.
Tartışmanın genel çerçevesinden çok Önay Sözer, Demir Özlü ve Erdal Öz’ün yanı sıra Ece Ayhan’ın tartışmaya -hem de sert bir dille, reddiyeyle- katılmış olması ile “is(h)ak” üzerine dile getirdiği sözler son derece dikkat çekici…
Ece Ayhan’ın hayatı birçok noktada Onat Kutlar’la kesişiyor: Sinamatek’teki “çalışma” günleri (belki de işçi-işveren ilişkisi) ve geçtiğimiz ay Hayâl Dergisi’nde (Sayı 47, Ekim-Aralık 2013) gün ışığına çıkan bir mektupta (Ece Ayhan tarafından Arif Damar’a gönderilen 10 Ocak 1981 tarihli bir mektupta) açık bir şekilde görülen o “Ankara’daki işsizlik öfkesi” bağlamı… Ama sanırım, Yelken Dergisi’nde gördüğüm tartışma, Ece Ayhan ile Onat Kutlar’ın hayatının kesişimindeki/imgesel çakışmadaki en erken olay…
Yelken Dergisi’ne alıntılanan tartışmanın tam metnine https://zaferyalcinpinar.com/ishakuzerine.jpg adresinden ulaşabilirsiniz. 1960’daki bu olayın ve Ece Ayhan’ın ifade etmeye çalıştıklarının iyi analiz edilmesi gerektiğine inanıyorum.
Sahicilikle
Z. Yalçınpınar
Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan “ece Ayhan” ilgilerinin tümüne https://evvel.org/ilgi/ece-ayhan adresinden ulaşabilirsiniz.
Hayâl Dergisi’nin Ekim-Aralık 2013 tarihli 47. sayısıyla (Mektup Özel Sayısı) gün ışığına çıkan, Ece Ayhan’ın Arif Damar’a yazdığı 10 Ocak 1981 tarihli mektubun tam metnine https://zaferyalcinpinar.com/eceayhanarifdamarmektup.pdf adresinden ulaşabilirsiniz.
Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan “Ece Ayhan” başlıklı ilgilerin indeksine https://bit.ly/eceindeks adresinden erişiliyor…
80′lerden itibaren Türkiye’de yayımlanan 124 derginin 4900 sayısı “solyayin.com” adresinde bir araya geldi. Projeyi İzmirli koleksiyoncu Emin Şakir gerçekleştirdi.
Broy Dergisi’nin Mart 1986 tarihli 5. sayısında Onat Kutlar’ın şiir üzerine düşüncelerine (poetikaya bakışına) rastladım. “Şiirin zamanı yoktur” başlıklı söyleşiyi Nesrin Arman gerçekleştirmiş. Söyleşinin tam metnine https://zaferyalcinpinar.com/siirinzamaniyoktur.jpg adresinden ulaşabilirsiniz.
YANMAK
Düş yeli sallar
Uyku ağacının yapraklarını
Uyanırsınız
Gürültüden
GÜNDÜZ
Kara gecede
En küçük otların
Karşı koymasıyla kazanılır
Bu mavilik
YEŞİL
Ağacın resmini yapar adam
Sezmeden
Düşen yaprağın
İçindeki ağacın
Fazıl Hüsnü Dağlarca
“Güzel Yazılar” Dergisi, Sayı:22, Temmuz-Ağustos 2003, s.2
Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan “F.H. Dağlarca” başlıklı ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/daglarca adresinden ulaşabilirsiniz.
10 Ocak 81
Kardeşim Arif.
Neden böyle yazıyorum, neden böyle direniyorum ben de bilmiyorum doğrusu. Merhaba!
Elli gün Ankara’da kaldım ve sonuç başarısızlıktır! 3 Ocak 81 Cumartesi günü Ankara’dan doğru Çanakkale’ye geçebildim işte; baktım cebimde 800 lira kalmış, bunun 750 lirasını otobüse verdim. Ve kısacası Yalova köyüne sığındım bu kara kışta. Buz gibi soğuk ufak oda, kırık camlardan içeri rüzgar giriyor, ben yer yatağındayım giyinik, annem divanda, 38-39 kiloya düşmüş kadın, halsizlikten yere oturunca mutlaka birisinin onu tutup ayağa kaldırması gerekiyor, sanıyorum elli günlük Ankara serüveni bende izler bırakmıştır anlıyorum. Cüneyt Ayral, Cemil Eren, Ergin Günçe bana ufak da olsa bir iş bulabilmek ve Ankara’da tutunabilmek için çabaladılar, olmadı, olmadı. (…)
(…)
Ece Ayhan
Hamişler:
1-Ece Ayhan’ın Arif Damar’a gönderdiği bu önemli mektubun tam metni, Hayâl Dergisi’nin Ekim-Aralık 2013 tarihli 47. sayısında yayımlanmıştır. Önümüzdeki günlerde mektubun tam metnini Evvel Fanzin Ece Ayhan ilgileri kapsamında, burada paylaşacağız.
2-Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan Ece Ayhan başlıklı ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/ece-ayhan adresinden ulaşabilirsiniz. Ece Ayhan web sitesine ise https://zaferyalcinpinar.com/bakissiz.html adresinden ulaşılıyor…
“Bu macera sonsuz bir merakla başladı; çalışmakla, disiplinle, okumakla, müzikle, aşkla acılarla, gözlemekle ve iç disiplinle büyüyüp gelişti. Dönüp geriye baktığımda, biraz oynadığım adamları, biraz kendimi görüyorum. Ne o, ne de bu… Doğruyla başlamayı hiç istemiyorum, hep yanlışla başlamak istiyorum, biraz kendim oluyorum o yanlışı buluyorum. Bir metot olarak, bir duygu olarak… Ben rolümü ceket gibi üzerime giyemiyorum, rolümle müthiş yakınlıklar kuruyorum, içinden kolay kolay çıkamıyorum. Bende her zaman bir parçası kalıyor. Kısacası koşan adamı, koşmadan oynayamıyorum, koşmadan yapamıyorum…”
Tuncel Kurtiz
Bkz: https://haber.sol.org.tr/kultur-sanat/kurtizin-ardindan-komunistim-baska-yol-var-mi-haberi-80282
“zoomoozofon”
Kült Neşriyat taifesinden, yeni bağımsız…
pdf: https://kultnesriyat.files.wordpress.com
/2013/09/zoomoozofon.pdf
*
Fazıl Say ile Cansu Fırıncı tarafından gerçekleştirilen ve bugünkü soL gazetesi’nde yayımlanan söyleşide aşağıdaki müjdeli episoda rastladım:
(…)
Fazıl Say: (…)Seneye Sait Faik yılı olduğu için, projenin ilk konseri Burgazada’da, ikincisi İstanbul’da olacak. Sait Faik’in de yaşadığı (ve de artık benim de bir evim olan) Burgazada’ya gemilerle gidilecek. Sait Faik Stelyanos Hryapulos gemisi hikayesi konumuz, Demet Evgar, Songül Öden, Birsen Tezer gibi pek çok solistimin olduğu, Özen Yula´nın sahneye koyduğu bir sahne eseri projesi. Benim için ilginç olan şu; bu bir ilk, bu eserin tamamını hicaz makamında Türk Sanat Musikisi olarak bestelemeyi planlıyorum. Sait Faik benim için hicazdır.
(…)
Söyleşinin tam metnine
https://haber.sol.org.tr/kultur-sanat/fazil-say-sola-konustu-yasadigimiz-bir-aydinlanma-dirilisidir-haberi-79644 adresinden ulaşabilirsiniz.
Hamiş: Evvel Fanzin kapsamına yayımlanan “Sait Faik” başlıklı ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/sait-faik adresinden ulaşabilirsiniz.
Yavuz Çetin’in oğlu Yavuzcan Çetin önemli bir söyleşi vermiş…
Bkz: https://www.sabah.com.tr/Pazar/2012/05/06/babam-beni-gorse-gurur-duyardi
Ayrıca Aralık 2013’te çıkacak olan “Yavuz Çetin Tribute Album” de müjdeleniyor…
Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan “Yavuz Çetin” başlıklı ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/yavuz-cetin adresinden ulaşabilirsiniz.
Bkz: https://haber.sol.org.tr/kultur-sanat/fazil-say-gezi-direnisini-besteliyor-haberi-79303
(…)
Fazıl Say: “Evet, Gezi’yi üç ayrı eserde anlatıyorum. İlk eserde 30 ve 31 Mayıs günleri yaşananları, ikincisinde 1 ve 2 Haziran günleri yaşananları. Üçüncü eserdeyse sonrasını, ardında kalanları. İlk eser, Gezi Parkı 1, iki piyano ve orkestra için. Ferhan ve Ferzan Önder kardeşler ekimde Hannover’de ilk kez seslendirecek. 30 ve 31 Mayıs ‘Parktaki bekleyiş’, ormanların sesi, çınarların rüzgârının topluma güç verişi, bin yılların dirilişi gibi. Ve sabah beşteki polis baskını, gaz bombaları, patlamalar, duman ve kaçışan insanlar… Ara sokaklara kaçıp son sözünü söyleyen iki insan. İki piyano bu iki insanı anlatacak, iki kardeşi ya da sevgilileri temsil edecek. İkinci Gezi Parkı eseri ise solo piyano için. Yani Fazıl Say kendisi çalacak konserlerde… Konumuz, 1 ve 2 Haziran direniş günlerinde sokaklardaki mücadele. Toma’lar, gaz bombaları, devinim, ritim, ses bombaları, bağırış çağırış, dramatik anlar, kırmızılı kadın gibi ögeler yer alacak içinde. Son eser ise bir şarkı olacak: The Ballade of Gezi Park”
(…)
“Julio Cortázar, Paris’i ilk ziyaretinde…”
(Z. Yalçınpınar Arşivi’nden…)
*
Julio Cortázar‘la vefatından(1984, Paris) önce gerçekleştirilen önemli röportajlardan biri olan ve The Paris Review dergisinde yer alan röportajın Türkçesi, 26 Ağustos 2013 tarihli soL gazetesi’nde yayımlanmış. 1984’te Jason Weiss tarafından yapılan röportajı Nermin Özdilkural İngilizce’den çevirmiş.
Röportajın soL gazetesi’nde yayımlanan tam metnine https://zaferyalcinpinar.com/cortazarrop.jpg adresinden ulaşabilirsiniz.
Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan “Julio Cortázar” başlıklı ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/julio-cortazar adresinden ulaşabilirsiniz.
“maviydi elleri / gördü
parmakları vardı / anlıyordu”
Zy
15 Ağustos 2001’de vefat eden
sıkı gitarist Yavuz Çetin’i,
saygıyla anıyoruz…
–
SIKI GİTARİST; YAVUZ ÇETİN *
Sıkı gitarist Yavuz Çetin’in ölümünün üzerinden yaklaşık olarak sekiz yıl geçmiş. Demek ki Yavuz Çetin hakkında bir şeyler yazmaya ancak sekiz yıl sonra cesaret edebiliyorum.
Her şeyden önce Yavuz Çetin’i “sıkı gitarist” yapan şeyin ondaki eşsiz “tuşe” olduğunu -tüm ağırlığıyla- ortaya koymalıyız. Tuşe; bir şarkının, bir melodinin ya da bir müzikal tipolojinin ruhunu/özünü dinleyiciye aktarabilmedeki ustalıktır. Bir tür içtenliktir. Senelerini gitar tekniğini güçlendirmekle harcamış biri, evet, her türlü şarkıyı çalabilir, gitar üzerinde her türlü akrobasiyi yapabilir, fakat çaldığı şeyin ruhunu içselleştiremeyip ömrü boyunca tuşesiz bir gitarist olarak kalabilir de… Böylesine sportmen bir gitaristin çaldığı her şey saman gibi gelir dinleyiciye. Yavuz Çetin ise bastığı her notayı içselleştirebilen nadir gitaristlerdendi. 1998 yılının kış aylarından birinde Yavuz Çetin’in “İLK” adlı albümünü “ilk” kez dinlediğimde, albümü hemen beğenmemin nedenlerinden biri de -sanırım- bu güçlü tuşeydi. Özellikle de şarkılardaki blues rifflerinin zamanlamasından, yerlemlerinden ve şarkının armonisine pürüzsüzce eklemlenebilmiş olmalarından dolayı çokça etkilenmiştim. Albümü defalarca dinledim ve albümdeki dinginliğin nasıl olup da bu kadar “enerji dolu” olduğunu, olabildiğini düşündüm, durdum. Hatta bu kimyayı -kendimce- matematiksel (modal/makamsal) olarak hesaplamaya bile çalıştım. O zamanlar cevabı bulamamıştım fakat şimdi, bugün, özellikle de gitar için düşündüğümüzde bu sorunun cevabının Blues Ruhu’yla açıklanabileceğini biliyorum.
***
1998’in yazında Kadıköy’ün cafe-barlarından birinin tüm masalarında Yavuz Çetin ve grubunun tanıtım broşürünü gördüm. Bu tanıtım broşürleri aynı zamanda da indirim biletleriydi. Yavuz Çetin ve grubu Çarşamba akşamları “Kallavi Bar” diye bir yerde çalıyordu ve indirim biletleri bu barda geçerliydi. Biletlerden birkaç tane aldım ve ilk Çarşamba gününün gelmesini bekledim.
Söz konusu ilk Çarşamba gecesi Blues tutkunu bir arkadaşımla birlikte soluğu Kallavi Bar’da aldık. Barı gördüğümüzde çok şaşırdığımızı itiraf etmeliyim. Kallavi Bar, Şükrü Saraçoğlu Stadı’nın yanında, Kurbağlıdere’ye paralel olarak inşa edilmiş, köşkten devşirme bir yapıydı. Barın “üst” katından bol rakılı fasıl ezgileri filan geliyordu. Kapıdaki görevliye Yavuz Çetin’i izlemek istediğimizi ve fasıl seslerini duyunca şaşırdığımızı söyledik. Görevliden Yavuz Çetin’in ve grubunun “alt” katta çaldığı bilgisini alınca rahatladık. (Aslında rahatlamamalıydık, çünkü gerçekte –yani bu memleketin “kara” gerçeğinde- Yavuz Çetin isimli sıkı gitarist, o köşkün alt katında değil de yandaki stadyumda çalmayı hak eden biriydi.)
Köşkün bodrum dairesine benzeyen alt katına girdiğimizde sahnede Yavuz Çetin ve grubu, Jimi Hendrix’in “Voodoo Chile” adlı şarkısının solo bölümünü çalıyorlardı. Ardından, Cream’den “Sunshine Of Your Love” geldi. Şarkıların sololarında Yavuz, bir nota bile teklememişti. Büyülenmiştik. Daha önce Kadıköy’de hakkını vererek Jimi Hendrix çalan bir grup da görmemiştik. Yavuz, bu eski ve sıkı şarkıyı çalarken şarkının ruhunu kendinde hissediyordu ve bu ruh Yavuz Çetin’den bize doğru akıyordu.
Bütün gece hayranlıkla Yavuz Çetin’i izledik, dinledik, içki içtik. Blues tutkunu arkadaşım, programın sonuna kadar beklemişti ve sonunda sahneden indiğinde Yavuz’un yolunu kesip, onun elini öpercesine;
“Bu sıkı şarkıları bu kadar sıkı çalmaya devam ederseniz size dinozor diyecekler…” dedi.
Yavuz Çetin gülümseyerek:
“Desinler, önemli değil… Bir gün gelecek bugün bana dinozor diyenlere de başkaları dinozor diyecekler. ” diye cevapladı ve içkisini almak üzere bara yöneldi.
Şimdi, bugün, 2009’da, kime “dinozor” diyebileceğimizi bilemiyorum, fakat hangi gitaristlere ve gruplara “geyik” denilebileceğini çok iyi biliyorum. Açıkça söyleyeyim; Yavuz Çetin bugüne kadar sahnede izlediğim en tuşeli ve sıkı gitaristlerden biridir. Belki de birincisidir.
(…)
Zafer Yalçınpınar, Marmara Adası , 25 Temmuz 2009
*İşbu yazı 2009 yılında kaleme alınmıştır.
“kargamecmua müzik yazıları (2007-2011)”, G Yayın, Geniş Kitaplık, 2011, s. 62Ayrıca bkz: https://zaferyalcinpinar.com/k13.html
Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan Yavuz Çetin ilgilerinin tümüne https://evvel.org/ilgi/yavuz-cetin adresinden ulaşabilirsiniz.
“Yahu biz anlamadık bu E V V E L denen mekânın ne olduğunu!” serzenişiyle -bugünlerde- sık sık karşılaşıyorum… Aslında, E V V E L kapsamında neler yaptığımızı, hangi bağlamların ve değerlerin haysiyetini savunduğumuzu -yıllardır, her ânda- dile getiriyoruz; en son 26 Mayıs 2013 tarihinde Kadıköy’de gerçekleşen 10. yıl kutlamamız vesilesiyle derli toplu bir anlatım yapmıştık. Bu anlatım her şeyi düzgünce ortaya koyuyor, koyar: https://evvel.org/evvel-10-yasinda
E V V E L’i tanımlamak için; “çeşitli efemeraların tarihsel ve imgesel alan derinliğinde biriktiği ya da konumlandığı özel bir ‘ilgiler arşivi’dir,” diyebiliriz. E V V E L’in ilgilendiği uzamın, başlıklara dağılmış listesine şu adresten ulaşabilirsiniz: https://evvel.org/evvel-fanzin-ilgileri
Heyecanla vurgulamalıyız: Bakışımızın tözünde ve biçiminde “poetika” var; tahayyül gücünün kuvvetlendirdiği “şiir-sezgisel” durumların eşliğinde birçok efemeraya, edebi esere, tarihsel olaya, karaktere, şaire, yazar ve düşünüre ilişkin incelemeler / araştırmalar kotardık, kotarıyoruz. E V V E L kapsamında yer alan en sıkı/yoğun/derin isim-başlıkları “EVVEL İndeksi”nde toparladık: https://bit.ly/evvelindeksi
Bunlarla birlikte, 2011’den bu yana “imgelemin özgürleşmesi” dediğimiz uzgörünün peşinde koşarak, çeşitli poetik soruşturmalar icra ettik. Örneğin;
“50 Yılın Ardında; İkinci Yeni” Anketi 2011:
https://zaferyalcinpinar.com/ikinciyeni2011.pdf
Poetika 2012 Uzgörü Çalışması: https://bit.ly/poetika2012
Poetika 2013 Odaklanmaları: https://bit.ly/poetika2013
Tüm poetika çalışmaları için;
1: https://evvel.org/ilgi/poetika-calismalari
2: https://evvel.org/ilgi/poetika-calismalari/page/2
Zamanların salınımı boyunca -pdf biçeminde- hazırladığımız çeşitli özgür neşriyatların ve bildirilerin adreslerini aşağıda, özellikle takibinize sunuyoruz. Bu neşriyatlar, şiir ve edebiyat heveskârları için önemli bir “im-niteliksel arşiv” oluşturuyor, oluşturur, diyebiliriz.
2007-2009: P.A.T!: https://zaferyalcinpinar.com/pat.rar (26 mb.)
2010-2011: 491 https://zaferyalcinpinar.com/491.html
Çakır Hikâyeci, 2013: https://bit.ly/cakirhikayeci
İlhan Berk- BAKMAK, Dergilerdeki Yazıları, 2011: https://zaferyalcinpinar.com/ilhanberkbakmak.pdf (60 mb.)
İlhanberkiğne, 2008: https://zaferyalcinpinar.com/ilhanberkigne.pdf
Ece Ayhan Adası, 2012: https://bit.ly/eceayhanadasi
Poetik Bildiriler 2006-2009: https://zaferyalcinpinar.com/poetikbildiriler.pdf
E V V E L sularındaki PDF’ler için:
https://evvel.org/ilgi/pdf
https://evvel.org/ilgi/pdf/page/2
https://evvel.org/ilgi/pdf/page/3
https://evvel.org/ilgi/pdf/page/4
https://evvel.org/ilgi/pdf/page/5
Sahicilikle
Zy
Powered by WordPress | Theme: Aeros 2.0 by TheBuckmaker.com