Kas
20
2016
0

“Oktay Rifat’ın Önemi” (Z. Yalçınpınar)

Oktay Rifat’ın poetikasındaki alan derinliğinin, Garip ve İkinci Yeni şiir akımları arasında hareketlenen bir bağlaç bölgesi oluşturduğunu -ki Cemal Süreya bunu bir tür ters ama yadsınamaz eklemler bütünü olarak görür- sezmemden sonra, Oktay Rifat’in önemi daha da belirginleşti. Zaten bugün, sıkışmış, hem kültürel, hem de imgesel açıdan “hareket alanı daralmış” beylik bir edebiyat ortalığının vasatî havasını -şiir ödülleri, antolojiler, kitap tanıtım dergileri, edebiyat etkinlikleri ve mağaza vitrinleri gibi hileli enstrümanlar aracılığıyla kandırılan- heveskâr bir kitle içine çektikçe, yani edebiyat ortalığı dediğimiz ortalama, işbu “verili vasat” havayı kabul edip hileli bir suhuletin pürüzsüz ezber alanına yerleştikçe, Oktay Rifat gibi poetik açıdan üssel başarılar elde etmiş, yani imgelemin doruklarına temas etmiş şairlerin önemi daha da artıyor. İkinci Yeni’nin de öyle…

Tıpkı İkinci Yeni akımının sürekli genişleyen ve geleceği belirleyen şiirsel bir devinimi daha yukarılara taşıması gibi Oktay Rifat’in şiirleri de “imgesel parlaklık(kontrast)” diyebileceğim üssel bir dil kurarak geleceğe uzanmaktadır.

Oktay Rifat poetikasının bu etkili yürürlüğünün zirve(peak) noktasını “Perçemli Sokak” (Yeditepe Yayınları, 1956) adlı şiir kitabında görüyoruz. İkinci Yeni şairlerinin “ivedilikle, bir gecede” yazıldığını varsaydığı Perçemli Sokak’ta kendisini gösteren “imgesel parlaklık” son derece etkilidir, etkisini hâlen sürdürmektedir. İkinci Yeni taifesi bu aşkın etkiyi bir tür “apansız oluşum, otomatik yazım” sanmışlar ya da öyle olmasını umut etmişlerdir.

Oktay Rifat poetikasının etkili yürürlüğünün başlangıcını ise “Aşaği Yukari” (Yeditepe, 1952) olarak kabul edebiliriz. (Bir not; İkinci Yeni’nin bitmeyecek serüveninin, yani “Sirkeci’de inmedikleri” serüvenin başlangıcı da 50’li yılların tam ortasına tekabül etmektedir.) 1970’li yıllara gelindiğinde bazı konuşma ve söyleşilerinde -kısık sesle ve satır aralarına sıkışsa da- İlhan Berk ve Ece Ayhan, Oktay Rifat’in İkinci Yeni’den olmadığını, daha doğrusu Oktay Rifat’ın İkinci Yeni’den uzak bir gerçeküstü dili benimsediğini kesinlik içeren bir tavırla söylüyorlar. Ama “görünüm” hiç de öyle değildir. Evet, İkinci Yeni, -tüm zamanlarını, hatta bugününü de düşünerek söylüyorum- özellikle de Edip Cansever ve Cemal Süreya şiirlerinde olduğu gibi tanınırlığı yüksek cihetinde, Oktay Rifat’ın Perçemli Sokak’la zirveleşen poetikasından daha konvansiyonel(uzlaşımcı) bir dille yürümüştür. Ancak, Turgut Uyar, İlhan Berk ve Ece Ayhan’ın oluşturduğu diğer cihette -ve bu cihetin özellikle 50’lerdeki eserlerinde- ise uzlaşımcı diyebileceğimiz alanın çok daha dar, yani Oktay Rifat’ın imgelemine -“icat ettiği gerçeğe”-, Perçemli Sokak’a çok yakın olduğunu fark ediyoruz. Bu yakınlık özellikle de İlhan Berk’in yaşamı ve eserleri için geçerlidir.

İlhan Berk’in tüm yaşamı boyunca dillendirdiği “Anlamsızlığın Anlamı” çeşitlemesinin erken bir özdeşini Oktay Rifat’ta görürüz. Bu açıdan “Perçemli Sokak”ın önsöz yazısı en önemli metindir. Söz konusu dönemde -herkesten önce, ilkin- Oktay Rifat çeşitli çevrelerce yadsınmaktadır. Garip akımını terk ettiği nokta/zaman da budur. Örneğin, Melih Cevdet Anday tüm yazın hayatı boyunca -gerek edebiyat dergilerinde, gerekse de köşe yazılarında- Garip şiirinin “düşünce”den yola çıktığını ve pür düşünceyle biçimlendiğini, düşünsel bir gücü olduğunu, bunu da dilsel serbestisinden aldığını iddia etmiştir. Fakat, yeni zamanlarda -20. yüzyılın başlarından itibaren- kültür, politika ve retorik endüstrisinin eline mahkûm edilen “düşünce” ve “akıl”, hiçbir zaman pür bir şiirselliğin geleceğe uzanan birincil unsuru olamamıştır. Zaten, “kullandığı nedensellikler” ve mantıksal zincirler bu geleceğe elvermez. Oktay Rifat, 50’li yılların sonuna doğru “Esi” ve “Yeditepe” dergilerinde kaleme aldığı birkaç yazısında, şiirdeki “Akıl” ve “Anlam” bileşenlerini Henri Bergson’un sezgisellik kuramı kapsamıyla eleştirir, bu iki bileşenin poetikayla olan ilişkisinin birincil olmadığını açık açık ifade eder:

(…)Bizde anlamsız şiir deyince, bir şey söylemeyen, bir şey anlatmayan şiir sanılıyor. Olur mu öyle şey! Bir şey anlatmamanın en kestirme yolu susmaktır. Her ağzını açan, ister istemez, bir şey anlatmak sorumluluğunu yüklenir. Anlamsız şiir, bir şey anlatmamak şöyle dursun, bize anlamlı şiirin anlatamadığı şeyleri anlatıyor, bizi insandan uzaklaştırmak şöyle dursun, bize insan gerçeğinin, dış gerçeğin ta kendisini vermeye çalışıyor. Bugünkü şiir, gerçeği yakalamak peşindedir. Diyeceksiniz ki gerçeğe ulaşmanın bir yolu var, o da akla başvurmak. Bilim için belki doğru olan bu söz, şiir için doğru değildir. Çünkü şiirin aradığı, gerçeğin başka bir yönüdür. Şiir, gerçeği, heyecan veren yönüyle arıyor.(…)Bugünkü anlamcılar da bir bakıma gerçeküstücüler gibi yanılıyor, bilimsel bilgiyle, şiirsel bilgiyi birbirine karıştırıyorlar, bu iki kolu ayırt etmek istemiyorlar. Georges Mounin adındaki eleştirmeci, şiirsel bilgiyi, heyecana dayanan bilgi (connaissance émotionnelle) olarak tanımlıyor. Gerçek karşısında duyulan heyecan şiirin konusudur. Eski şair, bu heyecanı duyuma aykırı bir şekilde aklında dondurarak, akıl yoluyla anlatırdı. Bugünkü şair bu heyecanı gene aklın ışığında, ama aklın dışından, daha canlı, duyuma daha yakın olarak vermeye çalışıyor.(…)Gerçeğe ışık tutmakta gösterdiği başarı yeni şiirin erdemlerinden biri.(…) (Oktay Rifat, Yeditepe Dergisi, 8 Aralık 1958)

(…) Arı hareket (mobilité pure), arı süreklilik (continuité pure), canlının yaratıcı gelişimi (évolution créatrice) akla sığmaz. Aklın süreklilik, hareket dediği şey, ister istemez, sinema şeridindeki süreklilik gibi, birbiri ardına dizilen hareketsizliklerden meydana gelir. Aklın canlı cansız, gerçeği bütünüyle kavraması için, içgüdünün gelişmesinden meydana gelen sezgi  (intuition) ile tamamlanması gerekir. (…) Bergson, içgüdüyle ilgili düşüncelerini şu cümle ile özetliyor: “öyle olaylar vardır ki, yalnız akıl arayabilir bunları, ama kendiliğinden bir türlü bulamaz, yalnız içgüdü bulabilir, ama içgüdü de hiçbir zaman arayamaz.” (…) Duygu, akıl dışı bir olaydır. Bilinir, duyulur, ama anlatılmaz. Fransızca deyimiyle intelligible değildir, anlama sığmaz. Ama şu var ki, şairler, duygularını akıl diline çevirerek anlatmaya çalışırlar. Daha doğrusu, akıl dilinde, duygularına bir karşılık bulurlar. Buna, duygularını dillendirirler de diyebiliriz.(…) (Oktay Rifat, Yeditepe Dergisi, 28 Şubat 1959)

Oktay Rifat’in görüşü aradan yaklaşık olarak otuz yıl geçtikten sonra, 1980’lerde de değişmemiştir. (Zaten, Oktay Rifat’in “Bay Lear” adlı romanında kullandığı şiirselliği de ispat olarak kabul edebiliriz.) 1980 yılında Oktay Rifat’in Yusufçuk adlı dergide söylediği şu sözler, sanki İlhan Berk’in o dönemdeki söylemlerinde ve yazılarında yer alan temel unsuru anlatır gibidir:

(…)Perçemli Sokak’la yapmak istediğim gerçeğe biraz daha sokulmak, yaklaşmaktı. Gerçeği duyularımızla tanırız. Hiç ağaç görmemiş birine birden çınarı gösterirseniz ne yapar! İnsanoğlu kendini alıştıra alıştıra algılar gerçeği, böylece öldürür onun şaşırtıcı ve olağanüstü yanını. (…) Şiir hep bizden önce vardır, doğada da, kitaplarda da. Şunu söylemek istiyorum: Okumasını ve bakmasını bilirseniz hemen tanırsınız onu. (…) (Oktay Rifat, Yusufçuk Dergisi, 1980)

Sonuçta, geleceğe uzanan, geleceği biçimlendiren poetikanın alan derinliğine baktığımızda, İkinci Yeni taifesinin bir cihetiyle Oktay Rifat’ı ve Perçemli Sokak’ın imgelemini bir arada kümelenmiş, aynı şekilde devinen bir imgelem olarak görürüz. (Bir tüyo; söz ettiğim imgesel devinime, Sait Faik’in “Alemdağ’da Var Bir Yılan”(1954) adlı kitabı ile Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “Çocuk ve Allah”(1940) adlı kitabını da ekleyebiliriz.)

Oktay Rifat’in önemini vurgulamaya çalıştığım bu kısa yazıyı önemli bir anıyla sonlandırmak istiyorum;

2006 yılının Ağustos ayında, Bodrum-Halikarnas’taki evinin ünlü “avlu”sunda İlhan Berk’le “yüz yüze” görüşme fırsatı bulmuştum. O görüşmede -kısacık bir arasöz olarak- İlhan Berk’in dile getirdiği şu söylem beni çok etkilemişti:

“Sizler çok şanslısınız. Şairlerle, büyüklerinizle tanışıp yüz yüze konuşabiliyorsunuz. Mesela ben Oktay Rifat’la yüz yüze konuşamadım hiç.”

 

Zafer Yalçınpınar
21 Nisan 2014

Yazıya -ayrıca- issuu’daki şu adresten ulaşabilirsiniz:
https://issuu.com/adabeyi/docs/oktayrifatinonemi

Oca
30
2016
0

ÜVERCİNKA Dergisi’nin 16. sayısı yayımlandı…

uvercinka16

“Üvercinka Dergisi’nin Şubat 2016 tarihli 16. sayısı yayımlandı.

Derginin orta sayfaları Cemal Süreya Anma Etkinlikleri’ne ayrıldı. Bu bölümde 9 Ocak tarihinde Beylikdüzü Kültür Merkezi’nde Cemal Süreya’nın arkadaşı Ülkü Tamer’in yanı sıra Seyyit Nezir ve Cemal Dindar’ın katıldığı ve B. Sadık Albayrak’ın yönettiği söyleşiden kesitlere de yer veriliyor. Şairin 1968 yılında ‘Papirüs’ dergisinde yayımlanan “Ödüller ve Armağanlar” başlıklı yazısı yeniden yayımlanarak, ödül tartışmalarına Süreya’dan tanıklıklar getirilirken, Necati Güngör, Cemal Süreya’dan iki çarpıcı anıyı aktarıyor.

Üvercinka’nın yeni sayısında; Halûk Cengiz, edebiyat ve şiir ödülleri hakkındaki üç bölümlük kapsamlı incelemesinin ikinci bölümüyle ödüllerin sosyal psikolojisini çözümleyici ayrıntıları sergiliyor. Sadık Albayrak, “Aziz Nesin Yardımcımız Olsun” yazısında babalar ve oğulların ayrılan yollarını uyarıcı örneklerle veriyor. Volkan Hacıoğlu, “Tahsin Yücel ve Dil Devrimi” denemesinde, geçtiğimiz ay yitirdiğimiz usta yazarı anlatırken, Zafer Yalçınpınar, “Yazınımızın Görünmez Devi”yle yaşadığı bir anıyı getiriyor. Koray Feyiz, “Ataol Behramoğlu” incelemesinde şairin sürgünle çatışkılarının izlerini sürüyor. Ahmet Ada, “Defter”deki saptamalarını  “Şiir Çokanlamlıdır” başlığıyla sunarken; Abdullah Şevki, “Edebiyatta Algı Yönetimi”ni irdeliyor. Mehmet Ergün, Celil Denktaş’ın Enver Gökçe üstüne yazısında çarpıtmalar bulunduğu savını dergiye bir polemikle taşıyor. Gürsel Caniklioğlu, “Kayıp Şairler”den Halim Şefik’e dair etkileyici bir anısını anlatıyor. Adnan Bingöl, 1989’da Mehmet H. Doğan’ın yönettiği, Cemal Süreya ve Can Yücel’in konuştuğu panelden aldığı “Ozan tabakası delindi” sözü ışığında güncel olaylara değiniyor. Volkan Hacoğlu; “Genç Üvercinka”, “Dergilerden”, “Yeni Çıkanlar” üstüne çalışmalarını sürdürüyor. Zuhal Tekkanat, “Üvercinka” sözcüğünün doğuşuna da değindiği yazısında, 9 Ocak anmasından izlenimler aktarıyor, salona sığmayan coşkun sevgi seli için şiirseverlere teşekkür ediyor. Fatma Başural, değinmesinde, “İskoç Eteği” tartışmaları karşısındaki tepkisini yansıtıyor. “Kendine Sorumsuz” başlıklı kapak yazısında, “şairin dünyadan kaçarak kendi egosuna gömülüşünün insani olandan uzaklaşma” sonucu verdiği ima ediliyor.”

(Basın Duyurusu’ndan alınmıştır.)

Eki
17
2015
0

ÜVERCİNKA Dergisi’nin EKİM 2015 tarihli 12. sayısında “1. FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA ŞİİR ÖDÜLÜ, EDEBİYAT YARIŞMALARI, EDEBİYATTA UYGULANAN KARA PROPAGANDA FAALİYETLERİ ve HAKSIZLIKLAR” eleştiriliyor…

Beşiktaş Belediyesi tarafından ‘Fazıl Hüsnü Dağlarca’ adına ilki düzenlenen şiir yarışmasını skandal olarak değerlendiren aylık edebiyat dergisi ÜVERCİNKA, edebiyat ödülleri konusunu Ekim 2015 tarihli 12. sayısında derinleştirerek işliyor…


uvercinka12sinsiyet

https://haber.sol.org.tr/kultur-sanat/uvercinkadan-bu-kez-odule-nester-131548

Konunun kimi yerleşik edebiyatçılarca “edebiyat dışı bir kavga üslubuyla tehditkâr boyutlara taşınması üzerine” düzenlenen bir soruşturma, derginin ekim sayısında “Dağlarca’nın Parsellenmesi” başlığı altında sunuldu.

Uğur Yanıkel’in hazırladığı soruşturmayı yanıtlayan Kaan Arslanoğlu, Cengiz Orhan, Ali Rıza Özkan, Örsan Gürkan Aplak, Kerem Bereketoğlu, Kenan Bıyıklı, Bünyamin Durali, Kaan Turhan, Onur Bayrakçeken , Serkan Köçek, Hakan Kamışoğlu, Hüseyin Algül, Tolga Çınar ve Zafer Yalçınpınar, “Türkiye’de skandal boyutlara varan ödül ilişkilerini” mercek altına yatırdılar. Enver Ercan’ın da sert biçimde eleştirildiği dergide B. Sadık Albayrak, “Ödül ve Ceza” başlıklı yazısında, 12 Eylül 1980 darbesinin hemen ardından, gerçekçi edebiyata darbe indirmek üzere Orhan Kemal Roman Armağanı’nın Erdal Öz yönetiminde kötüye kullanılmasıyla birlikte ödüllerin yozlaştırılmaya başlandığını sergiledi ve olayın tanıklarından biri olan Nurer Uğurlu’yu televizyonda yayımlanan “Edebiyat Cephesi” programında gerçekleri açıklamaya çağırdı.

Berkiz Berksoy, Fransa’da 2015’in tartışılan edebiyat ödüllerini irdelerken, Volkan Hacıoğlu, “ödülün burjuva ideolojik aygıtı oluşunu” vurguladı. Haluk Cengiz, Dağlarca Şiir Ödülü’nün tutarsızlığını sergiledi. Yazar Mecit Ünal da, “Edebiyat Kanonu” ve “Yurttaşlık Kanonu” arasındaki ilmekleri çözdüğü yazısında, tartışmanın 2000 yılında Öküz ve Papirüs dergisindeki yansımalarına değindi.

Engin Turgut’un resimlediği “Postmodern Özne ve Sinsiyeti” başlıklı kapak yazısında, Hilmi Yavuz’dan Enver Ercan’a “defolu ben” olgusu, soruşturmaya katılan Pasaj69 yazarlarının saptamaları ışığında ortaya kondu. Ercüment Gençer’in yazısında insan ve şair olarak Cemal Süreya ele alınırken, Mehmet Sadık Kırımlı, Aziz Nesin’i 100’üncü yaşında aydın ve yazar kimliğiyle sergiledi. Üvercinka’nın yeni sayısında  İnci Ponat, Abdullah Şevki, Ahmet Ada, Koray Feyiz ve Günay Güner de yazılarında çeşitli sorunları tartıştılar. Aydan Ay ve Refik Yoksulabakan da öyküleriyle dergide yer aldı. Bu arada ağustosun son günlerini yoğun bakımda geçiren Zuhal Tekkanat, Aydınlık Günceler’de, ağır sağlık sorunlarına karşın edebiyattan uzak kalamayışını ve tartışmaları izleme çabasını yansıttı. Turgut Tan, Anı/Günlük’ünde Güngör Gençay’ı anımsatırken, “Dergilerden” köşesinde Eliz ve Edebiyat Nöbeti dergileri sergilendi. Derginin “Genç Üvercinka” bölümünde Cemre Sarıkaş ve Erdi Tokgöz’ün şiirleri ele alındı. Koray Feyiz’in İngilizceye çevirdiği şiirlerin yanı sıra, Ahmet Ada, Emine Erbaş, Ogün Hakan ve Melahat Babalık da Üvercinka’nın ekim ayı şairleri oldular.

Kaynak: soL Haber Portalı


Konuyla ilgili olarak yayımlanan diğer haberler ise şu adreslerde yer alıyor;

“Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Gerçek Vasiyeti”
ve “1. Fazıl Hüsnü Dağlarca Şiir Ödülü” Hakkında…
https://evvel.org/fazil-husnu-daglarcanin-gercek-vasiyeti-
ve-1-fazil-husnu-daglarca-siir-odulu-hakkinda

“Fazıl Hüsnü Dağlarca Şiir Ödülü ve Yaşanan Olaylar”
https://www.edebiyathaberleri.com/haber/1359/
fazil-husnu-daglarca-siir-odulu-ve-yasanan-olaylar.html

“Dağlarca Ödülü’ne Ağır Eleştiri…”
https://sanatatak.com/view/Daglarca-odulune-agir-elestiri/2019

“Soruşturma: ‘Bir Şiir Emlâkçılığı ya da Dağlarca’nın Parsellenmesi’
https://www.insanokur.org/sorusturma-bir-siir-emlakciligi
-ya-da-daglarcanin-parsellenmesi-hakkinda/

“Üvercinka’da Ödüle Neşter Çağrısı”
https://www.guncelmersin.com/haber/egitim-kultur_1/
uvercinkada-odule-nester-cagrisi/1199.html

uvercinka12


Hamiş: EVV3L kapsamında yayımlanan “Fazıl Hüsnü Dağlarca” başlıklı ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/daglarca adresinden ulaşabilirsiniz.

Eki
02
2015
0

“Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Gerçek Vasiyeti” ve “1. Fazıl Hüsnü Dağlarca Şiir Ödülü” Hakkında…

Son günlerde, Beşiktaş Belediyesi tarafından “Fazıl Hüsnü Dağlarca” adına oluşturulmaya çalışılan mutat bir ‘şiir yarışması’ sorunsalıyla karşı karşıyayız. Yürürlükte olan “güdümlü edebiyat”, “edebiyat oligarşisi”,“statüko oyunları” gibi kavramlar daha önce birçok açıdan ele alındı, eleştirildi, araştırıldı. Artık, bu ‘edebiyat yarışmaları ve güdümlü edebiyat’ üst-başlığının kötücül sonuçları ile sosyal başarısızlığı, bu yarışmaların bir istismar unsuruna dönüşmüş olması konuyla ilgilenen -üçe kadar sayı saymayı bilen ve konuyla ilgili araştırma yapan- herkes tarafından detaylıca biliniyor. En basitinden şu eleştirel çalışmalar incelenebilir:

1-Türkiye’de Edebiyat Ödülleri Nasıl Verilir? (Taylan Kara)
https://www.gunzileli.com/2014/06/30/taylan-karaturkiyede-edebiyat-odulleri-nasil-verilir/

2-Sistem Edebiyatının Otopsisi (TV Programı)
https://www.youtube.com/watch?v=OyZEUXCeI94

Hakikat, kalb ve vicdan arayışının gerektirdiği haysiyet nedeniyle, Cemal Süreya Kültür ve Sanat Derneği tarafından yayımlanan ÜVERCİNKA Dergisi’nin Eylül 2015 tarihli 11. sayısında, ‘edebiyat yarışmaları’ konusuna ‘edebiyat kanonları ve ödüllendirme’ açısından değinen ve F. H. Dağlarca Şiir Ödülü’nün oluşumunu eleştiren bir dosya yayımlandı. (Bkz: https://haber.sol.org.tr/kultur-sanat/uvercinka-eylul-sayisini-edebiyatta-kanon-ve-odul-tartismalarina-ayirdi-128120)

Dosyanın yayımlanmasının ardından Eylül ayı içerisinde ÜVERCİNKA Dergisi ve çevresi birçok çirkin saldırıya, ‘kara propaganda’ faaliyetlerine maruz kaldı. (Bkz: https://www.guncelmersin.com/haber/egitim-kultur_1/enver-ercandan-uvercinkaya-santaj-gibi-saldiri/1147.html)

Bu noktada, pasaj69.org taifesinden Uğur Yanıkel, edebiyat yarışmalarını ve F. H. Dağlarca Şiir Ödülü’nü eleştiren özel bir edebiyat soruşturması hazırladı. Soruşturmaya katılan şair ve yazarların verdiği cevaplar ile soruşturmanın tam metnine https://pasaj69.org/sorusturma-bir-siir-emlakciligi-ya-da-daglarcanin-parsellenmesi-hakkinda/ adresinden ulaşabilirsiniz. (Tam metin, PDF: https://bit.ly/sorusturma)

Son olarak, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın gerçek vasiyeti dile getirildi, işaret edildi. Dağlarca’nın noter tasdikli-hukuki vasiyetine ilişkin olarak 2008 yılı gazete haberlerinden elde ettiğimiz bilgiler şöyle: https://www.milliyet.com.tr/iste-buyuk-sairin-vasiyeti/gundem/gundemdetay/04.11.2008/1011515/default.htm

“15 Ekim’de İstanbul’da vefat eden “Türk şiirinin büyük şairi” olarak tanımlanan Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın vasiyeti açıkladı. Dağlarca, bugüne kadar yayımlanmış tüm kitap gelirlerinin Bilfen Okulları’nda okuyan burslu öğrencilerin eğitimi için kullanılmasını vasiyet etti. Bilfen Çamlıca İlköğretim Okulu’nda şairin avukatı tarafından vasiyetinin ilk kez okunacağı bir tören düzenlendi. Törene, Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk, şair Sunay Akın ile, öğrenci, öğretmen ve veliler de katıldı. Bilfen Okulları 3 Mayıs’ta yapacağı Seviye Belirleme Sınavı’nda Dağlarca Vakfı adına burslu öğrenci alacak. 94 yaşında vefat eden Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın vasiyetnamesinde Atatürk’e ilke ve inkılâpları ile çağdaşlık vurgulaması dikkat çekti. Dağlarca vefat edene kadar, Mühürdar’da yaşadığı ve şiirlerini yazdığı evi Kadıköy Belediyesi’ne bıraktığını belirten vasiyetnamede diğer istekleri de yeralıyor. Dağlarca, vasiyetnamesinde şöyle dedi:

“Bu zamana kadar yayımlanmış ve bundan sonra yayımlanacak bütün kitaplarımdan hesabıma intikal edecek paraların yatırıldığı bankada birikerek bu paranın yıllık faiziyle benim adıma müze kuran Çamlıca Bilfen Okulu’nda indirimli, maddi durumu iyi olmayan öğrencilerin okutulmasını vasiyet ediyorum. Fazıl Hüsnü Dağlarca sokakta bulunan evimi vefatımdan sonra hiçbir siyasi ve dini amaç ile kullanılmamak, sadece Fazıl Hüsnü Dağlarca Müzesi olarak kullanılmak ve gençlere Atatürk ilke ve inkılâpları doğrultusunda çağdaş eğitim vermek üzere içindekilerle birlikte müze yapılması kaydı ile Kadıköy Belediye Başkanlığı’na bırakıyor ve vasiyet ediyorum. Ayrıca müteveffa murisim annem Kadriye Dağlarca’nın vefatı ile bana intikal eden Konya ili hudutları dâhilindeki bilcümle gayrı menkullerden hisseme düşen miras payımı da Mehmetçik Vakfı’na bırakıyorum. Vasiyetimin amacının Türk çocuklarına Atatürk yolunu göstermek olduğunu beyan eder son arzu ve isteklerimi içeren vasiyetimin bunlardan ibaret olduğunu bu vasiyetnamenin hiç kimsenin herhangi bir etki, tesir, cebir baskı yönlendirmesi altından kalmadan hür irademle imzaladığımı noter huzurunda beyan ve ikrar ederim.”

Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk ve şair Sunay Akın’ın da Dağlarca ile ilgili düşünce ve anılarını anlattığı törende öğrenciler ise onu, sevdiği şarkılarla ve en sevilen şiirlerini seslendirerek andı.”

Kaynak: Milliyet Gazetesi-2008


Hamiş: EVV3L kapsamında yayımlanan “Fazıl Hüsnü Dağlarca” başlıklı ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/daglarca adresinden ulaşabilirsiniz.

Eyl
14
2015
0

ÜVERCİNKA Dergisi’ne ‘Kara Propaganda’ Saldırısı!

Dağlarca Şiir Ödülü’ndeki etik tutarsızlıkları eleştiren ÜVERCİNKA Dergisi ile Cemal Süreya Kültür ve Sanat Derneği’ne ‘kara propaganda’ saldırısı düzenlenmiş: https://pasaj69.org/daglarca-sorusturmasi-sonrasi-uvercinkaya-tehditler/

Ayrıca Bkz: https://www.guncelmersin.com/haber/egitim-kultur_1/enver-ercandan-uvercinkaya-santaj-gibi-saldiri/1147.html

Cemal Süreya Kültür ve Sanat Derneği tarafından yayımlanan ÜVERCİNKA Dergisi, Eylül 2015 tarihli 11. sayısında, Beşiktaş Belediyesi’nin ilkini organize ettiği Dağlarca Şiir Ödülü’ndeki etik tutarsızlıkları ve edebiyat kanonlarını eleştiren özel bir dosya hazırlamıştı: https://haber.sol.org.tr/kultur-sanat/uvercinka-eylul-sayisini-edebiyatta-kanon-ve-odul-tartismalarina-ayirdi-128120

uvercinka11

May
30
2015
0

Oligarşik Dehşetin Sürekliliği: “Damperli Ödül Furyası’nın Yeni İstatistikleri”

Sağolsun Koltukname taifesi, 2013’te olduğu gibi 2014’te de geçer akçe kılınan dehşet verici bir oligarşinin istatistiğini hesaplamış ve sayı saymayı (en azından parmak hesabı yapmayı) bilen ya da bildiğini varsaydığımız edebiyat ortamının ortak aklına (vicdanına) sunmuş…


2014 boyunca, 25 edebiyat ödülünde, birden fazla jüri üyeliği yapmış isimlerle karşınızdayız.

Listenin başında 10 kere jüri üyeliği yapmış olan Doğan Hızlan yer alıyor. Hızlan’ı, 5 kere jüri üyeliği yapan Refik Durbaş ile 4 kere jüri üyeliği yapan Egemen Berköz, Enver Ercan, Eray Canberk, Handan İnci, Hilmi Yavuz ve Metin Celâl izliyor. 3 kere jüri üyeliği yapanlar Asuman Kafaoğlu Büke, Cemil Kavukçu, Faruk Şüyün, İnci Aral, Leyla Şahin, Müslim Çelik, Nursel Duruel, Selim İleri, Semih Gümüş, Turgay Fişekçi, Turhan Günay ve Cevat Çapan’dan oluşuyor. 2 kere jüri üyeliği yapanların listesi ise şöyle: Abdullah Uçman, Adnan Binyazar, Ahmet Telli, Ali Cengizkan, Buket Aşçı, Emin Özdemir, Erendiz Atasü, Feyza Hepçilingirler, İhsan Yılmaz, İlknur Özdemir, Mehmet Zaman Saçlıoğlu, Murat Gülsoy, Mustafa Öneş, Sennur Sezer, Sevin Okyay, Sinâ Akyol ve Metin Cengiz.

25 ödülde toplam 117 jüri üyesi bulunuyor. Yukarıda anılan isimler ise bu toplamın yaklaşık %32,5’ine tekabül ediyor.

Analize konu olan yarışma ve ödüllerin listesi: Altın Portakal Şiir Ödülü, Behçet Aysan Şiir Ödülü, Behçet Necatigil Şiir Ödülü, Cemal Süreya Şiir Ödülleri, Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü, Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü, Duygu Asena Roman Ödülü, Dünya Kitap Yılın En İyileri, Erdal Öz Edebiyat Ödülü, Everest İlk Roman Yarışması, GİO Ödülleri, Haldun Taner Öykü Ödülü, Melih Cevdet Anday Şiir Ödülü, Metin Altıok Şiir Ödülü, Necati Cumalı Edebiyat Ödülü, Necip Fazıl Ödülleri, Orhan Kemal Roman Armağanı, Orhan Şaik Gökyay Şiir Ödülü, Ömer Seyfettin Hikâye Yarışması, Sait Faik Hikâye Armağanı, Sedat Simavi Ödülleri, Selçuk Baran Öykü Ödülü, Tanpınar Edebiyat Ödülü, Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri, Yunus Nadi Ödülleri

Bilinirliğinin en yüksek olduğunu düşündüğümüz beş ödülde ise durum şöyle:

Haldun Taner Öykü Ödülü, Sait Faik Hikâye Armağanı, Yunus Nadi Ödülleri, Dünya Kitap Yılın En İyileri ve Sedat Simavi Ödülleri’nin jüri üyeleri toplam 45 kişiden oluşuyor. Bu 45 kişi arasında birden fazla jüride yer alan 8 kişi var; bu da toplam rakamın %18’ine tekabül ediyor. Jüri üyelerinin 13’ü kadın, 32’si erkek. Kadınlar toplamın %29’unu oluşturuyor.

Listenin başında, 5 jüride de yer alan Doğan Hızlan var. Hızlan’ı 3 kere jüri üyeliği yapan Faruk Şüyün ile Metin Celâl izliyor. 2 kere jüri üyeliği yapanlar ise şöyle: Cemil Kavukçu, Faruk Duman, Hilmi Yavuz, Nursel Duruel ve Selim İleri.

Kaynak: https://koltukname.com/2015/01/07/2014un-one-cikan-juri-uyeleri/

 


Şimdi herkes biliyor, 2014’ün yaz aylarında Taylan Kara da bu konuyu analiz etmişti; Taylan Kara‘nın ortaya koyduğu hakikatler, kuvvetli tartışmalara ve özel yansımalara, yorumlara sebep olmuştu.

bakınız:
Türkiye’de Edebiyat Ödülleri Nasıl Verilir? (Haziran 2014)

Geçmiş yıllarda,  edebiyat ödüllerini (damperli ödül furyasını)  ve edebiyat ödüllerinin çevresinde dönen statüko oyunlarını bin türlü eleştirmiştik:

bakınız:
Ödüller İnsansızdır! (2011)
Yeni Sinsiyet ve Bazı Enstrümanları (2010)
Damperli Ödül Furyası ve Saygınlık Cukkalamak (2008)

Nisan 2011’de, Hande Edremit ile gerçekleştirilen bir söyleşide “jüricilik” mesleği hakkında şunlar dile getirilmiş:

Hande Edremit: “Denizaltı Edebiyatı” adlı bildirinizde “Ödüller insansızdır.” diyorsunuz. Ece Ayhan da “Şairlere ödüller verileceğini duyunca, şunları düşündüm: Demek yasalar da yetmemiş, ölüm şairlerle toplu fotoğraf çektirmek istiyor.” demişti. Günlük hayatta da biraz bu şekilde var olmaya çalışıyoruz sanki. Fotoğraflarla önceden belirlenmiş bir sahneyi yaratmaya daha kötüsü yaşamaya çalışarak…

Zafer Yalçınpınar: Ödül konusu son derece karışık bir konu… Şimdi, her şeyi bir kenara bırakalım ve meseleye dil açısından bakalım: Bugün, “Ödül” dediğimiz anda imgesel olarak ödülü alan kişiyi ya da eseri değil “ödül sistematiği”nin kendisini ya da ödülün metasını işaret ediyoruz, yüceltiyoruz, ayrıcalıklandırıyoruz. Eskiden böyle değildi. Şimdilerde, rekabet, kazanmak, yarışmak, hırs, farklılık, üstünlük filan gibi şeyler doğrudan aklımıza geliyor. Ödüllendirme denen şey, Yeni Kapitalizm’in yönetim süreçlerinin içerisinde düşünüldüğünde bir “isteklendirme” türüdür ve iktidar heveslileriyle iktidar sahiplerinin buluştuğu bir podyumdur. Ödül, iktidarın, kendi iktidarını kuvvetlendirdiği bir araçtır. Ödüller sahici değildir. “Ödül Sistematiği” denen şeyden podyumu, ışıkları, jüriyi, ödülü takdim edeni, alkış seslerini, o kırıtışları, gazetelerdeki haberleri, duyuruları filan kaldırın, geriye ne kalır? Şiltler, plaketler filan kalır. Zaten, bu şiltler, plaketler filan birer “simge” değil midir? İmgelemi kuvvetli bir şair için “ödül” denen şeyin karşılığı böylesi bir “sıradan simge” olamaz. Çünkü ödül sistematiğinin demin saydığım bileşenlerinin hiçbiri de imgelemin özgürleşmesiyle bağlantılı değildir. Şairin ödülü sıkı şiir yazmak, yazabilmektir. Şairin ödülü; tüm baskılara rağmen özgür bakışını, imgeselliğinin biricikliğini kaybetmemektir. Derdi şudur şairin; töze nüfuz edebilmek, tözü imlemek… Şair, şiirinin sıkılığını, dizelerinin gücünü yarışmalarla, ödüllerle filan teyit ettiremez. Bakın, bugünün edebiyat ortalığını birazcık araştırdığınızda “ödülsüz” bir şair bulmakta zorlanırsınız. Herkesin bir yığın ödülü var yahu… Nerede kaldı bu adamların ayrıcalığı filan? Ama benim dediğim anlamda, yani imgelemin özgürleşmesi ve töze nüfuz edebilmek yönünde ödüllendirilmiş şair sayısı bir elimin parmaklarının sayısını geçmez. Bu nedenle “Ödüller insansızdır” dedim.

“İstatistikler(statistics)” dediğimiz şey “statüko”nun hem göstergesidir hem de yaratıcısıdır. Bir tür “çift taraflı/karşılıklı nedensellik”ten imtiyaz alır. İstatistik veriler ve “ödüllendirme mekanizması” birlikte düşünüldüğünde katmerli bir statükonun dehşet verici görüntüsüne ulaşırsınız. 2013 ve 2014 kapsamında bakıldığında, Koltukname taifesinin ortaya koyduğu istatistik, jüri oligarşisini ve bunun edebiyat ortamına verdiği/verebileceği zararı, bu topraklarda yazılan edebiyatın özünün nasıl ve kimler tarafından manüple edildiğini/edilebileceğini bir kez daha -hem de açık açık, sayılarla- görmemizi sağlıyor.

Sonuçta, içimden “Yuh!” demek ve şunu eklemek geliyor; “Binlerce okur ve binlerce edebiyat heveskârı bir oligarşi tarafından -sürekli, yıllardır- salak yerine koyuluyor…”

Sahicilikle

Nis
18
2015
0

“Büyük Garip” Oktay Rifat’ı saygıyla yâd ediyoruz.

18 Nisan 1988’te vefat eden büyük usta Oktay Rifat’ı saygıyla yâd ediyoruz.


“Samih Rifat Bey’le, Münevver Hanım’ın küçük oğluyum. Eski tarihle 28 Mayıs 1330, yeni tarihle 10 Haziran 1914′te Trabzon’da doğdum. Babam oranın valisiydi. 5-6 aylık İstanbul’a getirmişler. Çocukluğum ve ilk gençliğim Ankara’da geçti. Ankara Lisesi’ni ve Ankara Hukuk Fakültesi’ni bitirdim. 1937 yılında, hukuk doktorası yapmak için, Devlet hesabına, Paris’e gittim. 3 yıl kaldım. Savaş yüzünden hukuk doktoru olamadım. Orhan Veli, Melih Cevdet ve Cahit Sıtkı ile arkadaşlık ettim. Ozanlık dışında her iş bana ikinci derecede bir uğraş göründü. Avukatlık yaparak geçinirim. Parayı pulu sevmem. Bilgisizliği, üstünkörü bilgiye yeğ tutarım. Yalandan, yalancıdan, hele çıkarı için yalan söyleyenden iğrenirim. Sosyalistim. Şiir, sosyalizm ve yalandan sakınma bana kişiliğimin temel direkleri gibi görünür. Bana kalırsa, şiirin bir ayağı toplumda, bir ayağı kişinin içindedir. Her ozan topluma mal olan, başka bir deyimle nesnelleşen şiirle ilgili kural, ilke ve düşünceleri bilmek ve öğrenmek zorundadır. Ozan, başka ozanlardan kendine, kendinden başka ozanlara gide gele pişer ve olgunlaşır. Ozanın kendine varışı kolay olmaz. Uzun bir yoldur bu.”

Oktay Rifat


EVV3L kapsamında yayımlanan
“Oktay Rifat” başlıklı ilgilerden bir seçki aşağıdadır:

Oktay Rifat’tan Hüsamettin Bozok’a Mektuplar (1952-1954)

“Oktay Rifat’ın Şiir Çizelgesi” (Cemal Süreya, 1969)

“Oktay Rifat’ın Önemi” (Z. Yalçınpınar)

Kitap: Yaşayıp Ölmek Aşk ve Avarelik Üzerine Şiirler (Oktay Rifat)

Şiir hep bizden önce vardır. (O. Rifat)   /   Akıl ve Şiir (Oktay Rifat)

Aklın dışından, daha canlı, duyuma daha yakın… (O. Rifat)

Garipçiler, Nâzım Hikmet için açlık grevinde… (1950)

“Bir sanat eseriyle karşı karşıya olduğumuzu anlasak,
daha doğrusu anlasalar, bize yetecek.” (O. Rifat)

Oktay Rifat, Samih Rifat ve Marmara Adası  /  Oktay Rifat’ın Resimleri

Eşraf Tekerlemesi (Oktay Rifat)     Elleri Var Özgürlüğün (Oktay Rifat)

Çalafırça  /    Bay Lear…   / SIĞIR  ZAFER


Başlıksız-1


Oktay Rifat’ın çevirdiği şiirlerden bir seçki;

“Bir Karanlık Ayna İçi” (P. Eluard)
https://evvel.org/siir-bir-karanlik-ayna-ici-p-eluard

Öteki Ben (Jules Supervielle)
https://evvel.org/oteki-ben-jules-supervielle

Yaşama Gücü Ölmez (André Verdet)
https://evvel.org/yasama-gucu-olmez-andre-verdet

İki Epigram (Martialis)
https://evvel.org/iki-epigram-martialis


Written by Adabeyi in: Usta Beni Öldür! (AKSAK KOLAj) | Etiketler:
Ara
10
2014
0

İfşaatı durduramadılar…

uvercinka2

Şu 50-60 yıldır süren edebiyat ödülleri ve kapitalizmin ödüllendirme sistematiği meselesinde, yıllardır aynı kötücül zihniyet, aynı profildeki tavukları, aynı yemlerle yemliyor, sonra da o yemlediği tavukları -itinayla- yoluyor, paketleyip piyasaya sunuyor… Ortada bir sürü ödüllü tavuk var/oldu yahu! Eh, tarihin, edebiyat tarihimizin bu kadar tavuğu, ödül arzını veya sistematik tavuk üretimini kabul etmeyeceği de aşikar… (Ödülsüz şair, yazar filan çok az, yani “ödülsüzlük” daha değerli hale geldi.) Nihayetinde, insanlarda göz var, izan var; mızrak çuvala sığmıyor. (Zavallı okurumuz, en azından, sayı saymayı, parmak hesabını filan biliyor, bilir!) İşte bu noktada, geçtiğimiz yaz aylarında, Taylan Kara ortaya çıktı, sıkı bir analiz-eleştiri getirdi ve edebiyat ödüllerinin mezalim ortamı ifşa oldu: Sahici bir insan, Taylan Kara, “Türkiye’de Edebiyat Ödülleri Nasıl Verilir” (https://www.gunzileli.com/2014/06/30/taylan-karaturkiyede-edebiyat-odulleri-nasil-verilir/) başlıklı ve son derece önemli bir yazı kaleme aldı. Yazı yaygınlaştı; mesele büyüdü. Bu sefer, “Yeni Sinsiyet” adını verdiğimiz “gizli” tipoloji, bu mezalim durumun ifşaatını önleyemedi de… Taylan Kara’nın ifşa ettiği mezalim ortamının ayrıntıları, internetten, gazetelerden, televizyon programlarından tutun da Cemal Süreya Derneği tarafından yayımlanan “Üvercinka” dergisinin 2. sayısına kadar yansıdı: https://www.aydinlikgazete.com/kultursanat/edebiyatta-tesvik-ve-odul-mafyasinin-kodlari-uvercinkada-h58316.html

Hoşuma gidiyor böylesi olaylar…

Çünkü “bu daha başlangıç”, mücadeleye devam…

 

Şub
23
2014
0

Söyleşi: “2011-2014 Poetika Çalışmaları Üzerine…” // 16 Şubat 2014

Tekin Deniz: İkinci Yeni çalışmalarınızı yakından takip edenlerdenim. Öncelikle, bu özverili ve güzel çalışmalarınız için teşekkür ederim. 2014 yılında, hâlihazırda tamamlanmış bir çalışmanız var mı? Bizimle ne zaman paylaşacaksınız?

Zafer Yalçınpınar: 2013’teki odaklanma çalışmalarının, yani, farklı katılımcılara yöneltilmiş farklı sorular üzerinden yoğunlaşma gayreti içeren söyleşilerin ardından, 2014 yılında bir anket veya poetika soruşturması düzenlemeyeceğimi, 2013 yılı sonuçlarını paylaştığım dosyadaki sunuş yazısında ifade etmiştim. (Bkz: https://bit.ly/poetika2013) Zaten, geçmiş 2011-2013 poetika çalışmalarında yeterince veri toplamıştım. (Bkz: 2011, https://zaferyalcinpinar.com/ikinciyeni2011.pdf) (Bkz: 2012, https://bit.ly/poetika2012) Bir de, her yıl yeni gelen verilerin, katılımcıların söylemlerinin önceki çalışmalardan üssel olarak bir farklılık göstermemesini, marjinal faydanın ve poetik bulguların azaldığını, yaptığımız araştırmanın “zorlama” diyebileceğimiz bir noktaya yaklaştığını hissetmem kararımda etkili oldu. Çünkü İkinci Yeni ve imgelemin özgürleşmesi meselesi için yöntemsel olarak ters bir durum bu. İkinci Yeni konusu üssel derecede aşkın bir poetika meselesidir. Yani, incelendikçe bulguları, anlamları, imgelemi genişleyen büyük bir meseledir. Tıpkı, Ece Ayhan’ın yaşamını ya da şiirindeki tarihselliği araştırmak gibi… Yani, diğer meseleleri her düzlemde katbekat aşan bir alan derinliği, genişliği vardır. Bu nedenle Şubat 2013 ile Şubat 2014 arasındaki zamanı, 2011-2013 dönemindeki geçmiş anket ve söyleşilerden elde ettiğim verileri incelemeye adadım. Ancak, şu an içinde bulunduğumuz tarihsel ya da çevrimsel dönemde karşılaştığım haysiyet yoksunu birçok kötülük, şeytanlık, vicdansızlık ya da “müsibet” diyebileceğimiz olay, analizi tamamlamama, çalışma hızımı optimize etmeme engel oldu. Şu an kaleme aldığım diğer iki büyük konuyla birlikte, poetika analizi de karınca adımlarıyla ilerliyor. 2015’in Şubat ayında, gelecekte yapacağım diğer poetika çalışmalarına süreksel ve üssel yollar açabilecek analitik çıkarımları ortaya koyarak, toparlayarak, 2011-2014 döneminin poetika analizini tamamlamayı umut ediyorum.

T.D.:Sizi, “50 yılın ardında İkinci Yeni” anketini hazırlamaya iten koşullar nelerdi? Sizce edebiyat ve diğer dallarda bugün bu alanda ne tür boşluklar, ne gibi eksiklikler var?

Z.Y.: Beni 2011 anketine yönelten en önemli neden, her şeyden önce, İkinci Yeni akımının bitmediğini görmem, aksine, İkinci Yeni’nin diğer her şeyden çok daha etkin bir biçimde geleceğin şiirini biçimlendirdiğini sezmemdir. Bilimde de vardır bu. Bir hakikati hissedersiniz, sonra araştırmaya, kanıtlamaya başlarsınız. Düşünsenize, 50 küsur yıldır bu topraklarda dile getirilen tüm şiirlerin, dergilerin, şunun bunun, hepsinin aurası, hâlâ, İkinci Yeni şiirinin imgelemini geçemedi. Bütün o antoloji rezaletleri, ödüllendirme mekanizmaları, jüricilik ya da editörcülük salınışları, mikrofon arkasından sabuklamalar, gerdan kırmalar, şiir seçkileri, şiir dergileri, eleştiri numaraları, kavgalar, icat edilmeye çalışılan püsür, karışık akımlar, kitap olmayan kitaplar, “şiir ve x” başlıklı dosya konuları, kendini büyük şair zanneden küçük şiir heveskârları filan… Tüm bu “yapaylamasına etkin” şiir ortamında yer alan hiçbir unsur İkinci Yeni’den daha güçlü bir şiirsel alan derinliğinin oluşmasını sağlayamadı. Sağlayamaz da. Çünkü hepsi, hepsi, hepsi türev… Hepsi de fos çıktı. Bu dev başarısızlığın yanına “edebiyat körlüğü” veya bir tür “öğrenilmiş çaresizlik” kavramı da eklendi. Yani, okuyucu da şair de neyin şiir olduğunu veya şiirin nerde olduğunu, neyin hangi bağlamda eşsiz değere sahip olduğunu anlayamayacak, dahası sezemeyecek duruma geldi. “Bilmediğini, bilmiyor olduğunu da anlayamaz, yani bilmediğinin de farkına varamaz” türünden bir körlük sarmalına düşüldü. Ece Ayhan bu durumu “derin bir çatlak var” diyerek ifade eder. Dünya kadar büyük bir armuz… Sonuçta, “okumamak” ya da “araştırmamak” gibi şeyler de hasıl oldu. Bu durum 2011 anketini başlatmamdaki birincil neden… Ayrıca, Yeditepe Dergisi kapsamında Fahir Aksoy’un hazırladığı 1960 tarihli büyük anketi (bkz: https://evvel.org/50-yilin-ardinda-ikinci-yeni-anketi) inceledim ve o çalışmadan çok feyz aldım. Orada çok önemli şeyler var. Analize oradaki cevapları da ekleyeceğim. Aslında, bakıyorum şu son 20 yıla, İkinci Yeni hakkında dirsek çürütüp, akımın özünü doğru kavrayıp, doğru yordam ve yöntemlerle hakiki bir araştırma yapılmamış. Bir kümelenme analizi, diskur analizi, dendogram çalışması ya da bir imgesel etkileşim-nedensellik haritası, sezgisel de olsa bir “sınır ağları” çalışması filan koyulmamış ortaya… Denenmemiş bile. Herkes aynı şeyleri ezberden geveleyip durmuş. Çünkü kendine eleştirmen ya da araştırmacı diyen o üleştirmenler, gerçekte, yordam ve yöntem bilmiyorlar. Yordam ve yöntem, İkinci Yeni’nin alan derinliğinin incelenmesi kapsamındaki en önemli isterlerdir. Son 20 yılda kimse İkinci Yeni’nin sezgisel alan derinliğini ve etkileşimlerini doğru yordam ve yöntemlerle inceleyememiş. İsterleri bilmiyorlar. Çok zor tabiî… Emek, rahle, izan, görgü, bilgi ister, aidiyet duygusu ister böyle şeyler… Kısacası, göz ister! Böyle şeyleri, bilginin içerdiği özütü dirsek temaslarıyla, yeni sinsiyet tipolojisiyle, retorik arsızlığıyla ya da saygınlık cukkalama enstrümanlarıyla, ödüllendirme sistematiğiyle, antolojicilikle kısacası damperli, fikir keli bir kafayla elde edemezsiniz.

T.D.: Çağdaşı olan birçok şaire göre Cemal Süreya’nın ölümünden sonra şiirimiz ciddi bir tutukluk dönemi geçiriyor. İkinci Yeni sizce edebiyatımızda büyük bir çıkmaz sokak mı oluşturdu yoksa ortaya koyduğu yeni imgelemler ile yarattığı derinlik henüz anlaşılamadı mı?

Z.Y.: Tutukluğun nedeni, sadece Cemal Süreya’nın vefatı değil, tüm İkinci Yeni’nin aşkın, üssel derecede güçlü bir şiir akımı olarak belirleyici etkisini hâlâ sürdürmesidir. “Çıkmaz sokak” söylemini ağzına dolayan belediye şairleri hiçbir şeyin farkında değiller, kendilerinin bile… Sanki, bir tür ezberle hayatlarını sürdürüyorlar, ezbere yaşıyorlar. Misal, ben bu “çıkmaz sokak” söylemini ilk duyduğumda çok hoşuma gitti: Çünkü bu sözün İkinci Yeni imgelemindeki ve söylemindeki karşılığı bir tür övgüdür aslında. İkinci Yeni şiiri, üzerinde AVM’ler ya da türlü türlü gaddarlıklar, bilinçsiz tüketim, kampanya, görsel taciz, hile, endüstri, itiş kakış ve hatta rezilleşmiş trafik taşıyan işlek bir cadde değil. İkinci Yeni’nin meselesi şu dizede vurgulanır: “Düzayak çivit badanalı bir kent nasıl kurulur abiler?” Yani, İkinci Yeni imgelemi mağazalaşacak, endüstrileşecek, ızgara sistemiyle sokak sokak, cadde cadde şebekesi kurulacak bir şey değil, akışkanlar mekaniğiyle hesaplanacak bir emlak meselesi değil. İnsanlığın ve tüm zamanların tahayyül gücüne hitap eden çok önemli bir poetika meselesidir İkinci Yeni.

T.D.: Anket ve odak çalışmalarının öncesini ve sonrasını düşünürsek, Zafer Yalçınpınar olarak hangi çıkarımlara vardınız?

Z.Y.: Bunları daha sonraki yıllarda dile getireceğim. Ama, 2011 yılında gerçekleştirdiğim anketin sunuş yazısından bir alıntıyla soruna cevap vermeye gayret edeyim: (Bir kâğıttan okumaya başlıyor) “Türk şiirinde İkinci Yeni, imgelemin özgürleşmesine odaklanan tek şiir akımıdır. Dilin yapıtaşının sözcükler olmadığı “hakikati”, İkinci Yeni akımının şiirselliğiyle birlikte edebiyatımıza mıhlanmıştır. İmgelemin özgürleşmesi yönündeki bir tasavvur, sözcüklerin belirli bir ‘t’ anındaki sözlük anlamının ön-kabulüyle ya da sözlü kültürün “zihinsellik taşımayan” dolaşımına odaklanarak gerçekleşemeyecektir. İkinci Yeni şairlerinin -hepsinin- bu durumu fark ettiği aşikârdır. İkinci Yeni’ye göre dilin yapıtaşı “imge”dir.”

T.D.:Sizin imgeleminizi esaret altına alan temel olgular nelerdir? İmgeyi özgürlüğüne kavuşturabilmek için nasıl bir söylem içinde olunmalı? Birey ile toplum ilişkisi göz önüne alındığında İkinci Yeni’nin nefes alıp verdiği dönem ile bugün arasındaki kopukluklar veya bağlar nelerdir?

Z.Y.: Bu konuda da fazla bir şey söylemek istemiyorum. Söyleyeceklerimi 2011-2014 yılları arasındaki poetika çalışmalarımın analizine, geleceğe saklamak istiyorum. Ancak, basitçe şöyle diyelim;“insandan çok eşyaya benzememek”. Bu tümce benim için değişmez bir şiardır. Söz özün giysisidir. Bir de tutup söze giysi giydirmeye çalışırsanız, haysiyetsizliğe ve melanete yol açan retorik arsızlığının esiri ya da kölesi olursunuz. İmgelemin özgürleşmesinin önündeki en büyük engel de retorik arsızlığıdır. Aslında, senin sormak istediğin bağ da kopukluk da bu noktadadır.

16 Şubat 2014

     

*

Hamişler:

1. Söyleşinin tam metnine https://issuu.com/adabeyi/docs/poetikacalismalarisoylesi adresinden de ulaşabilirsiniz.

2. Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan “Poetika Çalışmaları” başlıklı ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/poetika-calismalari adresinden ulaşabilirsiniz.

Oca
02
2014
0

Yüzde Otuz Bir: “Damperli Ödül Furyası, Oligarşi, Jüricilik ve 2013 İstatistiği”

Sağolsun, Koltukname taifesi, -bilerek ya da bilmeyerek- aşağıdaki yazıyla dehşet verici bir istatistik ortaya koymuş:

2013 boyunca, 23 edebiyat ödülünde, birden fazla jüri üyeliği yapmış isimlerle karşınızdayız.

Listenin başında 12 kere jüri üyeliği yapmış olan Doğan Hızlan yer alıyor. Hızlan’ı, 5 kere jüri üyeliği yapan Hilmi Yavuz ile 4 kere jüri üyeliği yapan Cevat Çapan, Egemen Berköz, Metin Celâl ve Refik Durbaş izliyor. 3 kere jüri üyeliği yapanlar Cemil Kavukçu, Enver Ercan, Eray Canberk, Faruk Şüyün, Nursel Duruel, Selim İleri, Semih Gümüş, Turgay Fişekçi, Turhan Günay ve Ülkü Tamer’den oluşuyor. 2 kere jüri üyeliği yapanların listesi ise şöyle: Adnan Binyazar, Ali Cengizkan, Emin Özdemir, Erendiz Atasü, Feyza Hepçilingirler, Güven Turan, Handan İnci, İhsan Yılmaz, İlknur Özdemir, İnci Aral, Leyla Şahin, Mehmet Zaman Saçlıoğlu, Murat Gülsoy, Müge İplikçi, Müslüm Çelik, Osman Şahin, Prof. Dr. Abdullah Uçman, Sennur Sezer, Sevin Okyay ve Tahsin Yücel.

23 ödülde toplam 115 jüri üyesi bulunuyor. Yukarıda adı anılan isimler ise bu toplamın yaklaşık %31′ine tekabül ediyor.

Ödüllerin tam listesi şöyle:

Altın Portakal Şiir Ödülü, Behçet Aysan Şiir Ödülü, Behçet Necatigil Şiir Ödülü, Cemal Süreya Şiir Ödülleri, Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü, Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü, Duygu Asena Roman Ödülü, Dünya Kitap Yılın En İyileri, Erdal Öz Edebiyat Ödülü, Everest İlk Roman Yarışması, GİO Ödülleri, Haldun Taner Öykü Ödülü, Melih Cevdet Anday Şiir Ödülü, Metin Altıok Şiir Ödülü, Orhan Kemal Roman Armağanı, Orhan Şaik Gökyay Şiir Ödülü, Ömer Seyfettin Hikâye Yarışması, Sait Faik Hikâye Armağanı, Sedat Simavi Ödülleri, Selçuk Baran Öykü Ödülü, Tanpınar Edebiyat Ödülü, Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri, Yunus Nadi Ödülleri

Bkz: https://koltukname.com/2014/01/01/2013un-one-cikan-juri-uyeleri/

 

Geçmiş yıllarda,  edebiyat ödüllerini (damperli ödül furyasını)  ve edebiyat ödüllerinin çevresinde dönen statüko oyunlarını bin türlü eleştirmiştik:

bakınız:
Ödüller İnsansızdır! (2011)
Yeni Sinsiyet ve Bazı Enstrümanları (2010)
Damperli Ödül Furyası ve Saygınlık Cukkalamak (2008)

Nisan 2011’de, Hande Edremit ile gerçekleştirdiğimiz bir söyleşide “jüricilik” mesleği hakkında şunları dile getirmişiz:

Hande Edremit: “Denizaltı Edebiyatı” adlı bildirinizde “Ödüller insansızdır.” diyorsunuz. Ece Ayhan da “Şairlere ödüller verileceğini duyunca, şunları düşündüm: Demek yasalar da yetmemiş, ölüm şairlerle toplu fotoğraf çektirmek istiyor.” demişti. Günlük hayatta da biraz bu şekilde var olmaya çalışıyoruz sanki. Fotoğraflarla önceden belirlenmiş bir sahneyi yaratmaya daha kötüsü yaşamaya çalışarak…

Zafer Yalçınpınar: Ödül konusu son derece karışık bir konu… Şimdi, her şeyi bir kenara bırakalım ve meseleye dil açısından bakalım: Bugün, “Ödül” dediğimiz anda imgesel olarak ödülü alan kişiyi ya da eseri değil “ödül sistematiği”nin kendisini ya da ödülün metasını işaret ediyoruz, yüceltiyoruz, ayrıcalıklandırıyoruz. Eskiden böyle değildi. Şimdilerde, rekabet, kazanmak, yarışmak, hırs, farklılık, üstünlük filan gibi şeyler doğrudan aklımıza geliyor. Ödüllendirme denen şey, Yeni Kapitalizm’in yönetim süreçlerinin içerisinde düşünüldüğünde bir “isteklendirme” türüdür ve iktidar heveslileriyle iktidar sahiplerinin buluştuğu bir podyumdur. Ödül, iktidarın, kendi iktidarını kuvvetlendirdiği bir araçtır. Ödüller sahici değildir. “Ödül Sistematiği” denen şeyden podyumu, ışıkları, jüriyi, ödülü takdim edeni, alkış seslerini, o kırıtışları, gazetelerdeki haberleri, duyuruları filan kaldırın, geriye ne kalır? Şiltler, plaketler filan kalır. Zaten, bu şiltler, plaketler filan birer “simge” değil midir? İmgelemi kuvvetli bir şair için “ödül” denen şeyin karşılığı böylesi bir “sıradan simge” olamaz. Çünkü ödül sistematiğinin demin saydığım bileşenlerinin hiçbiri de imgelemin özgürleşmesiyle bağlantılı değildir. Şairin ödülü sıkı şiir yazmak, yazabilmektir. Şairin ödülü; tüm baskılara rağmen özgür bakışını, imgeselliğinin biricikliğini kaybetmemektir. Derdi şudur şairin; töze nüfuz edebilmek, tözü imlemek… Şair, şiirinin sıkılığını, dizelerinin gücünü yarışmalarla, ödüllerle filan teyit ettiremez. Bakın, bugünün edebiyat ortalığını birazcık araştırdığınızda “ödülsüz” bir şair bulmakta zorlanırsınız. Herkesin bir yığın ödülü var yahu… Nerede kaldı bu adamların ayrıcalığı filan? Ama benim dediğim anlamda, yani imgelemin özgürleşmesi ve töze nüfuz edebilmek yönünde ödüllendirilmiş şair sayısı bir elimin parmaklarının sayısını geçmez. Bu nedenle “Ödüller insansızdır” dedim.

“İstatistikler(statistics)” dediğimiz şey “statüko”nun hem göstergesidir hem de yaratıcısıdır. Bir tür “çift taraflı/karşılıklı nedensellik”ten imtiyaz alır. İstatistik veriler ve “ödüllendirme mekanizması” birlikte düşünüldüğünde katmerli bir statükonun dehşet verici görüntüsüne ulaşırsınız. 2013 kapsamında bakıldığında, Koltukname taifesinin ortaya koyduğu istatistik, jüri oligarşisini ve bunun edebiyat ortamına verdiği/verebileceği zararı, bu topraklarda yazılan edebiyatın özünün nasıl ve kimler tarafından manüple edildiğini/edilebileceğini bir kez daha -hem de açık açık, sayılarla- görmemizi sağlıyor.

Sonuçta, içimden “Yuh!” demek ve şunu eklemek geliyor; “Binlerce okur ve binlerce edebiyat heveskârı bir oligarşi tarafından -sürekli, yıllardır- salak yerine koyuluyor…”

Sahicilikle
Zafer Yalçınpınar

Kas
26
2012
0

İki farklı seri Papirüs Dergisi… (1961 ve 1966)

Edebiyat tarihinde ün salmış Papirüs Dergisi, ilk önce 1961 yılında Ankara’da 2 yaprak ebadında yayımlanmaya başladı. Sonra 1965-66 döneminde -bu kez İstanbul’da- kitap şeklinde yayımlanmaya devam etti. İstanbul menşeli ikinci seriden önceki Ankara menşeli baskılar, edebiyat dünyası tarafından pek bilinmez. -Hatta, “Cemal Süreya’yı anmak için Papirüs’ün tıpkıbasımlarını yayımlıyoruz!” iddiasında olan yayınevleri (Artshop vs.) filan da bu önemli ayrıntıyı bilmezler, atlamışlardır ya da daha kötüsü; nazara almamışlardır!.-

Papirüs Dergisi’nin Ankara menşeli 4. sayısı(1961) ile İstanbul menşeli 4. sayısının(1966) kapak görüntüleri ve künye bilgileri, karşılaştırmalı olarak (karşılaştırılsın diyedir) aşağıda bulunmaktadır. (Zy)

Papirüs’ün 1961’de yayımlanan ilk serisinden 4. sayının kapak görüntüsü.
(Muzaffer İ. Erdost ile Cemal Süreya’nın yazıları yan yana…)

*
Papirüs’ün 1961’de yayımlanan ilk serisinden 4. sayının künyesi…
(Büyütmek için tıklayınız…)

*

Papirüs’ün 1966’da yayımlanan ikinci serisinden 4. sayının kapak görüntüsü.

*

Papirüs’ün 1966’da yayımlanan ikinci serisinden 4. sayının künyesi…

*

Hamiş: Papirüs’ün 1961 serisinin 4. sayısını Evvel Fanzin’e ulaştıran Aydedim Sahaf‘a teşekkür ederiz.

Haz
13
2012
0

Azınlık-Oluş ya da Şair-Oluş (U. Aydoğdu)

Belki de “doğru olmayan sözcükleri” bulmamız gerekiyor. Oluşları, akışları, akışkanlıkları var edecek sözcükleri. “Bir üslup, kendi ana dilinde kekelemektir. Bu çok güçtür, çünkü bu tip bir kekelemenin gerekliliği olmalıdır. Bu, sözlerinde kekeme değil, kendi dilinde kekeme olmaktır. Ana dilinde yabancı gibi olmak. Bir kaçış çizgisi yapmak.” Örneğin, Ece Ayhan, azınlık-oluş ya da şair-oluş’tur. Türkçede müthiş bir ‘yabancılık’ icat etmiştir.

Dil, hiçbir zaman homojen bir sahada hareket etmez. Bir heterojenlik coğrafyasında hareket edebilmek için sık sık kızarıp bozarmak gerekir değil mi? Kekeleyen bir şiir oluşmak, işte güç olan budur. “Tek dilde bile ikili olmamız gerekir, kendi dilimizde bile ergin olmayan bir dilimiz olmalı, kendi dilimizde azınlık bir dil yaratmalıyız. Çok dillilik, her biri kendi içinde bağdaşık (homojen) olan birçok sistemin sahip olduğu şey değildir; kaçış çizgisi veya değişim çizgisi bir sisteme bulaşır ve onun bağdaşık (homojen) olmasını önler.” Örneğin Cemal Süreya, San adlı şiirinde “Seni kucağıma alıyorum / Tarifsiz uzuyor bacakların” derken Türkçeden “bir başka dil çıkartır.” Proust’un dediği gibi “Güzel kitaplar yabancı dildeymiş gibi yazılmışlardır.”

Edip Cansever, Masa’ya “azınlık oluşunu” koyar. Azınlık olmasa masaya “biranın dökülüşünü” ya da “ekmeğin yumuşaklığını” ya da “üç kere üçün dokuz etmesini” koyar mıydı hiç? Masaya konan onca şey “azınlık oluşun” ürettiği şeyleridir.

“Azınlık oluşun” içinde insanın ‘kendi oluşu’ vardır. Diğer bir deyişle insanın ‘kendi oluşu’, “azınlık oluş”tur. “Bir sakarlık” ya da “bir sıhhat eksikliği” ya da “bir zayıflık” ya da “hayati bir kekemelik” icat etmek… Yaşamda “birinin çekiciliğini belirten” neyse yazının kaynağında da üslup olarak bunlar vardır. Bizi bir şiire ya da bir insana götüren ‘çekerler’ yoksa ne şiirin ne de insanın çekiciliğinden bahsedemeyiz. Bizi çekerler, çünkü onlardaki “azınlık oluşu” hemen fark ederiz. Onlara yeterince keskinlik veren bu güç “kendi kendisini doğrulayan yaşam gücü”dür ve “bu güç hiç bıkmadan, sebatkârlıkla yaşamı doğrular.” Öyle değil mi “dörtnala sevişmek lazım”dır. Sonra “sen çıkarıp utancını duvara asarsın” ve “ben masanın üstüne koyarım kuralları”. Bu dizelerde[1] hem nazik hem de güçlü bir yan var. Çoğu zaman etrafından dolaştığımız yaşam bizden bir ‘oluş hamlesi’ ister.

Nietzsche, “Nevrozlunun tersi olan nazik, sağlıklı ve iyi yaşamlı”, şöyle diyordu: “Öyle görünüyor ki sanatçı ve özellikle filozof bulunduğu çağın içinde rastlantıdır… Onun ortaya çıktığı yerde, hiç atlamayan doğa, birdenbire ileriye doğru sıçrar ve bu neşenin sıçramasıdır.” Böylece “doğa ilk defa bir sonuca vardığını anlar.” Işıklar yanar. “Zorunlu olarak galip gelen bir zar darbesidir bu.” Ah, zarlar yuvarlanıyor işte. Bunun tadını neyle kıyaslayabilirim? “Bütün” den çalınan bir öpüşmenin hazzı işte – daha ne -, burada “… zurnanın ucunda yepyeni bir çingene”[2] ye rastlanır. Gökyüzü çileklerine, dalgalanmalara, mini minnacık çakıl taşlarına benzeyen olaylara, korkulara, titremelere rastlanır.

Zaten, “Rastlamak kapmaktır, çalmak.”

Uluer Aydoğdu
“denizsuyukasesi”, temmuz- eylül  2009, sayı 39

 

[1] “Sen çıkardın utancını duvara astın/ Ben masanın üzerine koydum kuralları” Dizelerin aslı böyledir. Önceleyin/ Üvercinka/ Cemal Süreya.

[2] “Ve zurnanın ucunda yepyeni bir çingene” Gül/ Üvercinka/ Cemal Süreya.

Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan “Poetika Çalışmaları”na https://evvel.org/ilgi/poetika-calismalari adresinden ulaşabilirsiniz.

Haz
12
2012
0

16 Haziran 2012 Karma Eserler Müzayedesi’nde Edebiyat Efemeraları

16 Haziran 2012,  Cumartesi
Saat: 14.00, Point Otel Barbaros

İmzalı kitap ve edebiyat efemerası heveskârlarının özellikle de Nâzım Hikmet, Turgut Uyar, Cemal Süreya ve Abidin Dino üzerine yoğunlaşan koleksiyonerlerin kaçırmaması gereken bir müzayede…

Bkz: https://www.buyukpazarmezati.com/index.php?sayfa=mezat-listesi

May
11
2012
0

Sıkı Buluntu/Kitap: “Ece Ayhan Çağlar Anlatıyor”

Bkz: https://www.bianet.org/bianet/sanat/138152-ece-ayhan-caglar-anlatiyor

“Ece Ayhan Çağlar Anlatıyor”

Ece Ayhan’ı yakından tanımak isteyenler için önemli bir kitap olan “Ece Ayhan Çağlar Anlatıyor”, şairin yaşamını anlatırken aynı zamanda bir döneme de ışık tutuyor.

İlhan Berk, Özcan Yalım’a gönderdiği “3 Ocak 1982” tarihli mektubunda Ece Ayhan’a çeşitli sorular sorduğunu yazar. Sorular Ece Ayhan’ın yaşamı ve şiiri üzerinedir. Yalım’dan da hazırladığı soruları Ece Ayhan’a sormasını ve kayıt altına aldıktan sonra kendisine göndermesini ister.
Özcan Yalım, İlhan Berk’e cevaben yazdığı 9 Şubat 1982 tarihli mektubunda, Ece Ayhan’la ilgilendiği için kendisine teşekkür eder. Ve “Keşke bütün ozanlar birbirlerine böyle destek olsalar…” diye yazar.
İlhan Berk’in amacı Ece Ayhan’a dair bir kitap yazmaktır. O tarihlerde Özcan Yalım da, Ece Ayhan da Ankara’da yaşamaktadır. Ayhan o dönem işsiz ve parasız olduğu için Mülkiyeliler Birliği’nin Misafirhanesi’nde kalmaktadır. Sık sık Özcan ve Ülkü Yalım’ın evine de gitmektedir ama.
Özcan Yalım, Berk’in isteği üzerine 1982 yılı başlarında Ece Ayhan’la yaşamı ve şiiri üzerine konuşur ve bu konuşmalar üç kaset olarak kayıt altına alır. Fakat Yalım bu kayıtları İlhan Berk’e göndermez. Çünkü Ece Ayhan’la politik bir çatışma içerisindedir.

Yarım kalan çalışma tamamlandı

Yalım yıllar sonra bu kasetleri Eren Barış’la paylaştı ve yarım kalan bu çalışma Barış’ın derlemesiyle, Dipnot yayınevi tarafından “Ece Ayhan Çağlar Anlatıyor” ismiyle kitaplaştırıldı.
Ama ne yazık ki, zaman içinde kasetlerden biri kayıptı. Özcan Yalım kayıp kasetin deşifresini hatırladığı oranda daktiloya geçmiş. Konuşmalar 19 Ocak 1982 ile 11 Mart 1982 tarihleri arasında gerçekleştirilmiş.

Ece Ayhan’ı yakından tanımak isteyenler için önemli bir kitap “Ece Ayhan Çağlar Anlatıyor”

İlhan Berk ve Özcan Yalım’ın birbirlerine yazdıkları mektuplar ilk kez bu kitapla gün ışığına çıkıyor. Kitap şairin yaşamını anlatırken aynı zamanda bir döneme de ışık tutuyor.
Bu kitapta Ece Ayhan’ın çocukluğuna, oyuncaklarına, şehirlerine, arkadaşlarına, okullarına ama sanırım daha da yakıcı olan yalnızlığına tanık olacaksınız.
Mesela, oyuncaklara çok da düşkün olmayan çocukluğuna tanık olacaksınız bu kitapta şairin. En sevdiği oyuncakların el yapımı oyuncaklar olduğunu göreceksiniz. Topaç ve telden tekerliği çok sevdiğini… Bisiklet sürmeyi çok istemesine rağmen bir türlü beceremediğini anlatacak size Ece Ayhan.

Ece Ayhan’a tanık olmak

Sevdiğiniz, öykündüğünüz bir şairin ilk okuduğu kitabı merak etmez misiniz? Okuduğunuz o ilk kitap sizi zamanla “siz” yapmaz mı? Ece Ayhan’ın ilkokul yıllarındayken okuduğu ilk kitabı öğreneceksiniz, aldığı ilk dergileri.

Babasıyla arasındaki ilişkiye tanık olacaksınız? Annesiyle, babasının ayrılmasına… Üvey babasına… Ablasıyla arasının açılmasına… Dinle ilişkisine…
Liseyi bitirdikten sonra İstanbul’u terk edip Ankara’ya, Mülkiye’ye okumaya gelen şairin, üniversite yıllarına tanık olacaksınız.
Örneğin şuan “Mülkiyede” okuyan ben, bir zamanlar, “Mülkiye’de” şiir geceleri yapıldığını ilk kez bu kitapla öğreniyorum.
Bu gecelere Nurullah Ataç, İsmail Hakkı Tunalı gibi isimler katılırmış. Şair, bu gecelerde okunan şiirleri pek beğenmediğini söylüyor, Özcan Yalım’a.
Kendisinden bir üst sınıfta okuyan Sezai Karakoç ile okul kantinindeki tanışıklığına şahit olacaksınız bu kitapta şairin. Karakoç hakkındaki yorumlarına… Üst sınıflarda okuyan Cemal Süreya ile dönem farkından dolayı “organik bağ” kuramamasına. Ki şair yıllar sonra bu isimlerle “İkinci Yeni” akımında yer almıştı.
Mülkiye’de okurken ilk kez Cebeci Sineması’nda film izlemesine… O dönemdeki plak konserlerine sıkça katıldığına tanık olacaksınız bu kitapta.
Diyaloglar orijinal haliyle kitaba aktarıldığı için kimi zaman anlaşılmaz gibi görünse de hem Ece Ayhan’ı hem de o yılları anlamak için okunması gereken kitaplardan birisi “Ece Ayhan Çağlar Anlatıyor” kanımca…
Eren Barış bu kitaptan önce, “Kardeşim Akif” kitabını derlemişti. “Kardeşim Akif” kitabı, Ece Ayhan’ın o dönem genç bir şair olan Akif Kurtuluş’a 1982- 1984 arasında yazdığı mektuplardan ve o döneme ilişkin Kurtuluş’la yapılan söyleşiden oluşuyordu.

SERHAT KORKMAZ / Bianet

 

Hamişler:

Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan Ece Ayhan ilgilerinin tümüne https://evvel.org/ilgi/ece-ayhan adresinden ulaşabilirsiniz.

“Bakışsız Bir Kedi Kara” adlı Ece Ayhan Web sitesi ise https://zaferyalcinpinar.com/bakissiz.html adresinde bulunuyor…

Nis
11
2012
0

“Bakaç”

Cemal Süreya’nın “Bakaç” adlı çizimi
-Hatay (Meyhanesi) Defterleri’nden…

Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan “İmzalı” ilgilerin
tümüne https://evvel.org/ilgi/imzali adresinden ulaşabilirsiniz.

Nis
05
2012
0

Hatay (Meyhanesi) Defterleri’nde; “Feyyaz Kayacan”

Hatay Meyhanesi Defterleri, Ümit Bayazoğlu’nun -ki sıkı bir E V V E L fanzin dostudur- editörlüğünde 2003 yılında YKY’den yayımlanmış ve şu an baskısı tükenmiş… 80’li yıllarda Kadıköy-Bostancı’daki Hatay Meyhanesi’ne takılan -başta Cemal Süreya olmak üzere- çeşitli şair, yazar, ressam ve gazetecilerin ortaklaşa tuttuğu bu “meyhane” defterlerinin, dönemin aurasını ve Kadıköy taifesinin imgeselliğini anlamak açısından eşsiz bir efemera kaynağı olduğunu bilen, biliyor; gören görüyor.

Geçenlerde, Soyut Sahaf’ta, “Hatay (Meyhanesi) Defterleri”nin çok ilginç bir özgün baskısına rastladım. Tamamı kuşe kâğıda fotokopi yoluyla basılmış ve beyaz karton kapağıyla ciltlenmiş bu nüshanın 80’lerin sonuna doğru Hatay Meyhanesi dostlarına dağıtılmak üzere, gene Hatay Meyhanesi’nin kendi imkânlarıyla (meyhanenin müşterilerinin desteğiyle) basıldığı anlaşılıyor. (Nüshanın kapağını Semih Poroy çizmiş, dizgisini ve özgün baskısını da Umut Kudat gerçekleştirmiş. Kapaktaki “BİR” ibaresi başka bir cildin daha geleceğini anlatmaya çalışıyor. Bu baskı ile YKY’den yayımlanan kitabı henüz karşılaştırmadım; YKY baskısının kapsamına her şey alınmış mıdır, bilmiyorum. Zaten, konumuz da tamamen “Hatay (Meyhanesi) Defterleri” değil…)

Konumuz, 5 Nisan 1993 tarihinde vafat eden Feyyaz Kayacan’ın birçok etkileyici el yazısı notuyla, dizeleriyle ve görkemli imgelemiyle Hatay (Meyhanesi) Defterleri’nde tekrar karşılaşmamdır: “Feyyaz Kayacan…”  Daha önce Feyyaz Kayacan’a ilişkin olarak Evvel Fanzin kapsamında bazı şeyler paylaşmıştık (Bkz: https://evvel.org/?s=feyyaz+kayacan), ancak Feyyaz Kayacan’ın yaşamına ayrıntısıyla yönelmemiştik.  Şimdi -geç olmadan- odaklanalım:

“Feyyaz Kayacan, 19 Aralık 1919 yılında İstanbul’da büyük bir evde dünyaya gelir. Baba tarafından soylu bir Osmanlı ailesine mensup olan yazarın Büyük babası Reşat Bey, Londra’da Namık Kemal’le Ziya Paşa’nın çıkardığı Hürriyet gazetesini yönetmiş bir şahsiyet, amcası ise Washington’da ilk Osmanlı elçisi olarak görev yapmış bir kişidir. Liseyi İstanbul’da Saint Joseph’te tamamlayan Kayacan, Paris’te École Libre des Sciences Üniversitesi’nde bir yıl kadar siyasal bilgiler, oradan da İngiltere’ye giderek Durham Üniversitesi’nde de iktisat okur. Bu arada Fransızca “Gestes â la Mer” adlı da şiir kitabı yayımlanır. Londra’da gerçeküstücü topluma katılmış, Paris’te de André Breton’la tanışır. Fransızca bir dergide gerçeküstücü akımın özelliğini gösteren şiirleri yayımlanır. İngiltere’de okurken Fransızca yazan bir şair olarak, Türk Şair ve yazarlarını keşfetmesiyle Türkçe yazmaya başlar. Avrupalı yazarlardan James Joyce, Dylan Thomas ve W. Faulkner’den, Türk yazarlardan da Sait Faik Abasıyanık’tan etkilenir. 1950’li yıllarda öykü ve şiirlerini Türkçe yazarak, bunları Türkiye’de Yeditepe, Yenilik ve Türk Dili dergilerinde yayımlatır. Uzun yıllar BBC Türkçe Yayınlar Servisi’nde çalışan yazar, buradan emekli olur ve emekli olduktan sonra da Londra’ya yerleşir. İki kez evlenir ve altı çocuk sahibi olur.

Edebî macerası Şiirle başlayan Feyyaz Kayacan, üç dilde şiir yazan bir şairdir. İlk iki şiir kitabını Fransızca Les Gammes İnsollites-Poemes suivis de Destruction (1935) ve Géstes á la Mer (1943) adıyla çıkarır. Şair ilk şiir kitabı çıktığında bir lise öğrencisidir ve kitapta Feyyaz Fergar adını kullanır. Türkçe Şiirlerini Kaşık Havası (1976) ve Benim Örümceğim Başka (1982) adıyla, son olarak da İngilizce Şiirlerini A Talent for Shrouds (1991) adıyla yayımlar. Onun asıl ünü, birçok yeniliği içinde barındıran öyküleriyle olur. 1950 kuşağı içinde yetkin bir isim olan yazarın Şişedeki Adam (1957), Sığınak Hikâyeleri (1962), Cehennemde Bir Yusuf (1964), Gibiciler (1967), Hiçoğlunun Serüvenleri (1969) ve Bir Deli Değilin Defterleri (1987) adlı öykü kitapları bulunmaktadır. Sığınak Hikâyeleri 1963 yılında TDK Hikâye Ödülü’nü alır. Öykülerinin tamamı, yazarın ölümünden sonra Bütün Öyküler adıyla 1993’te, dört oyununu topladığı Mutlu Azınlık 1968’de, öykü anlayışının hem tematik hem de teknik olarak bir devamı olan tek romanı Çocuktaki Bahçe 1982’de ve Türk Şiirini kapsamlı olarak ele alan Modern Turkish Poetry adlı antolojisi de 1992 yılında yayımlanır. Feyyaz Kayacan, edebiyat dünyasında öncelikli olarak öyküleriyle yer edinmiş bir yazardır. 1950’li yıllardan itibaren yazdığı öykülerinde, gerek dildeki yeniliği gerek modern insanın sorunlarına dikkat çekmesi bakımından modernist ve postmodernist bir eğilim göze çarpar. Gerçeküstücü ve varoluş akımlarına bağlı olarak sıkıntı, bunalım, hiçlik, kuşatılmışlık, özgürlük ve umut onun öykülerindeki başlıca temaları oluşturur.“ (Doç. Dr. Nilüfer İlhan, “Feyyaz Kayacan’ın Çocuktaki Bahçe Romanında Ev Ve Sokak Karşıtlığı Ya Da İçerdekiler Ve Dışardakiler”,  Turkish Studies, Sayı: 6/3 Yaz 2011, s. 903-928)

E V V E L fanzin olarak ikide bir “imgelemin özgürleşmesi” kavramından bahsediyoruz  ya, işte — Feyyaz Kayacan (tıpkı Sait Faik, Vüs’at O. Bener ve Bilge Karasu gibi) bu yolda en büyük ve en sağlam adımları atmış zirve isimlerden biridir, diyebiliriz. Sonuçta, Hatay (Meyhanesi) Defterleri’nin bu ilginç nüshasında bulduğum Feyyaz Kayacan betiklerine https://zaferyalcinpinar.com/hataymeyhanesifeyyazkayacan.pdf adresinden ulaşabilirsiniz.

Betikleri okumayı, okuyabilmeyi size bırakıyorum…

Zy

Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan “imzalı” ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/imzali adresinden ulaşabilirsiniz.

Oca
31
2012
0

Şiirsel Yük

(…)
Nâzım Hikmet’in önemi şurda: Bir devrim düşüncesini toptan üstlenmiş ve sonuna kadar götürmek cesaretini göstermiştir. Öte yandan şiirinde -anlatımında, kullandığı imgelerde, dil tutumunda- düşüncesinin, hayatının, varoluşunun karşılığını bulmuştur. Başka şairlerde görmeye alıştığımız, düşüncenin süs ve biçim olarak, iğreti olarak serpilişi, fikrin biçim cilveleri ve anlam oyunları halinde kalıp sırıtışı yoktur onda. Düşünce biçimsel olarak değil, yapısal olarak yerleşir Nâzım Hikmet’in şiirine. Tümdengelmez onda düşünce. Daha çok hayatın verilerinden çıkışını yapar. (…)
Nâzım Hikmet şiirini hayatıyla tam doğrulamış bir şairdir. Ama daha önemlisi, hayatını şiiriyle eksiksiz bir planda doğrulamayı da bilmiştir. Siyasal tutumdaki birçok şairin aksine, devrim düşüncesiyle şiirsel yük müthiş bir bütünlenme içindedir onda. Ve bu bizim şiirimizde Nâzım Hikmet’e kadar rastlanmayan, dünya şiirinde de seyrek rastlanan bir özelliktir. Şiirsel onur yiğitlik tavrıyla bir arada gider Nâzım Hikmet’te. Şiirin en büyük deneylerinden biri.

Cemal Süreya
“Yazdık Nâzım Nâzım Diye”, Haz: Zühtü Bayar, Günel Altıntaş, Soyut Yay., Mayıs 1974, s.30

Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan Nâzım Hikmet ilgilerinin tümüne https://evvel.org/ilgi/tas-ucak adresinden ulaşabilirsiniz.

Written by Adabeyi in: Usta Beni Öldür! (AKSAK KOLAj) | Etiketler:
Kas
20
2011
0

1978: Milliyet Sanat Dergisi’nin “Özdeğerlendirme” Özel Sayısı

Son 1-2 yıl içerisinde, Milliyet Sanat Dergisi’nin Abdi İpekçi yönetiminde çıkan -80 öncesi- ilk dönem sayılarının hepsini didikledim, inceledim. (Bazılarını da koleksiyonuma kattım.) 1950-65 yılları arasındaki “keşmekeş”i ve sonrasında oluşan 1965-80 döneminin aurasını bütünsel olarak değerlendirdiğimizde, kitle ile sanat etkileşimi bağlamında, kitlenin toplum bilincine evrilmesindeki sanatsal etkenlerin görülmesi ve bu etkenlerin geribildirimlerinin derli toplu olarak ele alınması açısından Milliyet Sanat Dergisi’ni ve yazar çevresini eşsiz derecede önemli, günümüzdeki çevrimsel eğilimlerin/söylemlerin analizi yolunda da son derece hakikatli buluyorum.

Milliyet Sanat Dergisi’nin 4 Aralık 1978 tarihli 300. sayısı bir “özdeğerlendirme özel sayısı” olarak yayımlanmış. Bu özel sayı, ülkemizin edebiyat-sanat tarihini önemseyenler için okunması elzem bir sayıdır: Vedat Günyol‘un, Hüsamettin Bozok‘un, Tütengil‘in, Cemal Süreya‘nın, Şükran Kurdakul‘un “dergicilik ve sanat dergiciliği” eksenli özdeğerlendirme yazıları, bize, o günden bugüne (olumlu ya da olumsuz, nereden bakıyorsanız oradan) hangi merhalede bulunduğumuzu anlamamız için çok önemli çıkarımlar sağlıyor. (Hatta, biraz kendinizi zorlarsanız -eğer idrak kanallarınız bütünüyle tıkanmış değilse- söz konusu çıkarımların aydınlığında bir vizyon sahibi olmaya da çalışabilirsiniz.)

Milliyet Sanat’ın 300. sayısı, dergicilik konularının yanı sıra “Tiyatro-Resim-Sinema Seyircisi” ve “Edebiyat-Dergi Okuru” tipolojilerinden de bahsediyor: Cemal Süreya, Ferit Edgü, Onat Kutlar, Muhsin Ertuğrul, Atilla Dorsay gibi isimler kendi hayat hikâyeleriyle birlikte konuya yaklaşıyorlar.

Hepsinden önemlisi; Milliyet Sanat’ın ilk 300 sayısında yer alan yazı dizilerinin ve soruşturmaların konu başlıklarını içeren listeler de bu özel sayıda yayımlanmış.

Sonuçta, Milliyet Sanat Dergisi’nin 1978 tarihli bu özel sayısındaki özdeğerlendirmelere ve diğer her şeye https://zaferyalcinpinar.com/ms300.jpg (11 mb.) adresinden ulaşabilirsiniz.

Z. Yalçınpınar

 

Hamişler:

1- Milliyet Sanat’ın işbu özel sayısında, Varlık Dergisi ve çevresinde yer alan yazarlardan hiçbirinin bulunmaması (yer bulamaması) ve buna karşın Yeditepe’nin yayımcısı olan Hüsamettin Bozok’un fikirlerinin yer bulması edebiyat tarihimizin uzamında hem ilginç, hem de doğru bir editöryal tutum olarak dikkatimi çekti.

2- Özel sayıda, dosya dışı olarak “Nâzım Hikmet, ‘ömrünün üç büyük vesikası’nı anlatıyor!” başlıklı bir yazı da var. Önümüzdeki günlerde bu yazıyı ve içerdiği ilginç hikâyeleri de Evvel Fanzin kapsamında paylaşacağım.

Oca
20
2011
0

Büyük Pazar Müzayedesi-II (23 Ocak 2011)

Denizler Kitabevi ve Pazar Mezatı’nın düzenlediği büyük müzayedelerin ikincisinin kapsamında ilginç şeyler var. 23 Ocak 2011, saat 12.30‘da Point Hotel Barbaros‘ta gerçekleşecek müzayedede  Orhan kemal, Can Yücel, Kemal Tahir, Oktay Rifat, A. Ş. Hisar, Melih Cevdet Anday, Cemal Süreya, Edip Cansever, A.M. Dranas, Asaf Halet Çelebi, B. Necatigil, F.H. Dağlarca, Tezer Özlü, Kemal Tahir, Sevim Burak gibi edebiyatçıların bazı imzalı kitapları da açık arttırmaya sunulacak…

Bkz: https://www.buyukpazarmezati.com/index.php?sayfa=mezat-listesi&arama=Edebiyat

Written by Adabeyi in: Buluntular (Efemeralar),Duyurular, Tartışmalar | Etiketler:
Ağu
02
2010
0

Götürün Beni (Henri Michaux)

Bir karavela içinde götürün beni
Yaşlı ve usul bir tekne içinde
Pruvanın içinde, ya da isterseniz köpüğün
Ve uzaklarda, uzaklarda yitirin beni

Ayrı bir çağın bağlamları içinde
Karın aldatıcı kadifesi içinde
Üşümüş beş on itin soluğu içinde
Ölü yaprakların dermansız kümesi içinde
(…)

Henri Michaux
Çev: Cemal Süreya

Written by Adabeyi in: Usta Beni Öldür! (AKSAK KOLAj) |
Tem
21
2010
0

Söyleşi: “Ahmet Soysal ile…”

20 Temmuz 2010 tarihinde Ahmet Soysal ile -oradan buradan şuradan konuştuk- kısa bir durum değerlendirmesi yaptık… Söyleşinin tam metni aşağıdadır.

Zafer Yalçınpınar: Benim sizin metinlerinizle öncelikli tanışıklığım “A’dan Z’ye Ece Ayhan” adlı kitabınızla birliktedir. Ece Ayhan ve İlhan Berk’in ikinci yeni akımı içinde ayrı bir yerinin olduğunu ve ikinci yeninin bu iki şairin poetikası aracılığıyla geleceğe uzandığını, gelecekte yeni bir şeyle bütünleneceğini düşünüyorum. İkinci Yeni şiiri ve şairlerin tipolojisi hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

Ahmet Soysal: İkinci Yeni’nin ne demek olduğunu saptamak gerekiyor. İlkin ve daha dar bir anlamda tarihsel bir adlandırma (M. Erdost’un). İkinci olarak, daha geniş bir tanımlama: 50’ilerin ortalarıyla sonları arası Türk şiirinde bir yenilenme devinimi; o zaman bu tanımlamaya 30’lu yıllarda doğan Ankara ağırlıklı gruba, ve onlara belli bir doğallıkla eklenen biraz daha yaşlı şairlere (T. Uyar, E. Cansever gibi), en başta İlhan Berk’i (bkz Galile Denizi), hatta Oktay Rifat’ın bu dönemde yazdığı şiirleri katabiliriz. Bu ikinci tanımlamayı 60’lı yıllarda yazılan modern şiire de genişletebiliriz (bir Necatigil’in İki Başına Yürümek gibi bir kitabı, diğer modern şiirlerden geri değil). Ama dar tanıma dönecek olursak, İkinci Yeni en başta üç Mülkiyeli şairin, Ece Ayhan, Cemal Süreya ve Sezai Karakoç’un başlattığı bir akım… Bu üç şairin o dönemdeki yapıtlarında bir “kopma” durumu belirgin. İmge bağımsızlaşıyor, gramer yer yer bozuluyor, toplumsal ve tarihsel bir derinlik öznel bir anlatımın içinden kendini belli ediyor. Bu üç nokta da önemli. Buna İlhan Berk’i, Turgut Uyar’ı, Edip Cansever’i, ve Metin Eloğlu’na katabiliriz. Bu şairlerin birbirinden farkı ise ayrı ve uzun bir konu. Çünkü hepsi aslında farklı. Bu yüzden İkinci Yeni daha önce (ve sonra) alıştığımız akımlara benzemiyor. Bir “ekol” değil. Genişletirsek, o dönemde yazılan iyi ve modern şiiri bize gösterir. İkinci Yeni’yi dışlayan, karalayan, iyi şiirin dışında bırakır kendini.

Z.Y.: Türk felsefecileri tarafından ele alınmaya korkulan, hakkında Türkçe’de çok az metin bulunan bazı filozofların (Lacan, Hegel, Blanchot gibi) Türkiye’de tanınmasına ve bu filozofların önermelerinin, temellendirmelerinin yaygınlaşmasına çeşitli metinlerle ya da çevirilerle katkılarda bulunuyorsunuz. Felsefe dünyasına özellikle de Monokl dergisi kapsamında birçok fikir verdiniz. Sizce Türk felsefe dünyasının ya da akademik hayatının, o kürsülerin kısır ve ezberci düşünceler içerisinde kaldığını söyleyebilir miyiz? Gerçekten merak ediyorum, Türk felsefe dünyası modernitenin neresinde?

A.S.: Şiirden felsefeye geçince başka bir dünyaya geçiyoruz. Bu, Türkiye’de oldukça başka bir dünya! Felsefenin kurumsallığı çok belirgin (hem dilinde, hem de sınırlarını çizen Üniversite’de). Türkiye’de felsefe geç “başlamış” bir olgu ve kurumsallık. Yine de Cumhuriyet’in çabaları yabana atılacak gibi değil. Macit Gökberk’lerin kuşağı, sonra Nermi Uygur’ların, Bedia Akarsu’ların kuşağı çok önemli çaba göstermişlerdir. Bir dil yaratılmıştır felsefe için. Bu temeller üstüne daha önemli yaratılar beklenebilirdi, ama bunların geldiğini söyleyemeyiz. Hatta, yer yer, yaratılan bu dilin bile yittiğini gözlemliyoruz. Oysa felsefe her şeyden önce bir dildir, bu dilin doğru kullanımıdır, yaratıcı kullanımıdır. Yabancı dille eğitime verilen ağırlık, bir bakıma Türkiye’ye özgü bir “postmodernizm”i belirlemiştir: Türk “düşünürler”, Türkçe düşünmenin dışına çıkıp, tam sahiplenemedikleri yabancı dilde bocalayıp, döndüklerinde Türkçe’ye ve felsefeye saygısızlık etmektedirler. Bir süredir belli düşünürlerin “temsilcisi” olma çabası öne çıkmaktadır (kimi Deleuze, kimi Foucault, kimi Zizek, kimi Heidegger, kimi Levinas’ın…). Düşünmek, temsil etmektir belki… ama temsilci olmak değildir! Türk felsefeci eğer “Düşünüyorum, demek başka bir düşünürün şubesiyim” durumuna gelmişse, bu, onun yok olduğunu belgeler! Öğrenmek, öğretmek güzel ama felsefe düşüncenin kendi dili sıkılığında uzlaşmaz devinimi ve macerasıdır.

Z.Y.: Misal, Türk felsefe dünyasında ya da akademik hayatta bir Wittgenstein kürsüsünün olmaması bana garip geliyor. Üstelik Oruç Aruoba’nın çabalarına ve çevirilerine karşın… Wittgenstein şöyle diyor: “Felsefe, şiirle kurulmalıydı.” Demin söylediklerinizden çıkardığım kadarıyla dilbilim felsefesinin dehlizlerine yeterince inilmemiş gibi görünüyor… Ben dilbilim felsefesinin ve türev retoriklerin gelecek üzerinde daha belirleyici olduğuna inanıyorum… Ne dersiniz?

A.S.: Wittgenstein konusu özel. Felsefe dünyasında analitik çizgi ile analitikçilerin deyimiyle “kıtasal” çizgi arasında büyük bir bölünme var. Wittgenstein, bilindiği üzre, analitik çizgiye kökenlik eden düşünürlerden biri. Bunun yanısıra, Wittgenstein, “kıtasal” geleneğin egemen olduğu ortamlarda da değinilen, bilinen bir düşünür (hatta bir mitos boyutunda). Wittgenstein’ı, “analitik çizgi” dediğimizin kendine özgü sorunsal bütününde, özellikle tartıştığı, bağlantıda olduğu Frege, Russell, Moore gibi düşünürleri, analitik gelenekte kendisini tartışan, kendisiyle şöyle ya da böyle ilişkisi olan diğer düşünürleri (Anscombe, Austin, Ayer, Searle,  Pears, Granger gibi) hesaba katmadan anlamaya kalkışmak sınırlı bir çaba olmaya mahkumdur. Türkiye’de Wittgenstein’a epeydir ilgi var ama bundan henüz özgün bir yorumun çıktığını söylemek kolay değil (bu konuda Arda Denkel’in çalışmalarını bir kenara koymalıyız). “Dilbilim felsefesi”nden söz ediyorsunuz. Yapısalcı kökenli dilbilimin ve türevlerinin “kıtasal” çizgide belli bir etkisi olduğu kesin (Althusser, Foucault, Deleuze…) ama genel olarak dil sorunu 20. yüzyıl felsefesinin bütünü için temel bir sorun olmuştur (Mantık Araştırmaları’nın Husserl’inden Heidegger’e ve Merleau-Ponty’e, Derrida’ya kadar; Wittgenstein’dan Austin’e kadar). Tabii ki dil, analitik geleneğin en büyük konularından biridir. İki ayrı felsefe çizgisinin dili ele alışları arasında büyük farklar göze çarpmaktadır. Ama bir felsefe çizgisindeki felsefecilerden birinde bile, bu felsefecinin değişik dönemlerinde, birbirinden farklı dil görüşleri olabilmektedir (bunun en büyük örneği Wittgenstein’ın iki ayrı dönemidir). Dil sorunu, bitmez tükenmez bir sorundur.

Z.Y.: Fikir, edebiyat ve sanat ortamımızın -daha doğrusu ortalığımızın- genel görüntüsü hakkında ne düşünüyorsunuz? Mevcut siyasal koşulları göz önüne aldığımızda dergilerde ve etkinliklerde yer alan insanların, yazarların ya da bizzat o kültürel etkinliklerin, festivallerin filan bir içerik ya da karakter aşınmasıyla şekillendiğini düşünüyor musunuz?

A.S.: Kültür ortamı konusu çok geniş. Bir çok etken devreye giriyor: toplumsal, politik, kültürel vs. Devlet, yerel yönetimler, özel sektör devrede. Bu, genel anlamda bir iktidar konusu. Bu iktidarlar ağında sanatçılar ve yazarlar kendilerine elverişli konumlar arıyorlar. Görünmek kolay değil. Ama uzlaşmadan, ödün vermeden görünmek daha da zor, hatta nerdeyse olanaksız. Uzlaşmanın ve ödünün gerekçelerini de kolaylıkla üreten bir sistemdeyiz. Herkes bir bakıma “haklı”, bu durumda. Bir yer kapmaca yarışı söz konusu. Özellikle dış yerlere ulaşmaya değer veriliyor (Avrupa, Amerika, Asya…). Günümüzün sanatçısı ve yazarı “global” olmak arzusunda. Yalnızca niteliği arayan sanat kurumu ve yayıncı bulmak zor Türkiye’de. Ama bazı olumlu adımlar, çabalar var. “Alternatif” girişimler var (örneğin internet’te). Yaratı sürüyor, ama bazen oldukça gizli kalarak. Büyük ün’lerden kuşkulanmamız gereken bir çağdayız. Medya’larda ve sözüm ona büyük kurumlarda “görünmek” hiçbir zaman masum değildir. Özellikle televizyon ve büyük medya şöhretlerinden bir tiksinti duymak bana sağlıklı görünüyor. Bu yalnızca Türkiye’nin sorunu değildir, ama küresel bir sorundur, kapitalizmin fütursuzluğunun ve adiliğinin sorunudur. Adilik, kolaylık, uyanıklık ya da kurnazlık, çıkar için uğraşma, rehavet merakı, zevk kapitalist erdemlerdir, unutulmamalı.

Z.Y.: Ece Ayhan’ı yakından tanıyan ve savunan biri olduğunuz için bu kısacık -ama önemli, etkili- söyleşiyi Ece Ayhan’a ilişkin bir şeyler sorarak sonlandırmak istiyorum. Ece Ayhan bugün yaşasaydı, kimleri okurdu, kimleri şairden sayardı, neyi sıkı şiirden sayardı, kimlerin düşüncelerini savunurdu?

A.S.: Bunu bilmek elbette olanaksız, tahmin yürütülecek olursa da nesnel olması olanaksız. Ece Ayhan yaşarken bile kestirilmez biriydi. Yaralı bir öznelliği vardı… Aşırı duyarlılık… Belleğinde düğüm noktaları seziliyordu… En büyük duyarlılık noktaları, “sabit fikir”ler, öfkeler… Daha çok olumsuzluk… Ama sevdiği şeyler, yaratıcılar da vardı (besteciler, örneğin Webern, Berg; yönetmenler, örneğin Vigo, Rouch…; yazarlar, örneğin Sait Faik…; kitaplar, örneğin Çocuk ve Allah, Suç ve Ceza). Ve “kişilikler”: Nilgün Marmara, Çanakkaleli Melahat. Aslında Nilgün dışında devamlı ve tutarlı biçimde dost kabul ettiği kimseye rastlamadım “yakın” çevresinde, çok kişiyle ya zamanla uzaklaştı (Mustafa Irgat gibi, İzzet Yasar gibi) ya da bozuştu. “Kimleri okurdu?” Bunu gerçekten bilemem. Pek şiir okumuyordu. Sanırım tarihle ilgili kitaplar okumaya devam ederdi (tarihten şiirinde çok beslendiğini biliyoruz). Yeni tanışacağı şairlerin şiirine bakardı elbette (ama gerçekten şiir okumuyordu pek). Marjinal duruşlar, varoluşlar onu çok çekiyordu. Sanırım cumhuriyete ilişkin eleştirel duruşunu sürdürürdü, ama bu eleştirinin bugünkü siyasi ifadelerine – bunların iktidar bağlarıyla birlikte – ne derdi, bilemem. Sanırım pek yakın olmazdı (değil mi ki bunlar yeni kapitalist ve emperyalist devinimlerle bariz bir bağlantı içinde).

Mar
11
2010
0

Haber: Turhan Selçuk Vefat Etti

Bkz: https://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=121138&kw=Turhan+Sel%E7uk%27u+kaybettik

Ustanın karikatürlerinden bir seçkiye https://www.cumhuriyet.com.tr/?im=galeri&kid=704&sn=1#sd adresinden ulaşılabiliyor. Cemal Süreya’nın Turhan Selçuk’u anlattığı bir yazıyı ise https://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=121332 adresinden okuyabilirsiniz.

Written by Adabeyi in: Duyurular, Tartışmalar |
Mar
04
2010
0

Kötü Edebiyat Nedir? (Ahmet Soysal)

ece ayhan kitapçığımla (A’dan Z’ye Ece Ayhan-YKY)  ilgili özdemir ince ve hilmi yavuz’un, kitapçığın kapsamını aşıp, ece ayhan’ın kişiliğine ve şiirine yönelik saldırılarını okuduk. kitapçık, büyük bir kini yeniden açığa çıkarmış oldu, bu bakımdan yararlı oldu, kimin ne olduğunu bir kez daha gösterdi. edebiyat ve basın dünyasındaki “önemleri”, bazı dergilerde ve gazetelerde kapladıkları yerden ibaret olan iki “edebiyatçı”, edebiyat tarihinde çok sık görüldüğü biçimde, birkaç kuşaktır gençliğin, aydınların, yenilikçi sanatçıların çok büyük bölümünün önem bakımından en üst sıraya koydukları bir yazara çullandılar.
bu bir sefalet ve aynı zamanda büyük bir cürettir. sanırım, kinlerinin heyecanıyla ne yaptıklarının farkına tam varmadılar ve artık toparlanmaları için çok geç. böylece kendi oyunlarına gelip rezil oldular. korkarım, yıllar sonra bir tek bu sefalet ve cüret taşkınlığıyla anımsanacaklardır, tıpkı, örneğin, vaktiyle kötülük çiçekleri’nin berbat bir yapıt olduğunu çığıran edebiyat sefilleri gibi!
böylelerinin karşısında ece ayhan’ı ve kendimi savunacak değilim. sadece, bu saldırılara tanık olan okurlara bir iki aydınlatma yapabilirim, bunun yararı da olur kanısındayım. bu aydınlatmalar zaten malum olanın altını çizmekten öteye gitmeyecektir.
1. bu tür “edebiyatçılar”, bir takım iktidarlar edinmeyi kollarlar, ve bunun için de bazı iktidarlara yaslanmayı. bu bir vakıf olabilir, bir holding olabilir, örneğin. zamana göre kolaylıkla saf değiştirdikleri görülür. örneğin, poesium zamanında hilmi yavuz sosyal-demokrat’tı; yanılmıyorsam, özdemir ince de o zamanlar ve eskiden marksistlik filan taslıyordu – ta ki bugün amerikancı basında işgal savunuculuğu rolüne soyununa kadar! bu tür ilişkilere sığınacaksın, sonra da ece ayhan’a saldıracaksın, hem de onun kurumsal geçmişini anımsatmak yoluyla! peki, hangi yoksul ve mütevazi kökenli yazar 50’li, 60’lı yıllarda, devlet memurluğu yapmadı, yaşamak için? bu, onların devlet’in o zamanki durumuyla barışık olduğunu mu gösterir? bu sefil akıl yürütmeye demagoji bile denmez.
2. ece ayhan’ı mahkum etmek, ikinci yeni’yi mahkum etmektir. sen kim oluyorsun, hilmi yavuz, ikinci yeni’yi mahkum ediyorsun? ece ayhan, ikinci yeni’nin merkezindedir, ve bu gerçeğin bilincine ilk önce ikinci yeni sahip olmuştur, sonra da bu akımla ilgilenenlerin hepsi!
3. kitapçıkta, poesium olayını bir kötülük örneği olarak gösteriyorum ve “…onun canını çok sıkmıştı” diyorum. özdemir ince ve hilmi yavuz bu noktada gevezeliklerine bir vesile daha buluyorlar. ece ayhan, tepkisini son şiirler’de yer alan bir sivil şairin ölümü dizisinin birinci düzyazı şiirinde dile getirmişti. ece ayhan, elbette ki, hiçbir değer vermediği iki “edebiyatçının” kendisini bir toplantıya çağırmamasına üzülecek biri değildi. ama işte gerçek şu ki kendi adına üzülmedi. mayıs 1991’de turgut uyar, edip cansever, cemal süreya ölmüş bulunuyordu. ikinci yeni’den bir tek kendisi, ece ayhan, ve ilhan berk hayattaydı. tabii, sezai karakoç da vardı, ama o çağrılmıştı ve gitmedi. ece ayhan’ın çağrılmayışı, ikinci yeni’nin toplantıda yer almadığı ve dışlandığı anlamını taşıyordu. bir tek ilhan berk yetemezdi, ve ece ayhan da aslında, ilhan berk’ten, toplantıya katılmamasını bekledi. katılacağını duyunca da içerledi. kitapçıkta anlattığım gibi ilhan berk’in toplantıdaki onurlu tepkisi o zamanlar örtbas edildi.
yeteneksiz ama “iddialı” “edebiyatçılar”, başta da söylediğim gibi, hep iktidarlara yaslanarak kendilerine bir yer edinmeye çalışmışlardır. onları ayakta tutan, oportünist refleksleri ve hesapları olmuştur hep. yapıtları değilse bile isimleri bilinir bu sayede. o dönemdeki iktidarın bir bileşkeni sosyal-demokrasi ve sosyal-demokrat istanbul belediyesi’ydi. işte ece ayhan’ı üzen diğer bir nokta, kendisini kaale alacağını ve kültür ile bağlantısı bulunduğunu bir dereceye kadar umduğu sosyal-demokrat iktidarın kendisini unutmasıydı! bu iktidar müdahale etse, oportünistler, tabiatları gereği, bunu kabulleniverirlerdi.
4. hilmi yavuz, “benim ölü’m değildi” diyerek, ece ayhan’ın arkasından konuşma hakkının olduğunu savunuyor. hadis filan yorumlamaya kalkıyor. hayatında o kadar çok rol değiştirirsen, sonunda tam çuvallarsın. müslümanlıkta, “senin ölü’n, benim ölü’m” olmadığını en sade müslüman bile biliyor. cenaze geçerken ayağa kalkılmaz mı? sahibini bilmediği, tanımadığı bir mezarın önünde de dua etmez mi hakiki müslüman? ne hafif yorumlar yapıyorsun, böyle! bari, bu konuda lagaluga yapma! beni şaşırtan, gerçek müslümanların böylelerinden kuşku duymamaları! ölünün arkasından konuşmak sadece ahlaksızlık değil, günahtır da – eğer inanıyorsan, ve müslümansan! çünkü lale müldür haklı, sen edebiyat eleştirisi filan yapmıyorsun, ölmüş olan ve kendini savunamayacak durumda birine tükürüyorsun, hayatını ve varlığını aşağılamaya çalışıyorsun! hadisleri kinine alet ediyorsun! bu sadece müslümanlıkta değil, bütün dinlerde ve bütün ahlaklarda bir insanlık suçudur.
5. bunlar gevezelikleri süresince vardırlar. polemikleri severler çünkü polemikler yokluğun kıpırdayarak dikkat çektiği anlardır.
6. özdemir ince’nin bana kokmuş balgam kıvamında yönelttiği küfürlere gelince… birazdan sana o balgamını öyle bir şekilde içireceğim ki herkesin gözü ve kulağı ile kim olduğunu anlayacaksın!
7. madem, başlıkta “kötü edebiyat” deyimini kullandım, ille de söylettiler (her kin bir çöküştür ve her çöküşte mazoşizm vardır), bunu örneklendireceğim, hem de “şairlerimizin” son yapıtlarından iki örnekle!
birinci örnek:
(…)
dağ yitiyor, ay seçilmez oldu, su battı;
şimdi sahiden her şey bir yorum;
o kadar hüzündüm ki, büzüldüm
ve artık kendimle örtüşmüyorum…
(…)

hilmi yavuz, yolculuk şiirleri, s.28, can yayınları, 2001

ikinci örnek:

geceleri anlıyorum
bir gök cismi olmadığımı,
hiçbir gezegenlik yok

yeni bir duruşum yok
güneşin eski yörüngesinde

gündüzleri hayat daha kolay:
arılar, sinekler, kelebekler,
kanatlılar, uçarlar.
(…)
özdemir ince, ot hızı, s.78, adam yayınları, 2002

işte kötülüğünüzün balgamlı şerbetini herkesin gözü ve kulağı önünde böyle içirirler size!

8. bu şiirleri, eğer ilgilenenler varsa, ve bu çirkinliklerden sonra da kaldıysa, eleştirmenlerin ve okurların yorumuna açmak isterim. özellikle hilmi yavuz’un “büzülmesi” olayının aydınlatılması belli bir önem taşıyabilir, bir edebiyat psikanalizi açısından. bir özne ki “hüzün” olduğu için “büzülüyor”, sonra da kendisiyle “örtüşmüyor”! bunun sonsuz yanıtı, aslında, belki de ikinci dizede: “şimdi sahiden her şey bir yorum”. evet, bundan sonra, her şey okurun yorumuna kalıyor! hilmi yavuz niçin “büzüldü”? edebiyat tarihimizin yeni sorusu olarak soruyorum bunu!
özdemir ince’ye gelince… “gök cismi” olmadığın kesin de, ne cismi olduğunu söyleyebilseydin! “yeni bir duruşum yok” diyorsun! her zamanki duruşun da neymiş acaba? sen de mi bunu yoruma bırakıyorsun? yoksa sineklerle mi özdeşleşiyorsun, gündüzleri?…

Ahmet Soysal
Akşam-Lık Dergisi- 2003

(İşbu metin ekşisözlük’ten alıntılanmıştır. Bkz: https://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=k%C3%B6t%C3%BC%20edebiyat%20nedir )

Şub
15
2010
0

Şarkıcı Güneşler (René Char)

Akıl almaz yitişler
Kestirilmez rastlantılar
Azbuçuk okkalı mutsuzluklar
Her boy felaket
Suda boğulan ve kömürleşen kıyametler
Bir cinayet gibi görülen intihar
Laf anlamaz yoz kişiler
Başlarına bir demirci önlüğü saranlar
Yüce naifler
(…)
Mapusane ortasında ebegümeci
Mapusane ortasında ısırgan
Mapusane ortasında yapışkanotu
Viranelerde sütlü incir
İflah olmaz suskun adamlar
(…)
Yabansı iş mumyalarının çevresinde ılık hava
hüküm sürüyorlar

René Char
Çeviren: Cemal Süreya

Written by Adabeyi in: Usta Beni Öldür! (AKSAK KOLAj) | Etiketler:
Tem
03
2009
0

İstanbul Günlükleri-1985- Ece Ayhan

10 Ocak Perşembe 1985

Dün Bilsak’a gittim. Mustafa kemal Ağaoğlu, Nejat Yardımcı, Cazcı Emin Fındıkoğlu. Heybeli. Ali evdeydi. Sınavı pek iyi geçmemiş. Ben çok ıslanmışım, hep yağmur yağmıştı.

11 Ocak Cuma 1985

Bostancı yoluyla Kızıltoprak. Ahmet Necdet’le buluşma. Aydın Ülken ve Emin Fındıkoğlu’yla telefon. Vagon’a gittik. Dük dö Cebeci-Ercüment Gençer de vardı.(Şişmatra ölmüş, dün cenazesi varmış.) Necdet Bey gitti, Cemal Süreya geldi, Vecihi Timuroğlu gelmiş Ankara’dan. Vecihi’yi, Fügen’i ve o tapucuyu gördüm Hatay’da.

19.50 vapuruyla ada. kadıköy’de kar vardı. Adada yok. Bir ekmekle arkadaşlık ediyorum bu akşam.

Ece Ayhan

Öküz Dergisi, Sayı: 43, 1997

Powered by WordPress | Theme: Aeros 2.0 by TheBuckmaker.com