Belki de “doğru olmayan sözcükleri” bulmamız gerekiyor. Oluşları, akışları, akışkanlıkları var edecek sözcükleri. “Bir üslup, kendi ana dilinde kekelemektir. Bu çok güçtür, çünkü bu tip bir kekelemenin gerekliliği olmalıdır. Bu, sözlerinde kekeme değil, kendi dilinde kekeme olmaktır. Ana dilinde yabancı gibi olmak. Bir kaçış çizgisi yapmak.” Örneğin, Ece Ayhan, azınlık-oluş ya da şair-oluş’tur. Türkçede müthiş bir ‘yabancılık’ icat etmiştir.
Dil, hiçbir zaman homojen bir sahada hareket etmez. Bir heterojenlik coğrafyasında hareket edebilmek için sık sık kızarıp bozarmak gerekir değil mi? Kekeleyen bir şiir oluşmak, işte güç olan budur. “Tek dilde bile ikili olmamız gerekir, kendi dilimizde bile ergin olmayan bir dilimiz olmalı, kendi dilimizde azınlık bir dil yaratmalıyız. Çok dillilik, her biri kendi içinde bağdaşık (homojen) olan birçok sistemin sahip olduğu şey değildir; kaçış çizgisi veya değişim çizgisi bir sisteme bulaşır ve onun bağdaşık (homojen) olmasını önler.” Örneğin Cemal Süreya, San adlı şiirinde “Seni kucağıma alıyorum / Tarifsiz uzuyor bacakların” derken Türkçeden “bir başka dil çıkartır.” Proust’un dediği gibi “Güzel kitaplar yabancı dildeymiş gibi yazılmışlardır.”
Edip Cansever, Masa’ya “azınlık oluşunu” koyar. Azınlık olmasa masaya “biranın dökülüşünü” ya da “ekmeğin yumuşaklığını” ya da “üç kere üçün dokuz etmesini” koyar mıydı hiç? Masaya konan onca şey “azınlık oluşun” ürettiği şeyleridir.
“Azınlık oluşun” içinde insanın ‘kendi oluşu’ vardır. Diğer bir deyişle insanın ‘kendi oluşu’, “azınlık oluş”tur. “Bir sakarlık” ya da “bir sıhhat eksikliği” ya da “bir zayıflık” ya da “hayati bir kekemelik” icat etmek… Yaşamda “birinin çekiciliğini belirten” neyse yazının kaynağında da üslup olarak bunlar vardır. Bizi bir şiire ya da bir insana götüren ‘çekerler’ yoksa ne şiirin ne de insanın çekiciliğinden bahsedemeyiz. Bizi çekerler, çünkü onlardaki “azınlık oluşu” hemen fark ederiz. Onlara yeterince keskinlik veren bu güç “kendi kendisini doğrulayan yaşam gücü”dür ve “bu güç hiç bıkmadan, sebatkârlıkla yaşamı doğrular.” Öyle değil mi “dörtnala sevişmek lazım”dır. Sonra “sen çıkarıp utancını duvara asarsın” ve “ben masanın üstüne koyarım kuralları”. Bu dizelerde[1] hem nazik hem de güçlü bir yan var. Çoğu zaman etrafından dolaştığımız yaşam bizden bir ‘oluş hamlesi’ ister.
Nietzsche, “Nevrozlunun tersi olan nazik, sağlıklı ve iyi yaşamlı”, şöyle diyordu: “Öyle görünüyor ki sanatçı ve özellikle filozof bulunduğu çağın içinde rastlantıdır… Onun ortaya çıktığı yerde, hiç atlamayan doğa, birdenbire ileriye doğru sıçrar ve bu neşenin sıçramasıdır.” Böylece “doğa ilk defa bir sonuca vardığını anlar.” Işıklar yanar. “Zorunlu olarak galip gelen bir zar darbesidir bu.” Ah, zarlar yuvarlanıyor işte. Bunun tadını neyle kıyaslayabilirim? “Bütün” den çalınan bir öpüşmenin hazzı işte – daha ne -, burada “… zurnanın ucunda yepyeni bir çingene”[2] ye rastlanır. Gökyüzü çileklerine, dalgalanmalara, mini minnacık çakıl taşlarına benzeyen olaylara, korkulara, titremelere rastlanır.
Zaten, “Rastlamak kapmaktır, çalmak.”
Uluer Aydoğdu
“denizsuyukasesi”, temmuz- eylül 2009, sayı 39
[1] “Sen çıkardın utancını duvara astın/ Ben masanın üzerine koydum kuralları” Dizelerin aslı böyledir. Önceleyin/ Üvercinka/ Cemal Süreya.
[2] “Ve zurnanın ucunda yepyeni bir çingene” Gül/ Üvercinka/ Cemal Süreya.
Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan “Poetika Çalışmaları”na https://evvel.org/ilgi/poetika-calismalari adresinden ulaşabilirsiniz.