Nis
11
2007
0

Duvar Saatleri

Bir Famanın duvar saati vardı ve her sabah onu ÖZENLE kurardı. Bunu gören Cronopio gülmeye başladı, evine dönüp enginar-saati ya da synara icat etti- her iki türlü de söylenebilir.
Cronopionun enginar-saati, duvarda bir deliğe sapından tutturulmuş çok iri cins bir enginardır. Enginarın sayısız yaprağı hem şimdiki saati, hem de aynı zamanda bütün saatleri gösterir, öyle ki saatin kaç olduğunu öğrenmesi için Cronopionun yapraklardan birini koparması yeterli olur. Soldan sağa doğru koparıldığından, yaprak hep doğru zamanı gösterir ve her gün yeni bir yaprak dizisini koparır. Tam ortasına geldiğinde zamanı ölçmek artık olanaksızdır ve merkezdeki sonsuz mor gülde uçsuz bir mutluluğu keşfeder Cronopio. Daha sonra onu sirkeli sosla yer ve deliğe başka bir saat yerleştirir.

Julio Cortazar
Açıklayıcı Bilgiler El Kitabı, Altıkırkbeş,1997,  s.116

Nis
07
2007
0

Kaplumbağa Şiiri

I.
   aksak
       bir
adam
yürüyor
  

       bastonunda
  

II.
— bir şarkı çalıyor
sözün sesini
seziyor
     hava
III.
kaplumbağa
  yuvasına
girdi
duyumsayınca
akşam    kapandı
  

içimiz
         deki eve kapandı
  

M. Davut Yücel

Mar
30
2007
0

Gece

(…)

İnsanlar, gitgide, istediklerine, dilediklerine  inanmakla yetindiklerini, düşünüp tartmayı, ölçmeyi, olanı biteni görmeğe çalışmayı yavaş yavaş bir yana ittiklerini daha fark etmiyorlardır belki de. Bunun farkına varmağa başladıklarında ise ortalık iyice kararmış olacak. Sabahları güneş yeniden doğar gibi olsa da, ortalık yerinden aydınlanır gibi olsa da, gecenin karanlığı bütün bütün dağılmayacak hiç.

Bilge Karasu, Gece, Metis Yayınları, 1991

Mar
29
2007
0

Deniz Tarlası

 

yan yazılmıştır; 

çarşaf gibi deniz
çarşaf gibi deniz
çarşaf gibi deniz
ışıklı tarla ışıklı
çarşaf gibi deniz
ışıklı tarla
çarşaf gibi
deniz

yan söylenmiştir.

(Sel Ebegümeci) / Zafer Yalçınpınar

 

Mar
25
2007
0

Trafik

Trafik
 

kentin baskısı kaldı bize

ve ışıkları trafiğin ya da kazası

 

oysa biz hep bir düş kazasında

yitirdik arkadaşlarımızı

 

karşıdan karşıya geçerken

eli bırakılan çocuklardık

 

o insan kalabalığındaki

son gülümsemesiydi annemizin

 

sonra hangi tarafa geçsek karşıda kaldık!
 

Zafer Ekin Karabay (1975 – 2002)
Saygıyla anıyoruz…

Mar
22
2007
1

P’enis Batur mu?

Sabah Gazatesi / 22-3-07

P’enis Batur mu?

Edebiyat çevreleri, normalden büyük penise sahip bir adamın hayatını anlatan “P’ENİS” isimli romanı, ünlü eleştirmen ve yazar Enis Batur’un yazdığını iddia etti. 

Geçtiğimiz günlerde yayınlanan “P’enis” isimli romanın yazarının ünlü yazar ve eleştirmen Enis Batur olduğu öne sürüldü. Penisinin boyu 32.5 santimetre olan bir adamın başından geçenlerin anlatıldığı romanın kapağında çok büyük bir “P” harfi bulunuyor. Bu harfin hemen altında ise “ENİS ROMAN” yazıyor. Harfler birleşik söylendiğinde ise kitabın ismi “Penis Roman” olarak okunuyor. Ama edebiyat çevresi büyük P hariç tutulduğunda okunan “Enis Roman” kelimelerinin “Enis Batur” a gönderme yapmak için özellikle seçildiği fikrinde birleşiyor.

Röportajı çıkmıştı 
Edebiyat çevreleri de, kitabın Enis Batur’a ait olduğu iddialarıyla çalkalanıyor. Yıllardır sayısız kitabı çıkan Batur’un, bir türlü en çok satanlar listesine girmemesine içerleyip, çevresindekilere, “Bir gün öyle bir popüler
kültür romanı yazacağım ki, yer yerinden oynayacak” dediği öne sürülüyor. Bu sözler, kitabın yazarının Batur olduğu savına kanıt olarak gösteriliyor. Tartışılan kitap çıktıktan sonra, yazarı isim vermeden bir gazeteciye verdiği röportajda, kitapta yaşananların normalden iri penise sahip olan bir kişinin hayatı olduğu izlenimi verilmişti. Röportajda, kitabın yazarı adının Enis olduğunu da öne sürmüş, penisinin iriliği nedeniyle hayatının zorlaştığını anlatmıştı. Yazar, “Bu kitap tamamen kurgu mu, yoksa otobiyografik yanları da var mı?” sorusunu ise şöyle yanıtlamıştı: “Otobiyografik yanları var. İyi bir esin kaynağım vardı diyelim, bana çok ‘büyük’ bir ilham verdi…” Kara mizah olarak nitelenen “P’enis Roman”, Okuyan Us yayınlarından çıktı.
Mar
22
2007
0

bir kişiden azdır…

Pascal Quignard’ın “Dünyanın Bütün Sabahları” adlı romanında yazdıklarıdır:

Rahip Mathieu söze şöyle başladı:

“Antik çağın müzisyenleri ve şairleri şöhretten hoşlanırlar, imparatorlar ya da hükümdarlar onları huzurlarından uzak tutarsa gözyaşı dökerlerdi. Siz, adınızı hindilerin, tavukların, küçük balıkların arkasında saklıyorsunuz. Tanrımızın size bahşettiği yeteneği  toza toprağa ve gururlu bir yoksulluğa gizliyorsunuz. (…) Tahta kulübenizin dibindeki küçük fare gibi kuruyup kalacak, kimse tarafından tanınmadan ölüp gideceksiniz.” Bu sözleri duyan Mösyö de Sainte Colombe sandalyesini şöminenin davlumbazının üstünde parçaladı ve haykırmaya başladı:

“Sizin sarayınız bir kulübeden daha küçük, oradaki kuru kalabalık, bir kişiden daha azdır benim gözümde!”

Mar
08
2007
0

Sessiz Yığınların Gölgesinde

İster politik, ister eğitici, isterse kültürel içerikli olsun, haberlerin niyeti “anlamlar” ileterek kitleleri anlamın egemenliği altında tutmaktır. Bir başka deyişle , kendini haberin sürekli olarak ahlaksallaştırılması zorunluluğu biçiminde dışa vuran “anlam üretimi” zorunluluğu. Daha iyi haber verebilmek için, daha iyi toplumsallaştırmak için, kitlelerin kültürel düzeylerini yükseltmeye çalışmak için vb vb… Hepsi palavra. Çünkü kitleler bu akılcı iletişim zorlamasına, insanı aptallaştıracak bir biçimde karşı koymaktadırlar. Onlar anlam yerine gösteri istemektedirler. Gösterge isteyen insanlara mesaj verilmeye çalışılmaktadır. Oysa onlar içinde bir gösteri olması koşuluyla tüm içeriklere tapmaktadırlar. (…) Burada söz konusu edilen şeyin bir yutturmaca olmadığını bir kez daha belirtelim. Çünkü söz konusu olan şey, kitlelerin istekleridir. Anında ve olumlu bir şekilde oluşturdukları stratejidir —yani kültürün, bilginin, gücün, toplumsalın emilip yok edilmesi. (…) Klaus Croissant adlı avukatın Fransa’dan sınır dışı edildiği gece; Fransa’nın Dünya Kupası’na katılmak için oynadığı eleme maçını naklen yayımlayan televizyon örneğini alabiliriz. “Santé” Hapishanesi’nin önünde gösteri yapan birkaç yüz kişi, Gece yarısı koşuşan bir avukat ve geceyi ekran başında geçiren yirmi milyon insan. Fransa kazandığında atılan sevinç çığlıkları. Aydın beyinlerin bu aptallaştırıcı vurdumduymazlık karşısında duydukları utanç ve şaşkınlık…

Jean Baudrillard

“Sessiz Yığınların Gölgesinde” Doğu Batı Yayınları, Çev: Oğuz Adanır, s.17-18,

Mar
07
2007
0

Baudrillard ve Globalleşme

(…)

 SPIEGEL: Yani siz globalleşmeyi, Batı medeniyetinin yaygınlaştırılması kisvesi altında, bir tür sömürgeciliğin bir şekli olarak mı görüyorsunuz?

Baudrillard: Tüm karşıtlıkların çözüldüğü, Aydınlanma’nın son noktası olarak sunuluyor. Gerçekte herşeyi üzerinde pazarlık yapılabilir ve maddi karşılığı olan, değiş tokuş edilebilir değerlere çeviriyor. Bu süreç bir hayli şiddet barındırıyor çünkü her türlü eşsizliğin, tekilliğin ve tabii her farklı kültürün ve nihayetinde paraya tekabül etmeyen her türlü değerin de ortadan kalktığı bir normu ideal durum olarak hedefliyor. Görüyor musunuz: İşte bu noktada hümanist ve ahlakçıyım.

SPIEGEL: Globalleşme ile özgürlük, demokrasi ve insan hakları gibi evrensel değerler de yaygınlaşmıyor mu?

Baudrillard: Küresel ve evrensel olan arasında radikal bir ayrım yapmak gerekiyor. Aydınlanma’nın tanımladığı şekildeki evrensel değerlerin dünya ötesi bir ideali var. Ben’i özgürlüğüyle karşı karşıya getiriyorlar ki bu öyle basit bir hak değil, sürekli bir görev ve sorumluluktur. Küresel olanda bunlara yer yok; bütünüyle ticaret ve değiş tokuşun operasyonel sistemi söz konusu.

SPIEGEL: Yani globalleşme insanlığı özgürleştirmiyor, nesnelere mi indirgiyor?
Baudrillard: İnsanları kurtardığını iddia ediyor fakat sadece kuralları ortadan kaldırıyor. Bütün kuralların ortadan kaldırılması, daha kesin bir deyişle bütün kuralların salt pazarın kanununa indirgenmesi özgürlüğün tam tersidir – onun yanılsamasıdır. Onur, şeref, imtihan, feragat gibi eski moda ve aristokrat değerlerin artık hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur.

(…)

Jean Baudrillard ile Spiegel dergisinin yaptığı bir söyleşiden…

Şub
27
2007
0

Kambur Remi’nin Eksik Dilekçesi ve Dilekçenin Neden Tamamlanamadığıdır.

1.  Açıkça anlaşıldığına göre, sayın başkanı bulunduğunuz baskın birliği,  
Chinche’ye yeni bir mezarlık inşa etmek üzere yola çıkmış bulunmaktadır.

2. Yüksek korumanız altındaki askerler, bu gibi durumlarda, yokluk ve açlık gibi sudan bahanelerle başkaldıran komünerolara, ulusal gülmece ve tuzak kitabımız olan anayasamızın yüzbinbirinci maddesi gereğince, hapishane olarak mezarlığı gösterir.

3. Yukarıdaki madde gereğince, ya da aşağıdaki, hangisi olduğunu bilmiyorum, gözlüklerimi unutmuşum, zaten ha o olmuş ha öbürü, önemli değil… Heh, evet işte o madde gereğince baskın birliğinin elindeki mezarlık ayaklanan köylüleri barındıramayacak kadar küçük olursa, birlik komutanı yeni bir yer, özellikle, sonradan ellerini yıkayabileceği bir dere kıyısı seçer ve yeni mezarlığı oraya açar; Bu kamu girişiminde arsa belediye tarafından, ölüler de ordu tarafından temin edilecektir.

4.Chinche’nin zaten bir mezarlığı vardır, kapısız bir mezarlık ama bu.

5. Chinche peyzajı böyle önemli bir kamu kuruluşu için anayasanın öngördüğü koşullardan hiçbirine sahip olmamakla…

(…)

“Kim bu adam?”

Remi eğildi, yerden bir taş aldı.

“Kim olursa olsun,” dedi teğmen. “Ateş!”

Bir makineli tıkırdadı. O zaman açığa çıktı ancak, Remi’nin nasıl bir onulmaz hastalığın acısını çektiği. Mermiler kafatasının üstünü alıp götürmüştü. Kafatasının içinde beyin yerine bir sardunya duruyordu.

 

Manuel Scorza

Toprak Acısı, Çev: Müntekim Ökmen, 2.Baskı, 1986, Can Yayınları

Şub
24
2007
0

Orhan Kemal’in gözünde Nâzım Hikmet

(…)“Hapishanede çehrelerini sık sık görmeye mecbur olduğumuz bir topluluk var, kravatlı, bey ıskartası, muhasip, kasadar –hakaret olsun diye veznedar demiyorum- kâtip, tahsildar, maliye memuru, ne bileyim ben, bu çeşit “Küçük burjuva”lar. Bunların karakterleri malum: Hem kel, hem fodul. Bütün hareketlerinden, sözlerinden kendini beğenmişlikleri akar. Mesela Nâzım Hikmet’e bunlardan birisi der ki:

-Bana bak Nâzım, sen insandan anlamıyorsun azizim, sen insanları ayırt etmekten yoksunsun!

Ben kudururken Nâzım Hikmet “Sen insan ayırt etmekten yoksunsun,” diyen “Serseriye” hiç kızmaz, özellikle gülümser ve ona bomboş gözlerle bakar. Biliyorum bu bakış o kadar anlamsız ve boştur ki, anlayana sivrisinek saz… O böyle bakarken kim bilir hangi konu üzerinde düşünüyor, çok iyi bildiği karşısındaki bu budalayı –kim bilir kaç milyonuncu misalini- tekrar önündeki bir aynaya bakar gibi okuyor.”

Orhan Kemal, Yazmak Doludizgin, Günlük, Tekin Yayınları, 2002,s.30-31

Şub
08
2007
0

MONOKL 2 çıkmıştır…

Deneysel sanat ve edebiyat dergisi MONOKL’ın 2. sayısı çıkmıştır.

Ayrıntılı bilgi için:

https://groups.google.com/group/pustahali/browse_thread/thread/b9a37031e7a850c7

adresine ya da

www.monokl.net adresine bakabilirsiniz

Şub
06
2007
0

Görsel İş: Tipografik İllüstrasyonlar

Aşağıdaki adreste sıkı ilüstrasyonlar bulunmaktadır:

https://www.ni9e.com/typo_illus.html

Şub
06
2007
0

Şubat 2007 Varlık Dergisi, Enver Ercan ve Sonsözüm

Varlık dergisinin Şubat 2007 sayısında (Ali) Enver Ercan hakkımda şu sözleri söylemiştir:

“Sözgelimi, sıkıntılı ruh halini yazınsal üretime dönüştürmek yerine, saçma sapan mektuplara akıtıp başkalarına rahatsızlık verdiğinin farkında bile olmayan Zafer Yalçınpınar, yıllardır tanıdığım bir kitapçının espirili yaklaşımına verdiğim yanıtı büyük bir açıklamada bulunuyormuş gibi hemen kaleme alıp internet ortamına salarak güya beni küçük düşürmeye çalışıyor, üstelik hiç tanımadığım halde yanıma yaklaşıp kendini tanıtınca, incelik gösterip elimi uzattığım için garipsediğini söylüyor. Dedim ya, üzülüyorum… (…) Bunları niye anlattım? İki nedeni var; birincisi kerametin kendilerinde değil, bizim hoşgörülü tavrımızda olduğunu artık öğrensinler diye. İkincisi sizin için; bir edebiyat insanının ancak ve ancak düzgün duruşu ve yazdıklarıyla varolabileceğini, bu tür davranışlar sergileyenlerin edebiyat yolunda yıllarca ayakkabı eskitseler de hiçbir zaman ciddiye alınmadıklarını bilesiniz diye. Şimdiden söyleyeyim dedim; testi kırıldıktan sonra uyarmak neye yarar…”

Bu yazıyı okuduktan sonra kendisine şu mektubu yazdım:

Bay Ali Enver Ercan,

Bu yaşta, yani bunca yaşantıdan sonra, o kitapçıda olanlar hakkında soğukkanlılıkla düpedüz yalan söylemeniz ve “köylü kurnazlığı” icra etmeniz beni sevindirdi. Çünkü bu durum benim “ben” olduğumun ama sizin “siz” olamadığınızın kanıtıdır. Bakın, böylesine numaraları yemeyecek, bu retoriklere kanmayacak sıkı bir kuşak yetişiyor, bilesiniz. Bu yalanınızdan ve çarpıtmanızdan sonra size söyleyecek bir söz bulamıyorum.

Şu testi lakırdınıza gelince; testiyi siz ve Şeref Bilsel, Özge Dirik olayında/fırsatçılığınızda ya da Nalan Barbarosoğlu olayında/umarsızlığınızda kırdınız. Ben de testinin sapını kırdım, kıracağım da. Basitçe, zaman ve vicdan yargıçtır. Sizi kendi yalanlarınızla ve çelişkilerinizle baş başa bırakıyorum. Çünkü, neresinden bakarsanız bakın siz ve sizin gibiler iflah olmazsınız. Bu aşikardır.

Zafer YALÇINPINAR

Şub
01
2007
0

Ekim 1975, Paris ve Ece Ayhan

Ekim 1975

(…)Zürih’ten trenle Paris’e gidiyorum. (…) Önce Opera meydanına yakın yerde Türk Hava Yolları’nın bürosuna uğradım. Enis Batur’a baktım, daha gelmemiş. Kalacağım otelin adını söyledim, oraya telefon edilebilir. Enis Batur Zürih’e mektup yazmıştı, dergisi YAZI için bir şiir istemişti benden. Bu yazışmadan biliyorum onu.(…) Enis Batur beni aldı Art et Metier’deki evine, daha doğrusu stüdyosuna götürdü. (Paris’te ‘Stüdyo’nun anlamı başka akla yalnız resim, ressamlar gelmesin) (…)

Enis Batur’un evinde laflıyoruz. Ertuğrul Özkök adlı bir genç geldi, Paris’te sanıyorum iletişim filan okuyor. Sonra da Nedim Gürsel geldi.

(Nedim Gürsel bana “Neden Zürih’ten Paris’e ‘indim’ diyorsun?” diye sordu. Bilmeden ‘inmek’ fiilini kullanıyormuşum da. “Haritaya göre!” diyip geçiştiriyorum. Şairin işi bu dünyada çok zor gerçekten. Herkes alıştığı sözdizimini istiyor, acaba haklılar mı?) Neyse.

Ertesi günü Nedim Gürsel geldi yine. Bizi ufak arabasıyla Paris’te biraz gezdirecek. Önce Eifel kulesinin dibindeyiz, yukarı çıkacağız herhalde.

“Bırakalım bunu” diyorum “beni bir kahveye götürün de iki çift laf edelim”

Bir kahveye götürdüler beni. Sonra Doğu Garı’nın karşısındaki köşede bir ‘bistro’. Enis Batur’la Nedim Gürsel bir konuyu ya da bir düşünceyi tartıştılar, tartışıyorlar.

Sonra beni uğurladılar. Böylece Paris’e ilk inişim bir gün falan sürdü.

Ece Ayhan,

Başıbozuk Günceler, s.91-92 , 1993, YKY

Oca
30
2007
0

Hiç ama birini…

(…) 

afedersiniz bayım konuyu şöyle bir toparlayabilir misin biraz?

bir türk olur musun bir an için mesela çıkın ve kapıyı omuzlayarak girin. Yani ne diyorum şimdi ben? Hakkımda neler söyleye’bilirsin az?

hoş geldiniz

evet bayım demek suçlu bulunmaya geldin bu ne cüret?

evet bayım nerede görevliydiniz? yani ne’abilirsiniz? demek müşterileyebilirsiniz,..  ama ağzınızla karga tutamıyorsun,.. anlıyorum mideniz,.. demek çok iyi karıabiliyorsun,.. anlıyorum mideniz,.. demek görüşler çürütebiliyorsun,.. peki suratını dolara bozdurabiliyor musunuz? Anlıyorum,.. ama son çayın olsun,.. anlıyorsun,.. mideniz,..

(…)

 

Enis Akın

“Hiç ama birini” adlı kitabından…

Oca
27
2007
0

Biz onları geçtik…

(…)Gelelim “politik” meselesine. Politika ya da politik olan son zamanlarda bir arabanın arkasındaki sinyal lambalarına benziyor. Sağa ve sola iki lamba var. Bunlar arabanın sağa ya da sola gittiğini göstermek için inşa edilmiş değil mi? Ama sizin politik dediğiniz adamlar -her kimseler, birkaç tane eski solcu dışında- paso dörtler yanar vaziyette ilerliyor. Dörtler, arabada arıza var demektir, beni geç demektir. Biz onları geçtik.(…)

 

Serkan Işın ,

Poetik Hars’tan…

 

 

Oca
22
2007
2

Yasak Meyve 24 ya da “Bana Cüneyt Arkın derler..”

12 Ocak 2007 akşamında “Kuzey Yıldızı Edebiyat Dergisi” altıncı yılını tamamlayacaktı. Bunu -her sene olduğu gibi- bir yemek organizasyonuyla kutlayacaktık. Yemeğe katılmadan önceki boş zamanımı Kadıköy’deki Mefisto Kitabevi’ne uğrayıp yeni çıkan dergilere ya da dergilerin yeni sayılarına göz atarak geçirmeyi düşündüm. Kitabevinde dergileri incelerken içeri Enver Ercan girdi. Elinde koca koca iki büyük siyah torba vardı. Sakalları uzamıştı ve üstü başı da bakımsız görünüyordu. Belli ki, Yasak Meyve Şiir Dergisi’nin yeni  sayısının dağıtımını elden yapıyorlardı. Bir süre kasadaki adamla hesaplar üzerine tartıştılar. Enver Ercan işini bitirip kitabevinden çıkacağı sırada yanına yaklaştım ve “Ben, Zafer Yalçınpınar.” dedim.”Aaa, Merhaba…” dedi ve bana elini uzattı. Buna şaşırmıştım, çünkü Enver Ercan ve Nalan Barbarosoğlu ile aramızda birçok tatsız mektuplaşma, telefon görüşmesi olmuştu. Elini sıktım ve manidar bir şekilde “Size çalışmalarınızda başarılar dilerim.”  dedim. Biraz düşündü ve “Sağol…” dedi. O sırada, kasada hesaplarla uğraşan kitabevi sorumlusu, “Sizin adınız neydi, deftere kaydedeceğim de…” diye Enver Ercan’a seslendi. Durumu garipseyen Enver Ercan, “Bana Cüneyt Arkın derler!” diyerek kasadaki adamın yanına yöneldi. İhtimal, Enver Ercan, Mefisto’daki bakkal defterine benzeyen “dergi hesapları defteri”ne kendi adını yazdırırken, ben de kitabevini terk ediyordum. Yasak Meyve’nin 24. sayısıyla ilk karşılaşmam bu şekilde olmuştur. Hayat, işte…

Oca
17
2007
0

İSTANBUL üzerine

(…)İstanbul’a yapıştırılmaya çalışılan her türlü yafta ancak günlük kullanma tarihleri ile birlikte sunulmalı. Kapitalizm’den, şundan bundan bahsederken, burasının nüfusu, demografik yapısı, genel olarak tarihi ve son 20 yılda aldığı şekli az çok -illa görerek değil- kitaplardan öğrenmeye çalışmak, “edebî terör” denebilecek bir hadisenin / olayın öyle kolay kolay yapılamayacağını -kaldı ki küçük iskender’in edebi terörist falan olduğunu sanmıyorum, işin tuhafı bu tür bir performansın 20 küsür yıl sürmeyeceğini anlayabilirsiniz. Bu kentte gördüğünüz ya da size gösterilen-mesela Beyoğlu mu Ortaköy mü neresiyse artık- yerlerin kozmopolit yapı ile küçükçekmece, avcılar, fikirtepe, zeytinburnu gibi uydu kent tabir edilen ve daha sonradan kente eklemlenen yerlerdekinden çok daha “burjuvaca” olduğunu sezebilirdiniz. Kaldı ki bu kentte merkez sadece bir yer değil, birçok merkezli, birçok yapılı bir yer burası öyle ki bazen bir merkezin diğer bir merkezin “çevresi” kaldığını görebilirsiniz, bkz. Bağdat Caddesi. Merkezde yaşayan orta-üst sınıfın son birkaç zamandır (buna en güzel örnek Tabutta Röveşeta‘dır) kentin çevresindeki lüks mekanlara taşındığını, merkezde daha çok orta-alt sınıfların kol gezdiğini ve bu (kabaca iki) kaba katmanın karşılaşma anlarının sanıldığı gibi “bir sınıfsal savaş” falan olmadığını söyleyebiliriz. Örnek mi? Hiç Göztepe civarındaki apartmanlara göz attınız mı? Ya da hiç bu kentin Küçük Çekmece civarından sonrasına bakabildiniz mi? Ya da Ahmet Erhan’ın taşra sandığı Silivri’nin gece hayatına?  

Edebi etkinliğin ve star sisteminin geçerli akçe sayıldığı yerler, işte bu merkezkaç kuvvetine uğramış ve seyirlik olan yerler. Yayınevleri burada, yayıncılar burada, muhabbet burada, elinizi sallasanız yazara, çizere çarpar; çünkü herkes burada görünmek ister. Çünkü burası tüketimin kalesinden başka birşey olmamaya başladı son 5-6 yıldır. Tüketimin kalesi olan yerde de herkes gönlünce gösterisini yapar, gösterisini izler sonra da evine döner. “Bohem, serseri” falan gibi ifadeler yerine “aylak” daha uygun gibi geliyor bana ayrıca. Veblen’i okumak bu aşamada faydalı olabilir. Gece 3 ya da 4 gibi Avcılar tarafında “halı saha” maçı yapmaya gitmek, bazen bu kasıntı merkez triplerini izlemekten çok daha eğitici oluyor. Şirinevler’le Ataköy 9. Kısım arasındaki köprüden geçmek ya da. Artı, buradaki görece, sonradan zenginleşmiş sınıfın yaşayışı hakkında da hiç bir bilginiz yok. Şu durumda orta-sınıf şiddetini, orta-sınıfa satmaktan başka bir halt edildiği de yok! İkitelli civarı, Zeytinburnu gibi yerler kıçınıza giydiğiniz her türlü marka malın fason olarak üretildiği yerler. Batı’nın sanayi devrimi sırasında geçirdiği travma ile bugün bozkır konusunda atıp tutan pastoral kafalarımız arasında birkaç gros tonluk çelik-döküm fırınları var. Burada hiç bir zaman öyle işçi-sınıfının şehrin göbeğine yerleştiği -örneğin Alman Sanayii devrimi bir durum falan olmadı. Küçük atölyelerde, lonca sistemi çalışma devam etti, çünkü İstanbul’da para endüstri ile dönmez, başka türlü yolları vardır.  

(…) 

Serkan Işın,  

“Poetikhars’dan…” 

Oca
15
2007
0

İki Ece’nin Savaşı (1987)

 

En iyi görsel işim…dir.

Oca
12
2007
0

YAPIKREDİKOÇ’un şiir yasağına karşı ŞİİRDİR!

KUŞBAZDIR

yana taralı saçı fazla nizamiye tek düşmanı rüzgar, bankacıdır

ölü aynaların karşısına kurar tezgahını veya sabah makyajı tamam –ki o tıraşlar hayatıdır:

1. “olmaz ya da olabilir” bir toplantı masasının hâkimidir.

2. kişiliği yaka kartından ibaret sanır ya da büyükbaş mevduat.

3. aklını yan cebinde toplamıştır ve deliksiz ve gediksiz.

4. grafik duruşuyla uzanır paranın aybaşılı yatağına.

5. ikide bir ağzını düzeltip sayıklar:

“çok paramız var abiler, ona göre!”

 

https://zaferyalcinpinar.com/s14.html

Oca
11
2007
0

Yukarı Mahalle’den fikirler

(…)
Bir ara Pablo: “Bütün çiğ taneleri elmas olsaydı.” Diye söylendi. “Ne zengin olurduk. Oh, kek â! Ölünceye kadar sırtüstü uzan, sarhoş yat.”
Fakat ekibin en realist görünüşlüsü olan Pilon: “O zaman herkesin yığınla elması olur, hiç işe yaramazdı.” Diye itiraz etti. “Bence bir gün şarap yağsa yeterdi. Fıçı fıçı doldur, sakla.”
(…)
Pilon’un gözleri parlamıştı: “Bir fikrim var.”dedi. “Küçükken teren yolunun kenarında oturuyorduk. Her gün tren geçerken toplanır, lokomotife taş atardık. Makinist de yanında taş olmadığından, tutar, bize kömür atardı. Biz de kömürleri toplar eve getirirdik. Belki şimdi de aynı şeyi yapabiliriz. Kayıklar yanaşınca taş atarız. Onlar da bize küreklerini , yahut ağlarını atacak değiller ya. Tabii balık atacaklar.”
Danny sevinçle ayağa fırladı: “Çok güzel fikir be!”


John Steinbeck, “Yukarı Mahalle”,  Çev:Orhan Azizoğlu, 5. Baskı,Varlık Yayınları, 1967

 


Powered by WordPress | Theme: Aeros 2.0 by TheBuckmaker.com