50 Yılın Ardında; “İkinci Yeni” Anketi
ANKET YANITLARI HAKKINDA DUYURUDUR:Ankete verilen cevaplar 13 Şubat 2011 Pazar sabahı, Evvel Fanzin ile eşanlı olarak birçok platformda paylaşılacaktır. (12 Şubat Cumartesi sabahına kadar anket formunu doldurabilirsiniz.) “İkinci yeni” poetikasının günümüzdeki işlerliği ile gelecekteki konumunu araştırdığımız bu ankete katılımınız, ilginiz ve desteğiniz için şimdiden çok teşekkür ederim. (Zy)
Not: Anket formuna https://zaferyalcinpinar.com/ikinciyeni2011.html adresinden ulaşabilirsiniz.
08
2011
50 Yılın Ardında; “İkinci Yeni” Anketi / Yanıtlar Hakkında…
08
2011
Khalkedonista No.3
Kadıköy‘ün medar-ı iftiharı Khalkedonista‘nın 3. sayısı yayımlandı.
Bkz: https://khalkedonista.blogspot.com/
*
“Ey RODİ!“
06
2011
Günsüz Günce’den… (İlhan Mimaroğlu)
(…)Doğumunun 70. yılını kutlamak için verilen bir konserde Leonard Bernstein’in bir şarkısı sunulacaktır. Soprano Dawn Upshaw ile piyanist Lukas Foss çıkarlar sahneye. Ama, bakarlar ki, şarkının notaları unutulmuş. Kös kös dönerler geri.
Böylece müzik, “Oh olsun! Canıma değsin!” demiş oluyor belki de.
Çünkü şarkının adı “müzikten tiksiniyorum” anlamına geliyor: “I Hate Music.”
Düşündürdü bu ad beni. Senfoni gibi, konserto gibi bir beste türüne, yeni bir türe yaraşık bence. Bir dizi beste yapabilirim bu adla. Ya da eskilerinin adlarını o yolda değiştiririm: Müzikten Tiksiniyorum No. 1, Müzikten Tiksiniyorum No. 2, Müzikten Tiksiniyorum No. 3…
Müziği severek yazmakla sevmeden yazmak arasında bir ayrılık var mı? Bilmiyorum. Her yaptığımı doğallıkla yaparım. “Elma ağacının elma vermesi gibi.” Sever mi elma ağacı verdiği elmaları?
Ama günün birinde, kuruduğunu çürüdüğünü görürse elmalarının, tiksinmeye başlar belki elmadan da, elma ağacı olmaktan da?
Suç elmanın mı? Değil.
Ananasın da değil.
Ece Ayhan, “Müzik Tarihi” kitabımın üçüncü baskısı üzerine Gergedan dergisine yazdığı bir yazıda “…müziğe sırılsıklam aşık olduğu belli…” diye söz ediyor benden.
Buz gibi havalarda sırılsıklam kaldığımı biliyorum. Kurutmaya çalışıyorum kendimi şimdi. Tangonun dediği gibi:
“Senin gezdiğin yerlerde gezmiyorum;
Senin geçtiğin yerlerden geçmiyorum.”
Bir besteciden söz ediliyordu. Yazdığı parçaların notalarını duvar kâğıdı diye kullanıyormuş.
Ali Sirmen anlatmıştı: “Kemanımı yakıp da ateşinde patlıcan kızartabilsem,” dermiş Sadi Işılay.
Bana sorarsanız, o besteci için de, Sadi Işılay için de suç ananasta değildi.
Niye ananas?
Arjantin’in o korkunç günlerinde, binlerce insanın ortadan yokolduğu yıllarda, bir genç kadını da alıp götürürler. Bir zindana atarlar, yokolanlardan birkaçıyla birlikte. Derken, güvenlik görevlisi iki üç kişi girer zindana. Aralarından birinin bir elinde koskoca bir pala, öbür elinde de bir ananas vardır. Bir taşın üzerine koyar ananası. Sonra sallar palasını, zindana tıkılmışlardan birinin kafasını uçurur. O kanlı palayı bir de ananasa vurur; kestiği parçayı ağzına atar. Gene savurur palasını , birinin daha kafasını uçurur; kanları damlayan palayla ananastan bir paça daha kesip yer.
Kadın gerçi bir süre sonra zindandan kurtulmuş ama, nerede ananas görse büyük bunalımlar geçiriyormuş. Yaşantılarımın böylesine bir yoğunlukla korkunç olduğunu söyleyecek kadar duyarlıksız değilim. Ne ki, bir kıyaslama söz konusuysa, yaşantı diye, terazinin öbür kefesinde, bunca yılın birikimi var.
Gene de, biliyorum, suç ananasta değil.
(…)
Gergedan’ın 10. sayısında Ece Ayhan’ın, o yakınlarda yayınlanan “Müzik Tarihi” kitabımın üçüncü basımıyla ilgili gözlemlerini, anılarını, düşüncelerini sunmuş olmasına sevindim.
E. Ayhan’ın, yazısının başında değindiği bir konu üzerinde görüşlerimi belirtmek istiyorum.
“İlhan Mimaroğlu, ABD uyrukluğuna gitmeden önce Türkiye’de ilginç bir müzik eleştirmeniydi…” diyor Ece Ayhan. İlginçliğimi yitirmemiş olduğumu umarım ama, özellikle üstünde durmak istediğim şu “ABD uyrukluğu” konusu. Ece Ayhan’ın ABD uyrukluğuna “gitmek” ile “geçmek” arasında bir ayrım gözetmiş olduğundan kuşkum yoksa da, yanlış anlaşılma olabilirliğinin önleme amacıyla, ABD uyrukluğuna geçmemiş olduğumu, geçmeye de istekli olmadığımı kesinlikle belirtmek isterim.
Doğumla edinilen uyrukluk, bilinç ve bulunç kaygılarıyla bağlantısız bir uyrukluktur; demek oluyor ki, bir seçeneksizlik durumudur. Yılların ilerlemesiyle, Belirttiğim kaygılar gelişedurduğunda, uyrukluk değiştirme yolunda bir seçenek koşulu da ortaya çıkabilir. Oysa benim için, varmış gibi görünüyorsa da, böyle bir seçeneğin gerçek koşulu yok.
Bunca yıldır yaşadığım, kendimce önemli yönleriyle çok iyi tanıdığım bir ülke olan Amerika, uyrukluğunu seçmek istediğim bir ülke değildir.
Öyleyse neden bir başka ülkede yaşamıyorum ve o ülkenin uyrukluğuna geçmiyorum? Çünkü öyle bir ülkenin varolmadığını biliyorum. Hep dediğim gibi, heryer, herbir ülke, uzaklaşılması, kaçılması gereken bir yerdir. Ne ki, kaçacak, sığınacak yer yok.
Ama soruyu bir kez de soyutluğa yönelen bir salt görüşe soralım: Yok mu uyrukluğunu seçmek istediğim bir ülke gerçekten?
Bugün yok, ama birgünler vardı. Doğduğum ve çocukluğumu, ilk gençliğimi geçirdiğim yılların Türkiye’si. Böylece, seçmeden edinmiş olduğumu bir uyrukluk, bu yolda bir seçeneğin bilinci ve buluncu açısından, seçebileceğim tek uyrukluk oluyor. Bu da, en azından, ne idiysem, ne olmuşsam, öyle kalmamı gerektiriyor.
Ölümlü yapıtlar arasında da ölümlü kişiler gibi yaşayanlar var: hiç ölmeyeceklermiş gibi.
İlhan Mimaroğlu
Günsüz Günce, Pan Yayınları, 1.Baskı, 1989
Hamiş: İşbu alıntıları Evvel Fanzin’e ulaştıran, Khalkedonista taifesinden Emin Karabal’a teşekkür ederiz.
04
2011
Şiir hep bizden önce vardır. (O. Rifat)
(…)Perçemli Sokak’la yapmak istediğim gerçeğe biraz daha sokulmak, yaklaşmaktı. Gerçeği duyularımızla tanırız. Hiç ağaç görmemiş birine birden çınarı gösterirseniz ne yapar! İnsanoğlu kendini alıştıra alıştıra algılar gerçeği, böylece öldürür onun şaşırtıcı ve olağanüstü yanını.
(…) Şiir hep bizden önce vardır, doğada da, kitaplarda da. Şunu söylemek istiyorum: Okumasını ve bakmasını bilirseniz hemen tanırsınız onu.
Oktay Rifat
Yusufçuk Dergisi, 1980
04
2011
Unutulmaz ve Sıkı Bir Yontucu: Kuzgun Acar
4 Şubat 1976’da vefat eden sıkı yontucu Kuzgun Acar’ı özlem ve saygıyla anıyoruz…
“Tüm yontularımda bir çığlık vardır.”
“Kuşun kendisinin değil de hareketinin heykelini yaptım.”
“Çünkü insanoğlunu zaptetmeye imkân yok! ”
“Çivilerimi seviyorum: İrkilmeden yanlarına sokulamadığımız için…”Kuzgun ACAR
Kuzgun Acar’ın “Kuşlar” adlı rölyefi, kuşlarla beraber…
(Fotoğraflayan: Sy)
“Kafkas Tebeşir Dairesi için 140 mask yaptım; 14 oyuncu değiştire değiştire 86’sını kullandı. Zor iştir maskı oyuncuya sevdirmek… Kolay mı, adama “yok ol, silin” diyorsun. Malzemeyi ön-plana çıkarıyorsun. Ancak, önce maskı istemeyen oyuncu, sonradan maskla korkunç bir şekilde bütünleşti. Öyle ki, açılış günü tiyatronun kapısına iki mask koymak istediğimizde, hiçbir oyuncunun elinden maskını alamadık.” (Kuzgun ACAR)
Kuzgun Acar’ın Kafkas Tebeşir Dairesi
için hazırladığı masklardan biri…
*
Bana göre Kuzgun, aynı zamanda ‘Afrikalı bir büyücü’, ‘İstanbullu bir beyefendi’ ve ‘geçen yüzyıldan kalma bir nihilist’ti. Rue Mosieur Le Prince’te bir otelin çatı katında, taraçayı çevreleyen alçak duvarın üstünde bir yandan kafes tellerine inanılmaz formlar verirken öbür yandan gazocağının üstünde mineler yapışını unutmam imkansız. Demir, tel, çivi, mika, sac yani genellikle bir hurdacıda rastlayabileceğiniz o sayısız hırtı pırtı ile kendi evrenine bir biçim veriyordu. Kuzgun için, ister Melquiades deyin ister Afrikalı bir büyücü.
Onat Kutlar
Milliyet Sanat Dergisi, Aralık 1988, Sayı: 205
Kuzgun Acar’ın meyhanesinin, Sinamatek tarafından yayımlanan
Filim Dergisi’ndeki reklam kupürüdür.(1972)
*
(…)1961’de, Paris Bienali’nin bilmem kaçıncı günü, bir Montparnesse gecesinde, Türk olduğumu ve sanatla kıyısından köşesinden ilgilendiğimi bilen büyük sanatçı Giacometti, yanıma yaklaşarak, “Bienalle’nin yontu ödülünü size verdik” dedi. İlkin hiçbir şey anlamadım. Benim, Bienal’de bir eserim yoktu. Sonra büyük usta, Akar ya da Aşar adında bir yontucu tanıyıp tanımadığımı sordu bana. (Fransızca, Kuzgun’un Acar’ını böyle söylüyordu.) O zaman anladım. Ödülü “paslı çivilere” mi verdiklerini sordum. Evet, dedi.
Sonradan öğrendim ki, İtalyan asıllı Giacometti, onüç kişilik seçiciler kurulunun genel eğilimine (üyelerin büyük çoğunluğu, beş yapıtıyla Bienal’e katılan İtalyan Francesco Somaini adlı yontucuyu ödüllendirmek istiyorlarmış) karşı çıkmış ve büyük ödülün Kuzgun’a verilmesini sağlamış. Ertesi sabah ilk işim haberi Kuzgun’a telgrafla bildirmek oldu.(…)Ferit Edgü
“Ölüm mü çaldı kapını Kuzgun, yoksa sen mi ölümün kapısını?”
Politika Gazetesi, 11 Şubat 1976
Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan Kuzgun Acar ilgilerinin tümüne https://zaferyalcinpinar.com/blog/?tag=kuzgun-acar adresinden ulaşabilirsiniz.
Ayrıca bkz: Allah’ın Kuzgun Bir Kuludur
03
2011
Bakışsız Bir Kedi Kara (E. Ayhan Çağlar) Facebook Sayfası açıldı…
Bakışsız Bir Kedi Kara (E. Ayhan Çağlar) Facebook Sayfası açıldı…
Bkz: https://www.facebook.com/eayhancaglar
02
2011
M. Aksoy’un “İnsanlık Anıtı” ve K. Acar’ın “Türkiye” Rölyefi
Bugünkü gazetelerde Mehmet Aksoy’un Kars’taki “İnsanlık Anıtı” adlı yontusu için yıkım kararının çıktığı yazıyor… Kararı verenler şu bildiğimiz belediyeciler, il meclis üyeleri falan filan… Mehmet Aksoy’un heykelinin “ucube” olarak nitelendirilmesi ve bu yıkım kararı bana Kuzgun Acar‘ın “Türkiye” adlı rölyefinin başına gelenleri hatırlattı. Kuzgun Acar ile Mehmet Aksoy’un yontularını, sanatını bir tutmuyorum ancak her ikisinin yapıtlarına uygulanan “muamele” benzerdir. Kuzgun Acar’ın Türkiye Rölyefi’nin hikâyesini okuyorum ve düşünüyorum da o günlerden bugünlere “hiçbir şey değişmiyor”. Böylesi muhteris kafalarla, mutat zevatlarla, ortalama zekâyla, horgörüyle, adam/yapıt harcama hıncıyla, izansızlıkla hiçbir şey değişmiyor, değişemez de. Yeni Sinsiyet’in retorik arsızları -kalabalıklarda, seçim meydanlarında, mikrofon ve kamera önlerinde filan- ağızlarına “değişim” kelimesini dolamasınlar boşu boşuna…
Buyrunuz;
Kuzgun Acar’ın bazı eserleri tartışmalara sebep olmuş ve sökülüp depolara kaldırılmıştır; Ankara’da Emek İş Hanı’nın ön girişine Anadolu’nun çoraklaşma sonucu kaybettiği toprakları ifade etmek üzere 1966’da yaptığı büyük boyutlu metal Türkiye rölyefi yerinden kaldırıldı, depolarda bekletildikten sonra hurda olarak satıldığı yapılan araştırmalar sonucunda ortaya çıktı. (Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Kuzgun_Acar)
Konuyla ilgili gazete kupürleri aşağıda yer almaktadır:
***
***
***
***
Kuzgun Acar’ın diğer eserlerinden bazılarının başına da benzer şeyler geldi.
Metal-İş Gönen tesisleri için yaptığı heykel 1980 sonrasında sökülerek bir depoya kaldırıldı, 1997’de hatırlanarak depodan çıkarıldı ve yerine asıldı; 1975 Heykel Sempozyumu için 1940’lı yılların Antalya valisi Haşim İşcan anısına yaptığı dev el heykeli ise, bir süre sonra bir depoya kaldırılmış, uzun zaman sonra Antalya’nın girişinde bir kavşağa yerleştirildi. (…) Sanatçı, Marmara Adası’na konulması tasarlanan bir anıt hazırlamaya başladı (balıkçılarla ağ çeken bir Atatürk heykeli), ancak tamamlayamadı.Yarım kalan eserin nerde olduğu bilinmiyor. Acar, bir duvar rölyefi üzerinde çalışırken merdivenden düştü ve beyin kanamasını nedeniyle 4 Şubat 1976 günü 48 yaşında hayatını kaybetti. (Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Kuzgun_Acar)
01
2011
Otorite
Otorite’ye inanmama özgürlüğüne sahibiz. (…) Bu redde neden olan, egemen otorite imgeleridir. Bir kutupta, apaçık yanlış olan şu görüşe dayalı paternalist otorite imgesi vardır: Otorite, efendinin kendisine bağımlı olanlara, ona minnet duyup boyun eğmeleri karşılığında, çıkarlarına uygun düştüğünde ve kendi koşullarında ilgi göstermesidir. Diğer kutuptaki otorite imgesi “Senin bakımını üstleneyim” tarzındaki her türlü iddiadan uzaktır. Bu, kendi kendisinin bakımını üstlenen bir kişi imgesidir. Bu kişi, kendine hâkim oluşunu, diğer insanlara kayıtsızlığıyla ya da kendini onlardan uzak tutuşuyla gösterir; bağımlı olanlar açısından en şiddetli kişisel redlerin duygularına yol açmasına karşın bu süreç yanlış olarak “gayrişahsi davranış” diye adlandırılır. Otoriteler, iktidarı elinde tutan ve herkesin gördüğü kişiler olmak yerine etkiyi biçimlendiren kişilere dönüştükçe, bu reddedişlerin kaynağı olan kişiler, yani başkalarına karşı sorumluluğu olan ve onlarla yüz yüze iş yapması gereken somut kişiler, modern bürokrasi içinde gitgide daha gizli bir nitelik kazanmaktadır. Bu durumda otorite, başkalarına karşı sorumlulukları olmayan otoriter bir varlık, yüz yüze iş yapmayan bir etki tüccarı olmaktadır. Hükümleri hem katı hem keyfi olan bir hâkimdir: “Bakış meselesi”. Onu özgür kılan şeylerden biri de budur.(…)
Richard Sennett
“Otorite”, Çev: Kamil Durand, Ayrıntı Yay. 2. Baskı, ss.130-131
01
2011
491’e ON!
491’e on!
“Ey susku…”
https://zaferyalcinpinar.com/491on.pdf
*
Yokoluşlarının ağıtını yazan o kifayetsiz muhterislerle senin ilgilenmeyişinin 2010’lardaki yüzüdür 491…
DÖRTDOKUZBİR “Evvel Fanzin” cakasıdır ve Kadıköy tribidir.
491‘in tüm sayılarını https://zaferyalcinpinar.com/491.html adresinden indirebilirsiniz. (E-posta: dortdokuzbir@gmail.com)
01
2011
Kirpi Şiir 6: “Gerçeküstü İmgeye Dair” (R. Arslan)
2011 yılı Türkiye’sinde yaşayan, güncel Gerçeküstü imgeye dair bir dosya hazırlamak, beraberinde birçok farklı mecrayı, tarihsel arkeoloji hevesini, hesaplaşmayı da gündeme almak demektir. Türkiye gibi avangard geleneği çok sonraları idrak etme yolunda adımlar atmış çorak bir coğrafyada, Sürrealizm gibi engin bir yatak-nehir sadece edebiyatın, görsel sanatların belirlenmiş sınırlarıyla ya da kültür endüstrisinin tüketim mantığıyla ele alınamaz.
Çünkü Sürrealizm rasyonaliteye, kentsoylu değerlere, moderniteye, dinsel, şovenist her türlü baskılamaya karşı bir duruş; dünyayı bambaşka bir gözle görme biçimidir. Antonin Artaud’a göre zihinsel bir durum, Breton’a göre ise devrimsel bir harekettir.
İmgeyi sadece toplumcu, gerçekçi, gelenekçi, ulusal ya da cemaatsel bakış açıları ile görenler için bu ekinsel emekler hep nafile çabalar olarak görülmüş, batırılmış, görmezden gelinmiş, ötekileştirilmiştir. Gerçeküstücülük, kültür endüstrisinin güncellik kavramına göre nostaljik bir ütopik çaba, bazı postmodernist olduğunu iddia eden yaklaşımlar için ise geçmişin baskıcı avangard’ıydı, bir çeşit çıkmaz yoldur.
Ama tüm bu iddiaların aksine Gerçeküstücü İmge, 21. yüzyılın başında tüm kürede(ve de ülkede) televizyondan internete, reklamcılıktan sinemaya, tasarımdan modaya gündelik yaşamın içinde, her köşesindedir. Postmodern durumun devrimci avangard’ı yok ettiğine inananlar erken bir bayram merasimi yaptılar.
Bugün dünyanın 30’dan fazla ülkesinde aktif, güncel ve yaşayan uluslar arası bir Sürrealist hareket var. Ortak imzaya açılan uluslar arası bildiriler, kolektif sergi-etkinlik-festivaller, yerel/küresel yayınlar, internetin sağladığı imkânlarla sürekli canlı, tartışma ve eylem halinde bir Sürrealizm. Bu durumun kuşkusuz en net kanıtı 2010 yılı içinde, 24 ülkeden, 80’in üstü katılımcının emekleriyle yayınlanan Hydrolith adlı antolojidir. 21. yüzyılın bu ilk uluslar arası sürrealist antolojisinde Türkiye Gerçeküstü hareketi S.E.T’de çeşitli ürünlerle dahil olmuştur.
Ülkemiz özgülünden baktığımızda yaklaşık 80 yıllık bir gecikmişlik söz konusudur ve öncelikle bu meseleye cesurca, tam da göbeğinden dalmak gerekmektedir. Bu yüzden hazırladığımız dosyaya şiir, resim, kolajların yanında iki adette metine yer verdik. “Neden bir Türk Sürrealizmi Yok” başlıklı metinimiz modernizm sürecinde Türkiye’nin düşün-sanat ortamında neden Sürrealizmin yaşam şansı bulamadığı sorusunu, barındırdığı kaçış çizgileriyle birlikte ele alan bir ön araştırmadır. Peşi sıra soruşturmayı derinleştirmek, genişletmek yanında yeni sorulara/yollara da ışık tutma hevesini doğurma niyetindedir. Ve akla gelen ilk soru modern dönemde varlık şansı bulamayan avangard, postmodern durum içinde nasıl yaşam bulmuştur? İşte çetin diğer bir düşünsel yol arayışı…
Seçtiğimiz ikinci metin ise Arap Sürrealist Hareketinin 1975 tarihli manifestosu. Özellikle bu topraklara yabancı, dışardan ithal bir heves olarak gören anlayışlara ironik bir yanıt olduğunu düşünüyoruz. Orta Doğu topraklarının bereketli düş iklimine örnek, bir tasavvuf ustası olması yanında gerçek bir devrimci de olan Hallac-ı Mansur’un bir şiiri ile birlikte yer veriyoruz. Bu meşakkatli-önemli çeviri ve Hassan el Sabah’tan bir dörtlüğü dosyamız için özenle çeviren sevgili J.M’ye buradan selamlarımızı iletiriz.
20. yüz yıl Gerçeküstücü imge geleneğine bir selam çakmak için üstat Prevert’in bir yeni çevirisine yer verdik. Bunun yanında güncel-küresel Sürrealist şiire Arjantin, Portekiz, İngiltere ve İsveç’ten dört şair ile örnek verdik. Merl Fluin, Londra Sürrealist Eylem Grubu üyesi ve dosyamıza giren şiiri 2010 tarihli şiir kitabı The Reality Binge Trick’ten alındı. Emma Lundenmark ise Stockholm Sürrealist Grup üyesi ve onunda dosyamıza giren şiirleri 2010 yılında basılan Organica Fläktrum’den alındı. Juan Carlos Otena, Arjantin ve Montevideo’yu kapsayan Rio de le Plata Sürrealist Grup üyesi bir yazar-şair ve dosyamız için özel gönderdiği bir şiirine yer verdik. Carlos Martins, Portekiz Sürrealsit hareketin köklü isimlerinden ve o da Borges Defteri’nden sevgili Sufi’nin özenli bir çevirisi ile Türkçeye kazandırılmış oldu. Dosyamızın çeviri sürecinde bize destek-nefes veren Umut Taylan, Ezgi Aksoy, Ayşe Özkan, Alice’e de buradan teşekkürlerimizi sunarız.
Gerçeküstücü İmge özel sayımızın diğer yurtdışı katılımcıları birer resim ile dosyamıza güç veren Atina Sürrealist grup üyesi Theoni Tambaki ve Paris’te yaşamını sürdüren İstanbul doğumlu sanatçı Ody Saban. S.E.T’in asi çocuklarından cins bir çizim, OnstOn ise bir şiir/çizim ile dosyamız için üretim yaptılar. Ceren Fındık bir çizim, Serdar Aydın bir dijital kolaj, bende bir somut, cut-up şiirle dosya da yer aldım. Tuncay Takmaz dostumuz bir görsel işiyle katkıda bulundu.
Sonuçta Kirpi, şiir ve poetikasına yoğunlaşmış bir mecra ve doğal olarak biz de genç, güçlü ve Gerçeküstücü İmge ile paslaşan şiirlerle dosyamızın gövdesini oluşturduk. Alper T. İnce, Özgür Asan, Şakir Özüdoğru, Umut Taylan, Ömer Akay, Zozan Gemilerördü, Fantom, Yaprak Gözeker, A. Emre Cengiz, Burcu İnci ve Baran N. bizlerle şiirlerini paylaştılar.
Sonuçta uzun yolun eridir bu çabalar, menzili Kaf Dağının ardına dayanan…
Tepegöz’ün pusuda beklediği, Beberuhi’nin çalılıklar arasında tur attığı, Simav Kadısının yarin yanağından gayrı dediği topraklardan kozmosun sonsuzluğuna dek…
Rafet Arslan
31
2011
“Barcelona’da el Raval bölgesinde dolaşırken her şey anlam kazandı.” (A. G. INARRITU)
Babil filmiyle dünyanın dört bir yanını dolaştıktan sonra çok yönlü, parçalı, geçişli anlatım tarzını yeterince ele aldığımı düşünmeye başlamıştım. Bugüne kadar yaptığım tüm filmler, farklı bir dilde, farklı bir ülkede çekilmişti. Babil’in çekimlerinde o kadar bitkin düşmüştüm ki, bir sonraki filmimi tek karakterli, tek bakış açılı, tek şehirde, tek anlatıcıyla ve kendi dilimde çekeceğime dair kendime söz verdim. Biutiful bugüne kadar yapmadığım bir şey, benim için keşfedilmemiş bir tür olan trajedide, anlatıyı karakterlerin belirlediği düz bir hikâye.(…) Müzikten bir benzetme yapmak gerekirse, Babil bir operaysa, Biutiful bir ağıttır. Ve buradayım işte. Bana göre Biutiful bu hayattaki kısa varlığımızın bir yansıması. Bir yıldızın parlayıp sönmesi kadar kısa olan varlığımız, ancak ölüme yaklaştığımızda kısalığını bize belli eder. Kısa süre önce kendi ölümümü düşündüm. Ölünce nereye gidiyoruz ve neye dönüşüyoruz? Uxbal’ın karşı karşıya olduğu zamana karşı bu azap dolu ve baş döndürücü yarış böyle bir şey. Bir insan hayatının son günlerinde ne yapar? Kendini yaşamaya mı, ölmeye mi adar? Ben ölüm hakkında bir film yapmakla ilgilenmiyordum, benim istediğim hayatımızı kaybetme durumu ortaya çıktığında bunun hayatımıza yansımasıyla ilgili bir film yapmaktı.(…) Benim için bir film, belirsiz bir şeyle başlar, bir sohbetin bir bölümü, araba camından bir anlık görünen manzara, bir ışık parıltısı ya da bazı müzik notaları. Biutiful 2006 yılında soğuk bir sonbahar sabahında başladı. Çocuklarımla birlikte kahvaltı hazırlıyorduk ve rastgele bir CD koyup Ravel sol majör piyano konçertosunu dinlemeye başladım. Birkaç ay önce aynı Ravel piyano konçertosunu, Telluride Film Festivali’ne Los Angeles’tan ailece arabayla giderken çalmıştım. Four Corners bölgesinin manzarası nefes kesicidir ve Ravel eseri bittiğinde iki çocuğum da aynı anda ağlamaya başladı. Bu eserdeki melankolik özellikler, hüzün duygusu ve güzellik onlara yoğun duygular yaşatmıştı. Çocuklarım buna bir türlü anlam veremiyordu. Sadece hissetmişlerdi. O sabah yeniden Ravel piyano eserini duyduklarında, ikisi de CD’yi kapatmamı istedi. Duygusal etkiyi ve müziğin onlara yaşattıklarını çok net hatırlıyorlardı. Aynı sabah kafamda bir karakter belirdi ve “Hola, benim adım Uxbal” dedi. Sonraki üç yıl boyunca hayatımı onunla geçirdim. Ne istediğini, kim olduğunu, nereye gittiğini bilmiyordum. Dünyayı hafife alan ve çelişkilerle dolu biriydi. Dürüst olmak gerekirse, onu nasıl sunacağımı ve hikâyesini nasıl bitireceğimi biliyordum. Evet, elimde başlangıç ve son vardı. Bir gün Barcelona’da el Raval bölgesinde dolaşırken her şey anlam kazandı. Uxbal’ın buraya ait olduğunu anladım.(…) Biutiful projesine başladığımdan bu yana, Uxbal rolü için aklımda hep Javier Bardem vardı. Başka hiç kimse o karakteri onun kadar iyi ortaya çıkaramazdı. Onsuz bu filmi yapamazdım çünkü bana göre sadece o Uxbal’dı. Yıllarca Javier ve ben birlikte çalışma girişimlerinde bulunduk. Onun karakterinin, bizi sette birleştirecek olan şey olduğunu düşündüm. Benim aktörlerle çalışma tarzım ve sürecim pek kolay değildir. Kendimi her projeye tamamen veririm ve aynı şeyi tüm aktörlerden beklerim. Mükemmellik ve mükemmellik olarak algıladığım şeyler konusunda takıntılıyım. Fiziksel ve duygusal olarak zor bir süreçtir. Javier’i projeye katmak aç ve susamışları bir araya getirmek gibiydi… ve ikimiz de ihtiyaçlarımızı gidermek istiyorduk. Javier hem olağanüstü bir oyuncu hem de eşsizdir. Bunu herkes bilir. Kendini olabildiğince hazırlar ve karakteri hakkında sürekli notlar yazar. Kararlı, yoğun ve mükemmellik konusunda takıntılıdır. Ancak Javier’i esas özel kılan şey, ağırlığı, içsel hayatı yansıtma konusunda güçlü yetenekleri sayesinde beyazperdedeki güçlü varlığı. Bu öyle öğrenilecek bir şey değil. Buna ya sahipsinizdir, ya da değilsinizdir.
Alejandro Gonzalez INARRITU
https://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/ShowNew.aspx?id=16886436
29
2011
Meydanlar Üçlemesi/HYPATİA (H. Güzeldere)
(…)
İşte!
Görseler ya!
Hemen yanı başlarında
yedi yüz yıllık İskenderiye Fener’i…
(…)
Üstte gök,
önde kitap
ve ellerini bir pergel gibi açarak
yıldızları ölçüp biçip
Öklid’den kalan
yedi yüz yıllık ödevine çalışıyor.
(…)
Hakan Güzeldere
Şiirin tamamına https://borgesdefteri.blogspot.com adresinden ulaşabilirsiniz.
29
2011
Labarca, Üster ve taifesi tuvalete gitsin!
Bugünkü Cumhuriyet Gazetesi’nin kültür sayfasında J. L. Borges’in tarihsel kişiliğine hakaret içeren ve kesif aptallıkla dolu bir fotoğraf yayımlandı. Fotoğrafın yayımlandığı sayfanın editörü Celal Üster’i özensizliği, dikkatsizliği ve izansızlığı nedeniyle kınıyoruz. Borges’e yönelik hakareti gerçekleştiren E. Labarca adlı meczuba da “tuvalete gitmesini” öneriyoruz. Örneğin, işbu fotoğrafın yayımlandığı gazetenin kültür-sanat servisinin tuvaleti olabilir.
Borges Defteri‘nden E. Tufan’ın konuya ilişkin yayınladığı kınama metnini aşağıda paylaşıyorum:
Cumhuriyet Gazetesi’nin kültür sayfasını (genelde ilk okuduğum sayfalar olur) biraz önce dehşet bir şaşkınlıkla önüme koydum ve dedim ki artık bu sayfa ile gazeteye veda etme zamanım bugün nihayet geldi çattı.
Celal Üster yönetimindeki sayfada delinin teki Borges’in mezarına -af buyurun- işiyor ve yine Celal Üster bunu bir kültürel haber olarak önümüze servis yapabiliyor, bu işe de “gazetecilik yapıyoruz” deniliyor. E. Labarca adlı densiz adam bölgesel ortak dil, edebiyat, belki de eziklik yüzünden bunu yapabilir, hatta düşünde kurguladığı Borges-Pinochet hemfikirliğini de geliştirebilir, bu konuda bir roman bile yazabilir, ama “şeyini” eline alarak yeryüzü edebi mirası sayılan saygın bir yazarın mezarına işeme hakkını kimse ona vermez. Rezilliktir.
Fotoğrafı çeken, basan, yayanla, tekrar bir gazetenin kültür servisinin o fotoğrafı hiçbir doğru düzgün açıklama olmaksızın basması, (belki de bir okur ilk kez Borges’in adını duyacak, kim olduğunu öğrenecek) böylesi bir “alçaklığı” yapması aynı şeydir. Kusura bakmasınlar sert konuşuyorum, çünkü perdenin arkasında hangi rezil hesapların olduğunu bilmiyorum.
Sadece bir gerçek var elimde, Cumhuriyet Gazetesi son bir yıl zarfında ve özellikle İ. Selçuk’un ölümünden sonra başıboş bir tekne gibi savruluyor. Konular aynı, nakaratlar aynı, tekrar, tekrar, yorucu ve bıktırıcı bir üslupla bir yerlere durmadan göz kırpıyor ama neresi olduğunu kendisi bile bilmiyor. B.Onaran gibi birikimli, deneyimli bir yazar, çevirmeni sessiz sedasızca “susturdular”, keza diğerlerini, yerlerine kimlerin geldiği “malum” (önce T.Kiremitçi, sonra B.C. ve diğerleri, alın tümünü toplayın, çarpın, çıkarın çeyrek sayfalık gazete yazısı çıkmaz, 100 adet gazete yazısını okuyun, bu adların yazılarında iğne ucu kadar yeni bir düşünceye rastlamanız olası değil, hani düşünce bir yana şöyle etkin bir mizah olsun, o da yok).Konuyu uzatmak istemiyorum, beni, bizi ilgilendiren konu Borges olduğu için sadece naçizane bildirimde bulunmak istedim. Sufi dostumuzun gazetlerle ilintili geçmişte yazdığı yazıyı şimdi çok iyi anlıyorum; “sabahları ilk işim asla gazete okumak olmaz, çünkü bir gün önceki dünya pisliği sabahın prıl prıl güneşiyle üzerime boşalsın istemem, gün batımı bu iş için şöyle göz ucuyla bakmak için fena bir saat değil”.
Hep dediğim gibi, o fotoğrafı tekrar basanları “en kestirmesinden şiddetlice kınıyorum”.
Belki bizim sesimiz cılız, dar bir çevreye ulaşıyor, ama unutmasınlar yaptıkları “kıytırık” işlerin hesabını tek bir kişi bile sorabilir onlara.
Bedri Baykam’ın cep telefonu kaybolmuşmuş da bunu Cumhuriyet Kültür Servisi bana kültür haberi olarak sunacak, öyle mi? Aman da aman ne hallere düştünüz be arkadaş.
Safsatanın ta kendisidir.E.Tufan
Ayrıca, Borges’in Pinochet’le görüşmesi konusunda hakikati bildiren açıklama aşağıdadır:
Cumhuriyet Gazetesi Kültür servisi (29 Ocak 2011) “Borges’in mezarına işeyen adam” haberini (kültürel çıkışını) karşı tarafın “Meşru bir sanatsal eylem” ibaresini öne çekerek duyurdu.
Borges’in kim olduğunu, ne yazdığını, ne düşündüğünü, ne konuştuğunu, geride neleri miras olarak bıraktığını herkesten önce bir kültür servisi sorumlusunun çok iyi bilmesi gerekiyor(du), anlaşılan o ki borges şiiri çevirmekle o şairin coğrafyasına vakıf olmak arasında dağlar kadar fark var. Genç kuşaktan bir okur o malum haberi (tiksinti verici resmi) ve ardından sıralanan kafa karıştırıcı, yalan-yanlış, tek taraflı akıl yitimi kanaatini okuyunca acaba zihninde nasıl bir Borges portresi çizer? Celal Üster hiç bunu düşündü mü?
Borges’in Pinochet ile görüşmesi doğrudur, hatta bazı malum çevreler işi o denli abartılı noktalara taşıdılar ki, şunu bile yazdılar: “Pinochet, Borges’e devlet nişanı takmış”.
-Öyle mi?
Evet, kültür servisi ölçeğindeki zekalar (ya da gazete zihinselliği) bu yalan ve iftirayı, aynı Labarca gibi hiç vicdan azabı duymadan yaydılar, şimdi kültür servisi aynı zihniyetlerle gönüldeşlik kurma peşinde ve bir karalama da bizden olsun diyerek, sanki yeryüzünde kin-nefret duyulacak kimse, hiçbir politik sistem, çıkış kalmadı da geriye bir tek şair, sanatçılar kaldı. O iğrenç fotoğrafı 100.000 adet çoğaltarak (Cumhuriyet Gazetesi’nin tahmini tirajı) Labarca değirmenine su taşıyan zihniyetle “Ucube” çıkışı, ruh ikizi değilse nedir? Bunun adı haber, duyuru değil, birilerinin bir garip ve anlamsız-kinci deneysellik içinde olduğunu az çok psikanaliz bilen herkes kavrar, boşuna yırtınmasınlar, sifonu çekmeyi marifetten sayanlar ya marifeti ya da hakikati bilmiyorlar. Ömrünü edebiyata, yaratıcılığa adamış bir büyük yazara olsa olsa ancak bu denli rezil bir haksızlık reva görülürdü.Peki ama özellikle söz konusu olayın ardındaki hakikat nedir?
Borges hayatta olmadığı için, geriye bir tek onun sözcükleri ve yanıtları kalıyor. O zaman gerçeği direkt Borges’in dilinden, kendisinden öğrenmemiz gerekiyor.
Bir yazarın mezarına işeyen aklı selimden yoksun zatın fotoğrafını binlerce adet çoğaltarak Borges’e vurmak ne o servisin sorumlusu Celal Üster’e, ne de herhangi başka bir gazetenin kültür kulvarına yakışacak “iş” değil. İş değil yaptığınız… Biraz ağırbaşlılık, nitelik ve derinlik gerekir, izan, insaf muhasebesinin yanında.
Bu girişiminizden geriye bir tek “ gölgenin kirlettiği” o “ kutsal dehşet” kalıyor..
Evet bir dünya yazarına karşı girişilen bu “dehşet ölçekteki hakarete”, insanı utandıran kareye sizler ortak olmamalıydınız.
Konuya açıklık getirecek çevirimizi ve ilintili bölümü (1984 yılı söyleşisi) aktarmadan önce bir ön bilgi olarak Borges’in çileli yaşamı hakkında bazı şeyleri bilmemizde yarar var, Borges’in ballı börekli bir yaşam biçimi hiç olmadı. Acının, şiddetin, kederin her türlüsüne dokunmuş ama yaşam coşkusunu asla yitirmeyen müthiş bir edebi deha olarak dünya edebiyat tarihindeki yerini çoktan almıştır. Keşke hepimiz onun kadar önce kendi eksikliklerimizle, hatalarımızla, doğrularımızla yüzleşebilsek.
Yaşam biraz daha çekilir olurdu.
İnsan olabilme ödevinin yalınç ve olumlu anlamından tutun mecbur ve muktedir olmanın çelişkisine kadar.
Yaşam kulvarında “yukarı çıktıkça”, “uzağa gittikçe” işler karmaşıklaşır. Sırf bu yüzden edebiyatın hâlâ bir şansı var.Şimdi hakikat faslı:
Yıl 1946:
Borges’in de aralarında bulunduğu bir grup Arjantinli yazar sanatçı Peron faşizmini kınayan ve onun baskıcı uygulamalarını çok sert bir dille eleştiren bir bildiri yayınlarlar(bildiriyi Borges kaleme alır). İlk imzalayanlardan bir doğal olarak Borges’tir ve sırf bu yüzden Arjantin devletinin örtülü –açık şiddetine maruz kalır. Borges, BUENOS AIRES milli kütüphanedeki görevinden alınır ve bir tavuk çiftliğinde teftiş memurluğuna sürülür. Bu olayın üzerine Borges devlet memurluğundan istifa ederek, serbest eğitimci olarak çok zor koşullar altında yaşam savaşı verir, tek bir gününü bile Polis takibinden yoksun geçirmez, tutanaklar yeni yeni gün ışığına çıkarılıyor. 1948 yılında “Buenos Aires Yıllığı” adı altında bir edebiyat dergisi çıkarmaya karar verir, kısa süre sonra dergi yasaklanır, kapatılır.Yıl 1948:
Borges’in annesi ve kız kardeşi sırf Borges’i baskı altında tutmak ve ona ruhi işkence uygulamak adına tutuklanırlar, hatta annesi üzerinden Borges’i daha da aşağılamak için (annesini) hapishanede bir süreliğine hayat kadınlarıyla bir arada tutarlar.Yıl 1984:
Clarke M. Zolotchio, Borges’le bir görüşme yapar, Borges’in ölümünden tam iki sene evvel. Söyleşi “Voice of the River Plate-1984” ve 23-39 sayfalarında yayınlanır (tam ve eksiksiz kaynak), müthiş güzellikte bir edebiyat eksenli söyleşidir (tam metni defter arşivinde mevcuttur) ve çevirdiğimiz bölüm ilk kez yayınlanacak.. Bir yığın konu hakkında görüş bildirimleri var bu söyleşide. Söyleşiyi gerçekleştiren Clarcke.M.Z belli ki hem edebiyat hem politik dersini çok iyi çalışarak çıkmış Borges’in karşısına.
Sorular-Yanıtlar arasından üç tanesi direkt konumuzla ilintilidir, yanıtlarıyla beraber veriyoruz.
Ve okuru vicdan muhasebesine davet ediyoruz.Clarke.M.Z: Şili diktatörü size devlet nişanı verdi mi?
Borges: Hayır, hayır, hayır! Bu söylenti kökünden yalandır.
Böyle bir şey söz konusu bile olmazdı, ben ne için gittim Şili’ye, bunu merak eden oldu mu? Pinochet ile görüşmek için gitmedim, böyle bir davet yoktu, davetin konusu bu olsaydı asla gitmezdim. Şili Üniversitesi bir konferans için beni davet etti ve konuşmamın sonunda Üniversite rektörü bana (hiç haberim bile yoktu) fahri doktora unvanı verdi. Aynı günün akşamı üniversite yetkililerinden haber geldi Pinochet sizi yakından görmek, tanışmak istiyor, bir an kendi kendime düşündüm: gitsem mi, gitmesem mi? Sonunda Santiago’da olduğum için ve ilk kez “onunla” yüz yüze gelme şansım olduğu için, gitmeye ve özgürlük alanının genişletilmesi konusunda düşüncelerimi aktarmaya karar verdim bu şansım oldu, bir gelişme oldu mu diye sorarsan, hiç, asla, militarist bir düşüncenin hangi facialara yol açtığını hepimiz biliyoruz. Bütün konu bundan ibaretti, abartısız ve olduğu gibi.Clarke.M.Z: Ordu iktidarını eleştiriyorsunuz yani?
Borges: Onların iktidarında birçok insan ortadan kaldırıldı, öldürüldü, işkence gördü, tıpkı Arjantin gibi. Korkunç bir sansür vardı. Ama şimdi yanlışımı kabul ediyorum ve kendimi eleştiriyorum, yanlış yaptım.Clarke.M.Z: Anarşizm Ütopyası hakkında düşüncen ne?
Borges: O ideal için sanırım bir 200 yıl daha beklememiz gerekecek. Devlet aygıtından ve onun polis gücünden kurtulmak için kısa bir bekleyiş süresi bu, değil mi? Vatandaşlığın yeniden tanımlandığı bir izlek gerekir…şimdilik şunu söyleyebilirim. Öte yandan hepimiz biliyoruz ki “devlet” acı bir ilaç tadındadır, gerekli bir beladır, ve şimdi bütün bu olanlardan sonra benim umutlu olma hakkım var. Ama kuru ve içi boş bir umut benimkisi, başka bir şey değil. Öyle tahmin ediyorum ki beş yıl sonra, ..nasıl desem, uzun bir nekahet döneminden sonra Pronism, Terörizm, askeri diktatörlükler, “kayıp insanlar”, adam kaçırmalar, işkence, bu haksız ölümlerin doğurduğu olumsuzluklar, hepsi son bulur..bütün bunlar yeryüzünü o derin anlamdan yoksun bırakıyor, onun anlamını boşaltıyor, öyle değil mi ? Umudumu yitirmemeliyim…
Borges Defteri
27
2011
Uzakdoğu’dan…
Evvel Fanzin’in omuzdaşlarından İpek Tuna kısa bir Çin-Hong Kong gezisi gerçekleştirdi. İpek Tuna’nın bu geziye ilişkin izlenimlerini içeren bazı video çekimlerine https://vimeo.com/album/1518297 adresinden ulaşabilirsiniz.
25
2011
Çanakkale’de Ece Ayhan Kültür Evi ve Arşivi Çalışmaları
Ece Ayhan Sivil Girişimi’nin basın bildirisi aşağıdadır:
Türkiye’nin aykırı, muhalif, mülksüz, sipsivil şairi/etikçisi Ece Ayhan’ın ana ve mezar kenti Çanakkale’de, bir grup okur, 2008 yılından bu yana sürdürülen Sivil Girişimi yeniden örgütleyerek (Aşk), ‘Ece Ayhan Kültür Evi’ ile ‘Ece Ayhan Arşivi’ni kurmak ve her yıl ‘Ece Ayhan Sempozyumları’ düzenlemek amacıyla çalışmaya başladı.
Tüm çalışmaların, küflü/paslı nostaljik bir yaklaşım yerine, şiir, edebiyat, tarih, resim, müzik, felsefe, ahlak gibi alanlarda ‘iktidar ve otorite karşıtlığı’ ruhu ve gönüllülük ilkesinde gerçekleşmesini isteyen Sivil Girişim, Türkiye’nin ve dünyanın dört bir yanındaki Ece Ayhan okurlarını, önce sanal ortamda bilahare Çanakkale’de bir araya getirmek için hazırlıklarını sürdürüyor.
Yalı Hanı’nda süren toplantılarda, Ece Ayhan konusunda araştırma yapmak isteyen akademisyenler, edebiyatçılar, öğrenciler ya da okurların yanı sıra, Ece Ayhan’ı henüz okumamış/tanımayanlar için de çeşitli etkinlikler tasarlanıyor.
Bu duyuru ile, Ece Ayhan Sivil Girişimine katkıda bulunmak isteyen herkesi, bizimle temasa geçmeyi çağırıyoruz. Öneri, görüş, dilek ve eleştirilerinizi bize ulaştırabilirsiniz. Elinde, arşivinde ya da bir tanıdığında Ece Ayhan’la ilgili bilgi ve belge olan okurların katkısıyla, tüm bilgilerin bir merkezde toplanmasını, böylelikle herkese açık büyük bir arşivin yaratılmasını istiyoruz.
Ece Ayhan Sivil Girişimi
Çanakkale – Ocak 2011İnternet sitesi adresi: www.eceayhan.com
Posta adresi: Yalı Hanı / Çanakkale
E-posta adresi: eceayhangirisimi@eceayhan.com
25
2011
Wittgenstein’ın Yeni Yöntemi
Wittgenstein’ın yeni yöntemi, önceki dönem felsefesindeki dil eleştirisini kendi kendisine uygulamaya başlamasıyla gelişmiştir. Önceki dönem eleştirisinin ardındaki dil kuramı olgu söyleminin özüne ilişkin küçük bir sezgiler öbeğiyle temellenmekteydi. Bu sezgiler içerik taşıyan zorunlu doğruluklar olarak düşünülmekteydi. Fakat, içerik taşıyan zorunlu doğrulukların önceki dönem dil kuramı içine nasıl yerleştiğini ya da bunların daha başlangıçta nasıl kurulmuş olduklarını görmek güçtü. (…) Yeni yöntem üzerine şimdiye değin söylenen şeyler, kökeninden anlaşılacağı gibi deneysel olduğu, tikel olguya büyük bir saygı gösterdiği ve bir bilimden çok sanatı andırdığıdır. Bilimden çok sanatı andırışının nedeni, tikel durumlardaki ince ayrımların herhangi bir kuramda değil, gerçek dilsel uygulamaların özenli betimlemelerinde ve göz kamaştırıcı örnek düzenlemelerinde sunulabilişidir.
David Pears
“Wittgenstein”, Çev: Arda Denkel, Afa Yay, 1985, ss. 107-108
25
2011
Buluntu: Güzel Irmak 1985-86 Defteri (İlhan Berk)
Bugün, İlhan Berk’in “Güzel Irmak” adlı şiir kitabının ilginç bir defter taslağını koleksiyonuma dahil etmenin mutluluğunu yaşıyorum. İlk baskısı 1988 yılında Adam Yayınları’ndan gerçekleşen “Güzel Irmak” adlı şiir kitabının 1985-86 yıllarında henüz bir defter aşamasındaki ilk taslağının bendeki tıpkıbasımı 29 sayfadan oluşuyor. Kitapçığın içinde hiçbir baskı notu bulunmuyor; bu durum tıpkıbasımın bir yayınevi ya da sergi kapsamında yayımlanmadığını gösteriyor. Kitapçıktaki tüm sayfalarda İlhan Berk’in kendi elyazısıyla “Güzel Irmak” şiirleri ve notları yer alıyor. Kitapçığın kapağı 1985-86 tarihiyle İlhan Berk tarafından imzalanarak, koyu bir baskı-desen şeklinde tasarlanmış. Defter, Güzel Irmak’ta yer alan şiirlerin ve dizelerin taslak halindeki ön çalışmalarıyla, karmaşık tashih notlarıyla dolu; yani tam bir cehannemvari İlhan Berk defteri…
Meraklandım, heyecanlandım ve “İlhan Berk-Defter Kapakları” adlı sergi kapsamında YKY’nin 2006’da yayımladığı özel kitapta yer alan Güzel Irmak defter kapağı ile bendeki bu nüshayı karşılaştırdım. YKY’nin yayımladığı defter kapağındaki tarih 1988 ve bu tarihteki kapak çalışması bendeki nüshadan oldukça farklı… Bu karşılaştırma bendeki taslağın daha erken bir çalışma olarak farklılaştığını gösteriyor. Büyük bir ihtimalle İlhan Berk, 85-86’da üzerinde çalıştığı bu “Güzel Irmak” defterini sonradan -yani 1988 yılında- başka bir defter olarak temize çekmiş, sonlandırmış…
Sonuçta, buluntudan bazı görüntüleri aşağıda paylaşıyorum.
Hamiş: 1985-86 tarihli “Güzel Irmak” defter taslağı hakkında ayrıntılı bilgiye sahip olan birileri varsa ve bilgilerini benimle paylaşırsa çok sevinirim. (Zy)
25
2011
Sabah Karanlığı (Nâzım Hikmet)
Sabah karanlığında telgıraf direkleri,
___________________________yol.
Sabah karanlığında aynası parlayan konsol
____________________________masa
____________________________terlik,
eşyalar birbirini yeniden görüp tanır.
Odamızda sabah karanlığı bir yelken gibi
_________________________aydınlanır.
(…)
Çok uzakta,
________gökyüzündeki derenin dibinde yıkanır taşlar.
(…)
rüyaların sonu sabah karanlığına pırıl pırıl vurur
aydınlanırım,
kendi kendimi görüp yeniden tanırım
kıyasıya bahtiyarımdır
_______________azıcık utanırım
_________________ama azıcık.
(…)
Yolculuğa hazır bir yelken gibidir,
_________________aydınlık bir yelken gibi
____________________sabahleyin odamızda karanlık.
NÂZIM HİKMET
“Büyük İnsanlık”, YKY ve T. İş Bankası Kültür Yay., 2011, s.34-36
24
2011
50 Yılın Ardında; “İkinci Yeni” /Anket Formu
Anket formuna ulaşmak için tıklayınız.
Ankete verdiğiniz cevaplar 13 Şubat 2011 Pazar sabahı Evvel Fanzin ile eşanlı olarak birçok platformda paylaşılacaktır. “İkinci Yeni” poetikasının günümüzdeki işlerliği ile gelecekteki konumunu araştırdığımız bu ankete katılımınız, ilginiz ve desteğiniz için şimdiden çok teşekkür ederim. (Zy)
Notlar:
-Anketin gerçekleştirilme gerekçeleri ve ayrıntılı bilgiler https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=4506 adresinde yer almaktadır.
-Facebook Etkinlik Bağlantısı: https://www.facebook.com/event.php?eid=128084693926065
24
2011
Kış Adası’ndan…
Gece: “Ada göründü!”
*
“Ağlar”
*
“Üşüyen”
*
Fotoğraflar: Zy
Ayrıca bkz: https://zaferyalcinpinar.com/kendinianlatan/kendinianlatan.html
20
2011
Büyük Pazar Müzayedesi-II (23 Ocak 2011)
Denizler Kitabevi ve Pazar Mezatı’nın düzenlediği büyük müzayedelerin ikincisinin kapsamında ilginç şeyler var. 23 Ocak 2011, saat 12.30‘da Point Hotel Barbaros‘ta gerçekleşecek müzayedede Orhan kemal, Can Yücel, Kemal Tahir, Oktay Rifat, A. Ş. Hisar, Melih Cevdet Anday, Cemal Süreya, Edip Cansever, A.M. Dranas, Asaf Halet Çelebi, B. Necatigil, F.H. Dağlarca, Tezer Özlü, Kemal Tahir, Sevim Burak gibi edebiyatçıların bazı imzalı kitapları da açık arttırmaya sunulacak…
Bkz: https://www.buyukpazarmezati.com/index.php?sayfa=mezat-listesi&arama=Edebiyat
18
2011
50 Yılın Ardında; “İkinci Yeni” Anketi
Hüsamettin Bozok yönetimindeki Yeditepe Dergisi, 1960 yılının Şubat ayında “İkinci Yeni ve Eleştirmeciler” başlıklı bir anket başlatmış… Anketin takibini ve yazışmalarını Fahir Aksoy gerçekleştirmiş. Anket kapsamında şairlere, eleştirmecilere şu sorular yöneltilmiş:
1- “İkinci Yeni”, diyorlar, bu konuda ne düşünüyorsunuz?
2- Bugün ikinci yeni akımı bir yenilik olmaktan çıkmış bulunuyor. Her ölçüye göre belli bir seviyenin örnekleri var. Sanatçılarımız yeniliksiz edemeyeceklerine göre şiirimizin sizce bundan sonra nereye doğrulacaktır?
3- Edebiyatımızda eleştirmenler neden etkin olamıyorlar, açıklar mısınız?
Not: Birinci soru bazı şairlere “size…” diye sorulmuş.
Bu sorulara cevap veren şair ve eleştirmecilerin isimleri şöyle: Metin Eloğlu, Attila İlhan, Nevzat Üstün,Turgut Uyar, Asım Bezirci, Sezer Tansuğ, Ece Ayhan, İlhan Berk, Edip Cansever, Hüseyin Cöntürk, Necati Cumalı, Özdemir İnce, Ahmet Arif, Ahmet Köksal, Behçet Necatigil, Kemal Özer, Oğuz Tansel, Fethi Naci, Hikmet Dizdaroğlu.
Şair ve eleştirmecilerin yanı sıra Yeditepe Dergisi, işbu ankete okuyucularını da dahil etmiş ve aşağıdaki açıklamayla birlikte hangi şairlerin “ikinci yeni”ye dahil olduğu sorunsalını -okuyucuları vesilesiyle- ankete yansıtmıştır:
Son yıllarda dergilerde ve yayımlanan kitaplarda Türk şiiri yeni bir yöne doğru yönelmiş görünüyor. “İkinci Yeni” adıyla adlandırılan bu akım üzerine yazarlar arasında açtığımız anket yeni bir soruyu daha ortaya atmış oluyor: “Bu “ikinci yeni” akımı içine hangi şairler girmektedir? Bu akım içinde bulunduğunu sandığımız şairler bile bazen bunu kabul etmez görünüyorlar. Şimdi biz, yazarlar arasında açtığımız ankete paralel olarak okuyucularımız arasında yeni bir ankete başlıyoruz: Hangi şairler bu akım içinde yer alıyor?
Yazarların, şairlerin, eleştirmecilerin ve okuyucuların Yeditepe Dergisi’nde yayımlanan “İkinci Yeni ve Eleştirmeciler” adlı ankete verdiği cevaplara https://zaferyalcinpinar.com/ikinciyenianketi1960.pdf adresinden ulaşabilirsiniz. (Dosya boyutu: 24 mb.)
Yeditepe’nin 1960’da gerçekleştirdiği bu anketi “Şiir ve Yenilik” konusundaki birçok yanılgıyı ortaya çıkarmak açısından fevkalade önemli buluyorum. Ankette bazı eleştirmecilerin ve okuyucuların “yenilik” konusuna inanılmaz bir ürküyle -hatta nefretle- yaklaşmış olmaları da bana çok ilginç geliyor. “İkinci Yeni” şairlerinden bazılarının yeni şiiri savunuş biçimleri, Türk şiiri ile yeni şiir arasındaki ilişkiyi temellendiren söylemleri de poetik açıdan hâlâ derinlikli, araştırmaya elverişli bir konu olarak karşımızda duruyor. Sonuçta, Yeditepe’nin 1960’daki anketinde tartışılan meselelerle, yeni şiire ve yeni şairlere yönelik eleştirilerle birlikte “ikinci yeni”nin kavramsal arkaplan açısından meşrulaştığını görüyoruz.
Bunlarla birlikte, anket cevaplarının arasında fark edildiği üzre ikinci yeni şiir akımına karşı olan demagojik, tutucu ve olumsuz söylemlerin bugün de -günümüzde de- icra edildiği, aynı papağanlıkların aynı yapay bağlamlarla tekrar edildiği de son derece açıktır. “İkinci Yeni”ye yönelik olarak günümüzde sergilenen itirazlar, “İkinci Yeni” şiir akımının devam etmekte olup olmadığı gibi önemli bir soruyu zihnimize mıhlar ve aynı zamanda böylesi bir sorgunun doğruluğunu teyit eder niteliktedir.
“50 YILIN ARDINDA; İKİNCİ YENİ” ANKETİ
“İkinci Yeni” şiir akımının imgeselliğinin, şairaneliğe ve topluma karşı takındığı tavrın poetik açıdan geçerliliğini sürdürüp sürdürmediğini araştırmak ilginç bulgulara ulaşacağımız önemli bir gayrettir. 1955-60 yıllarında yaşamsal karşılığını fazlaca bulamayan “İkinci Yeni” akımının savunduğu şiirselliğin bugün -yani 50 yıl sonra, 2010’larda- daha tutarlı bir şekilde içselleştirildiği, yaşamsal ve duygudurumsal örtüşme açısından da yerine oturduğu, yerini bulduğu söylenebilir. “İkinci Yeni”nin önerdiği sezgisel şiir, bugün, şiir okuyucuları tarafından duyulmakta, yoğunlukla hissedilmektedir. O günler için anlamsız kabul edilen “İkinci Yeni” şiir akımı, anlamını bugünlerde bulmaktadır. Günümüz şiirinin imgesel birimlerinde, biçimsel özelliklerinde ya da yapıtaşlarında bazı ufak kaymaların olduğu, edebiyat ortamında bu yönde bir yenilik arayışının başladığı da aşikârdır. Ancak, bu arayışlarda duygudurum ve imgelem açısından “İkinci Yeni bitiyor, bitti!” diyebileceğimiz bir seviyede miyiz? Ya da İkinci Yeni şairleri de tarihin süzgecinden geçip, o günlerde farkedilmeyen, kabul edilmeyen bir “sahici yeni” mertebesine doğru ayrışmışlar mıdır? Şiirsel açıdan “İkinci Yeni”den geriye hangi şairler kalmıştır? Yeni kuşaktan hangi şairlerin şiirleri “İkinci Yeni” kapsamındadır? “İkinci Yeni”den geleceğe doğru uzanan farklı bir şiir gayreti var mıdır, belirginleşmiş midir?
Tüm bu karmaşaya biraz aydınlık getirmek için Evvel Fanzin olarak, 50 Yılın Ardında; “İkinci Yeni” adında bir anket başlatıyoruz. Anketimiz kapsamında aşağıdaki sorulara cevap arayacağız:– Sizce, “İkinci Yeni” şiir akımı bitti ya da eskidi mi?
– Sizce, “İkinci Yeni” şiir akımının öncü şairleri kimlerdir?
– Yeni kuşakta İkinci Yeni’ye dahil olmuş ya da İkinci Yeni’yi devam ettiren şairler var mıdır? Var ise kimlerdir?
– Bugün, Türk şiirinde, İkinci Yeni’nin ardından oluşmuş ve onun kadar ön plana çıkmayı başarabilmiş bir şiir akımı var mı? Var ise bu akımın getirdiği yenilik nedir? Bu akıma bağlı şairler kimlerdir?
– Geleceğin şiiri nasıl olacak, şiirimiz nereye yönelecek?*
ANKET SORULARINI
https://zaferyalcinpinar.com/ikinciyeni2011.html
adresinde yer alan online anket formunu doldurarak
ya da
zaferyal@gmail.com adresine e-posta atarak
CEVAPLAYABİLİRSİNİZ.*
Ankete verdiğiniz cevaplar 13 Şubat 2011 Pazar sabahı Evvel Fanzin ile eşanlı olarak birçok platformda paylaşılacaktır. “İkinci yeni” poetikasının günümüzdeki işlerliği ile gelecekteki konumunu araştırdığımız bu ankete katılımınız, ilginiz ve desteğiniz için şimdiden çok teşekkür ederim.
Sahicilikle
Zy