1960’larda Marmara Adası…
15
2011
Yeni Sinsiyet’in Seçkinlik Arayışı (14 Ocak 2011)
Seçkinlik, saygınlık ve bu ikisi doğrultusunda oluşan statüko arayışı, Yeni Sinsiyet Tipolojisi’nin (1) kendini, arzularını ve hilebaz stratejilerini sisleyemediği, bu yönde dezenformasyon uygulayamadığı en belirgin konulardan biridir. Yeni Sinsiyet’in seçkinlik arayışı çoğulcu yaklaşımlarla tersleşen oligarşik bir düzeneğin kurulumunu içerdiği için Yeni Sinsiyet’in projelendirdiği hedef kitlesinde gecikmeli bir huzursuzluk yaratmaktadır. Yeni Sinsiyet’in niceliksel olarak hedeflediği “biz” söylemine ve retorik arsızlığına (2) uymayan niteliksel bir arayış, huzursuzluğun kök nedenidir. Bu his cehalet alanında -henüz- bütünlüklü bir “farkındalık” boyutuna gelemediği için çoğunlukla gecikmeli olarak duyulmakta, geçiştirilmekte ve büyük bir tepkisellik içermemektedir.
Önünde sonunda, hangi enstrümanları hangi amaçlarla kullanırlarsa kullansınlar, Yeni Sinsiyet tipolojisi ve nemalanıcıları kendilerini sağlama bağlayacakları bir ayrıcalık katmanını arzu etmektedir, bu durum gün gibi ortadadır. Arzu edilen kalıcılık ve müstahkem mevki bizzat statükonun tanımında vücut bulmaktadır. Ancak, bir amaç olarak düşündüğümüzde seçkinlik, Yeni Sinsiyet’in diğer stratejik amaçlarıyla karşılaştırıldığında gerçekleşmesi ve projelendirmesi en zor olanıdır. Bu kapsamda aklıma hemen şu sorular geliyor: Kalıcılığı ve sürdürülebilirliği açısından Yeni Sinsiyet’in yeni bir seçkinlik katmanını oluşturabilmesi ya da bu yöndeki enstrümanları kullanabilmesi için yeterli zamanı ve liyakatı var mıdır? Konu “seçkinlik” olduğunda bir taşla iki kuş -eşanlı olarak- kolayca vurulabilmekte midir? Seçkinler kültürel dezenformasyon hilelerine -cehalet alanında olduğu gibi, hemencecik- kanmakta mıdır? Seçkinlik, kendi tanımı gereği ayrıcalıklı ve farklı odaklar, biricik uğraşılar sonucunda oluşmaz mı? Yeni Sinsiyet’in nemalanıcıları bu odak uğraşıların içinde bulunarak ayrıcalık arayışında göründüğünde, cehalet alanındaki huzursuzluk artmayacak mıdır? Ayrıcalıklı uğraşılardaki “eşsiz” ve “paha biçilemez” öğeler yani kültürel sermaye, diğer her şeyle eşanlı olarak nasıl el değiştirilebilir?
Cehalet alanında niceliksel hedeflere kolayca ulaşılabilir; Yeni Sinsiyet’in birtakım hesapları, kalemleri, sayıları ortalama bir kararlılık sergileyerek çarpıtabildiği, hileli oranlar icat edebildiği, her konuda dezenformasyon ya da gerçeklik terörü uygulayabildiği biliniyor. Zaten, garabet ortamının cehalet alanına dönüşmesinin ardından bu hilebaz uygulamalar birer beceri olarak tanımlanmaktadır. Günümüzde, Yeni Sinsiyet’in “biz” şeklinde ifade ettiği niceliksel üstünlüğe orta şiddette bir sermaye değişimi hareketiyle ya da cehalet alanındaki yandaş-paydaş etkileşimlerinin hızlandırılmasıyla ulaşılabilir, ulaşılmıştır da. Ancak seçkinlik gibi niteliksel bir amaç ortaya koymak, böylesi bir katmanı yeniden tasarlamak için mevcut seçkin tipolojisinin, Yeni Sinsiyet tipolojisini kabul etmesi gerekmektedir. Bu kabulün önündeki temel engel seçkinler tarafından açıkça ortaya konmuştur; seçkinler kendi “biricik” tipolojilerinin kimyasını Yeni Sinsiyet gibi “bizzat tipoloji tanımıyla çelişen” bir keşmekeşle yıpratmak istememektedir. Tıpkı Yeni Sinsiyet’in tipoloji tanımında yer alan çelişkide görüldüğü gibi böylesi bir içerme söz konusu olduğunda seçkin tipolojisi de kendi tanımıyla çelişecektir. Çünkü seçkini seçkin kılan temel davranış biçimi, bazı unsurları kendisinden ve itibar odağı olan uğraşılarından uzak tutmaktır. Bu kapsamda düşünüldüğünde seçkinlik, bir kayıtsızlık türüdür.
Yeni Sinsiyet, seçkinlik arayışını yönetsel stratejileriyle ve yönetsel enstrümanlarıyla biçimlendirmeye çalışıyordu önceleri… Tarihin salınımına bakıldığında modernizmin ilkelerini bilmek ve bu doğrultuyu iktisadi alana belirgin faaliyet adımlarıyla taşımak, yatırım planları yapmak, kilometre taşları dikmek seçkinlerin öncülüğünde icra edilen şeylerdir. Yeni Sinsiyet nemalanıcılarının bu role kanalize olabilmesi için öncelikle ticari konularda seçkinler ile arasında yönetsel bir dil birliğinin oluşması gerekir. Bu dil birliğini sağlayacak yönetsel ortaklık ise Yeni Kapitalizm’in ve türev uygulamalarının ta kendisiydi. Yeni Sinsiyet, seçkinlere yakınsama çabalarına yeni kapitalizmin kültürünü önceleyen bir karektere bürünerek başlamıştır. Ancak yeni kapitalizmin değerler sisteminin güç kaybetmesiyle ve özellikle de ilerleme prensibinin tutarsızlaşmasıyla birlikte Yeni Sinsiyet’in ortak olmak istediği payda yıpranmış, yeni kapitalizmin dili ve tutumları ayrıcalıklı özelliğini yitirmiştir. Bu noktada seçkinler, uzun soluklu ve yeni bir vizyon arayışıyla birlikte ayrıcalık unsurlarını yeniden akort etmeye girişmişlerdir. Yeni Sinsiyet ise bu hesapsız arayışa ortak olamamıştır. Çünkü Yeni Sinsiyet tipolojisi, cehalet alanında niceliksel hedeflere ulaşmak için verdiği pragmatik kararlar sırasında vizyonerliğin gerektirdiği zihinselliğin neredeyse tümünü kaybetmiş, bir anlamda 40-50 yıllık birikimini hesapsızca harcamıştır. Ortalama akıl, yeni bir vizyon belirlemek konusunda işlevsizleşmiş, seçkinler ise bu durumu Yeni Sinsiyet’i dışlamak için bir fırsat olarak görmüşler ve böylece Yeni Sinsiyet, seçkinlere özgü vizyon arayışlarına dahil olamamıştır.
Diğer taraftan, koleksiyonerlik, sanat ve sanatçı hamiliği, müzecilik, vakıfçılık, eğitim, spor, teknoloji ve bilim gibi konular yıllar boyunca seçkinlerin yatırım yaptığı, öncülük etmeye çalıştığı “biricik” uğraşı alanlarıdır. Bu alanlar seçkinlerin “değerlediği” bir kültürel sermayeyi belirlemektedir. Kültürel sermayesini arttırmak için doğu ve batı kültürel değerlerinin her ikisine birden itibar eden seçkinlerin bu konulardaki otoritesi, erişebilirliği, uzmanlığı, kanaat önderliği ve sahiplenme gücü Yeni Sinsiyet tipolojisinden çok daha kapsamlıdır. Böylelikle seçkinler, bazı “eşsiz” kültürel değerlerin hamiliğini seçkinliklerinin geleceğe uzanan bir güvencesi olarak sürekli ellerinde bulundurmaktadır.
Peki, seçkinlerin iktisadi vizyon arayışlarının yanı sıra elinde tuttuğu kültürel sermayeye ya da bu konulardaki kanaat önderliğine müdahil olamayan, hatta bu konulardaki arayışlarının başarısızlıkla sonuçlandığını söyleyebileceğimiz Yeni Sinsiyet, durumu değiştirmek için ne yapacaktır, nasıl bir taktiği benimseyecektir?
Bu önemli sorunun cevabı -aynı zamanda- yazımızın da son tümcesi olsun:
Seçkinlerin kültürel sermayesini işlevsiz kılacak “Kültür Endüstrileri”ni olabildiğince hızlı bir şekilde yüceltmeye ve yaygınlaştırmaya çalışmak…
Zafer Yalçınpınar
14 Ocak 2011
____________
(1) Bkz: “Yeni Sinsiyet ve Bazı Enstrümanları”, https://zaferyalcinpinar.com/i21.html
(2) Bkz: “Yeni Sinsiyet’in ‘Biz’ Söylemi ve Retorik Arsızlığı”, https://zaferyalcinpinar.com/i22.html
İşbu yazının pdf biçemine https://zaferyalcinpinar.com/seckinlikarayisi.pdf adresinden ulaşabilirsiniz.
15
2011
Şiirin Amacı (P. Valéry)
(…)Şiirin amacı, şairin içinden geçen anlaşılabilir olayları okuyucuya aktarmak değildir. İstenilen, okuyucuda bir ruh hali yaratmaktır, öyle bir ruh hali ki, anlatılması, tuhaf bir şekilde ve yalnız o hali yaratan söze bağlı olsun.
Paul Valéry
Çev: Oktay Rifat
15
2011
Akıl ve Şiir (Oktay Rifat)
(…) Arı hareket (mobilité pure), arı süreklilik (continuité pure), canlının yaratıcı gelişimi (évolution créatrice) akla sığmaz. Aklın süreklilik, hareket dediği şey, ister istemez, sinema şeridindeki süreklilik gibi, birbiri ardına dizilen hareketsizliklerden meydana gelir. Aklın canlı cansız, gerçeği bütünüyle kavraması için, içgüdünün gelişmesinden meydana gelen sezgi (intuition) ile tamamlanması gerekir. (…) Bergson, içgüdüyle ilgili düşüncelerini şu cümle ile özetliyor: “öyle olaylar vardır ki, yalnız akıl arayabilir bunları, ama kendiliğinden bir türlü bulamaz, yalnız içgüdü bulabilir, ama içgüdü de hiçbir zaman arayamaz.” (…)
Duygu, akıl dışı bir olaydır. Bilinir, duyulur, ama anlatılmaz. Fransızca deyimiyle intelligible değildir, anlama sığmaz. Ama şu var ki, şairler, duygularını akıl diline çevirerek anlatmaya çalışırlar. Daha doğrusu, akıl dilinde, duygularına bir karşılık bulurlar. Buna, duygularını dillendirirler de diyebiliriz.(…)
Oktay Rifat
Yeditepe Dergisi, 28 Şubat 1959
15
2011
Nâzım Hikmet’in gün yüzüne çıkmamış iki şiiri…
Kendi sesinden Nâzım Hikmet şiirleri, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun arşivinden yarım yüzyıl sonra gün ışığına çıkıyor…
Bkz:
https://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=208330
https://www.ntvmsnbc.com/id/25171511/
Kendi sesinden Nâzım Hikmet şiirleri, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun arşivinden yarım yüzyıl sonra gün ışığına çıkıyor.
11
2011
Aklın dışından, daha canlı, duyuma daha yakın… (O. Rifat)
(…)Bizde anlamsız şiir deyince, bir şey söylemeyen, bir şey anlatmayan şiir sanılıyor. Olur mu öyle şey! Bir şey anlatmamanın en kestirme yolu susmaktır. Her ağzını açan, ister istemez, bir şey anlatmak sorumluluğunu yüklenir. Anlamsız şiir, bir şey anlatmamak şöyle dursun, bize anlamlı şiirin anlatamadığı şeyleri anlatıyor, bizi insandan uzaklaştırmak şöyle dursun, bize insan gerçeğinin, dış gerçeğin ta kendisini vermeye çalışıyor. Bugünkü şiir, gerçeği yakalamak peşindedir. Diyeceksiniz ki gerçeğe ulaşmanın bir yolu var, o da akla başvurmak. Bilim için belki doğru olan bu söz, şiir için doğru değildir. Çünkü şiirin aradığı, gerçeğin başka bir yönüdür. Şiir, gerçeği, heyecan veren yönüyle arıyor.
(…)
Bugünkü anlamcılar da bir bakıma gerçeküstücüler gibi yanılıyor, bilimsel bilgiyle, şiirsel bilgiyi birbirine karıştırıyorlar, bu iki kolu ayırt etmek istemiyorlar. Georges Mounin adındaki eleştirmeci, şiirsel bilgiyi, heyecana dayanan bilgi (connaissance émotionnelle) olarak tanımlıyor. Gerçek karşısında duyulan heyecan şiirin konusudur. Eski şair, bu heyecanı duyuma aykırı bir şekilde aklında dondurarak, akıl yoluyla anlatırdı. Bugünkü şair bu heyecanı gene aklın ışığında, ama aklın dışından, daha canlı, duyuma daha yakın olarak vermeye çalışıyor.(…)
Gerçeğe ışık tutmakta gösterdiği başarı yeni şiirin erdemlerinden biri. Daha başka erdemleri de var yeni şiirin.
Oktay Rifat
Yeditepe Dergisi, 8 Aralık 1958
“Perçemli Sokak” adlı kitabının yayımlanışının ardından…
11
2011
Garipçiler, Nâzım Hikmet için açlık grevinde… (1950)
“Büyük Türk şairi Nâzım Hikmet’in, on üç yıl, bir adli hata yüzünden hapiste tutulduğu hakkında, yetkili hukukçular tarafından açıklanan hakikat yurdumuzda ve dünyada büyük akisler doğurmuştur. Durumun bir an önce düzeltilmesi için elan harekete geçilmemesi, yetkili makamlar nezdinde yapılan, memleket içi ve memleket dışı, türlü müracaatların bir netice vermemesi cemiyetimizi ağır bir sorumluluk altında bulundurmaktadır. Başladığı ikinci açlık greviyle Nâzım Hikmet’in her saat ölüme yaklaşmakta bulunması karşısında Türk vatandaşı olarak, insan olarak, meslektaş olarak, yüklenilen soruma katılmadığımızı önemle belirtir ve bu maksatla 12 Mayıs tarihinden başlamak üzere iki gün aç durmaya karar verdiğimizi umumi efkâra bildiririz.
İki günlük açlığı bir gün dahi aç kalmamış olanlar arasında bile, küçümseyenler çıkacaktır. Ama bunun bir kahramanlık olmadığını, sadece temsili bir hareket olduğunu, bu açlığa karar veren şairler de bilir. Çünkü bizim memlekette şairin günlerce aç kaldığı az görülen hallerden değildir.
Belirtmek istediğimiz ikinci bir nokta da bu hareketin siyasi bir hareket olmadığı, meslek kaygısıyla girişilmiş bir hareket olduğudur. Aynı haksızlığa bir başka büyük şair de uğramış olsaydı aynı işi yapardık.”
Melih Cevdet – Oktay Rifat – Orhan Veli
Yaprak Dergisi, 15 Mayıs 1950
11
2011
Rüzgâr karanlık bir havayı perdelere doldurdu. (Onat Kutlar)
11 Ocak 1995’te kaybettiğimiz Onat Kutlar’ı saygıyla anıyoruz…
“Artık güz mü geliyor?” diye sordu büyükannem, duyulmaz bir sesle.
Rüzgâr çabuk kuruyan elma yapraklarını, çürümüş çam ve kil kokan ıslak tozları, bir muştu böceğini ve perdeleri odaya doldurdu. Komşu suratını astı, sakalını kaşıyarak,
“Kış erken gelecek,” dedi babama, “usandıracak gene.”
Koyu bulutlar toplanıyordu. Küçük saat çaldı. Rüzgâr karanlık bir havayı perdelere doldurdu. Gözlerimi kısıp dışarı bakınca evin büyük bir gemi gibi ağır ağır gittiğini gördüm. Birden küçük bir sağanakla ürperdi hava. Saçaklara sesli, iri damlalar döküldü. Üşür gibi oldum. Yeni alınmış, bomboş, ak defterin ya da çıkmaya hazırlandığım bir yolculuğun o sevimli, kaygan dili geçti içimden. Hemen çekip gitmek, çekip gitmek, çekip gitmek… Kalktım, bir bardak su içtim. (…)
Onat Kutlar
İshak’ta yer alan “Çatı” adlı öyküsünden…
Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan Onat Kutlar ilgilerinin tümüne https://zaferyalcinpinar.com/blog/?s=onat+kutlar adresinden ulaşabilirsiniz.
10
2011
Avangard yolun bilinmez menzili…
Ruhun otomatik seslerini performansa dönüştüren bir proje…
Bkz: https://www.futuristika.org/kultura/musiki/avangard-yolun-bilinmez-menzili/
09
2011
Salim Şengil’in Anılarından; “Sait Faik”
Seçilmiş Hikâyeler, Dost Dergisi ve Dost Yayınevi’ni edebiyat tarihimize mıhlayan Salim Şengil’in anılarından Sait Faik’e ilişkin yaşantı parçalarına https://zaferyalcinpinar.com/saitfaiksalimsengil.jpg adresinden ulaşabilirsiniz…
08
2011
Salim Şengil’in Anılarından; “İlhan Berk”
İlhan Berk’in gençlik fotoğraflarından biri…
(Zafer Yalçınpınar Koleksiyonu’ndan)
2005 yılında vefat eden Salim Şengil’in anılarında Sait Faik’e, Orhan Veli’ye, Nurullah Ataç’a, İlhan Berk’e, Mehmed Kemal’in “Meydan” dergisine ilişkin çok ilginç yaşantı parçaları var. “Seçilmiş Hikâyeler” ve “Dost” adlı dergiler ile “Dost Yayınevi”ni edebiyat tarihimize kazandıran Salim Şengil’in anılarında yer alan “İlhan Berk” episodlarını, İlhan Berk’in gençlik dönemine (Köroğlu adlı kitabı yayımladığı döneme) yönelik bazı yaşantıları bize sunması açısından çokça önemsiyorum.
Cem Yayınevi tarafından 1991’de yayımlanan “Salim Şengil-Anılarda Kalan Portreler” adlı kitapta yer alan “İlhan Berk” bölümüne https://zaferyalcinpinar.com/ilhanberksalimsengil.jpg adresinden ulaşabilirsiniz. (Zy)
08
2011
Bir Şiirin Gelişi (Onat Kutlar)
BİR ŞİİRİN GELİŞİ
İlmekler atar
günlerin yatay rüzgârlarına
bir yağmur başlangıcı gibi belirsiz.
Uzakta boşanan bir yayın, açık havada
çınlayan çekiç seslerinin ve bir omuza
taslanmış ağlayan güzel bir yüzün
parmak uçlarıyla gelir, yaklaşır.
(…)
Onat Kutlar
“Unutulmuş Kent”, Ada Yay., 1986, s.76
Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan Onat Kutlar ilgilerinin tümüne https://zaferyalcinpinar.com/blog/?s=onat+kutlar adresinden ulaşabilirsiniz.
06
2011
Senden yine sana uzanan…
Daha da parlak
Şu bir damla sudan
Sarmaşığın parmakları arasında
Senden yine sana uzanan
Gerilmiş bir köprü düşüncem
___________________Bir bak
Canını taşımakta daha sahici bir beden
Yerleşmiş zihnimin derinliklerine
Bir adada yaşamak için doğmadın mı sen.
Octavio Paz
“Uzak Komşu” adlı derlemeden…
06
2011
Doğan Hızlan’ın Bir Önemi Yoktur.
Mustafa Şerife Onaran, bugünkü (6-1-2011 tarihli) Cumhuriyet Kitap Eki’nde “Doğan Hızlan’ın Önemi” başlıklı bir yazı yayımlamış. İşbu yazı tüm hatlarıyla bir Doğan Hızlan methiyesi olarak karşımızda duruyor. Şimdi, hemen, peşinen Mustafa Şerife Onaran’a şunu ifade etmek gerekir; “Doğan Hızlan’ın edebiyat açısından bir önemi yoktur.”
1980 sonrası oluşan “Dünyayı sel bassa ördeğe vız gelir” zihniyetinin kültür-sanat alanındaki temsilcisi ve günümüzdeki belirgin öznesidir Doğan Hızlan… Zürriyet’teki köşesinden kuru edebiyat heveslilerini destekler, edebiyat yarışmalarında üleştiri yapar, şiir festivallerinin açılış konuşmalarında ve köşk yemeklerinde “fasulyenin faydaları”ndan filan bahseder. Hızlan, olsa olsa, bir edebiyat heveslisidir sadece: Derinlemesine bir yazısını, bir araştırmasını okumamışsınızdır; eli yüzü düzgün bir “temellendirme”siyle, “çıkarım”ıyla ya da “kestirim”iyle karşılaşmamışsınızdır. “Eleştirici” deseniz değildir, “denemeci” deseniz değildir, “hikâye, roman yazarı, şair” filan deseniz hiç değildir. Hızlan’ın yazılarında herhangi bir konuda derinlemesine bir yoruma, bir analitik düşünce kırıntısına, yapısal bir söyleme, bilimsel referansa ya da herhangi bir çeviriye rastlamamışsınızdır. Peki kimdir bu Doğan Hızlan?
Doğan Hızlan’ın görevi Zürriyet’teki köşesinden kuru edebiyatçıları tanıtmak, içsiz etkinliklerden sözde okuyucularını haberdar etmek ve bu vesileyle de edebiyat ortamında kuru, içsiz ve temelsiz bir “network” oluşturmaktır. İşbu network’ünü oligarşik düzeneklerle birlikte statüko üleştirmek için kullanır. Edebiyatımıza, yaşamın şiirselliğine ve imgelemimize en büyük zararı verenler Doğan Hızlan’ın 90’ların ortasından itibaren piyasalandırdığı, tutundurduğu isimlerdir. Misal; Enver Ercan… Bugünün en kötü dergileri Doğan Hızlan’ın diriltmeye çalıştığı -daha doğrusu diriltmek hilesiyle içini boşalttığı- 70 küsur yıllık edebiyat dergileridir. Türk Edebiyatı’nda yer alan hangi “liyakatsizlik kalesi”nin surlarına bakarsanız bakın Doğan Hızlan’ın bandırasını görürsünüz.
Ben, şahsen, TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı’na “Doğan Hızlan” onur konuğu seçildiğinden beri katılmıyorum, saygı da duymuyorum. Kısacası, benim için Doğan Hızlan’ın “liyakatsizlik abidesi” olmak dışında bir önemi ya da vazifesi yoktur. Bundan sonra olamaz da. (Zy)
05
2011
Gerçek Leşlik…
Murat Bardakçı ile avanesi, dandik tv programlarında hadlerini ve terbiye sınırlarını aşıp -iyice sapıtıp- Ahmet Adnan Saygun, Hasan Ferit Anlar, Necil Kazım Akses, Ulvi Cemal Erkin, Cemal Reşit Rey gibi büyük değerlerimiz için “Leş” hitabını kullanmış… Murat Bardakçı’nın mutat zevatlığının nasıl bir muhterisliği, nasıl bir cehaleti içerdiği, nereden beslendiği, sırtını nereye dayadığı bellidir; gerçek leşlik! Bu nedenle “leş” kelimesini kendisine iade ediyoruz.
‘Borges Defteri Moderasyon Ekibi’ konuyla ilgili bir “kınama” metni yayımladı. Aşağıda paylaşıyorum:
Gelmiş geçmiş en büyük bestecilerimize (ünlü beşli: Ahmet Adnan Saygun, Hasan Ferit Anlar, Necil Kazım Akses, Ulvi Cemal Erkin, Cemal Reşit Rey) pervasızca ve hadlerini aşan bir üslupla tv ekranından o uyduruk ve esneme sesiyle süslenmiş sözde tarih programlarından “LEŞ” diye hitap eden Murat Bardakçı, Erhan Afyoncu ve Pelin Batu’yu şiddetle kınıyor, bilgisizliklerini, bu alandaki kuru-boş ve aşırı yüklenişlerini yüzlerine yakışan bir maske olarak iade ediyoruz..
Rezaletin böylesi ancak bizim kültür mantar tarlası ekranlarımızda rastlanır, başka hiçbir ülkenin ekranında o ülkenin değerlerine “leş” denilmez..
Zihinselliğin iflas bayrağı görkemli dalgalanıyor..
Sözün dilde, zihinde, yürekte tıkandığı an işte bu andır..Yazık, gerçekten yazık.
Tarih bir tenis topu gibi uykulu, dalgın, iftira, çamur tezgâhının nesnesi oldu çıktı.Borges Defteri
Ayrıca, işbu konuya ilişkin olarak Cihat Aşkın’ın OdaTv’de yazdığı “Ne demek Türk Leşleri!” başlıklı yazıya https://www.odatv.com/n.php?n=ne-demek-turk-lesleri-2712101200 adresinden ulaşabilirsiniz.
Fazıl Say’ın konuya ilişkin “Bu Adamın Bir Sorunu Var” başlıklı yorumuna https://www.odatv.com/n.php?n=bu-adamin-bir-sorunu-var–2712101200 adresinden ulaşabilirsiniz.
Murat Bardakçı’ya tepki büyüyor: https://www.odatv.com/n.php?n=-tepki-cig-gibi-buyuyor-2812101200
04
2011
Sürgün
Desen: Burhan Uygur
(…)
ve irkiliyordu yolcular
rastlamakla kendi anlamına:
Sürgün
Daha haritası çizilmemiş, soy kütüğü tutulmayan Sürgün
toprak adamları ve dülger oğluydu ilk ataların,
bir armağanı mıydıki bengi göğün
tarih aşılanmıştı alınlarına.
Sende yazıldı bakır çağı çölün
imzan okunuyor uygarlığın paslanmaz defnesinde
(…)
Ahmet Oktay
“Sürgün”, Ada Yay., 1979
03
2011
Körlüğün Hızla Geçen Bir Günü
simsiyah bir pamuk tarlası gibi
bu sabah kentin sisi
açılmayan kilitler kepenkler akmayan köprüler geçitler
sayılmayan paralar giyilmeyen gömlekler
geminin çapası havadaki demir kokusu
sahildeki çakıl asfalttaki mıcır
her şey donuk ve siyah
bu sabah
(…)
Zafer Yalçınpınar
Şiirin tam metnine https://zaferyalcinpinar.com/s87.html adresinden ulaşabilirsiniz.
02
2011
491’e DOKUZ!
491’e dokuz!
“Eşyaya benzeme, insan ol!”
https://zaferyalcinpinar.com/491dokuz.pdf
*
Yokoluşlarının ağıtını yazan o kifayetsiz muhterislerle senin ilgilenmeyişinin 2010’lardaki yüzüdür 491…
DÖRTDOKUZBİR “Evvel Fanzin” cakasıdır ve Kadıköy tribidir.
491‘in tüm sayılarını https://zaferyalcinpinar.com/491.html adresinden indirebilirsiniz. (E-posta: dortdokuzbir@gmail.com)
02
2011
“Şiiri görmeyi gerektiren bir yöntemdir bu.” (İlhan Berk)
Bir yerde, Mısırkalyoniğne’yi okurken, “Bu şiirleri anlamaya çalışmayın, bir denize bakar gibi bakın. Denize bakmaktan ne anlıyorsunuz? Buna da öyle bakın” demek gereğini duymuştum. Böyle deyişimin bir nedeni var: Okuyucunun anlamak isteğine karşı çıkmak.(…)Boşluğun özel bir yeri var o kitapta. Buna ben boşluğun dili diyorum. Bunun anlaşılması ise salt göze bağlıdır. Söz gelişi, birisine okunmaz. Şiiri görmeyi gerektiren bir yöntemdir bu.(…) Böylece, Mısırkalyoniğne, ilk anda bir şiirden duyulan kıvancın (ben buna duyurma demek isterim) yerine, bakış’ı koyuyor. (20 Mart 1958)
İlhan Berk
“El Yazılarına Vuruyor Güneş”, YKY, 1992, s.44
30
2010
2010 Zafer Yalçınpınar Oto-Almanağı
2010 Zafer Yalçınpınar Oto-Almanağı’na https://zaferyalcinpinar.com/almanak2010.html adresinden ulaşabilirsiniz.
29
2010
“Ece Ayhan ve Yalova Köyü” Belgesel Çekimleri
Çanakkale, Eceabat’ta bulunan Yalova Köyü’nde, Ece Ayhan’ın yaşamının izlerine dair Rayzan Başeğmez’in gerçekleştirdiği belgesel çekimlerine https://www.facebook.com/video/video.php?v=114065488665027 adresinden ulaşabilirsiniz.
Not: Belgesel görüntülerine İlhan Usmanbaş’ın “Violonsel için Müzik” adlı bestesi eşlik etmekte…
29
2010
BKF2010: İnternet Kültür Yayınları Tanıtımı Röportaj Görüntüleri
17-22 Aralık 2010 tarihleri arasında Harbiye-İstanbul Kongre Merkezi’nde düzenlenen Boğaziçi Kitap Fuarı kapsamında, “İnternet Kültür Yayınları Tanıtımı” projesi için gerçekleştirdiğimiz söyleşilerin video görüntülerine https://vimeo.com/album/1498854 adresinden ulaşabilirsiniz.
Girişimimizi destekleyen herkese teşekkürü bir borç biliyoruz. Biliriz de.
Ve sonuçta, tekrar etmekte fayda var:
“Dünyanın özü kötüdür, net ise güzel!”
İpek TUNA – Zafer YALÇINPINAR
Çekimlere katılan web siteleri:
birdirbir.org / Koray Löker
borgesdefteri.blogspot.com / Hakan İşcen
tramvayduragi.com / Orhan Sümer
altzine.net / Hande O. Aksoy ve Aylin Sökmen
futuristika.org / Barış Yarsel
zaferyalcinpinar.com/blog / Zy
28
2010
(yeni) II: “Kültür Endüstrileri”
Tanıtım metninden;
Kırmızı Yayınları’nın kültür dergisi (yeni) ikinci sayısıyla okurlarının elinde.
Üç ayda bir çıkan (yeni)’nin bu sayısı da (yeni)ye mektuplar, (yeni) dosya, (yeni)ler ve (yeni)den olmak üzere dört bölümden oluşuyor ve dosya konusu ‘Kültür Endüstrileri’.
Kapitalizm, yaşamın her alanında kapladığı yeri ve dayattığı ağırlığı sürdürmek için kültüre de yeni işlevler yükleme çabasını sürdürüyor ve bunun ölçeğini bir kerte daha yukarıya taşıyor. Yaratıcılık kavramını ‘yaratıcı ekonomi’ şablonuna uygulayarak kültürü bir üstyapı olgusu olmaktan çıkarıp alt-yapısal sermayeye dönüştürme çabaları günümüz kitle iletişim teknolojilerinin de katılımıyla ciddiyet kazanıyor. Bu durumda yaratıcılığın hayata geçmesi evresinde odak konum oluşturan sanatçı ve aydınlar da birer kültür bürokratı ve yöneticisine dönüşecek. İstanbul’un 2010 Avrupa Kültür Başkenti olması konuya daha ilginç boyut katıyor ve üzerinde tartışılabilecek verileri artırıyor. Serhan Ada, İsmail Ertürk, Beral Madra ve Orhan Tekelioğlu’nun katıldığı yuvarlak masa konuşmasında, bu güncel gelişmeye de göndermeler yapılarak kültür ve aydın, kültür ve toplum, kültür ve kapitalizm konularına değiniliyor.
Susan Galloway ile Steward Dunlop’un birlikte yazdığı makalenin başlığı ‘Kamu Politikalarında Kültürel ve Yaratıcı Endüstri Tanımları Üzerine Bir Eleştiri’. Makalede yaratıcılık, zihinsel mülkiyet, sembolik metalar, sembolik anlam, kullanım değeri, ortak meta gibi kavramlara açıklık getirilerek terminolojik karışıklık ve üretim metotları meseleleri tartışılıyor. Ayrıca bilgi ekonomisinin kültürel ve yaratıcı sektörleri nasıl etkilediği, kültürel metaların ayırıcı özellikleri de ele alınıyor ve hükümetlerin bilgi ekonomisine dayalı yaratıcı endüstri kavramı modelini tercih etmesi olgusu da örnekleniyor.
(yeni) dosya bölümünde ayrıca Tony Bennett, Arzu Uraz, Taçlı Yazıcıoğlu, Murat Gülsoy yazıları da yer alıyor. (…)bkz: https://www.kirmiziyayinlari.com/productDetail.asp?id=221&kat_id=39
Ayrıca bkz: (yeni), sıkı ve sağlam…