Bkz:
https://plus.google.com/116460140248122416954
https://zaferyalcinpinar.com
17
2011
Haber: Prof. Dr. İoanna Kuçuradi PEN Onur Üyesi seçildi.
17 Kasım 2011 Dünya Felsefe Günü’nde Prof. Dr. İoanna Kuçuradi PEN Onur Üyesi seçildi.
Dünya Yazarlar Birliği PEN 90 yıldır edebiyatın bütün dillerde gelişmesi ve ifade özgürlüğü için mücadele ediyor. “İfade Özgürlüğü” denince “Zihin Özgürlüğü” akla geliyor –ya da gelmeli. İşte bu noktada felsefe bütün canlılığı ve zenginliğiyle temel bir alan olarak beliriyor. Eleştirel ve çok yönlü düşünüş terbiyesi ancak felsefe ile mümkündür. Ayrıca, edebiyat ile felsefe birçok bakımdan iç içe alanlardır. Edebiyat gibi felsefe de lüks değil, hayatî bir ihtiyaçtır. İhmal edilmeleri korkunç bir zihin fakirliğine, hayat fakirliğine yol açar. Ve o tür fakirlik hiçbir mal-mülk, mevki ve şöhret ile telafi edilemez.
UNESCO’nun kararıyla, gezegenimizde her yıl kasımın üçüncü perşembe günü Dünya Felsefe Günü olarak kutlanıyor. Bu özel gün vesilesi ile, değeri dünyaca kabul edilmiş bir filozof ve eğitimci olan Prof. Dr. İoanna Kuçuradi’yi PEN Türkiye Merkezi Onur Üyesi seçtiğimizi kamuoyuna duyurmaktan kıvanç duyuyoruz.
Pek çok zorluğa rağmen Türkiye’mizde parlak zihinler ve yürekler vardır. Birer ışık olarak yolumuzu aydınlatmakta, örnek olmakta, eserleri ve yaşayışları ile sürekli güç vermektedirler. Prof. Dr. İoanna Kuçuradi işte bu seçkin meşaleler arasında önde gelen bir değerimizdir. Türkiye Felsefe Kurumu Başkanı Sayın Kuçuradi Boston’daki kongrede Uluslararası Felsefe Kuruluşları Federasyonu Başkanı seçilmişti. 2003 Dünya Felsefe Kongresi’nin Türkiye’de yapılmasında belirleyici rolü olmuştur. İstanbul Üniversitesi, Erzurum Atatürk Üniversitesi, Hacettepe Üniversitesi, Bilgi Üniversitesi, Koç Üniversitesi ve UNESCO katkıda bulunduğu kurumlar arasındadır. Maltepe Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde ders vermektedir. İnsan hakları ile etik öncelik verdiği alanlardır. Verimlerinden bazıları:
Perdenin Arkası -Şiirler- (1962)
Max Scheler ve Nietzsche’de Trajik (1965)
Nietzsche ve İnsan (1966)
Schopenhauer ve İnsan (1967)
Liselerimizde Felsefe Öğretimi (1969)
İnsan ve Değerleri: Değer Problemi (1971)
Etik (1977)
Sanata Felsefeyle Bakmak (1980)
Çağın Olayları Arasında(1980)
Uludağ Konuşmaları – Özgürlük, Ahlâk, Kültür Kavramları(1988)
Yüzyılımızda İnsan Felsefesi – Takiyettin Mengüşoğlu’nun Anısına (1997)
Çevirileri arasında Kant’ın eserleri başta geliyor. Prof. Dr. İoanna Kuçuradi dünyanın pek çok seçkin kuruluşuna üyedir, onur üyesidir. Kuçuradi ile yurttaş ve dünyadaş olmak kıvanç verici. Artık Dünya Yazarlar Birliği PEN bünyesinde kurumdaş olma kıvancını da yaşıyoruz.
Nice güzel adımlarda birlikte olmak dileği, şükran ve saygımızla,
PEN Türkiye Merkezi Yönetim Kurulu
Tarık Günersel (Başkan) – Halil İbrahim Özcan (İkinci Başkan) -Sabri Kuşkonmaz (Genel Sekreter) – Ahmet Erözenci (Uluslararası İlişkiler Sekreteri) – Tülin Dursun (Sayman) – Zeynep Oral (Üye) – Mario Levi (Üye).
15
2011
Divan, Tekke ve Halk
(…)Osmanlı edebiyatı, İmparatorluk’taki üç çeşit topluluğa uygun olarak üç katlı bir edebiyattır. Sarayın ve ulemânın “Divan” edebiyatı, dervişlerin mistik, dinî “Tekke” edebiyatı, çoğunluğun “Halk” edebiyatı. (…)
Onaltıncı yüzyıldan sonra Tekke ve Divan edebiyatlarında bir bozulma başladı; bu bozulma karşılıklı olarak iki edebiyatın özünü ve biçimini etkiledi, sonunda ikisi de birbirinin benzeri olup çıktı. (…) Divan ve Tekke, yani yüksek Osmanlı sınıfının edebiyatı, kelime ve terkipler bilgiçliğine dayanarak ancak seçkin bir azınlığa seslenebiliyordu. (Osmanlı saray edebiyatı ile dini edebiyatın diğer müslüman ülkelerdeki edebiyata göre kuralları çoktur. Divan edebiyatı, hiçbir zaman örnek aldığı Arap ve Fars edebiyatının bütün biçimlerini benimsememiştir; kaside, gazel, mesnevi gibi toplumsal, siyasi amaçlara uygun düşen ya da idarecilerin hoşuna giden biçimler almakla yetinmiştir. Arapların “Vasf” adını verdikleri, Gabrielli’nin de “Une veritable peinture en vers” diye tanımladığı tasvir şiirleri, Osmanlı edebiyatında az ilgi görmüştür.) Dil, çoğunluğun konuştuğu dil değildi, görüntülerin de hayatla pek bağıntısı yoktu. Katı anlatım biçimleriyle çevrilmiş, doğal duygulardan, içtenlikten yoksun olan bu edebiyat, yalnız Osmanlıları değil, çağdaş kuşakları bile etkiledi.
Eski edebiyatta en çok kullanılan biçim şiirdi; düzyazı ise tarihten başka bir yerde kullanılmıyordu. Onyedinci yüzyılda Veysî ile Nergisî gibi bazı yazarların düzyazıları, Hasan Ali Yücel’in dediği gibi, birkaç basit fikri evire çevire binlerce yabancı kelimelerle anlatmaktan öteye gidemiyorlardı. Kelime bolluğu içinde kaybolan bu yazarlar Türk düşüncesinin gerçekleriyle ilgilerini kesmişler ve Divan edebiyatının nesir üstatları sayılmışlardı.
Düzyazı yazmak Türkiye’de epeyce güç olmuştur. Şimdiki yazarlar kuşağı bu güçlüğü yenebilmişlerdir, ama halen taşra gazetelerinde, hattâ bazı bilim eserlerinde basit düşünceleri karışık, süslü bir şekilde anlatmak tutkusu göze çarpmaktadır. Birçok Türk bilginin araştırmaları, hayatla ve olaylarla ilgiler kurmadan kitapları incelemekle yetinmektedirler; bu da kelimelerin gerçekle bağıntı kurmak mecburiyeti olmadan kullanıldığı Osmanlı-İslâm edebiyatının etkilerinden ileri gelmektedir.
Üçüncü ve en yaygın edebiyat, Halk edebiyatı, yani, her nekadar divan ve tekke edebiyatlarının etkisi altında kalmışsa da, genel olarak kendi doğal havasını koruduğu söylenebilir. Tabiatla gerçeğin ortasında yaşayan köylüler, çobanlar, göçebe kabileler duygularını öz dilleriyle, yani süslemesiz arı bir Türkçeyle anlatmışlardır. Ozanlar, çok defa idarecilerin hizmetinde çalışmalarına ve tekke edebiyatının etkisinde bulunmalarına rağmen dillerinin arılığını koruyup gerçeğin ortasında kalabilmişlerdir. (Pertev N. Boratav’ın bu konudaki incelemeleri çok kapsamlıdır.) Bütün bu sebeplerden ötürü Cumhuriyet’in, özellikle ilk iki döneminde, millî bir kültür kurmak için folkloru temel olarak seçmesi çok tabiîydi.(…)
Prof. Dr. Kemal Karpat
“Türk Edebiyatında Sosyal Konular” adlı makalesinden…
Harvard Üniv., 1959
14
2011
“Cevat Şakir hepimizden büyük şair.”
Şanslıyız ki edebiyat tarihimizde bir Cevat Şakir -namı diğer Halikarnas Balıkçısı- yaşamış. Eğer o olmasaydı, bugünlerde yaygınlaşan endüstriyel dizilerdeki şu “balıkçı” ahkâmlarına, rol büzüşmelerine ya da insanı insanlıktan soğutan “rol üstü/aşırı” pozlara filan kanabilirdik…
Milliyet Sanat Dergisi, 19 Ekim 1973 tarihli 50. sayısını “Halikarnas Balıkçısı”na -ya da dostlarının tabiriyle sadece “balıkçı”ya- ayırmış. Azra Erhat, Aziz Nesin, Yaşar Kemal gibi isimler “balıkçı”yla olan dostluklarını, bir deniz adamının düşselliğini, ruhunu anlatmışlar. Halikarnas Balıkçısı’na ilişkin bu yazılara https://zaferyalcinpinar.com/halikarnasbalikcisi.jpg adresinden ulaşabilirsiniz.
Hamiş: Dergideki yazıların arasında karşılaştığım en ilginç şey Nâzım Hikmet’in şu sözüydü: “Cevat Şakir hepimizden büyük şair.”
14
2011
Ödül Düzleminde Şiir Erkini Yıkmanın Anatomisi (Serkan Engin)
Ödüllendirmek, üst konumundaki biri ya da birilerinin, ast konumundaki biri ya da birilerine övgü lütuf etmesidir. Yani her şeyden önce iki birey arasında hiyerarşi kurar ki hiyerarşi insani değildir, dolayısıyla ödüllendirmek ve ödül beklemek de insani bir eylem değildir.
Sahibinden daha doğrusu kendisini sahibi olarak gören insandan ona uygun eylem sergilediği için bir köpeğin “ödül” beklemesi, kendi yapısı açısından anlaşılabilir bir durumdur, oysa insani eylemin temel ölçütü, herkese göz hizasında bakıp kalp hizasında sevebilmek, yani kimseyi üst ya da ast saymamak, herkesi kendiyle eşit düzlemde görüp buna göre hareket etmektir. Oysa ödül beklediğiniz zaman, otomatikman ödül veren özneleri üst, kendinizi ast konumuna getirirsiniz, kendinizi eşitlik çizgisinin altına, ödül veren özneleri de çizginin üstüne çekersiniz, yani fırlatılan topu sahibine getirdiği için ödül olarak kuru mama bekleyen köpekten farkınız kalmaz.
Bu açıdan ele alındığında, tek tek şiirlere ya da şiir dosyaları veya şiir kitaplarına verilen ödüllerin hem ödül talep eden hem de ödül verenler açısından, insanın insana üstünlüğünün olamayacağı, aralarında hiyerarşi kurulmaması gerektiği temelindeki insani öze aykırılığı ortaya çıkar.
Ödül veren özneler, “sunan” taraf olduğu, ödül talep edenlerle aralarında kurulan hiyerarşik yapıda “üst” konumunda oldukları için bir erk gücü elde ederler. Tıpkı istediği eylemi yapan köpeğe kuru mama “sunan” ve ödül talep eden köpeğe karşı “üst” konumunda bulunan “sahip” insanın durumundaki gibi. Dolayısıyla bir şiir ödülü almayı talep edenler, ödül verenlere, bu talepleriyle bir erk alanı sağlar ve bu alana tabi olurlar. Politik bağlamda da erki yaratan, gene kendi başlarında bir politik erk bulunmasını talep edenlerdir zaten. Ancak toplumdaki bireyler erkperestliği aşmaya başladıkça, sınıfsız bir dünya kurulması yönünde adımlar atılabilir.
Ödül talep edenlerin varlığıyla, ödül verenlerin şiir erki oluşur, oysa şiir muhalif duran/durması gereken ve şiir erki başta olmak üzere her türlü erke muhalif tavır sergilemesi gereken bir olgudur. Ancak bu şekilde sanatın eleştirme, sorgulama ve toplumsal devingenliğe katkı işlevi gerçekleştirilebilir. Şiir erkine tabi olmak, pekâlâ politik erke tabi olmayı da getirir ki şair özne, politik erki elinde bulunduranlar, kendi ideolojik algısında olsa dahi toplumun muhalif sesi olmak adına, sanatın ve dolayısıyla şiirin eleştirme/sorgulama/toplumsal devingenliğe katkı işlevi açısından politik erkten uzak durmalıdır. Dolayısıyla şiir ödülü sunan ya da talep eden şairler, en baştan sanatın ve şiirin temel yapısına, asli işlevine, birincil niteliğine aykırı hareket ederler.
Yani şiir ödülü vermek ya da almak her iki taraf için de hem insani öze hem de sanatın ve şiirin temel niteliğine aykırı bir eylemdir.
Buraya kadarki şiir ödülü irdelemesi, idealize edilmiş, yani kendi içinde tutarlı ve kendi koyduğu çizgiler dahilinde ödül veren ödül mekanizmaları baz alınarak yapılmıştır. Yani, şiir ödülü sunan tarafın, kendi ilkelerini ortaya koyup bu ilkelere uygun olarak ödül talep ederek şiirlerini gönderenlerin eserlerini, şiir sanatının günümüzdeki nesnel ölçütleri, şiir ödülü şartnamesinin içeriği ve eğer varsa adına ödül verilen şairin poetik algısına paralellik temelinde değerlendirdiği varsayılmaktadır. Oysaki pratikte durumun böyle olmadığı, şiirle az çok ilintisi bulunan herkes tarafından bilinmektedir. Geçmişten bugüne, şiir ödüllerinin verilmesinde yaşanan pek çok olumsuzluğun varlığı sürekli gündeme gelmiştir. Ödüllerin verilmesinde şeyh-mürit, baba-oğul, ahbap çavuş hatta sevgili-metres ilişkilerinin belirleyici olduğu ya da para ödülü olan kimi ödüllerin ekonomik destek amaçlı olarak durumu kötü olan ve elbette “tanıdık, eş-dost” şaire verildiği ya da sosyalist bir şair adına konmuş bir ödülün post-modernist bir şaire verilmesi gibi ödülün kendisini hiçleyen eylemler sıkça ve sürekli yaşanmaktadır. Yani şiir ödülü talep edenlerin şiir ödülü verenlere sağladığı şiir erki, ödül veren özneler tarafından kendi çıkar ve keyfiyetlerine göre kötüye kullanılmakta ve idealize edilmiş ödül mekanizmasından daha kötü bir tablo ortaya çıkmaktadır. Böylece insani özden iyice uzaklaşılan, şiirin küçük kirli çıkarlara alet edildiği ve şiir erkinin gücüyle, şiirin ve şairlerin yönlendirilmeye çalışıldığı bir durum var olmaktadır. Özellikle ödül veren öznelerin (jüri üyelerinin) çoğunun her sene aynı ödülün jüri üyesi olmaları, hatta bazı şairlerin pek çok farklı ödülün jüri ekibinde yer almaları, edindikleri şiir erkiyle, kendi egolarını beslemek amacıyla mürit edinebilmelerini sağlamakta ve özellikle genç şairlerin, jürinin poetik algısına uygun şiirler yazmaları yönünde yönlendirilmesi sonucunu da doğurmaktadır. Böylece jüridekiler, kendi şiir algılarına ivme kazandırma yetisi elde etmektedirler, elbette şiir erkini var eden ve besleyen ödül talep ediciler sayesinde.
Sanat eserinin bir başka eserle “yarıştırılması” ise bir başka ve çok yönlü, derinlikli bir tartışma konusu. Ontolojik bağlamda her sanat eserin biricikliği ve bir başka eser ile niteliksel açıdan kıyaslanmasının sakat bir tavır olmasına vurgu yapan Cengiz Gündoğdu’nun şiir yarışmaları/ödülleri ile ilgili yazıları ve İonna Kuçuradi’nin “değer” kavramı ve “bir sanat eserinin değerlendirilmesi” ile ilgili yazıları, bu konuda açımlayıcı ve tartışma alanını genişletici olacaktır.
İdealize edilmiş bir şiir “yarışmasında”, yani kendi paradigması içinde referans aldığı politik ve poetik düzlemde, jüri üyelerinin, şiirin nesnel ölçütlerine göre yarışmaya katılan ya da aday gösterilen şiirleri değerlendirmesi ise elbette değerlendiren öznelerin öznel algılarından bağımsız olamaz, çünkü hiçbir nesnel amaçlı değerlendirme, öznel algıdan bağımsız değildir. Burada “nesnel ölçütler” derken, o sanat disiplinin diyalektik gereği tarihsel değişim/dönüşüm sürecinde geçirdiği aşamalar sonucu bugün geldiği konumu ile ortaya çıkan niteliksel özelliklerine vurgu yapılmakla birlikte, bu ölçütler pozitif bilimlerdeki gibi sayısal veriler ve ölçümlerle somutlanabilir olmadığından, jüri üyelerinin öznel algılarına dayalı yorumlarının eserin değerlendirilmesine etkisi yadsınamaz.
Bir şiir ile bir başka şiiri niteliksel olarak kıyaslamak, temelde bir atı diğeri ile hız üzerinden kıyaslamak ile aynı düzlemde, kapitalist ekonominin rekabetçi algısına koşuttur. Kaldı ki at yarışında, hız üzerinden iki atın kıyaslanmasının yarışı izleyenlerin öznel algısından bağımsız nesnel bir sonucu vardır, yani atlardan biri ötekini geçer ve izleyici öznelerden bağımsız olarak kıyaslama kendi sonucunu doğurur. Sanat eserinin “yarıştırılmasında” ise, idealize edilmiş bir yarışmada dahi, eserleri değerlendirenlerin öznel algısı kıyas mekanizmasına dâhil olacağı, hatta ağır basacağı için kıyaslamanın kendi nesnel sonucunu doğurmasından söz edilemez. Cengiz Gündoğdu’nun “Sanatta Star Sistemi” yazısında (Varlık Dergisi, Temmuz 1984) belirttiği gibi, kendi yapısı gereği sürekli kâr marjını arttırmayı hedefleyen kapitalizmin, mal olarak gördüğü sanat eserlerini “piyasada” palazlandırmak için ödül kavramını da araç olarak kullandığı, bilinen bir durumdur ki bunun “çok satan” roman türü düzlemindeki etkileri yıllardır görülmektedir. Şiir bugün “satan” bir yazınsal tür değil, dolayısıyla kapitalizm için kâr unsuru olarak roman kadar iştah açıcı değil. Bugün sadece yayınevlerinin (ne acıdır ki “solcu” geçinen kimi yayınevleri de dahil) şair üzerinden kâr elde ettiği, kitabın maliyetinin üstüne yüzde yüz kâr eklenip şairden alınarak şiir kitaplarının basıldığı bir “şiir kitabı piyasası” var ki bu da bir başka derinlikli bir tartışma konusu elbette. Bugün “satmayan” hatta “hiç satmayan “ yazınsal tür olan şiir, ilerde roman gibi “satan” bir tür haline gelirse, hiç şüphesiz kapitalizm, romanda olduğu gibi şiirde de ödül mekanizmasını, satışları arttırmak ve böylece yüksek kâr elde etmek için kullanacak, “piyasada çok satması muhtemel” şiir kitaplarına ödül verilmesi, belirleyici unsur olmaya başlayacak ve yazılan şiirlerin niteliği de bu ödüllere tabi şiir yazanlar tarafından “piyasaya” göre belirlenecektir. Bugün “rekabetçi” mantaliteyle kurulan ödül mekanizmasını reddetmeyen şairler de o koşullarda, şiiri “piyasa için üretilen meta” konumuna getiren tavra koşut davranacaklardır.
Mevcut durumun değişmesinin ilk adımı olarak, tüm şairlerin önce insan olarak kendi öz benliklerine ve şiire saygı gereği şiir ödülü kavramını toptan reddetmesi, böylece kendilerinin ödül talep eden olarak “ast”, ödül verenlerin de “üst” konumuna gelmesine, böylelikle aralarında insan onuruna aykırı olarak bir hiyerarşik yapı kurulmasına, bu sayede bir şiir erki mekanizmasının kurulmasına ve bunun, erki elinde bulunduranlar tarafından kişisel çıkar ve amaçlarına yönelik olarak kullanılmasına, şiirin poetik ve politik düzlemde muhalif tavrına aykırı şekilde yönlendirilmesine, sanat eserinin kapitalist ekonomi anlayışına koşut “rekabetçi” algıyla “yarıştırılmasına” itiraz etmeleri gerekmektedir.
Özcesi, ödül düzleminde şiir erkinin yıkılması, şiire ve insan onuruna saygı gereğidir.
Serkan Engin
Eliz Edebiyat Şubat 2011
1. bkz: https://evvel.org/evvel-fanzin-tum-edebiyat-kahyalarina-karsidir
12
2011
Yeni Sinsiyet yemcidir; ödüllendirir ve kafalar!
1/ “Yeni Sinsiyet ve Bazı Enstrümanları”
12 Nisan 2010, BirGün Gazetesi
Bkz: https://zaferyalcinpinar.com/i21.html
2/ “Yeni Sinsiyet Tipolojisi’nin ‘Biz’ Söylemi ve Retorik Arsızlığı”
26 Eylül 2010, BirGün Gazetesi
Bkz: https://zaferyalcinpinar.com/i22.html
3/ “Yeni Sinsiyet’in Seçkinlik Arayışı”
Ocak 2011, Bkz: https://zaferyalcinpinar.com/i23.html
4/ “Yeni Sinsiyet’in İkbal Ezberi”
11 Kasım 2012, Bkz: https://zaferyalcinpinar.com/i29.html
5/ “Yeni Sinsiyet’in Haksızlık Yordamı”
1 Haziran 2014, Bkz: https://bit.ly/haksizlik
6/ “Yeni Sinsiyet’in Kokmuş Tuz Çeşitlemesi”
11 Mayıs 2015, Bkz: https://bit.ly/kokmustuzcesitlemesi
*
“DAVALI”
https://yenisinsiyet.evvel.org
https://evvel.org/ilgi/davali
12
2011
Yeni Sinsiyet’e Karşı… bağlantı adresleri…
Yeni Sinsiyet’e Karşı…
alternatif bağlantı adresleri:
https://evvel.org/yenisinsiyet.html
https://yenisinsiyet.blogspot.com
https://docs.google.com/open?id=0B1XwIFQb5eHzMTdkMzExM
WEtYjAzNC00YmY0LWFmMzgtNjM1YWQ4M2RmMmFl
12
2011
Vüs’at O. Bener Sempozyumu (28 Kasım 2011)
28 Kasım 2011
Yeditepe Üniversitesi
Güzel Sanatlar Binası, Kat:8, Konferans Salonu
09
2011
Kötülük Dayanışması üzerine… (Schopenhauer)
(…) Mevcut edebiyatımızın tümünün neredeyse yüzde doksanı halkın cebinden birkaç kuruş aşırmaktan başka bir hedef gözetmez ve bunu başarmak için yazar, yayımcı ve eleştirmen elbirliği edip güçlerini birleştirmişlerdir.
Arthur Schopenhauer
Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine; Çev: Ahmet Aydoğan, Say Yay., s. 65
Hamişler:
Evvel Fanzin, Edebiyat ve Sanat Oligarşisi’ne Karşıdır!:
https://evvel.org/evvel-fanzin-tum-edebiyat-kahyalarina-karsidirYeni Sinsiyet’e Karşı Davamız Var!:
https://evvel.org/ilgi/davali
09
2011
Oğuzcan Önver’in Yüreği
Oğuzcan Önver, vicdanıyla yazıyor, vicdanıyla yaşıyor. Onun hakkında birçok şey söylenebilir ama esas olan şu: Oğuzcan Önver, haysiyetli davranıp (Yeni Sinsiyet çetesine paydaş/yandaş olmayıp) o çetenin gelecekte kullanacağı ve bu nedenle de şimdiden ödüllerle (cartla curtla, şunla bunla) yemlediği bazı mutat zevatları (misal, Taner Doruk’u filan) eleştirmekten çekinmedi, çekinmiyor. Oğuzcan Önver’in yüreğini, ilerlediği kalb ve vicdan yolunu hayranlıkla izliyorum. Siz de izleyin… (Zy)
Bkz: https://oguzcanonver.blogspot.com/2011/11/taner-cindorukun-56-sayfalk-7-liralk.html
07
2011
Tarihin Yapraklarında… (Onat Kutlar)
“Eski” İstanbul’daki fotoğrafçılar üzerine Onat Kutlar’ın kaleme aldığı “Tarihin Yapraklarında Unutulmuş Çiçekler” başlıklı yazıya https://zaferyalcinpinar.com/cicekler.jpg adresinden ulaşabilirsiniz. Yazı, “Yeni Fotoğraf” dergisinin Aralık 1977 tarihli 15. sayısında yayımlanmış…
05
2011
Tarihsellik Üzerine… (E. Ionesco)
(…)
Sözün davranımla sürdüğü gibi oyun, “pantomime” de sözün yetmediği zaman yerini alır sözün, özdeksel oyunlama öğeleri de kendilerince abartırlar onu. İğreltilerin kullanılması da ayrı, başka bir sorun. (Artaud durmuştu bunun üzerinde.)
Tiyatro salt toplumsal olmalı denince, gerçekte iş şu ya da bu anlamda yurtyönetimsel bir tiyatroya dayanıyor elbet. Toplumsal olmak başka, “toplumcu” ya da “Marx’çı” ya da “faschiste” olmak gene başka, yetersiz bir bilinç anlayışının dillenimidir bu (…)
Sonra kendisi istemese de toplumsal olur kişi, çünkü hepimiz bir türlü tarihsel karmaşaya kapılmışız, tarihin de belli bir kıpısına bağlıyız -bununla birlikte bu kıpı bizi bütün bütün yutmuyor, tersine kendimizin en az özlü yanını da içeriyor, dile getiriyor.
Özenle bir yapımın (technique’in), tiyatro dilinin, tiyatronun kendi dilinin sözünü ettim. Konu ya da toplumsal özler bu dille tiyatronun konusu, özleri olabilir güpgüzel. Kişi belki öznellik zoru ile nesnel oluyor. Tikel genele kavuşuyor, toplum da besbelli nesnel bir veridir: böylece, görüyorum ki toplumsulun, yani daha çok bağlı olduğumuz zamanın tarihsel anlatımı dille olabilir ancak. (her dilde de tarihsel olup çağıyla çevrilmiştir, yadsınamaz bu.) Sanat yapıtına doğallayın sokulu veren tarihsel anlatım, dillenim, isteseniz de istemeseniz de bilinçli ya da bilinçsiz de olsa, kendiliğindendir; istenilmiş, düşünülüp taşınılmış, “fikrî” değildir.
Zamansal da zaman dışına, evrensele karşı çıkmaz: tersine, boyun eğer.
Salt zamansal–artası, tarih artası, tin duyuşları, sezgileri vardır. Şöyle güzel bir sabah geceki uykumdan olduğu denli, kafa alışıklığının uykusundan uyanınca, varlığımın bilincine, sonra evrensel görünüşün bilincine varınca birden, her şey yabansı geliyor bana; bildik, alışılmış geliyor; olmanın şaşkınlığına uğrayınca bakıyorum bu duygu, bu sezgi herkeste, her zaman olan bir şey. Bu tin duyuşunu, hemen hemen bir sözcükle dile gelmiş olarak ozanlarda, felsefecilerde, gizemcilerde bulabilirsiniz. Kılı kılına benim duyduğum gibi duyarlar, bütün insanların da kafaca ölmemişlerse ya da yurtyönetimsil işler uslarını başlarından almamışsa, yüzde yüz duymuş oldukları gibi. Bu tin duyuşunun açıkça dile gelmişini, kesinlikle, Ortaçağda, eskiçağda ya da herhangi tarihsel bir yüzyılda tıpa tıp bulursunuz. O bengi kıpıda, kunduracı ile felsefeci, “köle” ile “efendi”, papazla dinsiz buluşurlar, bir olurlar.
Tarihsel ile tarihseldışı kaynaşır, birleşir şiirde, resimde. Başını yapan kadının imgesi kimi İran minyatürlerinde, Eski Yunan, Etrüks Dikilitaşlarında, Mısır fresklerinde tıpkıdır; bir Renoir, bir Manet, XVII. ya da XVIII. yüzyılın ressamları bir tutumu yeniden bulmak, dile getirmek için, bir kösnük bengi sunuda barınan tutum karşısında bir çarpıntıyı yeniden duymak için öbür çağların ressamlarını bilmek gereksinmesini duymadılar. İlk örnekte olduğu gibi açıkça kişicil çarpıntılar söz konusu burada. Resimsel anlatı ile belirtilen o imge çağlara göre değişiktir; ama ikincil olarak ortaya çıkan bu “değişik” imge sürekli kalıcının ışıklı dayanağıdır. “Belgeler”, zamansalın -ya da modaya uygun bir sözcük kullanayım- “tarihselin”, zaman dışına (evrensele) nasıl bağlandıklarını, onların bir olduklarını, birinin ötekine nasıl dayandığını gösterir.
Eugéne Ionesco
“Tiyatro Deneyi”, Çev: Teoman Aktürel, De Yayınları, 1961, ss. 25-27
05
2011
Ulusların Zenginliği’nden, Ağların Zenginliği’ne doğru paradigma değişimi…
(…)
IŞIL ÖZ:(…) paradigma dönüşümünü anlamlandırmak için kullanabileceğimiz kavramların olup olmadığını merak ettim…
DR. ÖZGÜR UÇKAN: Evet, birkaç kavram var: küresel ve sınırsız ağ, güç ve iktidar olarak bilgi, organizasyon olarak gayri merkeziyet, uzlaşmaz bir karşıtlık olarak rekabet ve işbirliği, çoktan çoka iletişim ve etkileşim… Bu dönüşüm kendisini özellikle siyaset, ekonomi ve teknoloji alanlarında hissettiriyor. Küresel bir ağ toplumu, ağ ekonomisi, ağ kültürü, ağ düşüncesi ve ağ siyaseti beliriyor. Endüstri devriminin temsil ettiği, ulus-devletler, küresel liberal ekonomi, fordizm ve ölçek ekonomisi, merkeziyetçilik ve tek kutuplu dünya ile somutlaşan paradigma, yerini bilgi ve iletişim devriminin temsil ettiği, (Avrupa Birliği gibi) ağ-devletler, küresel ağ kapitalizmi, post-fordizm ve kapasite ekonomisi, gayri merkeziyetçilik ve çok kutuplu dünya ile somutlaşan yeni bir paradigmaya bırakıyor.
“Paradigma dönüşümü”, devrimden farklı olarak çok hızlı bir şekilde olup biten bir dönüşüm değildir. Paradigma, bir dönemin “ruhu”dur; sosyal, kültürel, ekonomik, teknolojik, düşünsel, insani zihin setine bu adı veririz. Dolayısıyla değişim çok derin olur ve her şeyi değiştirir. Bu dönüşüm de etkisini siyasetten ekonomiye, birey öznelliğinden topluluk ilişkilerine, bilim ve teknolojiden kültüre hayatın her alanında gösteriyor. 2. Dünya Savaşı’nın ardından başlamış ve 2008 küresel kriziyle birlikte doruğuna ulaşmış bu paradigma dönüşümünün en anlamlı işaretlerinden biri WikiLeaks…”
IŞIL ÖZ: (…)dünya nasıl bir medya, siyaset ve ekonomi düzeniyle yüz yüze gelecek?
DR. ÖZGÜR UÇKAN: (…)kısaca özetlemek gerekirse, zaten yeni bir Dünya Düzeni’ne adım atmış durumda olduğumuz söylenebilir. 2008 küresel ekonomik krizi bu dönüşümün zirve anı oldu. Bu krizin, aslında bir krizden çok bir paradigma dönüşümü, iktisatçı Joseph Schumpeter’in deyişiyle bir “yaratıcı yıkım” olduğunu düşünüyoruz. IMF’den Dünya Ticaret Örgütü’ne, Dünya Bankası’ndan OECD’ye bütün uluslararası kurumlar yeniden yapılanıyor. 2. Dünya Savaşı sonrası küresel ekonomiyi biçimlendiren ve ABD egemenliğinin yolunu açan Bretton Woods anlaşması çöktü. Kontrol sanayileri değişiyor. Askeri-endüstriyel kompleksler eriyor. Ağır sanayinin yerini ileri teknoloji sektörleri almış durumda: Biyoteknoloji, genetik, nanoteknoloji, enerji, çevre, bilgi ve iletişim teknolojileri… Bilgi en önemli iktisadi girdi artık. Geçen yüzyılda yaşanan teknolojik gelişmelerin sonucunda ortaya çıkan ve özellikle küresel finans ağlarının entegrasyonuyla karakterize olan “ağ ekonomileri”, pazar dinamikleri ve rekabet stratejilerini altüst etti. Sanayi devriminin, 1973 kriziyle sarsılmaya başlayan neo-liberal paradigmasının, tekelci ulus-devlet kapitalizminin çöküşünü yaşıyoruz. Önce hammadde devleri eridi, sonra askeri-endüstriyel kompleksler, şimdi de sıra eski ekonominin son kalesi finansta. Küresel finansal sistemin yeniden yapılanması dönüşümün tamamlanmasını işaretleyecek. Şimdiden bir Dünya Finans Örgütü’nün kurulacağından, yeni bir küresel para biriminden bahsediliyor. “Ulusların Zenginliği” yerini “Ağların Zenginliği”ne bırakıyor.
IŞIL ÖZ: Bu yeni paradigmanın bir adı var mı?
DR. ÖZGÜR UÇKAN: “Küresel ağ kapitalizmi” adını verebiliriz. Bu hâlâ bir kapitalizm, ama neo- liberal model iflas etti. Bir geçiş anındayız. . . Küresel ağ kapitalizmi ulus ötesi bir örgütsel modele dayanıyor. Ulus-devlet kapitalizmi bitiyor. Küresel ağ kapitalizmi dinamik bir göçebe sistemdir. Öyle ki, bu sistem ve bileşenleri, sürekli olarak sınırlarını değiştirmek ve sermaye birikimi hedefi doğrultusunda farklı sistemleri kapsamak veya dışlamak yoluyla yeniden organize olur. Yani, ölçek ekonomilerinden kapsam ekonomilerine (capacity economy), endüstriyel üretimden esnek ağ üretimine, kol gücünden bilgi gücüne, ulus-devletlerden ulus-ötesi organizasyonlara, tek-kutuplu dünyadan çok-kutuplu, gayri-merkezi ve dağıtık, mekânı tümüyle kuşatan ağ-dünyaya geçiş paradigması…
(…)
Söyleşinin tam metnine şu adresten ulaşabilirsiniz:
https://www.t24.com.tr/turkler-wikileaks-sizintilari-karsisinda-uc-maymunu-oynuyor/haber/179597.aspx#
03
2011
“Düşünce” üzerine… (Wittgenstein)
(…)
123. “Düşünme zihinsel bir etkinliktir” – Düşünme bedensel etkinlik değildir. Düşünme bir etkinlik midir? Eh, insan birine şöyle diyebilir: “Bunu düşün bakalım”. Ama biri bu buyruğu yerine getirmek üzere kendi kendisiyle ya da hatta bir başkasıyla konuştuğunda iki etkinlikte mi bulunur?
124. Söylenen şeye ilgi göstermenin kendine özgü işaretleri vardır. Kendine özgü sonuçları ve önkoşulları da vardır. İlgi, deneyimlenen bir şeydir; onu kendimize gözleme dayanarak atfetmeyiz. Söylediğimize eşlik eden bir şey değildir o. Bir cümleye eşlik eden bir şeyi o cümlenin içeriğine gösterilen ilgi yapan nedir?
125. Düşünme fenomenini yanma fenomeniyle karşılaştırın! Yanma, alev, bize gizemli görünmez mi? Pekiyi niçin bir ev eşyası değil de alev? -Ya bu gizemi nasıl bertaraf edersiniz?
Düşünme bilmecesi nasıl çözülecektir? – Alev bilmecesi gibi mi?
126. Alev ele geçmez olduğu için gizemli değil midir? Tamam -ama bu onu niçin gizemli yapar? Ele geçmez bir şey niçin ele geçen bir şeyden daha gizemli olsun? Biz onu ele geçirmek istediğimiz için değilse.-
(…)
135. Karşılıklı konuşma, sözcüklerin uygulanması ve yorumlanması devam eder ve ancak bu karşılıklı konuşmanın seyri içinde sözcüklerin anlamı vardır.
“Gitti”- “Niçin?” – Bu “niçin” sözcüğünü sözcüğünü söylediğinde ne kastediyordun? Neyi düşünüyordun?
136. Okulda parmak kaldırmayı düşünün. Birinin parmak kaldırmaya hakkı olması için, yanıtı kendi kendine sessizce prova etmiş olması gerekir mi? Pekiyi, içinden ne geçmiş olması gerekir? -Hiçbir şeyin geçmiş olması gerekmez. Ama parmak kaldırdığında olağan olarak bir yanıt biliyor olması önemlidir; birinin parmak kaldırmayı “anlamasının” kriteri de budur.
İçinden hiçbir şeyin geçmiş olmasıgerekmez; ama yine de böyle durumlarda hiçbir zaman içinden ne geçtiği hakkında bildirecek bir şeyi olmayan kişi olağanüstü biri olurdu.
(…)
143. Şöyle söylenebilir; her durumda “düşünce” ile kastedilen, cümlede canlı olandır. Cümle onsuz ölüdür, seslerin ya da yazılı biçimlerin bir dizisinden ibarettir.
(…)
144. Sözcüklerin nasıl anlaşıldığını tek başına sözcükler anlatmaz.
Ludwig Wittgenstein
“Zettel”, Çev: Doğan Şahiner, Nisan Yay., 1. Baskı, 2004, ss. 35-39
Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan Wittgenstein ilgilerinin tümüne https://evvel.org/ilgi/ludwig-wittgenstein adresinden ulaşabilirsiniz.
02
2011
İkisi de yoktur! (Sabahattin Ali)
(…)
Soru: Sizce sanatta eski-yeni ikiliği mi, yoksa ileri-geri davası mı vardır?
Sabahattin Ali: İkisi de yoktur. Sanatta sadece hakiki sanat, yani içinde geliştiği kitleye organik bağlarla bağlı olan ve bu kitleye bir şeyler vermek isteyen sanatla, kendi içine kapanık gaflet uykusuna yatmış yalancı oyunlar davası vardır.
ANT Dergisi, 8. Sayı, 1 Temmuz 1945
02
2011
“Duygudurum Tuşesi / Tınısı” ya da “Müziğin Poetikası” üzerine… (Igor Stravisky)
Bir mutat zevat, dün, bir e-posta göndermiş bana… Bu zevat, şiirlerimi ve poetik çalışmalarımı okuduğunu (“Şiirim Nasıldır?“, “Şiirim Ne Diyedir?“, “Boşluğun Dili” başlıklı ibrazlarımı okuduğunu) ancak benim “anlamsız kavramlar”la konuşan, şiirden ve şiir yazmaktan anlamayan biri olduğumu, örneğin yazılarımda “duygudurum tuşesi” olarak kullandığım kavramın ne olduğunu bir türlü kavrayamadığını, bu kavramın “salakça” olduğunu filan ifade etmiş.
Şimdi, bu sahte isimlerle bana sahte mektuplar yazanların kim ya da kimler olduğunu (gerçek isimlerini filan…) bilmiyorum. Fakat bu zevatların hangi tipolojiye ait olduklarını çok iyi biliyorum: Yeni Sinsiyet!
Şunu açıkça söyleyeyim: Birileri çıkıp, ezberlenmiş bir iyi niyetle olsa da “Ben senin ‘duygudurum tuşesi, tınısı’ diye ifade ettiğin şeyi anlamadım arkadaş… Bana anlatır mısın?” dediğinde, bir şeyleri seve seve anlatmaya çalışırım. Çünkü “insanlık” bunu gerektirir. Ya da bir şeyleri anlaması için gereken kaynakları, metinleri kendisine işaret ederim. Ama kötü niyetle karşıma çıkan o kurnaz ıskartalarına cevap vermem. Çünkü bu karşı tavrımı da -tıpkı diğer durumda olduğu gibi- “insanlık” gerektirir.
Sonuçta, kifayetsiz muhteris olmayan herkesle (eşyadan çok insana benzeyen ve duvar saatleri gibi ahmak olmayan herkesle) yazılarımda yer alan “Duygudurum Tuşesi ya da Tınısı” gibi kavramların ne menem şeyler olduğu konusundaki bilgileri paylaşmaktan hiç çekinmem, üşenmem.
Z. Yalçınpınar
(…) Görsel perspektif yasalarına uyan, nesnelerin görünüşünde olduğu gibi, yalnız en yakın plandaki şeyleri belirgin kılan tarihsel bir perspektif vardır. Olanlar bizden uzaklaştıkça kavrayışımızdan kaçarlar ve cansız, işe yarar bir anlamı olmayan nesneleri görmemize ancak bir an için izin verirler. Binlerce engel bizi talarımızın zenginliklerinden ayırır, bize yalnızca onların ölü gerçekliğini gösterir. O zaman bile onları bilgiyle olmaktan çok sezgiyle kavrarız. (…)
Zira müzik fenomeni bir spekülasyon fenomeninden başka bir şey değildir. Bu ifadede ürkülecek bir şey yok. Burada yalnızca, müzikal yaratımın temelinin dışa yönelmiş bir ön duygu olduğu; somut bir şeye biçim vermek amacıyla önce soyut bir alanda hareket eden bir irade olduğu varsayılıyor. Bu spekülasyonun hedef alması gereken öğeler ses ve zaman öğeleridir. Bu iki öğe olmadan, müziği düşünmek olanaksızdır.(…)
Plastik sanatlar mekân içinde sunulur bize: Ayrontıları yavaş yavaş ve vakit oldukça keşfetmeden önce, genel bir izlenim ediniriz. Müzik ise zamansal sıralanışa dayanır ve belleğin tetikte olmasını gerektirir. Sonuç olarak, resmin “mekânsal” bir sanat olması gibi, müzik de “zamansal” bir sanattır. Müzik, başka her şeyden önce, zaman içinde belli bir düzenlemeyi, yani -eğer yeni bir sözcük kullanmama izin verirseniz- bir “kronomi”yi varsayar.(…)
Hangimiz, caz dinlerken, ısrarla düzensiz vurguları öne çıkarmaya çalışan bir dansçı ya da solo yapan bir müzisyen, kulağımızı, davuldan gelen düzenli ritmik cümle vuruşlarından uzaklaştırmayı başaramayınca, baş dönmesine yakın hoş bir duyguya kapılmamıştır?
bu tür bir izlenime nasıl tepki gösteririz? Ritim ile ritmik cümlenin zıtlaşmasında dikkatimizi en çok ne çeker? Dikkatimizi en çok çeken, düzenlilik saplantısıdır. Eş ölçümlü vuruşlar bu durumda yalnızca, solistin ritmik buluşundaki gerilimi rahatlatmanın bir aracıdır. İşte süprizi doğuran ve beklenmedik olanı gerçekleştiren budur. Düşündüğümüzde, vuruşlar gerçekten ya da zımnen var olsaydı o buluşun anlamını çıkartamayacağımızı fark ederiz. Burada bir ilişkinin zevkine varırız. (…)
Piyer Sovtçinski’ye göre müziksel yaratım, öncelikle zamanın (kronos’un) müziğe özgü bir yaşantılanmasına dayanan ve doğuştan var olan bu sezgiler ve olanaklar bileşimidir; müzik eseri bize zamanın işlevsel gerçekleşmesini verir yalnızca.
Herkesin bildiği gibi, zaman öznenin içsel eğilimlerine ve bilincini etkileyen olaylara göre değişen bir hızla geçer. Bekleyiş, sıkıntı, elem, zevk ve acı, derin düşünce, bütün bunlar böylece aralarında hayatımızın kendini açtığı farklı kategoriler gibi görünmeye başlar ve her biri özel bir psikolojik süreci, belli bir tempoyu belirler. Psikolojik zamandaki bu değişmeler ancak gerçek zamanın, yani ontolojik zamanın -ister bilinçli ister bilinç dışı olsun- birincil duyumuyla ilişkilendirildiklerinde algılanabilir hale gelir.
Müziksel zaman kavramına özel karakterini veren, bu kavramın psikolojik zaman kategorileriyle birlikte olduğu kadar bu kategorilerin dışında da doğup gelişmesidir. Bütün müzik, ister zamanın normal akışına teslim olsun ister kendini ondan ayırsın, zamanın geçişi (yani müziğin kendi süresi) ile müziğin kendini belli etmesine yarayan maddi ve teknik araçlar arasında özel bir ilişki, bir tür kontrpuan kurar.
Igor Stravinsky
“Altı Derste Müziğin Poetikası”, Çev: Cem Taylan, Pan Yay., 2000, ss. 25-29
30
2011
Destur Dünya! (Güher Gürmen)
Nasıl çıkacağım buradan?
Kapılar… kapılar kilitli
Dünya çivit bir zindan
Dünya üzerime kilitli
(…)
Güher Gürmen
Şiirin tam metnine https://guhergurmen.blogspot.com/ adresinden ulaşabilirsiniz.
30
2011
Mavi
(…)Sesin arkeolojisi ancak yakın zamanda mükemmelleştirildi ve sözcüklerin sistematik olarak tasnif edilmesi düne kadar gelişigüzel bir biçimde yapılıyordu. Mavi, sözcüklerin ışıldayan kıvılcımlar saçarak cisimleşmesini, yansımaların parlaklığıyla her şeyi karanlığa gömen ateş şiirini izledi.(…)
Görüşüm iyice sınırlanmış gibi. Hastane bu sabah daha da sessiz. Susturulmuş. Karnımın dibinde sevimsiz bir duygu var. Yenik hissediyorum. Zihnim zehir gibi ama bedenim dökülüyor -karanlık ve harap bir odada çıplak bir ampul. Buranın havasında ölüm var ancak bundan söz etmiyoruz. Ama biliyorum ki bu sessizlik “Hemşire koş! Hemşire yardım!” diye bağıran çılgına dönmüş ziyaretçilerin çığlıklarıyla her an bozulabilir, arkasından koridor boyunca koşuşturan ayak sesleri. Sonra sessizlik.
Mavi, beyazı masumluktan korur
Mavi, yanısıra siyahı sürükler
Mavi, görünür kılınmış karanlıktır
(…)
Derek Jarman
“Mavi” adlı “son” filminden... (1994)
“Mavi”, Nisan Yay., 1995, Çev. Meltem Ahıska
29
2011
Önce kendisi için olanaksız…
“Bir insanın yaşantısı ne anlatılır, ne yazılır. Dünyayı sevmiş ve gezmiş olan bir insanın yaşantısı ise anlatılmaya daha az elverişlidir. Fakat bu insan, eğer içli biri ise, dünyayı dolaşırken mutluluğun ve yoksulluğun bütün derecelerini tanımış ise, o zaman, onun yaşantısının canlı bir görünümünü vermeye çabalamak hemen hemen olanaksızlaşır. Önce kendisi için olanaksız; sonra da onu dinleyecek olanlar için.”
Panait İstrati
“Kira Kiralina” adlı kitabından…
28
2011
Kitaplar… kitaplar… kitaplar ve koleksiyon…
Pazar Mezatı taifesi, bugünlerde, “kitap koleksiyonculuğu ve edebiyat efemerası” adına çok faydalı mübadelelere vesile oluyor. (Örneğin, G. Apollinare ve P. Êluard’ın yaşamına/eserlerine ait efemeraların derlenmesiyle oluşan, 1968 ve 1971 Gallimard baskısı iki önemli kitabı geçen haftalardaki “Pazar Mezatı” organizasyonları sayesinde koleksiyonuma kattım, katabildim.)
Bu haftasonu (30 Ekim 2011 Pazar günü) gerçekleşecek Pazar Mezatı, satış listesini imzalı, ilk basım ve nadir kitaplara ayırmış. Listeyi incelediğimizde edebiyat tarihimiz açısından çok önemli şairlerin, yazarların ilk basım ve imzalı eserlerinin yanısıra, çağdaş plastik sanatlara yönelik albüm ve kataloglar da dikkat çekiyor… (Anlaşılan bu haftasonu kitap koleksiyonerleri için çetin geçecek!)
Kitap koleksiyonculuğundan söz açmışken, koleksiyonumun envanterini çıkarma çalışmalarımda %60 seviyelerine gelmemin (yani işin yarısını aşmamın) mutluluğunu paylaşmak, sanırım, kendimi avutmak açısından yerinde olacaktır. Kütüphanemde yer alan koleksiyon kitaplarımı diğerlerinden ayırmak, tasnif etmek, ekslibris eklemek ve kayıt altına almak, en az koleksiyon yapmak kadar (okumak, düşünmek, araştırmak, takip etmek ve satın almak kadar) zor bir şeymiş meğer… Koleksiyonumun envanteri ve tasnifi açısından -özellikle 1980 sonrası basılan kitap, katalog, albüm, fanzin ve dergilerde- büyük kayıt eksikliklerim var hâlâ… Bu işi ertelememek gerekiyor, ki zaten herkese önerim şudur: Kitaplarınıza değer vermeye başladığınız -hatta kitap okumaya başladığınız- ilk andan itibaren her şeyin kaydını, envanterini ve okuma notlarınızı oluşturun mutlaka. Bu işe sonradan kalkıştığınızda inanılmaz zaman ve emek harcamak gerekiyor. Koleksiyonunuz kapsamında aradığınız kitabın yerini bulamamanız, özelliğini hatırlamamanız, hepsinden önemlisi kafanızda oluşan o “kaybetmek hissi, endişesi” filan da cabası…
Z. Yalçınpınar
1. Hamiş: Ekim 2011’in son günleri itibariyle kitap koleksiyonumun envanterine PDF dosyası olarak şu adresten ulaşabilirsiniz; https://zaferyalcinpinar.com/koleksiyon.pdf
2. Hamiş: Envanter ve kayıt işini tamamladıktan sonra (2012 yılı içerisinde) koleksiyonumda kitapları bulunan yayınevlerine ve işbu don kişotların yayıncılık geçmişine, yayın mizaçlarına, editöryal özelliklerine ilişkin sıkı bir yazı kaleme almayı düşünüyorum.
3. Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan “imzalı” ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/imzali adresinden ulaşabilirsiniz.
28
2011
Onun ne olduğunu bilmiyorsan, hiç kurcalama!
(…)Louis Armstrong’a müziğin ne olduğu sorulduğunda, “bunu sorduğuna göre hiçbir zaman onun ne olduğunu anlamayacaksın” dediği; aynı soruyu Pats Waller’ın ise “Onun ne olduğunu bilmiyorsan, hiç kurcalama!” diye cevaplandırdığı bilinmektedir. Bu karşılıklar, Caz müzisyenlerine, eleştirmenlerine ve dinleyicilerine has ortak bir tavrı yansıtmaktadır. Onlara göre, müziğin merkezinde, hissedilebilen ancak açıklanamayan bir şeyler vardır. Özellikle “Swing” tarzı, açıklanamayan bir tür olarak nitelendirilmektedir.
(…) Langston Hughes hakkında şöyle diyor eleştirmen Russel Blankenship: “Modern konuşma tarzı içinde siyah adamın eski acılarını duygulu bir biçimde dile getiren bir Caz şarkıcısı. Birçok şiiri insanın belleğinde, tıpkı akıldan hiç çıkmayan bir Caz parçası gibi, tekrar tekrar çakar.”(…)
(…) Caz’daki en önemli sakınca temcimselleşmedir. (…) Diğer sanat kollarında olduğu gibi, Cazcının da ana amacı derinlik olmalıdır; çünkü insan ve toplum ilişkileri derin ve karmaşıktır. Bu derinlik ve karmaşıklığa tekabül edebilecek olan imkanlar da hazırdır; çünkü bir anlamda bu tür müzik somut değil soyuttur. Yani caz hüzünlü bir kişiden çok hüznün kendisini, sevinçli bir insandan çok sevinci, trajik bir olaydan çok trajediyi, “pathetic” bir durumdan fazla, “pathos”u duyumsatır. Geleneksel müzik belli bir anın düşünceleri, duygulanımları ve heyecanlarının sonucu, ama yalnızca belli bir anla kısıtlı olan, durağan, notaya kesin bağımlı bir müzik türüyken, Caz emprovize bir müzik tarzıdır. Bu durum, Caz’ın klasiğe üstünlüğü olarak değerlendirilebilir. (…)
İngiliz Romantik Şiiri’nin manifestosu niteliğinde olan “Lyrical Ballads”ın önsözünde şiir “güçlü duyguların kendiliğinden taşması” olarak tanımlanır. İşte bu kendiliğindenliğin Caz Sanatı’nda belirleyici bir önemi vardır(…)
Sanatın ne olduğu konusunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Kimilerine göre sanat yaratma, kimilerine göre yansıtma, kimilerine göre de üretimdir.(…) Konuya asıl ilgi alanı olan Caz müziği açısından bakıldığında, Caz’ın hem yaratma, hem yansıtma ve hem de üretim olduğu görülür.
A. Erdal Göksoy
“Eleştirel Caz Tarihi”, Stüdyo İmge Yay.,1984
Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan “Caz” ilgilerinin tümüne https://evvel.org/ilgi/caz-cumlesi adresinden ulaşabilirsiniz.
27
2011
“Bilim ve İktidar” (Nurettin Abacıoğlu)
“Bilim ve İktidar” ilişkileri üzerine Nurettin Abacıoğlu güzel bir kuramsal yazı kaleme almış. Yazıya https://haber.sol.org.tr/yazarlar/nurettin-abacioglu/bilim-ve-iktidar-47750 adresinden ulaşabilirsiniz.
27
2011
Santrfor Yaşar Yalçınpınar’ın Fenerbahçe Rozeti
Santrfor Yaşar Yalçınpınar (1914-1998)
büyükamcamdan babama
babamdan bana
benden de evlâdıma
mirastır bu sevda!
*
Hamiş: EVV3L kapsamında yayımlanan “Fenerbahçe Spor Kulübü” başlıklı ilgilere https://evvel.org/kara-deryalarda-bir-fenersin adresinden, “Yaşar Yalçınpınar” arşivine ise https://evvel.org/ilgi/yasar-yalcinpinar adresinden ulaşabilirsiniz.