Hakan Kamışoğlu’nun çalışmalarından bazılarına
https://www.facebook.com/dilemma1/photos adresinden ulaşabilirsiniz.
“Müzikli Figür”
Hakan Kamışoğlu’nun çalışmalarından bazılarına
https://www.facebook.com/dilemma1/photos adresinden ulaşabilirsiniz.
“Müzikli Figür”
Rüzgâr Defteri‘ni anlamlandırmak için güzel ve önemli bir düşünce deneyi…
Hamiş: EVV3L kapsamında yayımlanan “Rüzgâr Defteri” başlıklı ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/ruzgar-defteri adresinden ulaşabilirsiniz.
Hakan Kamışoğlu, Recep Batuk ve Yiğit Yazıcı‘nın “Sessizliğin Tadını Çıkar” başlıklı karma resim sergisinin açılışı 17 Ekim 2015 tarihinde Göztepe-GaleriArk‘ta gerçekleşti.
Günümüzün siyasal karmaşasına maruz kalan sanatsal izleklerin, kendi varoluşlarını gizlediği/sakladığı özel bir “sessizlik alanı” sergideki tüm eserlerde vurgulanıyor. “Sualtı’nda kalmak, yaşamak” diyebileceğimiz sessiz, yoğun, tekil, bulanık ve kontrast bir duygudurumun serginin açılışına katılan tüm ziyaretçileri etkilediğini, sardığını fark ediyoruz. Bu güçlü imgeleme tanık olmak isteyenlerin, “Sessizliğin Tadını Çıkar” başlıklı sergiyi ziyaret etmelerini öneriyorum. (Zy)
Uğur Yanıkel’le birlikte ‘Rüzgâr Defteri’ adlı metnimi orjin alarak başladığımız, ardından da ‘İmgelemin Özgürleşmesi’, ‘Ece Ayhan’ ve ‘İkinci Yeni’nin şiirsel alan derinliğine doğru genişlettiğimiz söyleşinin tam metni aşağıdadır.
Bu söyleşinin özel bir öneme sahip olduğunu dile getirmeliyim: Bu söyleşi, yazdığım bir metnin imgesel imkânlarının yanı sıra semantik etkileşimlerini de sınayan, beni yeni düşünce merhalelerine götüren, kendi metnimin anlamını daha tutarlı bir şekilde görebilmemi sağlayan tam bir ‘poetika çalışması’ oldu. Uğur Yanıkel’e ne kadar teşekkür etsem azdır…
Sahicilikle / Zy
Not: Söyleşinin PDF biçemine https://bit.ly/ruzgarisiirlemek adresinden ulaşabilirsiniz.
Uğur Yanıkel: Oyun Yayınevi tarafından geçtiğimiz ay yayımlanan Rüzgâr Defteri, adalarda ‘örülmüş’ bir anlatı, zaten kitabın giriş kısmında da bunu açıkça dile getiriyorsun. Kitabı okuduğumda şunu fark ettim; evet, ada kültürünün etrafında yoğun bir şekilde ‘dolaşıyorsun’ ancak bir şeyi ‘yakalıyorsun’, rüzgârı… Rüzgârı yakalıyorsun ve rüzgâr üzerinden derinlemesine bir sorgulama, analiz sürecine girişiyorsun. Ancak, burada bahsettiğim sorgu ve analiz, duyusal alan üzerinden ilerliyor. Bu süreçten sonra da rüzgârı adeta modelliyorsun. İfade etmeliyim ki bahsettiğim bölüm, beni en çok heyecanlandıran, etkileyen bölümdü. Çünkü rüzgârın işlevini, oluşumunu biliyoruz ve tüm bunların doğaya ve canlılara yansımasını görebiliyoruz, ancak kendisini göremiyoruz somut bir şekilde. Görünmeyeni görünür kılman beni heyecanlandırdı açıkçası. Ayrıca bu modellemeyi yapabiliyor olmanda imgelem gücünün yanı sıra geçmişteki eğitim sürecinin ve çalışma hayatının da etkisi olduğunu düşünüyorum. Sen bu konuda neler diyeceksin?
Zafer Yalçınpınar: Ne diyeyim; tutarlı, doğruya yakınsayan sözler bunlar… Sorduğun soruda ‘analiz ve modelleme’ diyerek tespit ettiğin durumun nedeni, Rüzgâr Defteri’ni yaşarken -ya da ‘rüzgâr’ denen şeyi düşünürken- elde ettiğim bulguları, görüngüleri alegorik bir dille işlemeye, örmeye çalışmamdır. Bu alegorik dilin bir tür eksiltme hareketi sonucunda oluştuğunu söyleyeyim: Defterin başlangıçtaki, yaşandığı ândaki gerçekliğini değiştirerek ‘rüzgâr’ olgusunun işaret ettiği düşünsel alanı daha belirgin, göz önüne getirilebilir ve nihayetinde ‘sorgulanabilir’ kılmaya çalıştım. Yani, matematikle özdeşleştirerek ifade edersem; yazdığım metnin sürekli olarak türevini aldım ve ‘rüzgârın anlamı’ diyebileceğimiz alegorik bir katmana ulaştım. Bahsettiğim bu işlek kulağa zor, karmaşık, saçma ve tuhaf geliyor olabilir. Basitleştirirsek; ‘rüzgâr’ denen şeyi önce anlayıp sonra da anlatmaya çalıştım. Bunu da metindeki düşünselliği ve imgeselliği dengeleyerek kotarmaya gayret ettim. Aslında, Rüzgâr Defteri’ndeki işleğin ne olduğunu anlatmak için Almanca’da güzel bir fiil vardır: ‘dichten’. Oruç Aruoba bu kelimeyi “şiir olarak kurmak” şeklinde çevirir. Ludwig Wittgenstein bir yazısında “Felsefenin aslında şiir olarak kurulması gerekir.” diyor. Ben de bunu yapmaya çalıştım. ‘Rüzgâr’ olgusunu şiirlemeye, rüzgârın varoluşunu ‘şiir olarak kurmaya’ gayret ettim. Rüzgâr Defteri’nin adalar kültürü ve geçmiş çalışma hayatımla olan ilgisinden önce, bu bahsettiğim ‘şiir olarak kurmak’ meselesi çok daha belirleyici ve önemli… Bunun üstünde durmalıyız sanırım. Bütün bu sözlerimden ve açıklamalarımdan ne anlaşılıyor? Sence nedir Rüzgâr Defteri? Felsefi bir metin mi, şiir mi? Nedir sence?
Rüzgâr Defteri
Uğur Yanıkel: Aslında tüm bu bahsettiklerinin bir çıktısı olarak şunu söyleyebilirim, Rüzgâr Defteri tek tığ ile örülmemiştir. Yani, oluşma, örülme evresindeki ilerleyiş, izlenen yol, yöntem bakımından baktığımızda ve bunun yanında kitabın içeriğindeki rüzgârı anlamaya yönelik sorulan soruların yönlendiriciliği bakımından felsefi bir ‘tığ’ kullanılmış diyebilirim. İkinci tığ ise senin de bahsettiğin ‘şiir olarak kurmak’ fiilinden de yola çıkarak erişilen şiirsellik ya da içeriğinde şiirsel bir tını barındıran imgelem. Tüm bu söylediklerimden de anlaşılacağı üzere Rüzgâr Defteri için yalnız başına bir ‘felsefi metin’ ya da bir ‘şiir’ diyemem. Rüzgâr Defteri, yazarının gördükleri, yaşadıklarının bir sonucudur en nihayetinde, dilin kendine özgü bir biçimde kullanılmasından dolayı yine bu temel üzerinden tanımlanabilir, diye düşünüyorum. Zaten, Rüzgâr Defteri dahilinde ve haricinde de böyle düşünüyorum. Yani mesela, bugün artık, ‘şiir’ kavramını gördüğümüzde ya da duyduğumuzda ‘kafamızın içinde’ ne kendini gösteriyor? Bu çok önemli. Şiirin ‘dinamik öz’ diyebileceğim ya da kavramlar üstü bir ‘şey’ olduğunu düşünüyorum. ‘Dinamik öz’ dememi şöyle bir örnek vererek açıklamaya çalışayım: Ateş böcekleri geceleri parıldayan bir böcek türüdür, yani gündüzleri ışık saçmazlar, hâl böyleyken gündüz bir ateş böceğini -tanıyıp- gördüğümüzde, gözümüzü kapatıp elde ettiğimiz ‘karanlık’, ateş böceğinin parıldamasına neden olmaz. Üstelik ateş böceğini de göremeyiz. Bu örnekte bana göre asıl ‘şiir’ ateş böceğidir. Yani o ‘dinamik öz’ dediğim kısıtlandırılamayan, ‘gözümüzü kapattığımızda’ görünmeyen ‘şey’dir. Buradan hareketle şiirin alışılmış bir biçime(forma) artık gerek duymadığını söyleyebilirim. Bana kalırsa şiir bunu aşan tek türdür; bir biçime(forma) ihtiyaç duymadan varlığını sürdürebildiği için… Bu bağlamda dilin ve kelimelerin göz önünde olmadığı ‘şeylere’ bakalım; yanmış bir filmi banyo ettiğimizde elde ettiğimiz görüntü, ufak bir çocuğa oyalanması için verilen kâğıt ve kalem ile çocuğun yaptığı çizim -ki çocuk genelde o kâğıdı rastlantısal olarak karalar yani ‘rüzgâr’ı çizer-. Verdiğim örnekler çoğaltılabilir elbette. Ancak bu verdiğim örneklerin ve daha fazlasının kişisel sezme yetimiz ile farkında olabiliriz. Rüzgâr Defteri’nin benim için asıl önemi, senin bahsettiklerini saklı tutarak söylüyorum, buradan geliyor. Çocukken hepimiz rüzgârı ‘modellemişizdir’ ancak bunun rüzgârı görünür kılıyor olduğunu bilmeden, farkında olmadan. Rüzgâr Defteri ile şahsen bu farkındalığı kendime kazandırdım. Peki, sen, Rüzgâr Defteri’ni oluştururken, ‘rüzgârı keşfettin’ diyebilir miyiz? Eğer öyleyse, bu keşfin Rüzgâr Defteri dışında bir yansıması oldu mu sende?
Zafer Yalçınpınar: Doğduğumdan beri her yılın belli bir dönemini adada yaşıyorum. Ada yaşamında, denizin hareketini belirleyen rüzgâr çok önemlidir. İnsan için ‘düşünmek’ ne ise ada için de ‘rüzgâr’ odur. Rüzgâr sürekli yaşamı değiştirir, hemen her şey rüzgâra bağlıdır adalarda… Rüzgâr Defteri’nin yazım sürecini yaşamsal düzlem üzerinden anlatayım o zaman… 2013 yılında Duygu Gündeş’le birlikte Bozcaada’da tatile gittik. Bu tatilde, konaklamak için Bozcaada’nın kıyı şeridinde bulunan popüler mevkilerden birini değil de, daha içrek, adanın kuzeydoğuya bakan tarafında bulunan bağ ve bahçelerin ortasında, salaş diyebileceğimiz bir yer seçtik. Bu mevkide, tatilin ilk ânından son ânına kadar rüzgâr hiç durmadı, sürekli ve kuvvetli olarak kendini hissettirdi. Sürekli esiyor, bir şeyler anlatıyor, sürekli birşeyleri düşünüyor, düşündürtüyor gibiydi. Bu yaşantı parçasında, Rüzgâr Defteri’nin ilk orjini oluştu; belirleyici kavram, metne eşlik edecek olan odak noktası bu ‘süreklilik’ti. Diğer orjin ‘rüzgârın etkinliği, etkililiği’ydi. ‘Devinim’ olgusuyla birlikte ‘rüzgârın yaşama düşünce katması’ da defterin temel eğretilemesidir. Bu orjinler ya da ‘mihenk noktaları’ üzerinden defterin örülümü, yazımı bir tam yıl boyunca sürdü. Marmara Adası’nda, 2014 yılında, fırtınalı bir gecede deftere son noktayı koydum. Bu başlangıç ve bitiş arasında oluşan imgelemin, evet, konuşmamızın başında da vurguladığın gibi matematik ağırlıklı eğitim sürecimden, para kazanmak için bir on yıl kadar çalıştığım bilim kurumundan tut da bulanık mantığa veya dilbilim felsefesine olan ilgime ve araştırma çalışmalarıma kadar uzanan bir arkaplanı olduğunu söyleyebiliriz. Ancak, önemli olan defterin yazımındaki tetikleyici kıvılcımlardır. İlk denklemdir. Daha önce de ‘Çalmayan’(Eylül 2014, Kendi Yayınları) adlı şiir kitabımı okuyan bir arkadaş şiirlerimi ‘matematiksel’ bulduğunu ifade etmişti. Sence, şiir ve matematik arasında belirgin bir ilişki var mı? Sembolik anlatım ekolünde, Bilge Karasu’da veya Rüzgâr Defteri’ndeki alegorik katmanda bu türden bir ilişki mecburiyet hâline mi dönüşüyor? Ece Ayhan, bir yazısında, ‘İkinci Yeni logaritmalı şiirdir.’ der. Peki, şimdi ben kalksam, ‘şiirsel önerme’ ya da ‘imgesel önerme’ diye bir şeyler, kavramlar atsam ortaya, bu ifadeleri duyduğunda aklına neler gelir, ilkin?
Uğur Yanıkel
Uğur Yanıkel: ‘Şiir ve matematik’ dendiğinde akla ilk gelen şey ‘ölçülü şiirler’ oluyor. Ancak buradaki biçim odaklı ilişkiyi bir kenara bırakırsak, sanırım şiir ve matematik arasındaki ilişkinin temel belirginliği soyut düşünce ya da soyut düşünebilme becerisinden geliyor. En genel tabiri ile matematik, evren ve zaman içerisinde bulunmayan ancak akılda varlığını sürdüren, soyut zeminde düşünebilmenin sonucudur. Şiirde de böylesi bir soyut zeminin varlığından söz edebiliriz. Formüleri, sayısal bir dili olsa da bu sayısal dilin çözümlenme süreci analitik düşünceyi ortaya çıkarır, sonrasında da güçlendirir. Bu analitik düşünce hayatla, yaşamla, varlıklarla bir bağ kurmaya yönlendirir insanı. Bu bağ ile imgelem gücünün birleşimi de Rüzgâr Defteri’nde kendini hissettiriyor. İlk başta söylediğin ‘…matematikle özdeşleştirirsem sürekli türevini aldım’ sözü de buna delil olarak gösterilebilir… Şimdi, Rüzgâr Defteri’ndeki alegorik katmanda ise tüm bu ilişkinin mecburiyet hâlinden ziyade kendiliğinden oluştuğunu düşünüyorum, az önceki açıklamalarıma dayanarak. Son sorduğun soruda ise aklıma hemen ‘evvel.org’ ile ilk karşılaşmamda okuduğum bir poetik bildiri çalışman geldi: ‘Denizaltı Edebiyatı Bildirisi’. ‘Şiirsel önerme’ ya da ‘imgesel önerme’ dediğin şey zaten adından da anlaşılacağı üzere, muhtevasında imgesellik, şiirsellik barındıran önermelerdir. ‘Denizaltı Edebiyatı Bildirisi’nde; ‘Ödüller insansızdır’, ‘Jüri insansızdır’, ‘Ödül törenleri, kurdeleler, kuşaklar ve podyumlar insansızdır.’ diyorsun mesela. Bunlar, edebiyat içerisinde oluşturulmaya çalışılan oligarşiye, o oligarşinin ödüller aracılığı ile dağıttıkları ve bu dağıtım sonrası elde ettikleri statükoya karşı imgesel önermelerdir. Ayrıca, bu sözünü ettiğim oligarşik yapı ve onun numaraları devam ettiği sürece, o bildiri de güncelliğini koruyacaktır. Sen, yıllardır bu konuda mücadele etmiş, eden ve edecek biri olarak neler söylemek istersin?
Zafer Yalçınpınar: O çetenin piyasalandırdığı stratejinin adı ‘güdümlü edebiyat’tır. Liyakatsız ve muhteris bir tipoloji, 1950’lerin ortasından bu yana ‘güdümlü edebiyat’ üst-başlığındaki bazı söylemleri yaygınlaştırmaya çalışıyorlar. Aslında bu strateji o çetenin kendisine ait de değil. Dünyanın çeşitli yerlerinde, çoğunlukla da Kuzey Avrupa’nın ve Amerika’nın statükocu dehlizlerindeki çeşitli oligarşiler tarafından uygulanmış, başarısız olmuş, edebiyat sosyolojisinde başarısız, kötücül ve olumsuz bir karşılığı bulunan sinsi, karanlık bir yöntem… Peki bizim topraklarımızdaki menfi uzantılar neden başka yöntemleri değil de bu masonik yöntemi seçtiler dersin? Çünkü, içinde bulundukları menfi ilişki ağlarını geliştirmek ve edebiyat dünyası üzerinde kendi statükolarını besleyecek iktisadi bir ‘ticarileştirme, boyutlandırma, tutundurma ve yönetim’ stratejisi uygulamak istiyorlar. İnsanları kandırmak için de tıpkı siyasi iktidarlar gibi ‘kalkınma’ retoriğini kullanıyorlar. Şiir dışındaki edebi türlerde bu stratejiyi yüksek bir oranda yürürlüğe soktular, diyebiliriz. Yani kendilerini mikrofonların arkasında, spot ışıklarının altında podyumlaştırabildiler, kendilerini vitrinleştirebildiler. Haksızlık yordamlarını ve retorik arsızlıklarını yaygınlaştırabildiler. Mevcut öz-saygı yıkımında neo-liberal çevrenin de büyük bir desteği oldu. Kim kaybetti? Vasatlaşan, ortalama zekaya mahkum kılınan okurlar ve yazarlar kaybetti, kaybediyor, kandırılıyor, yemleniyor… Bunu açıkça gördük, görüyoruz. Mevcut tipolojiyi ‘Yeni Sinsiyet’ adıyla kavramlaştırdık ve bu kapsamda birçok inceleme ve eleştiri yayımladık. 2009 yılında kaleme aldığım ‘Denizaltı Edebiyatı Bildirisi’ de bu eleştirilerden biridir ve ticarileştirilen, endüstrileştirilen sanatsal alanlara ilişkin tepkisel bir bildiridir. Sanatın, şiirin, edebiyatın ve felsefenin endüstrileşmesi, yeryüzündeki eşsiz güzelliklerin, özün, vicdanın, kalbin ve hakikatin bitirilmesi anlamına gelir. Bu yıkım son 3-5 yılda hızlandı. Daha da kötü bir mertebeye geldik: Mevcut masonik oligarşi devlet erkiyle ‘tüm konularda anlaştı’ ve icraatlarını, haksızlık yordamını devlet bütçesi üzerinden teşvik mekanizmalarıyla meşrulaştırmaya başladı. Senin ifadenle komplike bir ‘edebiyat emlâkçılığı’na yöneldiler. Çok üzülüyorum bu durum karşısında… Peki bu durum daha genç çevrelerce nasıl görülüyor, herkes mevcut kötücül durumun, yürürlüğe sokulan Yeni Sinsiyet’in farkında mı? ‘Karazin’ adlı derginde bu konu üzerine çokça çalıştın… Biraz da sen anlat…
Uğur Yanıkel: Ödüllendirme sistemi senin de anlattığın gibi çok eskiye dayanıyor. Fakat, benim bildiğim kadarıyla, tarihsel süreç içerisinde bugün olduğu gibi bir takım tartışmalar ve bu tartışmaların sonucunda sıkı duruşların sergilendiği de olmuş. Örneğin, ressam İsmail Altınok bir kitabında şöyle diyor ‘…burjuva demokrasisi dönemine girilince, her alanda olduğu gibi resim alanında da açıkgöz ve fırsatçı ressamlar resim alanımızı ellerine geçirdiler. Özellikle bu sergilerdeki satış ve ödülleri kendi kişisel ve kümesel çıkarları doğrultusunda kullandılar. Önceleri ödülleri sıraya koydular, sonra kendilerine, daha sonra da öğrencilerine, oğullarına verdiler…’. O dönem yaşananlar, tabiî, basına da yansıyor ve 1973’te gerçekleştirilen 32. Devlet Resim ve Heykel Sergisi’ne sanatçılar yapıt vermeyerek sergiyi boykot ediyorlar. Bu bahsettiğim olay eminim günümüzde yaşanan bazı olayları anımsatmıştır. Hilmi Yavuz’un seçici kurulunda yer aldığı bir yarışmada oğlunun yarışmacı olması ve ödülü oğlunun kazanması ya da Ataol Behramoğlu’nun seçici kurulunda yer aldığı bir yarışmada kardeşi Nihat Berham’ın yarışmacı olarak yer alması ve daha da ötesi ödülü kazanması gibi… Tabiî 1973’teki gibi günümüzde bir boykot hak getire! Tüm bunlar göz önündeyken bile bu ‘kadrolu jüri’ hâlâ ödül dağıtmaya, yemlemeye devam ediyor. Tabiî yavaş yavaş anlaşılıyor, çözülüyor numaraları. Ülkemizde Gezi’yle beraber başlayan ‘Şiir Sokakta’ hareketi, genç çevreler içerisinde edebiyatın daha çok konuşulmasına vesile oldu. Beraberinde bir takım sorunları da getirmedi değil. Edebiyata, şiire ilginin arttığı bu dönemde üniversitelerde ‘şiir topluluğu’ adında bazı oluşumların sayısı arttı. Tabiî bunlara bakıldığında siyasi gençlik örgütlerinin oluşturdukları da var. Bak burası çok ilginçtir mesela. Hem siyasal alanda kavga verip bir örgütlenme biçimi olarak şiir topluluğu oluşturacaksınız hem de bu güdümlü edebiyata, gizli gizli dağıtılan ödeneklere, oluşturulmaya çalışılan bu oligarşiye yani kısacası bu ‘kötülük dayanışması’na dair tek bir çalışma yürütmeyeceksiniz, tek bir kelam etmeyeceksiniz… Bu durum bana İdris Küçükömer’in bir sözünü hatırlatıyor, ‘…Türkiye’de sol sağdır, sağ soldur…’. Edebiyat dergilerinde ise bu konulara dair en ufak bir söylem, bir tepki göremiyoruz. Farkındalar mı orası da şüpheli. Farkında olup da böyle bir yola girmişlerse, bu durum daha acı… Edebiyat dergileri kendilerinde böyle bir sorumluluğu taşımıyor, hissetmiyor. Karazin’i çıkartmaktaki asıl amaç buydu zaten. Bu konuları ele alan, irdeleyen bir edebiyat dergisiyle farkındalık yaratılabilir, düşüncesiyle çıkmıştır Karazin. Fakat ne var ki maddi durumlar Karazin’in devam etmesini neredeyse imkânsız kılıyordu. Nitekim iki sayı sonra kapanmak zorunda kaldı. Şu anda da, Karazin’in bu alandaki mücadelesini ‘pasaj69.org’ adında bir internet sitesiyle devam ettirmeye çalışıyorum. Bu oligarşiye, düzene ve düzeneğe karşı sesimi duyabildiğim her yerde bas bas bağırmaya da devam edeceğim, her şeyden önce bir insan olarak… Peki, sence, Ece Ayhan’a ya da Ayhan Çağlar’a bir dönem yoğun şekilde uygulanan itibarsızlaştırma, unutturma hamlelerinin ve karalama kampanyalarının ters tepmesinin asıl sebebi nedir?
Ece Ayhan Çağlar
Zafer Yalçınpınar: Ece Ayhan’ın işbu becerisinde, yani mevcut şiirsel auranın zirve noktası olarak belirmesinde, yaşadığı dönemde vermesi gereken bazı önemli kararları stratejik olarak düşünmesi, tüm detayları ele alması, şiirsellik açısından vizyoner bir kişiliğinin olması ve her adımını geleceğe doğru atması çok belirleyicidir. Misal, Ece Ayhan, ‘Bakışsız Bir Kedi Kara’ adlı efsanevi kitabıyla 1966 yılında ‘Yeditepe Şiir Armağanı’ için yarışmaya katılıyor ama kazanamıyor. O yarışmayı kazanan Ceyhun Atuf Kansu’nun ‘Bağımsızlık Gülü’ adında epik tarzda yazılmış bir şiir kitabı… Merak ediyorum, bugün, ‘Bağımsızlık Gülü’ adlı şiir kitabını önemseyen, dahası o kitabı hatırlayan, bilen birileri var mıdır? Ama buna karşın ‘Bakışsız Bir Kedi Kara’ hâlâ zirvelerden biri… Ece Ayhan o yarışmayı kaybettiği gün, yarışma kazanma konusunda ‘sıkı şiir yazmak’, ‘dünya edebiyatını ve evrensel şairleri tanımak’ , ‘tarihi ve coğrafyayı doğru okumak’, ‘dilbilim ve felsefe okumak’ ya da ‘geleceğin poetikasını kurmak’ gibi şeylerin belirleyici olmadığını anlıyor. Çünkü tıpkı günümüzde olduğu gibi o günlerde de edebiyat alanındaki siyasi tavırlar, dini mezhepler, çıkar ilişkileri, partiler, masonlar, oligarşiler filan yarışma kazanmak için belirleyici… O günlerde de ‘güdümlü edebiyat’ numaraları, çıkarları ve yemlemeleri filan var. Ece Ayhan o yarışmayı kaybettikten sonra, benim bildiğim kadarıyla bir daha herhangi bir yarışmaya katılmıyor. Bugün baktığımızda Ece Ayhan, edebiyat tarihimizdeki tek ‘ödülsüz’ büyük şairdir, diyebiliriz. Bugün, Ece Ayhan’ın ‘ödülsüzlüğü’, 5000-10000 ödüle, plakete, carta curta filan milyonlarca misli değerde bir yücelik ve erişilmezlik taşıyor. Bu tip bir varoluş, yani Ece Ayhan, el değiştiren tarihsel gaddarlıkları şiirlerinde işlerken kimseye ‘Eyvallah!’ demiyor ve bu durum onu sonsuz derecede büyük bir bağımsızlığa, haklılığın inadına, hakikate, anlama, kalb ve vicdan arayışına ulaştırıyor. Bu bağımsız duruşla birlikte, mevcut edebiyatımızı binlerce kez geçerek kendi ‘imgesel alan derinliğini’ oluşturuyor. İşte, Ece Ayhan’ın asıl büyük ve becerikli olduğu nokta da bu tip bir poetika kurmak inadıdır. Ben bu durumu ‘imgelemin özgürleşmesi’ olarak tanımlıyorum. Sorduğun sorunun cevabı da çok basit aslında; Ece Ayhan çok büyük, geleceği imleyen, geleceğe uzanan, yaşadığı coğrafyanın her yalanını, her tarihsel kandırmacayı ortaya seren, tipolojik hedeflerle kurulmuş, tarihsel gaddarlıkların ve statükonun vurgulanarak ortadan kaldırıldığı, yerildiği, rezil edildiği çok büyük bir imgesel alan derinliğini dile getiriyor. Bu imgesel alan derinliği yeni bir şiirsel dil ve yeni bir ‘şiirsel yük’ oluşturuyor. Dile getirilen bu büyük şiirselliğin altında herkes eziliyor. Ece Ayhan açık arayla şiirinde herkesin önüne geçiyor ve kendisini ‘sıkı şiir’e vererek ‘yeni bir insanlık’ için ‘iyi bir güneş’i imliyor. Böylesi bir ‘dile getiriş’ ve imgelem, şiir tarihimizde -hatta, sanat tarihimizde- yeni bir bilişsel çağ açmıştır. Kısacası, hâlâ Ece Ayhan’ı kafakola alamadılar, çünkü Ece Ayhan’ın kurduğu şiirsellik çok büyük ve entelektüel açıdan da bugün ortada gezinen, gerdan kıran ‘ödüllü şairler’in hepsine, o ‘maymun kuşağa’ milyon yıl basacak kadar insani, vicdani ve güçlüdür: Geleceği düşünmek, insanlığı anlamak ve geliştirmek için de sonsuz belirleyicidir, çığır açıcıdır. Merak ediyorum, ‘imgelemin özgürleşmesi’ dediğimde senin aklına ne geliyor? Sence, ‘imgelemin özgürleşmesi için sıkı şiir yazmak’ nasıl bir edimdir?
Uğur Yanıkel: Sorduğun sorulara yanıt vermeden önce, sorularına bağlı olarak başka soruların da çengeline takıldığımı söylemeden geçmek istemiyorum. ‘İmgelemin Özgürleşmesi’ dediğimizde bu kavram öyle sanıyorum ki bir süreç içerisinde gerçekleşebilen bir şey gibi geliyor bana, öyle seziyorum. Bu sürecin başlangıç noktası mutlaka vardır fakat bir sonu ya da sonucu olduğunu düşünmüyorum ve bu sonuçsuzluğu olumlu olarak görüyorum. Her şeyden önce ‘İmgelemin özgürleşmesi ilk nerede başlar?’ sorusu açıkçası zihnimi meşgul etmedi değil. Bu soruya cevap bulabilmek için şiire bakacak olursak; bir olay, bir durum, bir anımsama, bir görüntü, bir varlık vs. ile etkileşime giren şairin ‘kafasının içinde’ onu nasıl çözümlediği ve sonrasında nasıl aktardığı bir başlangıç olarak kabul edilebilir. Dediğim gibi bu bir başlangıç noktasıdır, başlangıcın ardından yazılmış şiir ile etkileşime girenlerde -yani şiiri okuyanlarda- farklı çağrışımlara neden olacağından bu durum anlam çoğalmasına neden olacaktır. Bana kalırsa bunun çok net gerçekleştiği şiirler ‘İkinci Yeni’ şiirleridir. Özellikle Ece Ayhan’ın şiirlerindeki hermetizmi göz önünde bulunduracak olursak, bahsettiğim anlam çoğalmasını doğrulamış oluruz diye düşünüyorum. Elbette yalnızca şiirle sınırlandırılamaz bu durum. Belki de bu sınırlandıramadığımız şey ‘imgelemin özgürleşmesi’ kavramının bizzat kendisidir. Somut ya da deneysel, görsel ya da video şiirlerde; müzikte hatta fotoğrafçılıkta bile bunu yakalamak mümkün. Tüm bu alanları genişleten ve derinleştiren imgelem, kendi özgürlüğünü böyle sağlıyor kanımca. Şimdi, ‘imgelemin özgürleşmesi’ sürecini sezdiklerim ve düşündüklerim doğrultusunda anlatmaya çalıştım. Söz konusu ‘imgelemin özgürleşmesi için sıkı şiir yazmak’ olunca, en başta, senin de ifade ettiğin gibi ‘sıkı şiirde iktisat yoktur’ demek yerinde olacaktır. Bundan bağımsız olmasa da, artık günümüzde kültür endüstrisi, edebiyat piyasası, ödül çığırtkanlığı gibi pek çok -kapitalist jargon ile- ‘sektör’ ve bu alanın sonucunda ‘pazar’ oluşturulmaya çalışıyor. Bu konuda iyi şeyler söylemek de pek kolay değil maalesef. Bu süslü bataklığın ‘çekiciliğine’ kanmadan, mevcut ortama salınan ve ortama hâkim olan derinliksizlikten uzakta yazılan şiir, ‘imgelemin özgürleşmesi’ bağlamında sıkı şiirdir. Peki, Rüzgâr Defteri’ne geri dönecek olursak, Rüzgâr Defteri’ndeki şiirselliği ‘imgelemin özgürleşmesi’ yolunda açılan bir patika olarak görebilir miyiz?
Zafer Yalçınpınar
Zafer Yalçınpınar: Yani… Patika değil de, belki, bir iğne deliği olarak görebiliriz… Ama bu iğne deliği, belki de bir ‘kara delik’ teorisi kadar hesapsızdır, bilinmezdir. Misal, Rüzgâr Defteri’nin 20. sayfasında şöyle demişim: ‘Şiir, bir ön-seziş kurarak dile getirilemeyeni (henüz dile getirilemeyeni) geleceğe uzatıyor, geleceğe eğretiliyor. Şiirin bir tür tarihsel taşıyıcılığı vardır: Hem geleceğe hem de geçmişe doğru hareket edebilen bir ‘dil-im-yapım’ yöntemi:- Rüzgâr. Rüzgârın örülümü’ gibi… Buradaki önem, ‘dile getirmek’te gizli. Şairin sezdiği ve dizeleştirdiği görüngü katmanında imgenin ‘anlam’ı, her seferinde sonradan gelir. Bunu nasıl ifade edeceğimi bilmiyorum ama belki şöyle diyebiliriz: ‘Şair dile getirdikten sonra imgeyi anlamlandırır.’ O ‘dile getiriş ânı’nın sırrını, oluşumunu aslında kendisi de bilmez. O dilde bulur kendisini, o dilsel alana, o söze, o dizeye ‘düşmüş, kapılmış, yuvarlanmış’ gibi olur. O alanda ‘imgesel, şiirsel önermeler’ kurgular: O alanda şiirsel motiflerin dışında dilsel bir ‘yenileyici, arttırıcı, aşkın’ motif kalmamıştır artık. Bu durum mevcut dildeki motiflerin imgesel olarak yenilenmesini sağlar, dilin alan derinliği önce sezgisel olarak genişler, birkaç kuşak sonrasında da gündelik düşünce dilindeki yerine, ‘anlam’ına kavuşur. Turgut Uyar’ın “Sevgim acıyor” demesi gibi… Ece Ayhan’ın “Düzayak çivit badanalı bir kent nasıl kurulur abiler?” sorusuna cevabın Gezi Direnişi’nden “Defteri kapat!/Şiir sokakta!/İmza: Düzayak çivit badanalı kent” sloganıyla gelmesi gibi… Bu genişlemenin şair tarafından kendi ‘tahayyül gücü’ne ket vurarak oluşmadığı da aşikârdır. Ve evet, İkinci Yeni’yi hâlâ kimsenin geçememesinde bu türden bir sürekli genişleme söz konusudur. Disiplinler arası söyleminde de haklısın. Teolojiden tut da modern matematiğe ya da astro-fiziğe kadar, yenileyici, geliştirici tek şey düşüncemize, hesaplamalarımıza yön veren ‘dil’dir. Ludwig Wittgenstein ‘Gerçeğin yapısını dilin yapısı belirler.’ diyor. Buradaki en büyük tehlike dilin ‘endüstrileşmesi’, yeryüzündeki dillerin ve ‘gerçeğin motifleri’nin emperyalist faaliyetlerle yok edilmeye çalışılmasıdır. ‘İmgelemin özgürleşmesi’ kavramına karşıt ve kötücül bir kavram düşünmek zorunda kalsaydık, kesinlikle ‘imgelemin kalkınması’ veya ‘imgelemin endüstrileşmesi’ kavramlarıyla karşılaşırdık ki ‘Yeni Sinsiyet’ olarak tanımladığımız tipoloji bu tip kötücül, yaşamın özünü ve hakikatini öldüren işleri ‘piyasalandırmak’la uğraşıyor… Üstelik bu piyasalandırma faaliyetini ‘devlet desteği’yle ve ‘statükocu unsurlar’la icra ediyorlar. Peki sen nasıl görüyorsun, şiirin birincil önemi yeterince fark edilecek mi? Geleceğin şiirinin dilsel özellikleri nedir sence? Zafer Yalçınpınar’ın -bendenizin- geleceğin şiirinde bir yeri var mı sence?
Uğur Yanıkel: İşte bu konuda ‘Şiir Sokakta’ hareketinin tetikleyici bir rolü olduğunu düşünüyorum. Olumlu yönlerinden birisi de budur bu hareketin. Çünkü dediğim gibi artık şiir üzerine konuşmaya, tartışmaya meyilli ve hevesli bir gençlik var. Ancak bu önemin sahiden fark edilmesi için evvela tüm faydalardan, çıkarlardan arındırılmış bir edebiyat ortamı gerekli. Çünkü şiirin önemlerinden çok, edebiyattan ve edebiyat özelinde şiirden nasıl fayda sağlarız yörüngesinde dönen bir kitle var. Ve bu kitlenin hedefinde de gelecek, yani gençlik var. Ben şahsen ‘genç şairden’ çok sıkı atılımlar bekliyorum. Tavşan gibi her havuç tutana gitmeyecek olanlardan elbette… Ayrıca bu ‘havuççu kitle’nin ve faaliyetlerinin herkesçe farkına varıldığı an, işte o zaman şiirin birincil önemi kapsamında bir farkındalığa sıra gelecek ve o farkındalık oluşacaktır. Zaten bu faaliyetlerin güdümü; çıkar, fayda, alkış… Biraz irdelense tüm bunların bir ‘güvercin görünümlü kötülük’ olduğu anlaşılacak. Farkındasındır sen de, konuşmamızın hatırı sayılır bir kısmı, senin kavramlaştırdığın şekilde söylemek gerekirse ‘Yeni Sinsiyet’ üzerine oldu. Bu konuların konuşuluyor olmasının ötesinde, bu konuların varlığı bile durumu yeterince izah ediyor aslında… Diğer soruna cevap bulabilmek için geçmişe bakmakta fayda görüyorum açıkçası. İkinci Yeni’ye özellikle, ısrarla İkinci Yeni diyorum çünkü hâlâ geçilmiş, aşılmış değil. Büyük bir sıçrama olduğunu artık herkes adını, soyadını bilir gibi biliyor. Bu yüzden yeni şiirde ve bu şiirin dilsel özelliklerinde de İkinci Yeni’den ‘partiküller’ olacaktır diye düşünüyorum… Buna ek olarak, bahsettiğimiz dil üzerine deneyselliğin artacağını da söylemeden edemeyeceğim. Gerçi kestirilemez ve belirsizliklerle dolu bir zaman diliminden söz ediyoruz. Diğer soruna bu bağlantıda cevap vermek gerekirse ‘Zaman ile vicdan yargıçtır; saatlerinizi kontrol ediniz!’ demek yeterli diye düşünüyorum… Tabiî akıntıya karşı bayrak dikilirse bilirsin ki ırmak kurusa da bayrak kalır… Son olarak sormak istediğim bir şey daha var. Bunu Ece Ayhan’ın ‘Kim ne derse desin. Şiir konusunda da hayat konusunda da -aslında- başkalarının söylediğine bakmayacaksın. En sonunda mihenk taşı olarak kendini koyacaksın ortaya.’ sözünü şiar edinmiş bir ‘başıbozuk’ olarak soruyorum… Biliyoruz ki hakikatin ve vicdanın peşinden gidenler kazanmak ya da kaybetmek hesabı yapmazlar. Stratejileri yoktur. ‘Köçek’ değildirler. Ahbap çavuşçuluğun adını ‘dayanışma’ koymazlar. Evcilleşmezler ve evcilleştirmezler. ‘Atlarından’ inmezler. ‘Olaylar uzak diye, dürbün kullanmak’ aymazlığına ve yanlışlığına yakalanmazlar… Yani kısacası ‘insan’ olabilmek ve insan kalabilmek telaşını barındırırlar içlerinde. Bir İskorpit –bir başka adı da vardı…- bu telaşı ‘cevher’ olarak adlandırıyor… Sence, bu cevherin ya da telaşın, kişisel ya da kümesel faydalar uğruna yıpratılması, bozuk para muamelesi görmesi ya da daha korkuncu yokedilmesi, söz konusu mudur?
Zafer Yalçınpınar: Değildir. Korkmaya, endişelenmeye mahal yok… Bizim umutsuzluğumuz da karamsarlığımız da ‘akkor’ bir yapıya sahiptir. Zaten, Yeni Sinsiyet dediğimiz muhterisler ‘idare-i maslahat’ pozisyonuna geçmiştir, yani geleceksizdir. Sen, ben, sıkı şiir ve ‘tarihi düzünden okumaya ayaklanan çocuklar’ olduğu sürece, bahsettiğin riskler, stratejik hareketler ve itibarsızlaştırma operasyonlarından hiçbirisi ‘geleceği belirleyici’ derecede başarılı olamayacaktır. Sahici tarih bize bunu göstermiştir. Şiir de… Bu sıkı söyleşi için çok teşekkür ederim. Sağolasın Uğur…
Eylül 2015
Hamişler/Adresler:
1/ Söyleşinin PDF biçemine https://bit.ly/ruzgarisiirlemek adresinden ulaşabilirsiniz. Zafer Yalçınpınar’ın 2006-2015 yılları arasında gerçekleştirdiği tüm söyleşileri https://bit.ly/dilinkemigi adresinde yer alıyor.
2/ Rüzgâr Defteri’nin Facebook sayfası https://www.facebook.com/ruzgardefteri adresindedir. Rüzgâr Defteri’ni https://www.oyunyayinevi.com/urun/ruzgar-defteri adresinden çevrimiçi olarak satın alabilirsiniz.
3/ Yalçınpınar’ın 2015 yılı öncesinde yayımlanan tüm kitaplarının pdf biçemine https://zaferyalcinpinar.blogspot.com adresinden, tüm şiirlerine ise https://bit.ly/zypsiir adresinden ulaşabilirsiniz. Zafer Yalçınpınar kimdir? sorusunun cevabı da şurada; https://bit.ly/zykimdir
4/ İyi okumalar dileriz.
Bkz: https://politikfelsefe.org/
Hamiş: EVV3L kapsamında yayımlanan “Ludwig Wittgenstein” başlıklı ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/ludwig-wittgenstein adresinden ulaşabilirsiniz.
Vefat haberiyle sarsıldığımız Dr. Özgür Uçkan, EVV3L’in sıkı takipçilerindendi. Çevresindekilere “özgürlük”, “özgürlük arayışı” ve “paylaşım” gibi kavramları yeniden öğreten, “bilişim özgürlüğü” mücadelesi çerçevesinde uluslararası başarılar elde etmiş en önemli özgürlük savunucularından biriydi: Hakiki ve sıkı bir akademisyendi. Ailesine, öğrencilerine ve tüm çevresine baş sağlığı diliyoruz.
Dr. Özgür Uçkan, 2013 yılının Şubat ayında gerçekleştirdiğimiz “Poetika 2013 Odak Çalışmaları”na çok kapsamlı bir yazıyla destek vermişti. “Şiir ve Hakikat” başlıklı bu önemli incelemenin tam metnini okurlarımızla paylaşıyoruz.
Z. Yalçınpınar
“ŞİİR ve HAKİKAT”
Dr. Özgür Uçkan
Şair değilim. İlk gençliğimden bu yana da şiir yazmadım. Onlar da “sayılmaz”. Yazılarımda “poetik”, belki de “lirik” bir şeyler oldu genellikle. O da sayılmaz. Has şiirle içli dışlı oldum ama. Belli bir “tür” şiirle. Ayırt edip kategorize edemeyeceğim bir “tür” bu. Belki de böyle bir “tür” yok. Tamamen öznel bir hissiyat benimkisi. Ama bu hissiyatın, şiir ile “hakikat” arasındaki ilişkiden kaynaklandığını biliyorum. Kendi hakikatini kuran veya başka türlü ifade edilemeyecek bir hakikati dillendiren şiirle ilgiliyim.
Şiir ve hakikat arasındaki ilişki sadece benim kafamı kurcalamamış elbette. Bu ilişkiyi kafasına takmış pek çok kişi var, şair, filozof, estet, vb. En bilinenleri Platon, Hegel ve Heidegger… İdea’ya giden yola insanın ayağını kaydıran taşlar koyduğu için, Platon’u Devlet’inden şairleri kovduracak kadar kızdıran şiir, Hegel’de “sanatın ölümü”nün habercisi olmuş, kavrama değen bir dil-öncesi olarak. Heidegger ise şiirde felsefenin asla yaklaşamayacağı bir hakikatin tezahürünü görmüş… Üç filozof da şiir ile hakikat arasındaki ilişkiden hareket ederek varmışlar tamamen farklı konumlarına…
Felsefe sanatlara hiyerarşi biçmeye koyulduğunda, genellikle şiir ve müzik şanslı çıkar. Biri dilde, diğeri de seste gerçekleştiği için. İşin içine mermer, boya, beden, ter, toz, toprak vb. karıştırmazlar. Filozoflara daha “saf” gelir böylesi (ama sanatın bitmiş iş değil süreç olduğunu – Klee’nin dediği gibi eserin yol olduğunu – düşünecek olursak, yanılırlar aslında: Şiirde de müzikte de “kan, ter, gözyaşı” eksik olmaz). Filozofları çeken bir de ortaklıkları vardır: Şiirin müziği, müziğin şiiri vardır… Ama bu iki sanatı önemsemelerinin asıl nedeni, soyutlukları (madde ve duyumdan arınmışlıkları) içinde hakikate daha yakın olduklarını düşündükleri içindir.
Platon: Şiirin saygıdeğer düşmanı
Platon’un sanata, özellikle de şiire düşmanlığı da aslında hakikat sorunuyla ilgilidir. Sanatın bir şeyleri “temsil ederken” hakikati ortaya çıkarır”mış gibi” yapıp hakikate engel olduğunu düşündüğü için kovar şiiri Site’sinden. Platon sanatın gerçekliği temsil etmesindeki hakikat sorunsalına odaklanır. Hakikatine inanılarak üretilmiş bir temsil, sadece gerçekliğin zayıf bir kopyasıdır; hakikatine inanılmayarak yapılmış bir temsil ise sadece yalandan ibarettir. Taklit edici sanatlar, “fantazya”lardır. İmge ve fantezi üreten sanatların hakikatle ilişkisi olamaz; onlar gerçek olmayan üretimlerde bulunur. Dolayısıyla -mağaradaki gölgeler gibi- taklitler, yanılsamalar, sanılar üreten sanatların Platon’un Devlet’inde yeri yoktur. Bu sanatlar insanları ideal hakikatten uzaklaştırır. Şiirin (aslında tragedyadan söz etmektedir) Devlet’in koruyucu sınıfı içerisindeki yıkıcı etkisine vurgu yapar. Yarı tanrılar ve tanrıların tragedyalardaki temsillerini kutsallıklara bir “küfür” olarak görür Platon ve bu küfrün gençlerin eğitimi üzerinde kötü etkileri olduğunu ileri sürer. Homeros’un İdeal Devlet’in kapılarından içeri sokulmamasını söyler. Sanat “devlet düşmanı”dır…
Alain Badiou, Platon’u şöyle okur: “İnsanlığın biraradalığının adı olan Site, ancak kavramı şiirden korunuyorsa düşünülebilecek bir şeydir. Eğer site düşünceye maruz kalmak zorundaysa, öznel kolektifliğin şiirin güçlü çekiminden korunması gerekir. Başka bir deyişle, öznel kolektiflik ‘şiirselleştirildikçe’ düşünceden eksilir ve onunla ayrıtürden hale gelir. (…) ‘şiir ve felsefe arasında çok eski bir savaş vardır.’ Bu arkaik savaş düşünce ve düşüncenin ayırt edilmesi hakkındadır.”.[1] Şiir, zekaya (nous), Idea’lara dair sezgiye veya diyalektiğe değil, Platon’un “dianoia” adını verdiği, dili kat eden, önermeleri birbirine bağlayan ve çıkarımlarda bulunan “söylemsel düşünce”ye karşıdır. Şiir ise “olumlama ve hazzın kendisi”dir – “bir şeyi kat etmez, eşikte yaşar”; “şiir kurala bağlı geçiş değil, daha çok bir sunu, yasasız bir öneridir”.
Platon’un “karşı-poetika”sı, “ölçü, sayı ve ağırlık”a dayanır: Şiirin panzehiri “ölçüm yapan ve hesaplayan Logos”tur… Şiirde zafer kazanan ilke, acı ve hazdır, bu ise hem yasaya hem de Logos’a aykırıdır. Platon için Politika, Şiirden (Poem) kurtularak matematiğe (Matheme) ulaşacak, böylece gerçekliği kavrayacaktır.[2] Şiir kendisini olası düşüncenin dilsel gücüyle sunan düşünce-olmayandır ve onu ancak matematik çürütebilir. Badiou, şiirin “düşünülemez düşünce”, matematiğin ise düşünce olarak ifade edilebilen, yani “düşünülebilir düşünce” olmasıyla yakından ilgilenir. Aslında Platon’un şiirsel konuşmanın dilsel gücünü teslim ettiğini düşünür; şiiri “tehlikeli” kılan da bu gücüdür.
Hegel: Bir “alt-dil” olarak şiir “sanatın ölümü”nü haber veriyor
Platon’un bu yaklaşımı, sanatın temsil edici karakteriyle hakikatten uzağa düştüğü, dolayısıyla bilginin mutlak olana (Tin?) yolculuğunun aşılması gereken bir evresi olduğu fikri, en büyük yankısını Hegel’in “sanatın ölümü” düşüncesinde bulur. Hegel, “tarihin sonu” başlığı altında pek çok şeyin sonundan, tükenişinden, ölümünden söz eder. Sanat da bunlardan biridir. Sanat türlerini mimarlıktan başlayıp heykel, resim, müzik ve şiirden geçerek nesre ulaşan ve giderek maddesel olandan, duyumlanabilir olandan uzaklaşan bir biçimde sınıflandırır. Bu sanat türlerinin kendi iç gelişim süreçleri de aynı yolu izlemektedir: Giderek duyumlanabilir olandan, yani kökensel anlamıyla estetik olandan uzaklaşma. Bu çizgi özellikle şiirde kendini açığa vurmaktadır. Şiir tinsellikten, kavramdan, evrensellikten bir şeyler aldıkça estetik alanın dışına düşer.[3]
Hegel sanatı temsil edici olmayan bir etkinlik olarak görür. Hegel’e göre sanatsal etkinlik ürettiği “görünüş” (appearance) aracılığıyla, anlamı (signification) görünebilir kılmaktadır. Bu, sanatı salt bir kopya olmaktan kurtarır. Çünkü sanat, içeriğin dile getirilmesine yaramayan ögeleri bir yana bırakır, yeniden üretmez. Örneğin, Homeros Aşil’in güçlü bedenini anlatmak için onun bütün niteliklerini olduğu gibi betimlemez. Bir görünüş olarak sanat yapıtının içeriği doğallığını özel olarak yitirmiş bir varoluştur. Sanat yapıtını çekici kılan da işte bu doğallığını yitiriştir (Sanatın doğallığı kaybederek çekici hale gelmesi, doğal olandan farklı bir şey olarak “yapılması”, sanat nesnesinin doğal güzellikten daha güzel olması, modern estetikte verimli tartışmalar yaratacaktır).
Hegel, sanatın varoluşun hakikatini (varoluşu görünüşe dönüştürme yoluyla) verebildiğini düşünmektedir. Yani sanat yapıtı salt varoluşa göre daha yüksek bir hakikatin taşıyıcısıdır. Estetik temsil etme doğal olanın hakikatini oluşturmaktadır. Estetik “temsil etme”de, doğal kabuğunda (maddesel, duyumlanabilir kabuğunda) kapalı bulunan içerik kendini gösterir, açığa vurur. Sanat, salt varoluşu görünüşe dönüştürürken, yeniden biçimlendirirken, duyumlanabilir olanı yadsır. Ama bu yadsıma yeterli değildir Hegel için. Çünkü sanat yapıtı duyumlanabilir olanı yadsımak için yine duyumlanabilir bir şey olmak zorundadır. Bu nedenle onun yarattığı görünüş hakikatle, Tin’le yeterince bütünleşemez. O, hakikati gösterir, üstelik kendi dışında bir şey olarak, salt varoluşta yer alan bir şey olarak değil. Sanatın idealleştirme süreci eksik, kusurlu kalır. Şair gerçeğin fotoğrafını vermez, ayrıntıları seçer, eler. Ama bu seçimde ayıkladığı, attığı maddesel olanın taşıdığı olumsallık, karışıklık, yani anlamı gizleyen, karartan ögeler, sanat yapıtında tümüyle ortadan kalkmaz. Çünkü sanat yapıtı maddesellikten hiçbir zaman tümüyle kurtulamaz. Bunu tümüyle başardığı an, o artık sanat yapıtı olmaktan çıkacaktır.
Yalnızca şiirde, duyumlanabilir dışsallık, en aza, hemen hemen sıfıra yaklaşır ve sonunda göstergeler maddeselliklerini kaybederler. Ama maddesellikten kurtulmuş bir şey olarak şiir, Hegel’e göre, estetik dışı bir şeydir. Tinsellik yani maddesel olmama durumu şiirde eksik olan şeyin sorumlusudur ve şiir tinselleştikçe sanatın kökensel tanımının dışına düşer.
Estetik görünüş yalnızca göstergeye dayandığında kendi hakikatine o denli iyi ulaşmaktadır ki, sanat artık hem olanaksız hem de yararsız olacaktır. Çünkü sanat, tanımı gereği varoluşla hakikati arasındaki maddesel dolayımdır. Artık sanat kökensel işlevini yitirmiştir, çünkü bu işlev, Hegel’e göre dolayımsız olanın -yalnızca varoluşun, dilsiz varoluşun- anlamsızlığını, hiçliğini göstermektedir, bunu göstermek içinse sanatın maddeye gereksinmesi vardır. Şiirde artık dolayımsız olarak var olan (salt varoluş) tümüyle ortadan kalktığı için, onun anlamsızlığını, hiçliğini gösterme işlevi yani sanatın kökensel işlevi de sona ermiştir. Çünkü şiir öyle bir estetik türdür ki, onun özü duyumlanabilir olanın yok olması, salt göstergenin üstün gelmesidir.
Sanatta dolayımsız varlık idealleşmiştir. Dilde ise, Hegel’e göre, tümüyle ortadan kalkmıştır. İkisi de dolayımsız olanın, özne için veri olan salt varoluşun yadsınmasıdır, ama iki farklı türden yadsıma. Birincisi hakikati görünüş kılar, ikincisi onu söz haline sokar. Birincisi görünüştür, ikincisi deyiş. Sanat kökensel anlamda dil-ötesi (para-language) bir şeyken, şiire dönüştüğünde alt-dil (infra-language) olur. Sanat Kavrama ulaşamaz, büyüsünü bu eksikliğinden getirir. Ama büyüleyen şeyin ölümü Aklın doğuşunu bildirmektedir. Onun ölümü Dil’in doğuşudur. Evrensel olanın anlatımı için “imgesiz bir dil” gerekmektedir. Sözcük gösterme işleminin ortadan kalkmasıdır. Dil göstermeksizin düşünmedir. Anlamın giderek ortaya çıkışı figürün giderek silinmesiyle mümkündür. Hegel’e göre insanlığın estetik tarihini incelersek, imgelerin giderek azalan bir işlevinin olduğu görülür. İmge sıkı sıkıya, figüre, görülebilir olana bağlıdır. İmgenin azalan gücü görülebilir olanın, dolayımsız olanın önemi azalacaktır. Sanatın özelliği salt varoluştaki içeriği “görünüş”e dönüştürerek, anlama giden yolu açmasıdır. Ama zorunlu olarak taşıdığı maddesel, dolayımsız ögeden ötürü bu yolu, aynı zamanda kapatmaktadır da.
Aslında sanatın hakikati, ürettiği nesneden bağımsız olarak, temsiliyetsiz bir görünüş yaratabilir. Bu sanatın dil ile ilişkisi ile ilgili bir tartışmadır. Sanatın dil ile olan ilişkisi, kullandığı ortam kadar yaratım süreciyle olan ilişkisini de belirler. Kavram’ı, kavramsal hakikati amaçlamayan bir kültürel etkinlik türünün var olduğunun kuşku götürmez olduğu çağımızda, Hegel’in estetiği etki gücünü yitirmiyorsa, bunu büyük ölçüde dil – sanat ilişkisine dair çözümlemelerine borçludur.
Heidegger: Hakikatin “kurtarıcısı” olarak şiir
Dil ve hakikat deyince akla, “dil Varlık’ın evidir” diyen Heidegger gelir. Heidegger’e göre dilin, pratikleri yansıtma veya dikkati onlar üzerinde odaklama gibi temel bir rolü vardır. Bir sözcük dağarcığı şeyleri isimlendirerek varlığa getirebildiği gibi, bir çağın duyarlılığını da değiştirebilir. Dil, pratikleri, onlar üzerinde odaklayarak koruyup yayabilir. Dili açımlayan ve yeni varlık tarzları geliştirip onlara tutarlılık kazandıranlar, rahip veya bilim adamları değil, şairler ve düşünürlerdir. Heidegger’in sanatla ilgisi, sanatın düşüncelerinde merkezi bir konum kapladığı Schelling ve Nietzsche gibi filozofların etkisinden; ve kökenini şiirde bulduğunu düşündüğü dil’in kendi felsefesindeki merkezi konumundan kaynaklanır (Hölderlin).
Sanat eseri, bir “özne” için bir “nesne” olarak konumlanır ve bu özne-nesne ilişkisi, bir duygu ilişkisi olarak, estetik yaklaşım açısından belirleyicidir. “Sanat eserinin hakikati” söz konusu olduğunda, sanata estetik yaklaşım başarısızlığa uğrar. Sanat eserinin “estetikleştirilmesi”, onu sadece “bilenler” ve “estetler” (connoisseurs & aesthetes) tarafından anlaşılabilecek bir “yüceliğe” hapsederek sanatı değersizleştirir. (“Estetik, sanatçı için, ornitoloji kuşlara ne ifade ediyorsa onu ifade eder…” – Barnet Newman[4]) Estetiğe yönelttiği eleştiri ve sanat savunusu bir bütün oluşturur: Estetiğe karşı çık, sanatı savun…[5]
Estetik, modern “öznelcilik”den hareket ederek geç dönem modernizminin “kurma / çatma / yapılandırma” (“çerçeveleme”) (enframing) anlayışına ulaşır. Heidegger, sanatın “içinden” hareket ederek, yani belli bir “ontik” (var olan) sanat eseri ile sanatın ontolojik hakikati arasında fenomenolojik bir köprü kurmaya yönelir (tehné – poiesis ilişkisi). Ona göre sanatın doğası “varlıkların eserde konumlanmış hakikati”dir. Eser, sanatsal niteliklerin eklendiği bir şey değildir: eser şeylerin doğasını açığa vurur. Hakikat eserde olup biter:
“Bir dünya kurarak ve yeryüzünü göstererek, eser , varlıkların bir bütün olarak örtüsünün açılmasının ya da hakikatin kazanıldığı bir savaştır.” Bilim, “kökensel bir hakikat oluş” değildir: “zaten açılmış bir hakikat alanının” ayrıntılarını doldurur; “bilim doğruluğun/kesinliğin ötesine geçip hakikate yöneldiğinde… felsefe olur”[6]. Ama sanat, hakikatin vuku bulduğu başlıca yoldur.
Sanat eseri karşısındaki davranışımız, alışıldık bilme, değer verme, yapma veya görme faaliyetlerine uymaz. Bir esere verilecek en uygun tepki, ne bilme ne de isteme (willing) olabilir; daha çok “bir istem olarak kalan bilme ve bir bilme olarak kalan istem(e)”dir. Hakikat, bir biçimde hiçbirşey’den gelir: “Açık olan’ı açmak ve varlıkların açık-seçikliği, sadece açıklık tasavvur edildiğinde (projected) vuku bulur”… (gece mavisinden çakan bir yıldırım gibi)
Tüm sanatlar, bir “Dichtung“dur: Bir icat (invention) veya bir tasavvur (projection). Sanatçının esere koyduğu şey, çevresindeki şeylerden türemez, daha çok icat edilir veya tasavvur edilir. Bütün büyük sanat eserlerinde, “varlıkların örtüsünün açılmasına dair… bir değişim” vardır (unconcealment): sıradan olanı aydınlatır, bizi bir zaman için sıradan olandan koparır ve başka bir dünyaya atar, veya tüm dünya görümüzü değiştirir.
Daha dar bir anlamda, “Dichtung”, şiir (Poesio) demektir. Heidegger tüm sanatların şiirden geldiğini düşünmez. Düşündüğü daha çok şudur: Dil, sadece bildiğimizi iletmemizi sağlayan bir ortam (medium) değildir. Bu amaçla kullanılan dil, “herhangi bir zamanda başvurulan aktüel dil”dir. Dil, aynı zamanda, varlıkları, onları ilk kez adlandırarak ve böylece bize iletişimde bulunacak bir şey vererek, “bulanık karmaşa”dan açıklığa çıkarır. Dilin bu yenilikçi kullanımı “tasavvur edici (projective) söyleme”dir. Şiir, dilde var olan bir sanat biçimi olarak, hakikatin “tasavvur edici” dile getirilmesidir ve bize iletişime dönüştürülecek yeni bir hakikat alanı açar… Yani, Hegel “sanatın ölümü”nü öngörerek hata yapmıştır, çünkü “hakikatin ölümü” söz konusu değildir…
Heidegger için, sanat eseri, bir “yeniliğin oluşa gelmesi” değil, poiesis’i kapsayan “yeni bir dünyanın oluşa gelmesidir”. Sanatın “kurtarıcı gücü” bu yeni dünya imkanında saklıdır… Poiesis’in olmadığı bir çağda yaşamıyoruz; egemen poieis tarzının sanat değil techné olduğu bir çağda yaşıyoruz. Bu, “poiesis”in kökensel anlamı olan “meydana getirme”nin (bringing forth) poetik ifşaatının, modern teknoloji tarafından “meydan okuma”nın poetiğine dönüştürülmesidir. Ama sanatın “kurtarıcı gücü” burada duruyor ve “insanı yeni ve daha uyumlu bir ifşaat biçimine”, “özünün onuruna bakmaya ve onun içine adım atmaya” davet ediyor… “Dünyada-olmak”, Dasein, kendinde “açılma” imkanı saklar. Onu “açacak” olan da sanattır. Daha doğrusu, Dasein’ı “açan”, “sanat eserinin eseri”dir… Çünkü insan, sadece “olmanın erdemi” içinde insandır, yani sanatsal olarak yaratıcı olduğunda… Çünkü insan, sadece “Varlık’ın açıklığında” insandır. Nihai olarak, Heidegger neredeyse Nietzsche’vari bir umuda açılır: İnsan ve yeryüzünün özlerinde oldukları şey haline gelmelerini sağlayacak yeni bir Dasein’ın doğuşu…[7]
Badiou: Bir “hakikat işlemi” olarak şiir
Platon’dan başlayıp Hegel’de doruğuna ulaşan Logos (Tin, Geist) merkezli dogmatik ve didaktik şema bir tarafta, Goethe, Schiller, Novalis, Hölderlin ve Nietzsche’den gelip Heidegger’de zirve yapan romantik, hermeneutik ve fenomenolojik damar öteki tarafta, şiir ve hakikat arasında sorunlu veya yüce, ama asli bir bağ olduğu noktasında birleşirler (ikisinin arasında da Kant vardır, ama boş verin şimdi onu). Bu bağın olduğu yerde bugün Alain Badiou duruyor. Biraz da ondan söz edip kapatalım bu “gayri-poetik” yazıyı…
Badiou iki konuma da mesafeli durur. Onun “gayri-estetik”i (inesthétique), sanat ve felsefe arasında hakikat kategorisinde düğümlenen yeni bir bağ kurmaya girişir: “‘Gayri-estetik’ten anladığım şey, sanatın kendisinin bir hakikatler üreticisi olması durumunu korurken, sanatı felsefenin konusu haline getirmek için herhangi bir talepte bulunmayan bir felsefe ve sanat ilişkisidir. Estetik spekülasyona karşı, gayri-estetik, bazı sanat eserlerinin bağımsız varoluşuyla üretilen, kesin olarak felsefe-içi (intra-philosophique) kalan etkileri betimler.”[8] Badiou, estetik teorilerin felsefeye sanatla ilgili olarak fazla güç atfettiğini düşünür. Felsefe sanatın ne olduğunu veya ne olması gerektiğini söyleyemez. Sanatsal hakikat sanata özgüdür. Sanat hakikati görür, felsefe “konuşur”…
Bu, felsefenin “yararsız” olduğu anlamına gelmez. Aslında felsefenin görevi diğer disiplinlerin ortaya koyduğu hakikatler hakkında konuşmaktır. Badiou’ya göre felsefe, dört “koşul”dan (condition) koparılmıştır: her biri tamamen bağımsız birer “hakikat işlemi” (truth procedures) olan sanat, aşk, politika ve bilim… Bu alanlar, “işlem görürken hakikat üretirler”. Felsefe, bu bağımsız hakikat işlemlerine kendisini “dikmek” (suture – yarayı dikmek) (yani, tüm entelektüel çabasını adamak) eğiliminden kaçınmalıdır. Bu eğilimin sonucu her zaman “felaket”tir (19. ve 20. yüzyılın felsefe tarihi bir “dikim”ler tarihidir).
Felsefe, çeşitli hakikat işlemlerinin ortaklaşa olasılığına (compossibility – Leibniz) dair bir düşüncedir; bu, farklı hakikat işlemleri arasındaki kesişimlerin (romanda aşk ve sanatın kesişmesi gibi) sorgulanması olabilir, veya hakikat ya da özne gibi kategorilere (bireysel hakikat işlemlerine dışsal olmakla birlikte bu işlemleri içerisinde iş görebilen kavramlara) dair daha geleneksel felsefi soruşturmalar olabilir. Felsefe, kendisini yarayı dikmeye adamadığında, hakikat işlemleri hakkında özgül olarak felsefi bir tarzda konuşabilir: Sanat hakkında gayri-estetik, politika hakkında metapolitik, bilim hakkında ontolojik bir tarzda…
Badiou için “hakikat” özel bir felsefe kategorisidir. “Sanat ne kadar hakikat taşıyabilir?”[9] Badiou’nun bu sorusu, aslında (Nietzsche’nin de sorduğu) çok eski bir Platonik sorunu yeniden irdeler: Sanatta hakikat sorununu (sanatın kendi başına üretebileceği hakikat etkilerini) tüm çağdaş sanatsal üretimler için ve çağdaş estetik teorilere yönelik olarak yeniden sorar. Sanat ve felsefe arasındaki çok eski ilişkinin ortaya çıkardığı sorunların ötesinde, bu hakikat sorusu, (eleştirmenler ve sanatçılarınki de dahil olmak üzere) sanat hakkındaki söylemlerin yeniden tanımlanmasıyla ilgilidir.
Badiou’nun konumu, geleneksel felsefi estetiğe karşı bir savaş makinesi gibidir: Tuhaf “gayri-estetik” kavramı altında, sanat ve felsefe arasında yeni bir düğüm (nouage / knot) yaratmaya çalışır. Bu yeni düğüm, ne sanatı felsefenin özel bir uygulaması veya konusuna dönüştürmeye çalışacak (dogmatik veya didaktik tavır), ne de felsefeyi sanata özgü bir vahyin sessiz ve sofu bir tanığına indirgeyecektir (romantik tavır).
Gayri-estetik, felsefi düşüncenin özel bir alanı veya disiplininden çok, felsefe ve sanat arasındaki belli bir ilişkiyi, “estetik” ve “sanat felsefesi” terimlerinin farklı biçimlerde dile getirdiği felsefenin sanatı “kavraması” halindeki yetkiyi felsefenin elinden alan bir ilişkiyi tanımlar. Felsefe artık sanatı konusu haline getiremeyecektir. Yani felsefe artık sanat hakkında bildik yargıda bulunma sürecini işletemeyecek; belli sanat eserlerinin tarzlarını, işlevlerini ve değerlerini belirlemeye izin veren normatif kategoriler kullanmaya, tanımlama oyunlarına girişmeye yeltenemeyecektir. Geleneksel anlamda estetiğin yaptığı budur ve hep sanata dışsal bir takım normlarla yapmıştır bunu: “güzel”, “dehşet verici”, “aşağılık” gibi normlarla…
Sanatın, normların özgürleştiği bir mekan haline geldiği hala doğrudur; veya Badiou’nun deyişiyle, “Özne’nin hakikatin tarihinde dağıldığı bir an” olduğu da.[10] Ama, gayri-estetik konumundan bakıldığında, sanatın hakikatinden söz etmek veya hakikatin yokluğuna ağlamak artık önemli olmayacaktır. Sanata dışsal bir hakikati sanata yakıştırmak önemsizdir. Ama “sanatın kendisinin bir hakikat üreticisi” olduğunu teslim etmek önemlidir. Sanat hakikati içkin bir şekilde üretir (Mallarmé’nin ‘zar atımı’ veya Rimbaud’nun ‘duyuların sistematik bozumu olarak halüsinasyon’u gibi).
Geleneksel estetik sadece yargılayıcı değil, aynı zamanda spekülatiftir de. Estetik, saf teori içinde dile getirdiği bir takım hakikatleri sanatın aynasına yansıtmaya kalkışır. Sanatla felsefe arasındaki bu spekülatif ilişkinin karşısında, gayri-estetik “betimleyici” bir ilişki önerir. Bu ilişkinin çok özel bir anlamı vardır: Felsefenin kendisi için, sanatın kendi başına başlattığı özel süreçlerin “etkilerini” betimlemek gerekir. Başka bir deyişle, felsefenin, sanat eserleri veya belli sanatsal kurulumlar içinde tanınabilecek, sanata içkin hakikat süreçleri veya işlemlerinden gelen sonuçları çıkarsaması gerekir.
Badiou için, her bir vakada, verili bir sanat biçiminin taşıyabileceği hakikat tipini belirlememize izin veren operasyon veya “jenerik işlem” , negatif olarak, düşüncenin kendisinin bu verili sanat biçiminin ifade edici kapasitelerini aşan bir olay (event) olduğuna işaret etmesi gereken bir mim veya kinetik bir hareket diyagramı üretmeye benzer.[11] Jenerik işlemler temel olarak farklı ortamlar ve teknikler boyunca tekrarlanır. Bu sanat için de geçerlidir.
Sanatlar, tüm çeşitlilikleri ve kendilerine özgü araçları içerisinde, farklı açıklık dereceleri ve katmanlarında, “eserlerin ‘hakikati-içinde’ kurulum-olarak-sanatın, her defasında ve hep, kendisi olan düşünceyi düşünmeye işaret ettiği” basit hakikatini ifade eder. Dolayısıyla felsefe hep “bu sanatın hakikatini, bir sanat-hakikatini” açığa vurmalıdır. Çünkü sanat, sadece kendisine dair hakikatleri kurar; yani sanat, “sanat eserlerinin Gerçek olduğu (ve ‘etki’ olmadığı) bir düşüncedir”.[12]
Didaktik / Platonik şemada sanat hakikate yeterli değildir; taşıyabileceği hakikat sadece ona dışsal olabilir; felsefe bu hakikati kontrol etmelidir. Hermeneutik (romantik) şemada ise, sanat kendi başına hakikati taşıyabilir; sanat hakikatin gerçek bedenidir, Idea’nın duyulur tezahürüdür. Klasik (Aristotelesçi) terapatik şemada da, katharsis doktriniyle tanımlandığı şekliyle, sanat yine hakikati taşıma yeteneğine sahip değildir, çünkü kendisini kendi operasyonu içerisinde tamamlar, yani terapatik etkilerini yerine getirir; sanat teoriye değil etiğe girer; etik bu yüzden “hoşa gitme” ve “dokunma” kurallarıyla ifade edilir (Badiou bu konuda Aristoteles’e karşı ve Platon’a yakın durur gibidir). Gayri-estetik şemada ise, sanat hakikati taşıyabilir; ama bu hakikat sanattan başka hiç bir yerde var olamaz; bu hakikat herhangi bir teori veya düşünceye ihtiyaç duymaksızın sadece sanat yoluyla iletilebilir.
Badiou’ya göre sanat bir felsefi düşünce alanı değil, bir “operasyon alanı”dır. Badiou, eğer sanat üretimlerini, Idea’nın özümsenebileceği bir duyulur varlık tarzıyla ilişkilendirseydi, romantik şemaya yakın olabilirdi. Şiddetli anti-estetiği, klasik ve Aristotelesçi “mimesis”i radikal bir şekilde reddetmesi, onu istemediği halde romantik alana yaklaştırır: “Mutlak sanat” fikri, “açık, potansiyel olarak sonsuz sanatsal sürecin sonlu sanat eseri biçimine üstünlüğü” gibi düşünceleri, Nietzsche ve Deleuze’e yakınlığı, romantik damara yaklaştırır onu.
Sanatın içkin bir hakikat üreticisi olarak başka hiç bir alana indirgenemeyeceğini ifade eden Badiou gayri-estetiği, özellikle şiir alanına odaklanarak, Mallarmé ve Rimbaud gibi şairlerin kendi özgül ve içkin hakikatlerini konuşarak, sanatın hayatımızdaki rolünü bir vazgeçilmezlik olarak konumlar.
Etiğin olmadığı yerde hakikat de yoktur
Bunca teoriden sonra ben ne diyebilirim, şiir ve hakikat arasındaki ilişki hakkında? Şu kadarı yeter: Şiir ile hakikat arasındaki ilişki, bir biçimde etikle de ilgili tabii. Kendi hakikatini izleyerek duruş almanın etiği… Etiğin olmadığı yerde hakikat yaşamaz ki zaten…
Şair, şiirinin hakikatini izleyerek yazar onu. Şiir yazması etiktir. Başka türlü yapamaz. Bu bir “göze alma” davranışıdır. Her etik duruş, ister istemez politiktir; “muhalif” anlamında politik.
Beni şiirde, elbette sadece bazı şiirlerde çarpan, onların dilde gerçekleşen kinetik bir etik duruşla ifade ettikleri hakikattir.
O hakikati kavramanın şiirden başka yolu yok. İnsanlar şiire uzak düşüyorlarsa, kendi hakikatlerine uzak düştükleri, kendileri olmaktan çıkarak etiğe uzak düştükleri için…
DR. ÖZGÜR UÇKAN
[1] Alain Badiou, Handbook of Inaesthetics, İngilizceye çev. Alberto Toscano, Stanford University Press, 2005, sf. 16-17
[2] Badiou, a.g.y., sf. 18
[3] Bkz. Tülin Bumin, “Hegel’de ‘Sanatın Ölümü’ üzerine bir deneme”, Seminer, S:1, Haziran 1982, sf. 101-107
[4] https://en.wikiquote.org/wiki/Barnett_Newman
[5] Bkz. Martin Heidegger, “The Origin of the Work of Art”, Martin Heidegger: The Basic Writings. İngilizceye çev. David Farrell Krell, Harper Collins, 2008, (https://www.scribd.com/doc/8646398/Heidegger-The-Origin-of-the-Work-of-Art)
[6] Heidegger, a.g.y.
[7] Heidegger, a.g.y.
[8] Alain Badiou, Petit manuel d’inesthétique, Seuil, 1998, sf.7
[9] Bkz. Elie During, “How Much Truth Can Art Bear ? On Badiou’s ’Inaesthetics’”, Çev. Laura Balladur, Polygraph n°17, 2005, sf.. 143-155. (https://www.ciepfc.fr/spip.php?article135)
[10] Alain Badiou, “Le devoir inesthétique, Magazine Littéraire, 414 (Kasım 2002), sf. 29
[11] Bkz. Jacques Rancière, Le Malaise esthétique, Galilée, 2004
[12] Badiou, Petit manuel d’inesthétique, sf. 21, 26, 28
Hamiş: EVV3L kapsamında gerçekleştirilen “Poetika Çalışmaları”na https://evvel.org/ilgi/poetika-calismalari adresinden ulaşabilirsiniz.
(…)
(…)
Sözden Müziğe Şairler ve Bestecileri (Salı Toplantıları 2009)
Hazırlayan: Hasan Ersel, YKY, 2010, ss. 83-89, 103-104
Hamiş: EVV3L kapsamında yayımlanan “Oruç Aruoba” başlıklı ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/oruc-aruoba adresinden, “Ece Ayhan” başlıklı ilgilere ise https://evvel.org/ilgi/ece-ayhan adresinden ulaşabilirsiniz.
Ayrıca, EVV3L’in “Poetika Çalışmaları” başlığını incelemekte de fayda var:
https://evvel.org/ilgi/poetika-calismalari
“Endüstri Devrimi
Çoktan Bitti!”
Fotoğraflar: Z. Yalçınpınar
Hamiş: Z. Yalçınpınar’ın “Kendini Anlatan” fotoğraflarına https://zaferyalcinpinar.tumblr.com adresinden ulaşabilirsiniz.
17 Ekim- 15 Kasım 2015
“Enjoy The Silence”
Hakan Kamışoğlu, Recep Batuk, Yiğit Yazıcı
Galeri Ark
Bkz: https://galeriark.com/
Facebook Etkinlik Bağlantısı:
https://www.facebook.com/events/727163787415904/
Hakan Kamışoğlu
Yiğit Yazıcı
Bkz: https://jaguarkitap.com/books-edebiyat-disi/gozyaslari-ve-azizler/
E.M. Cioran ile gerçekleştirilen bir söyleşinin tam metni için;
https://evvel.org/soylesi-beter-duskunu-emcioran
İngiltere’nin “North Somerset” adlı bölgesinde
Banksy’nin disütopya temalı sıkı sergisi “DISMALAND” açıldı!
Bkz: https://haber.sol.org.tr/kultur-sanat/
banksyden-sira-disi-bir-sergi-parki-dismaland-127041
Bkz: https://onedio.com/haber/banksy-terk
-edilmis-binayi-sergiye-cevirdi-569204
Bkz: https://www.thisiscolossal.com/2015/08/dismaland/
Bkz: https://mashable.com/2015/08/20/banksy-dismaland-vine-tour/
Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan “Sokak Sanatı” ilgilerinin tümüne https://evvel.org/ilgi/duvarda adresinden “Gerçeküstü” başlıklı ilgilere ise https://evvel.org/ilgi/gercekustu adresinden ulaşabilirsiniz.
EVV3L’in İzmir-Karşıyaka ile Kibrit Dergisi çevresindeki sıkı dostlarından Sinem Şentürk, “Muazzam-Muntazam Kaos” başlıklı özel çizimlerinden 14 paresini EVV3L’in takipçileriyle paylaştı. Şentürk’ün siyah dolmakalem ile gerçekleştirdiği çizimlerindeki desenvari varyasyonlar, “karmaşık sonsuzluk” diyebileceğimiz bir duygudurumsal mertebeyi ve özel bir tersimlemeyi imliyor. Kendisine paylaşımı için çok teşekkür ediyoruz. (Not: Sinem Şentürk’le sinemjms@hotmail.com adresinden iletişime geçebilirsiniz.)
Hamiş: EVV3L kapsamında yayımlanan “Sessizliğin Dilbilgisi” başlıklı ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/sessizligin-dilbilgisi adresinden ulaşabilirsiniz.
(…)
ıhlamur ağacı
arılarıyla sesleniyor:
“gökyüzü dolu bir yere
___________geldik seninle”
(…)
rüzgârın yürüyüşünü
__________duyuyorum
______________yapraklarda
toprak yağmurla gözleniyor
kökler yağmurla güçleniyor
________________toprakta
düşünmeyen göremez düşünmeyi
yağmurun noktalama işaretlerini
nehirleri, gölleri ve denizi
virgülleri, uzun çizgileri
anlamın birikimini
(…)
senin için
yazılmış bir dize batıyor
ıhlamur ağacının yanından
_________kalbimizin denizine
göller oluşuyor
dağların tepelerinde
(…)
Zafer Yalçınpınar
Temmuz 2015
Hamişler:
1/ “Kıyıların Kıyısında” adlı şiirin tam metnine https://bit.ly/kiyilarinkiyisinda adresinden ulaşabilirsiniz.
2/ Yalçınpınar’ın tüm şiirlerine https://bit.ly/zypsiir adresinden ulaşabilirsiniz.
3/ “Yalçınpınar da kimdir?” diyenler için; https://bit.ly/zykimdir
11 Haziran 2015’te vefat eden efsanevi Ornette Coleman, müzik ile dil arasındaki hayatî ilişkiyi irdelemiş, cazın matematiksel imkânlarını ilerletmiş (özellikle de ‘bebop’ türü kapsamında tanımlanan enerjik armoniyi diğer türlerin melodik alışkanlıklarıyla kesiştirerek) yeni bir alan derinliğine ulaşmış ve yıllar süren çalışmalarının sonucunda “Free Jazz” türünü icat etmiş sıkı bir cazcıydı. ‘Özgürlük arayışı’, Coleman’ın tüm beste ve yorumlarındaki armonik geçişlerde son derece etkili “çözümler” olarak tarihe kazınmıştır. (Zy)
Roll Dergisi’nin Kasım 1997 tarihli 13. sayısında, filozof Jacques Derrida ile cazcı Ornette Coleman arasında gerçekleşen “doğaçlama” bir söyleşi yer alıyor. Siren İdemen tarafından çevrilen söyleşinin metnine https://issuu.com/adabeyi/docs/colemanderridasoylesi adresinden ulaşabilirsiniz.
Hamişler:
1. Söyleşiden haberdar olmamızı sağlayan ve söyleşinin metnini titiz bir çalışma sonucunda EVV3L’e ulaştıran Derya Bengi‘ye çok teşekkür ederiz.
2. Söyleşinin pdf biçemine https://zaferyalcinpinar.com/colemanderridasoylesi.pdf adresinden ulaşabilirsiniz.
3. Ayrıca bkz: https://evvel.org/ilgi/caz-cumlesi
Peride Celal’in “yazmak” ve “yazarlık” üzerine kaleme aldığı özüt, sahici bir edebiyat mektubu… Yazının ve yazarın çilesini, hakiki maksadını içtenlikli bir şekilde dile getirmiş Peride Celal… Anılar Paramparça’dan, kendi el yazısıyla… Mektubun büyük/okunabilir biçemine https://issuu.com/adabeyi/docs/peridecelalmektup adresinden ulaşabilirsiniz.
Hamişler:
1/ EVV3L kapsamında yer alan “İmzalı” ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/imzali adresinden ulaşabilirsiniz.
2/ İşbu önemli metni EVV3L çevresiyle paylaşan Onur Hoşoğlu‘na çok teşekkür ederiz.
Alberto Giacometti Sergisi
11 Şubat-26 Nisan 2015 // Pera Müzesi
Bkz: https://www.peramuzesi.org.tr/Sergi/Alberto-Giacometti-/169
*
(…)
Bir kişiye, bir canlı varlığa, ne de doğal bir olguya yaklaşır gibi yaklaşılmaz sanat yapıtına —bilmeyen yoktur bunu herhalde?— Şiir, resim, heykel, birtakım niteliklerle incelenmek ister. Ama, şimdilik resimden bahsediyoruz.
Canlı bir yüz bile kendini öyle kolay ele vermez; ne var ki bu yüzün anlamını çözebilmek için, fazladan çaba göstermeye gerek yoktur. Bence, —rastgele söylüyorum— bence, önemli olan, bu yüzü yalıtmaktır. Eğer bakışım, bu yüzü, bu yüzün çevresindeki bütün her şeyden kurtarabilirse, eğer bakışım, (dikkatim), bu yüzün, dünyanın kendi dışında kalan bölümüne karışarak gitgide belirsİzleşen anlamlarla, kendini kaybedip sonsuza kaçmasını önleyebilirse, ve eğer, aksine, aracılığıyla bakışımın dünyadan ayırdığı bu yalnızlık ele geçirilebilirse, ancak o zaman, bu yüze, —ya da bu kişiye, bu insan ya da görüngüye— bu yüzün tek kendi anlamı akacak, kendi anlamı birikecektir. Bir yüz bilgisinin, eğer estetik olmak istiyorsa tarihsel olmayı reddetmesi gerekir demeye getiriyorum.
Resmi incelemek, daha büyük bir çaba, daha karmaşık bir işlem gerektirir. Yukarıda anlattığımız işlemi, bizim için ressam ya da heykeltraş gerçekleştirmiştir. Öyleyse bize, bütün olarak geri dönen şey, temsil edilen kişi ya da nesnenin yalnızlığıdır; bu yalnızlığı algılayabilmeniz, ya da onun bize dokunabilmesi için, mekâna ilişkin belli bir deneyimimiz olması gerekir; ancak, kesintisiz bir mekân değil, kesintili.
Her nesne, kendi sonsuz mekânını yaratır.
(…)
Nesnelerin yalnızlığı hakkında.
O— Bir gün, odamda, iskemlenin üstünde duran havluya bakıyordum; o an, her nesnenin, sadece yalnız olmakla kalmayıp bir de ağırlığı olduğu —ya da daha doğrusu— bir başka nesnenin üstüne abanmasını engelleyen bir ağırlıksızlığı olduğu izlenimini edindim. Havlu yalnızdı, o kadar yalnız ki, sanki iskemleyi çeksem bile yerinden kıpırdamayacaktı. Havlunun, kendine Özgü bir yeri, bir ağırlığı, hatta bir suskunluğu vardı. Dünya ne kadar hafifti, ne kadar hafif…
(…)
Bu nesnelerden bir çeşit dostluk bakıldığını, bu nesnelerin bize dost bir düşünce sunduklarını yazdım… Bu benim yaptığıma, gelişigüzel laf etmek denir. Aynı şeyi De Vermeer için söyleyecek olsaydım, doğru olabilirdi belki. Giacometti başka şey: Giacometti’nin boyadığı nesne, “daha insani” olabildiği, —kullanılabildiği ve insan tarafından sürekli kullanıldığı için— ya da insanın, en iyi, en yumuşak, en değerli suretine bürünebildiği için değil, aksine, “şu nesne” olduğu için, “nesneliğin” el değmemiş olanca masumiyeti içinde, kendisi olduğu için heyecanlandırıp ferahlatıyor bizi. O nesne, yanında hiçbir şey olmaksızın. O, bütün yalnızlığı içinde.
Jean Genet
“Giacometti’nin Atölyesi”, Çev: Hür Yumer, Metis Yay., 1990
(…) Giacometti’nin yontularına baktığımızda, bir nokta vardır ki ondan sonra yontular artık ne görünümün kararsızlıklarına, ne de görüngenin(perspektifin) devinimine bağlı kalır. Onları kesinlikle görürüz: İndirgenmiş değil de artık, indirgemeden kaçırılmış, indirgenemezdirler ve uzamda, sahip oldukları, kullanılamayan, canlı olmayan, imgesele ilişkin derinliği oraya geçirme gücü sayesinde uzamın efendisidirler. Oradan yontuları indirgenemez gördüğümüz bu nokta bizim kendimizi sonsuzluğa koyar, içinde burasının hiçbir yerle çakıştığı noktadır. Yazmak bu noktayı bulmaktır. Dili bu nokta ile ilişkiyi sürdürecek ya da yaratacak duruma getirmeyen hiç kimse yazıyor sayılmaz.
(…)
Orada, dil bir güç değildir, söyleme gücü değildir. Kullanıma uygun değildir, onda hiçbir şeye sahip değiliz. Asla benim konuştuğum dil değildir. O dilde, asla konuşmam, asla sana seslenmem, ve asla seni yüksek sesle çağırmam. Bütün bu özellikler olumsuz biçimdedir. Ama bu olumsuzluk yalnızca daha temel bir olguyu gizler ki bu da, bu dilde herşeyin doğrulamaya dönmesi, yadsıyan şeyin doğruluyor olmasıdır. Yokluk olarak konuşmasındandır bu. Konuşmadığı yerde, konuşmuyordur zaten; durduğunda direnir. Sessiz değildir çünkü onda kesinlikle sessizlik konuşur. Alışılmış sözün özü şudur ki onu anlamak onun doğasının bir parçasıdır. Ama, yazınsal uzamın bu nnoktasında, dil anlamsızdır. Şiirsel işlevin tehlikesi de buradan gelir. Ozan anlamı olmayan bir dili anlayan kişidir.
Maurice Blanchot
“Yazınsal Uzam”, Çev: Sündüz Öztürk Kasar, YKY, 1993, s.43-47
(…)1961’de, Paris Bienali’nin bilmem kaçıncı günü, bir Montparnesse gecesinde, Türk olduğumu ve sanatla kıyısından köşesinden ilgilendiğimi bilen büyük sanatçı Giacometti, yanıma yaklaşarak, “Bienalle’nin yontu ödülünü size verdik” dedi. İlkin hiçbir şey anlamadım. Benim, Bienal’de bir eserim yoktu. Sonra büyük usta, Akar ya da Aşar adında bir yontucu tanıyıp tanımadığımı sordu bana. (Fransızca, Kuzgun’un Acar’ını böyle söylüyordu.) O zaman anladım. Ödülü “paslı çivilere” mi verdiklerini sordum. Evet, dedi.
Sonradan öğrendim ki, İtalyan asıllı Giacometti, onüç kişilik seçiciler kurulunun genel eğilimine (üyelerin büyük çoğunluğu, beş yapıtıyla Bienal’e katılan İtalyan Francesco Somaini adlı yontucuyu ödüllendirmek istiyorlarmış) karşı çıkmış ve büyük ödülün Kuzgun’a verilmesini sağlamış. Ertesi saah ilk işim haberi Kuzgun’a telgrafla bildirmek oldu.(…)
Ferit Edgü
“Ölüm mü çaldı kapını Kuzgun, yoksa sen mi ölümün kapısını?”
Politika Gazetesi, 11 Şubat 1976
Ernst Jandl
“Daha İyisi Saksofon” (Seçme Şiirler), YKY, 1997, s.65
Özel Not: Şiirdeki ilk “g” harflerinin titrek görüntüsü/tınısı, tarayıcı cihazın titreşimi nedeniyle oluşmuştur.
Hamiş: EVV3L kapsamında yayımlanan “Dilbilim” ilgilerinin tümüne https://evvel.org/ilgi/sessizligin-dilbilgisi adresinden ulaşabilirsiniz.
“Ustamız Oruç Aruoba…”
Fotoğraf: Zafer Yalçınpınar, 8 Mayıs 2011
Bilen, bilir: EVV3L ve taifesinin en önemli araştırma gayretleri Oruç Aruoba‘nın çeşitli metinlerine ve çevirilerine yöneliktir. Yıllardır, ustamız Oruç Aruoba’nın çeşitli degilerde (70’li yılların sonundan başlayarak) yayımlanan incelemelerini, felsefi metinlerini, çevirilerini araştırıyor, buluyor ve “Oruç Aruoba” ilgileri kapsamında takipçilerimizle paylaşıyoruz. Ancak, geçenlerde farkına vardık ki EVV3L kapsamında yer alan bu özel gayretlerimizin bir yedeği ya da derli toplu bir bütünsel erişimi yoktu. Bu nedenle ustamız Oruç Aruoba’nın metin ve çevirilerine ilişkin bütünsel bir bileşkeyi EVV3L’in ISSUU alanına taşımaya karar verdik. Bununla birlikte, ISSUU’yu benimsemeyen EVV3L okurları için de elimizde bulunan metinlerin PDF biçemlerini https://bit.ly/orucaruoba adresine yükledik. (37 mb.)
Kısacası, Oruç Aruoba’nın hakiki dostlarına, kalb ve vicdan yolunda hakikati arayanlara, EVV3L’in sıkı takipçilerine iyi okumalar dileriz.
Sahicilikle
Z. Yalçınpınar
ISSUU’da Oruç Aruoba Metinleri ve Çevirileri:
Bkz: https://issuu.com/adabeyi/stacks/f2f581b69b384146b884bd16bacba1db
Nietzsche: Şair-Filozof (Oruç Aruoba, 1978)
https://issuu.com/adabeyi/docs/sairfilozofNietzsche: Temel Görüşü, Temel Kavramları (Oruç Aruoba, 1978)
https://issuu.com/adabeyi/docs/nietzschetemelkavramlarYerli-Yersiz Felsefe (Oruç Aruoba, 1980)
https://issuu.com/adabeyi/docs/yerliyersizfelsefeDemokrasinin Özü: Özgürlük ve Özyönetim (Oruç Aruoba, 1981)
https://issuu.com/adabeyi/docs/ozyonetimÜniversite’nin Ölümü (Oruç Aruoba, 1981)
https://issuu.com/adabeyi/docs/universiteninolumuEn Hakiki Mürşit (Oruç Aruoba, 1981)
https://issuu.com/adabeyi/docs/enhakikimursitÖzerklik Üzerine… (Oruç Aruoba, 1981)
https://issuu.com/adabeyi/docs/ozerklikuzerineSöylemin Berisi (Oruç Aruoba, 1982)
https://issuu.com/adabeyi/docs/soyleminberisiİktidar ve Bilgi-M. Foucault Çevirisi (Oruç Aruoba, 1982)
https://issuu.com/adabeyi/docs/iktidarvebilgiİşi Halley’e Bırakmayalım (Zeynep Aruoba, Oruç Aruoba, 1982)
https://issuu.com/adabeyi/docs/halleyebirakmayalimHermann Hesse–INCIPIT VITA NOVA Çevirisi (Oruç Aruoba, 1982)
https://issuu.com/adabeyi/docs/incipitvitanovaFranz Kafka Öyküleri Çevirileri (Oruç Aruoba, 1982)
https://issuu.com/adabeyi/docs/kafkaoykuleriErnst Bloch: Varolan Yokülke (Oruç Aruoba, 1982)
https://issuu.com/adabeyi/docs/varolanyokulkeErnst Bloch Çevirileri (Oruç Aruoba, 1982)
https://issuu.com/adabeyi/docs/blochcevirileriNeler Varmış O “Siyah Çanta”da Meğer… (Oruç Aruoba, 1983)
https://issuu.com/adabeyi/docs/siyahcantaSöylem Söylemi (Oruç Aruoba, 1983)
https://issuu.com/adabeyi/docs/soylemsoylemiKIERKEGAARD’ın İbrahim Öyküsü (Oruç Aruoba, 1984)
https://issuu.com/adabeyi/docs/ibrahimoykusuM. Rilke’nin Sancaktar’ı Üzerine… (Oruç Aruoba, 1984)
https://issuu.com/adabeyi/docs/sancaktaruzerineİnsanın Kavram Bağlamları (Oruç Aruoba, 1985)
https://issuu.com/adabeyi/docs/insaninkavrambaglamlariDil Oyunları ve Felsefe Üzerine-L. Wittgenstein Çevirisi (Oruç Aruoba, 1985)
https://issuu.com/adabeyi/docs/diloyunlariTanrı’nın Sevgilisi Kim? (Oruç Aruoba, 1986)
https://issuu.com/adabeyi/docs/tanrininsevgilisikimWittgenstein, Dil ve Godard-Robert Maclean Çevirisi (Oruç Aruoba, 1986)
https://issuu.com/adabeyi/docs/dilvegodardBeyaz Kentte (Oruç Aruoba, 1986)
https://issuu.com/adabeyi/docs/beyazkentteNiye Gitsin ki Felsefe Sinemaya (Oruç Aruoba, 1987)
https://issuu.com/adabeyi/docs/felsefesinemaÜst Üste Çadırlar (Oruç Aruoba, 1990)
https://issuu.com/adabeyi/docs/ustustecadirlarCelal Bey’in Albatros’u Uçup Gitti (Oruç Aruoba, 1990)
https://issuu.com/adabeyi/docs/celalbeyalbatrosDört Açık Kıyı Düşü (Oruç Aruoba, 1991)
https://issuu.com/adabeyi/docs/dortacikkiyidusuGöz ve Söz, Tanzaku’lar (Oruç Aruoba, 2003)
https://issuu.com/adabeyi/docs/gozvesozgaSte (S Gazetesi) Yazıları’ndan… (Oruç Aruoba, 2008)
https://issuu.com/adabeyi/docs/gasteyazilari2008Üniformalılık (Oruç Aruoba, 2008)
https://issuu.com/adabeyi/docs/uniformalilikAçık Mektup (Oruç Aruoba, 2014)
https://issuu.com/adabeyi/docs/rtemektup
Burada, yel ölünce
sözcükler dökülür.
Ve değirmen konuşmaz olur.
Ve ağaçlar konuşmaz olur.
Ve atlar konuşmaz olur.
Ve kuzular konuşmaz olur.
Susar ırmak.
Susar gökyüzü.
Susar kuş.
Ve susar yeşil papağan.
Ve yukarlarda, susar güneş.
Susar ardıç kuşu.
Susar timsah.
Susar iguana.
Ve susar yılan.
Ve aşağılarda, susar gölge.
Susar bütün bataklık.
Susar tüm vâdi.Ve susar hatta güvercin
hiçbir zaman susmayan.
Ve insan, hep sessiz,
korkar, koyulur konuşmaya.
Rafael Alberti
Çev: Okay Gönensin, “Yansıma” Dergisi, Sayı: 24, Aralık 1973
(…)
Şiir olayı; şiirde olay; şiirde olaylar… Şair için olay; şair için olayın okurda olay olarak sınanması; bu olayın zorunlu kıldığı yanıt; yanıtın kendisinin olay olma olasılığı… Olay: bir “karşılaşma”da yaşamsal bir yeğinlik artışı…
Dağlarca’nın şiiri, doğum an’ında, kendini bir olay şiiri olarak, olaysal bir şiir olarak açığa vuruyor. Olay, burada çoğul bir olgu: olay çokluğu olarak olay. Dolayısıyla bir parçalanma: olay “kapsayan” şiir, parçalıklı bir şiir… Olayın, olayların bir evrenselliği yok: şair için olay, okur için olay olmayabilir; okur için olay, şair için “güçsüz” bir olay olmuş olabilir… Olay, bir tekillik türü; okurun metinle karşılaşmasında en az iki tekillik var: o an’ki şairin tekilliği, o an’ki okurun tekilliği -bağ durumunda, ki bağın kendisi de o an’lık, tekil…
(…)
Ahmet Soysal
“Dağlarca: Başlangıç Olayı”
“Aç Yazı” Dergisi, Sayı:1, Norgunk Yay., Aralık 2014
“Yazko Çeviri” dergisinin Ocak-Şubat 1982 tarihli 4. sayısında, çeviri ve söylem ilişkisini eğitsel problematik üzerinden inceleyen önemli bir yazıyla karşılaştım. H. G. Widdowson’un çalışmasının tam metnine https://issuu.com/adabeyi/docs/soyleminderinyapisi adresinden ulaşabilirsiniz.
Widdowson’un metnini Ahmet Kocaman çevirmiş…
Hamiş: EVV3L kapsamında yayımlanan “Dilbilim” ilgilerinin tümüne https://evvel.org/ilgi/sessizligin-dilbilgisi adresinden ulaşabilirsiniz.
“Yaralı Müstehziler”
by Zy, 2015
Hamiş: Z. Yalçınpınar’ın “Kendini Anlatan” fotoğraflarına https://zaferyalcinpinar.tumblr.com adresinden ulaşabilirsiniz.
Fotos: Zy
Kadıköy, 2014
*
Hamiş: EVV3L kapsamında yayımlanan “Sokak Sanatı” başlıklı ilgilere https://evvel.org/ilgi/duvarda adresinden ulaşabilirsiniz.
Adam Yayınları, 1984
Hamiş: EVV3L kapsamında yayımlanan “Abidin Dino” başlıklı ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/abidin-dino adresinden ulaşabilirsiniz.
Powered by WordPress | Theme: Aeros 2.0 by TheBuckmaker.com