(…)
Yazar hakikati yazmak zorunda; burası açık; yazar hakikati saklamaya çalışmamalı, onu gizlememeli ve hakikate uymayan hiçbir şey yazmamalı. Güçlülere boyun eğmemeli, güçsüzleri aldatmamalı. Güçlülere boyun eğmemek şüphesiz çok güçtür; güçsüzleri aldatmak ise çok kazançlı bir iştir. Mülk sahiplerinin hoşuna gitmemek demek, ömür boyu mülk edinememek demektir. Harcanan emeğin bedelini ödemekten kaçınan, emeği de yadsır; güçlüler arasında ün kazanmayı geri çeviren ise, bu koşullar altında, hiç ün kazanmaz, hiç övülmez. (…) Şu kişi hakikati dile getiriyor dendiğinde birkaç kişinin ya da birçok kişinin ya da tek bir kişinin başka bir şey söylediği, yalana baş vurduğu, yuvarlak sözler gevelediği anlaşılır. Hakikati söyleyen ise, pratik, somut, yadsınmaz, söylenmesi gereken bir şeyi dile getirmiştir. (…)
(…) Hakikat elle tutulabilir, ölçülebilir, var olan bir şeyse, ona ulaşmak biraz çabayı, araştırmayı gerektiriyorsa, hakikat diye bir şeyi tanımazdan gelirler o zaman; kafalarını bulandıracak hakikate boş verirler. Bunlar, hakikate şöyle bir dokunup geçen bir şeyleri geveleyen, yüzeyde kalmış, derine inmeyen kişilerdir. İşin kötüsü: Hakikatten haberi yoktur bunların.
Her alanda gizlenen, örtbas edilmeye çalışılan hakikati yazmak güç iş olduğundan, birçoğu için hakikatin yazılması ya da yazılmaması yalnızca bir namus sorunundan ibarettir. Hakikati yazmak için bir tek yürekli olmanın gerektiğini sanırlar. İkinci güçlüğü ise hep unuturlar. Bu ikinci güçlük hakikati bulabilmektir. Hakikati bulmanın kolay bir iş olduğunu kimse söyleyemez.
Öncelikle, hangi hakikatin söylenmeye değer olduğunu bulup ortaya çıkarmak, işte bu, sanıldığı gibi kolay değildir. Örneğin, dünyanın en uygar sayılan ülkelerinden biri, günümüzde en aşağılık bir barbarlığın içine batmış durumda. Bu durumu gören herkes, en korkunç, en canavarca araçlarla yürütülen iç savaşın, bir gün, dünyayı belki de bir yıkıntı yığınına çevirecek bir savaşa dönüşeceğini biliyor. Bunun bir hakikat olduğu kuşku götürmez. Ama bunun yanında başka hakikatler de var. Sözgelimi, koltuklar oturmaya yarar, yağmur gökten yağar türünden hakikatler. Bunlar da yanlış değil. Birçok yazar, bunlara benzer hakikatleri yazıyorlar. Bunlar, batmakta olan bir geminin duvarlarına natürmortlar çizmeye çalışan ressamları andırıyorlar. Belirttiğimiz ilk güçlük, onlar için geçerli değil, buna aldırdıkları yok ama vicdanları da rahat. Resimlerini güçlülere aldırmayarak çiziyorlar. Ama ezilenlerin çığlıklarıyla da ilgilenmiyor, bundan etkilemiyorlar. Seçtikleri davranış biçiminin anlamsızlığından kendilerini de etkiliyor, “derin” bir karamsarlığa kapılıyorlar. Karamsarlığa kapılıyorlar kapılmasına ama çok iyi fiyattan satıyorlar karamsarlıklarını; ustalık sıfatının gerçek sahipleriyse bu karamsar sahte ustalara gösterilen ilgiyi görmüyor, ürünlerini satamıyorlar bile. İşte bundan dolayı, bu karamsarların dile getirdiği hakikatlerin, koltuklarla ya da yağmurla ilgili olarak yukarıda belirttiğimiz hakikatlere benzediğini hemen görmek kolay olmuyor. Kolay olmuyor, çünkü bambaşka biçimde, sanki önemli hakikatlermiş gibi çıkıyorlar ortaya. Çünkü sanatın, sıradan bir şeyi önemli kılmak olduğu sanılıyor. Ama yakından bakılacak olursa, bu karamsarların sadece şunu söyledikleri anlaşılır: “Koltuk, koltuktur,” ya da «hiç kimse yağmurun gökyüzünden yeryüzüne yağmasını engelleyemez.» (…)
(…) Hakikat, sonuçları için dile getirilmelidir; çünkü hakikatten çıkarılacak sonuçlar, tutumları belirler. (…)
(…) İnsanların içine düştükleri kötü durumlar konusundaki hakikatler yazılmak isteniyorsa, önce o durumları yaratan önlenebilir nedenler ortaya çıkarılmalıdır. Ancak önlenebilir nedenler ortaya koyulduktan sonra kötü durumlarla savaşılabilir. (…)
(…) Çağımızda da halk yerine sınıflar, toprak yerine mülkiyet sözcüklerini kullanan kişi, birçok yalana aracılık etmekten kurtulur. O sözcüklerin (değiştirilmesi gerekenlerin) kişiyi uyuşturucu, tembelleştirici, yani mistik özelliklerini ortadan kaldırmış olur. Halk sözcüğü, belirli bir birliği ifade ediyor ve ortak çıkarları akla getiriyor; bu nedenle bu sözcük, yalnızca birden fazla halkın söz konusu olduğu durumlarda kullanılabilir, çünkü ancak o durumlarda çıkarların ortaklığından söz edilebilir. Bir toprak parçası üstünde yaşayan sınıfların çıkarları ise farklıdır ve genellikle de bu çıkarlar birbirleriyle çelişir; işte bu hakikat hep gizlenmeye çalışılan bir hakikattir. Toprak deyip de, tarlaları anlatan, tarlaların kokusunu ve rengini uzun uzadıya dile getirerek burun ve göz zevklerine seslenen yazar, egemenlerin yalanlarını desteklemiş olur; çünkü söz konusu olan ne toprağın verimliliğidir, ne de insanlardaki toprak sevgisi ve çalışkanlıktır; gerçekte önemli olan, tahıl fiyatları ve tarlada çalışanın emeğine ödenen ücrettir. Topraktan kazanç sağlayanlar, kızgın güneş altında buğday üretenler değildir; toprak kokusunu tanıyan yoktur borsalarda. Borsaların kokusu bambaşkadır. (…)
Bertolt Brecht, 1935
“Hakikati Yazmanın 5 Güçlüğü” başlıklı işbu yazının tam çevirisi, O. Duru’nun (1975 yılındaki) ve Mehmet Tim’in (1977 yılındaki) özet çevirilerinden faydalanılarak Gülseren Işıklı tarafından gerçekleştirilmiştir. Yazının tam metnine https://issuu.com/karazindergi/docs/karazin2/5?e=15698668/11540310 adresinden ulaşabilirsiniz.
Ayrıca bkz: https://www.sanatcephesi.org/SC/168/hakikati_yazmada_bes_gucluk/