Tem
07
2007
0

Philipp Hotz’un Büyük Öfkesi

 

(Oda boştur. HOTZ girer, yüzü öfkeden sol­muş, üstünde önü açık bir yağmurluk, küçük bir el çantasını yerleştirir.)

HOTZ. Bak, haberin olsun, çantamı yerleştiriyo­rum. Gömlek, diş fırçası, pijama. Geri kalanları nasıl olsa yabancılar lejyonundan verirler. (Bir kadın hıçkırığı duyulur.)

Elimden geldiği kadar acele ediyorum. Merak etme! işim biter bitmez çıkaracağım seni dolaptan  (El çantasını kapatır.) Bak, çantamı hazırladım bile. (El çantasını hazır durumda kenara koyar.) Şimdi yalnız evi yakıp yıkmak kaldı –(Nereden bağlıyacağını kestirmek için çevresine bakınır, perdelerden birini çe­kip koparır, buruşturup der-top eder; sonra – sanki buruşturduğu perdeyi görüp de uyan­mış gibi – ön sahneye iner.)

HOTZ. Biliyorum, bayanlar, baylar, sizler de he­piniz karımdan yanasınız. Evet. Sizler de (biliyorum!) evliliğin devam edebileceğine ina­nıyorsunuz. (Bir sigara çıkarır.) Heyecanlandığım’ filân yok. (Sigarasını içer.) Bilmem, ba­yanlar, baylar, Dorli size neler söyledi –

(Telefon çalar.) Özür dilerim! (Telefonu alır, konuşur.) Bir dakika, lütfen. (Telefonu bırakır, yine ön sah­neye iner.) Eğer sizler de, bayanlar, baylar, Ömründe Dorli’yle hiç evlenmemiş olan herkes gibi, bizim barış yargıcıyla aynı fikirdeyseniz, hani bir kere daha denemeliymişiz, böyle bi­zim gibi değerli iki insan, ya da barış yargı­cının sık sık söylediği gibi, son adıma atma­dan bir kere daha düşünmeliymişiz — (Tele­fonu açık bıraktığı aklına gelir.) Bir dakika…s.(7-9)

 

Max Frisch

Philipp Hotz’un Büyük Öfkesi, Çev: Hasan Kuruyazıcı, De Yayınları, 1964

Haz
28
2007
0

Yeni Görsel İşler…

Zafer Yalçınpınar- “Yerim Senin Varlığını”

——————————————————

Zafer Yalçınpınar-“Modüler Şiir Yoktur!”

——————————————————–

Zafer Yalçınpınar- Ş inside

Haz
28
2007
1

Ezeli Mağlup: E. M. Cioran

(…) 

Bu kitap 1952’de iki bin adet basıldı, dört franga satılıyordu, yirmi yılda yaklaşık iki bin adet satıldı. Ve sonunda kendime dedim ki: “İnsanlar haklı, bu kitap bir hiç, var olmayı hak etmiyor, neyse, başı¬na geleni hak etti.” Gallimard birkaç yıl önce bu kitabı cep dizisinde yayımlayınca, yolunu şaşırmış gençlik için bir tür elkitabı haline gel¬di, günümüzde en çok sivrilen kitaplarımdan biri… Kısa süre önce evime bir hanım geldi, yayıncılıkla uğraşan bir kadın, “Bu türde bir başka kitap yazmanız için ne isterseniz veririm,” dedi bana. Ona, “Yapamam…, böyle şeyler ısmarlama yazılmaz,” dedim. Ama size bir kitabın kaderinden bahsedersem: Asla, ama asla bu kitabın gö¬müldüğü yerden çıkarılacağına inanmazdım. Bu sadece Fransa’da böyle değil, Almanya’da bile kısa süre önce Berlinli bir solcu gazete benim hakkımda iki sayfa yaptı; bu kitap söz konusu ediliyor ve ma¬kalenin adı: “Nichts als Scheisse” (Sadece pislik).Ve bir dışkı denizinin içinde boğulma noktasında olduğum görülüyor. Fakat tuhaf olan, bu makalenin bana karşı olmaması. Normal olarak bunun çok sert bir eleştiri olması gerekirdi, ama hiç öyle değil. Size bu şeylerden bahsetmemin tek nedeni, her şeyin öngörülebileceğini, ama bir kitabın kaderinin öngörülemeyeceğini söylemek. Gördüğüm bütün genç yazarlara diyorum ki: “Bakın, tahminler yürütmek yarar¬sız; bir kitap yazdığınız zaman, kaderinin ne olacağı asla bilinmez. Ve bu herkes İçin geçerlidir, ama bu tecrübeyi kendimiz yaşamamız gerekir. Dolayısıyla, çok fazla yanılsamaya kapılmak veya bir kitap ilgi görmedi diye bunalıma girmek yararsız. Unutulmuş veya batmış bir kitabın birdenbire yeniden ortaya çıkma ihtimali vardır daima.” Görüyorsunuz, pek fazla iyimser olmayan ben bile, bazen iyimserleşiyorum. Böyle devam etmeyeyim, yoksa kendini beğenmişin biri zannedeceksiniz beni. (s.46)

(…)

İktidarın kötü, çok kötü olduğuna inanıyorum. Onun varlığı karşısın­da mütevekkil ve kaderciyim, ama bir musibet olduğunu düşünüyo­rum. Bakın, iktidara ulaşmış kimseler tanıdım ve bu korkunç bir şey. Ünlü olmayı başaran bir yazar kadar korkunç bir şey. Üniformalı ol­mak gibi bir şey bu; üzerinizde bir üniforma varsa, artık aynı insan olamazsınız: İşte, iktidara ulaşmak da, daima aynı olan görünmez bir üniformayı giymektir. Kendime soruyorum: Normal olan, ya da nor­mal gibi görünen bir insan, iktidarı neden kabul eder? Sabahtan ak­şama meşgul yaşamayı neden kabul eder? Muhtemelen hükmetmek bir zevk, bir zaaf olduğu içindir bu. Bunun içindir ki kendi isteğiyle iktidardan feragat eden hiçbir diktatör ya da mutlak şef örneği yok­tur. (…)İktidar şeytanidir: Şeytan, iktidar hırsı olan bir melekti sadece. İktidarı arzulamak insanlığın uğradığı en büyük lanettir. (s.22) 

E.M. Cioran

Ezeli Mağlup (söyleşiler), Çeviren: Haldun Bayrı, Metis Yayınları, 2007,

 

Haz
26
2007
0

Görsel İş: Aşkın Bezdik Hali

Aşın Bezdik Hâli – Janset Karavin

Haz
22
2007
0

Tümceler Geliyorum

***

Bir tümce bir şeyin nasıl olduğunu söyleyebilir
ne olduğunu değil

***

Ancak bir biçimi olan vardır.

***

Kâğıt yanızlığı biliyor.
beklemeyi de…

***

Akarsuyun vakti yoktur.

***

Ölüm üstüne konuşan vardır ama
açıklık getiren yoktur.

İLHAN BERK, Tümceler Geliyorum, YKY, 2007

Haz
14
2007
0

Görsel İş: Zıkkımın Kökü

Janset Karavin’in görsel işidir…

Haz
14
2007
0

ZAFER

Cümlesi bizden yana ağaçların
Bulutlar ve yağmur bizden taraf
Dört gözle bekliyor güneş
Karıncalarla beraber zaferi
Bir haber tek bir haber
Başlaması için bayramın
Bütün yıldızlarım davetli
Fener alayına
Boyum devrilsin diyor baca
Böyle sevinçle tütersem eğer
Bahçeler bahara tövbeli
Zafere kadar

Oktay Rifat

“Yaşayıp Ölmek Aşk ve Avarelik Üstüne Şiirler” adlı kitabından

Haz
10
2007
0

Görsel iş: ŞİİRAYNAKLAR

Fotoğraf: M. Davut Yücel

May
31
2007
0

Bu riskli bir girişim ve kötü bitebilir…

Bu riskli bir girişim ve kötü bitebilir, Ama gördük ki riskli olmayan girişimler bile kötü bitebiliyor. Cipriano kızına sessizce baktı, ardından bir parça kil alıp buna kabaca bir insan şekli verdi. Nereden başlayacağız, diye sordu. Her zamanki gibi en başından, hem biliyorsun, başlamak bitirmenin yarısıdır, dedi Marta.(…)Kafası karışık olanlara, Kendini bilmek gibi erdem olmaz, deriz, sanki insanın kendini bilmesi, dört işlem adıyla anılan aritmetik hareketlerinin en zor ve karmaşık, üstelik adı sanı bilinmeyen beşinci değilmiş gibi, çevresinde olan bitene kayıtsız kalanlara, İsteyen başarır, deriz, sanki dünyanın acı ve acımasız gerçekleri her gün bu sözün aksini kanıtlamıyormuş gibi ve kararsızlara, Başlamak bitirmenin yarısıdır, deriz, sanki başladığımız nokta gevşekçe sarılmış bir yün çilesinin apaçık önümüzde duran ucuymuş ve onu çekmeye başladıktan sonra çilenin sonuna rahatça ulaşacakmışız, üstelik bu arada hiç kördüğüme, eprimiş yünlere rastlamayacak, bir basmakalıp söz daha kullanacak olursak, sessiz sedasız çile dolduracakmışız gibi. Marta babasına, Başlamak bitirmenin yarısıdır dediğinde, sanki yapmaları gereken masa başına oturup uzunca bir dinlenmeden sonra aniden tüm hünerini ve çevikliğini geri kazanmış parmaklarıyla birbiri ardına biblolar yapmaktan ibaretmiş gibi konuşmuştu. Bunlar saf ve hazırlıksız insanların hülyalarıdır, başlangıç hiçbir zaman yün çilesinin ucu gibi açıkça meydanda değildir, bilakis, başlangıç dediğimiz uzun ve insana acı veren bir süreçtir, işin hangi yönde ilerlediğini görmek için ağır ağır ve titizce araştırmalar yapılır, değneğiyle yönünü bulmaya çalışan kör bir adam gibi yol alınır, başlangıç bitirmenin yarısı falan değil, salt başlangıçtır ve ondan önce ne olup bittiyse beş para etmez.

Jose Saramago, “Mağara”
İşbankası Kültür Yayınları, 2005, Çev: Sıla Okur, s.68-70

 

May
28
2007
0

Rahat Bugi

Bas çalıyor
Şu sürekli vuruş
Gidiyor gidiyor gidiyor.
Sanki geçit resminde.
Bas çalıyor
Şu rahat salınış
Sallanıyor ruhumda
Keyfimce.
Kısa, hızlı çalışlar, susuşlar.
Hey, cancağızım, anacığım!
Duyuyor musun ne dediğimi?
Salınıyor rahatça
Sanki döşeğinde!
Langston Hughes
Ertelenmiş Düş Kurgusu (Caz Şiirleri),

Varlık Yayınları, 1990, Çev: Ergin Koparan, s.22

May
26
2007
0

Ece’den Asım Bezirci’ye…

Asım Bezirci’ye…
Tedavülden kaldırıldığını bir türlü fark etmeyen eleştirmen arkadaş! Nasıl oluyor şu işler? Anlatsana dinleyelim? Hem halkın önünde duruyor eleştirmenler, hem kendilerine ateş edilince eğiliyorlar! Sonra da halka dönüp, “bak aziz okuyucu milleti sana ne hakaretler, ne ağır laflar ediyor,” diyebiliyorlar.(…)
Bir kere sizin halk sözcüğünden muradınız, tedavisi olmayan bir karıştırma sonucu, sadece emlak sahipleridir.(…)
Toplumsal koşullar üzre şiirle toplum arasında öyle aşksız bir bakışım, simetri bizim görüşümüz ve alışkanlığımız değildir! Bu olgunun varlığından hangi sonuç çıkar? Hemen söyle? Var elde bir: Asım Bey arkadaşımızın diktanın en iyi eleştirmeni olduğu!
Darılmaca yok, kuyu senin kuyundur.
(s.72,73)
 
 

Ece Ayhan
Sivil Denemeler Kara,YKY, 2.Baskı, 2001

May
20
2007
0

Arap Haşim

Öğrenciler ona «Arap Haşim» derler, şivesiyle alay ederlerdi. Çevresinde her şey, dil, ilişkiler, alışkanlıklar, töreler çocukluğunda gördüğünden başka türlüydü.

(…) 

Öğretmeni Ahmet Hik­met’in, bir süre sonra, onu «şair» diye çağırmaya başlaması,  edebiyat  meraklısı arkadaşları  arasında  bu yönüyle öne çıkması, yalnızlık çeken, Araplığı ikide bir yüzüne vurulup küçümsenen Haşim için çok önemli bir tutamaktır.

 

Memet Fuat

Ahmet Haşim, De Yayınevi, 1977

 

May
20
2007
0

işte, adı konamaz…

“Fenerbahçe Cumhuriyeti ortalıkta yoksa, Türkiye yoktur, futbol yoktur, bolluk yoktur, insanlar yoktur, canlılar güç nefes alır ve bu ülke kısa süre sonra yaşayan yer olmaktan çıkıp, mezarlık olur. Fenerbahçe büyüklüğü ne şampiyonluk büyüklüğü, ne kupa büyüklüğüdür. Onun büyüklüğü başka bir büyüklüktür işte, adı konamaz… ”

İslam Çupi

May
18
2007
0

şairlerle toplu fotoğraf çektirmek

“Şairlere ödüller verileceğini duyunca, şunları düşündüm: Demek yasalar da yetmemiş, ölüm şairlerle toplu fotoğraf çektirmek istiyor. Hoşgörünün törel ve yasal sınırlarını paramparça ederek aşmış bir düşünceyi köşeli bir büyük ayraca, paranteze alacaklar. Alırlar! Daha dün, yaşayan şiir denince elleri tabancalarına giden adamlar, müessesenin küçük hisseli ortakları, şairlere iki paralık değer vermeyenler, gözlerinde tek bir şiir yaşatmayan kalem efendisi kentliler oturmuşlar, düşünmüşler, taşınmışlar, açık baskılar, gizli engellemeler yanında, böylesi bir Chester taslağını sunmuşlardır.
Tarihten, kendi tarihimizden biliriz ki, kardeşlerini az önce boğmuş bir padişahın bile elinde uzak ve kokusuz bir gülle yaptırdığı minyatürleri, çağdaş padişahların ise basına dağıtılmak üzre çocuklarla çektirdikleri birçok fotoğraf vardır. Şimdi çocuklar ve güller dahi yüz vermedikleri için olsa gerektir, müesses ölüm şairlerle toplu fotoğraf çektirmek istiyor. Bunun böyle olduğu aydındır.(1970)
Ece Ayhan
Sivil Denemeler Kara, YKY, 2.Baskı, 2001,s.82

May
18
2007
0

dilenci gözleriyle…

“Kırkını geçmiş bir adamın beyaz saçlarıyla, mektepten henüz çıkmış bir genç gibi hayatını tanzim edememiş bir vaziyette kalışından daha hazin bir şey tasavvur edemiyorum. Bütün nesiller, yanımdan kahkahalar ve şarkılarla geçip gidiyor ve ben dünyanın nimetlerine hâlâ bir dilenci gözleriyle kenardan bakıp durmaktayım.” (…)

“Gelin kâinatı izah ye tefsire çalışacağımıza, onun zevkini sürmesini bilelim. Bakınız, yıldızlar ne güzel… Bunlar, belki bizim cedlerimizin zannettiği gibi,lâcivert kubbeye çakılı birtakım altın başlı çivilerdir. Ay, belki güneş, eskilerin itikadına göre bir İlâhtır. Belki, yer yuvarlak bile değildir.» (…) «Şair ne bir hakikat habercisi, ne güzel konuşan, bir insan, ne de bir yasa koyucudur. Şairin dili düzyazı gibi anlaşılmak için değil, ama duyulmak üzere oluşmuş, musiki ile söz arasında, sözden fazla musikiye yakın iki arada bir dildir. Düzyazıda üslûbun “kurulması için kaçınılmaz olan öğelerin hiçbiri şiir için söz konusu olamaz. Şiir ile düzyazı bu itibarla birbiriyle oran ve ilgisi olmayan, ayrı düzenlere uyan, ayrı sahalarda ayrı boyutlar ve biçimler üzere yükselen ayrı iki yapıdır. Düzyazının doğurucusu akıl ve mantık, şiirin ise, algı bölgeleri dışında, gizlilik ve bilinmezliğin geceleri içine gömülmüş, yalnız aydınlık suların ışıkları zaman zaman duygu ufuklarına yansıyan kutsal ve isimsiz kaynaktır(…) Şiir düzyazıya çevrilemeyen nazımdır.Şiirde her şeyden önce önemli olan kelimenin anlamı değil, cümledeki söyleniş değeridir.(…) Herkesin anlayabileceği şiir yalnızca düşük şairlerin işidir(…) En güzel şiirler anlamlarını okuyucunun hayalinden alan şiirlerdir. Şiirde bazı bölümlerin şüphe ve belirsizlikte kalması bir yanlış ve bir kusur oluşturmak şöyle dursun, tersine şiirin estetiği bakımından vazgeçilmez bir şeydir. (…) Sözün kısası, şiir, peygamberlerin sözü gibi, çeşitli yorumlara uygun bir genişlik ve kapsam taşımalıdır. (…) En zengin, en derin ve en etkili şiir, herkesin istediği tarzda anlayacağı ve bundan dolayı da sonsuz duyarlıkları içine alabilecek bir genişliği olandır.»

Ahmet Haşim

May
18
2007
1

Solucan Şiiri

Solucan Şiiri 

I.
uzuyor

 
solucanın
kafası

 
rüyasından

 
dışarı

 
çınlıyor

 
saçları

 
çınlıyor

 

II. 

uyuyor 

solucan 

        kafasında

        rüyası

 

-çık diyor

bir ses

 

taşlı topraklı

ufkun meraklısı

 

III. 

            mırıltı 

   iki 

ki 

         gece 

 

 

M. Davut Yücel

May
14
2007
0

Yaşantılar duyuyordu…

İnsanların yaşantıdan söz ederken neyi kastettikle­rini kendi kendime çoğu kez sormuşumdur. Bir teknis­yenim ve her şeyi olduğu gibi görmeye alışkınım. Onla­rın sözünü ettiği şeyi çok iyi görüyorum. Kör değilim ya. Tamaulipas Çölü üzerindeki ayı görüyorum, her za­mankinden daha parlak, olabilir, ama gene de hesapla­nabilir bir cisim, dünyamız etrafında dönen bir cisim; aslında bir çekim sorunu, ilginç, ama neden yaşantı? Ayın ışığı karşısında simsiyah görünen zikzaklı kayaları görüyorum; vahşi bir hayvanın sırtındaki zikzaklar gibi görünüyor olabilirler, ama ben biliyorum ki bunlar ka­yadır, olasılıkla volkanik olan taşlardır, bilmiyorum, bunu ayrıca incelemek ve saptamak gerekir. Neden korkayım? Eski vahşi hayvanlar artık yok oldu. Neden bunları düşüneyim? Ne taşlaşmış melekler; ne de şey­tanlar görüyorum: Aşınmadan oluşan bilinen biçimleri, bir de kum üzerindeki uzun gölgemi, ama hortlak mortlak yok ortada: Neden kadın gibi olmalı? Tufan görmüyorum, yalnız ayın aydınlattığı, rüzgârdan su gi­bi dalgalanan kumu görüyorum; beni şaşırtmıyor, olağanüstü de bulmuyorum, hepsi açıklanabilir şeyler. La­netlenmiş ruhların nasıl göründüğünü bilmiyorum, bel­ki de gece, çölde görünen kara kaktüsler gibidirler. Benim gördüklerim kaktüsler, bir kez çiçek açıp sonra ölen bitkiler. Ayrıca (şu anda öyle görünse bile) yeryü­zündeki ne ilk, ne de son kişi olmadığımı biliyorum, son kişi olmayı düşünmek beni sarsmıyor, çünkü deği­lim. Ne diye isteriye kapılmalı? Işıkta başka türlü bir şey gibi gözükseler bile dağ sıraları dağ sıralarıdır, ama burası Sierra Madre Oriental ve biz ölüler ülkesinde değil, Meksika’da Tamaulipas Çölü’ndeyiz, bir ilerki yol­dan altmış mil uzaklıkta, acı bir durum, ama neden yaşan­tı? Bence uçak uçaktır, onu nesli tükenmiş bir kuş olarak görmüyorum, bozuk motorlu bir SuperConstellation başka bir şey değil, ay onu nasıl isterse öyle aydınlatsın. Olmayan bir şeyi neden yaşayayım? Bir şeyi sonsuzluğu dinler gibi dinlemeye de karar veremiyorum; adım attık­ça duyulan kum hışırtısından başka bir şey duymuyo­rum. Üşüyorum, ama yedi sekiz saat sonra güneşin yeni­den doğacağını da biliyorum. Neden dünyanın sonu ol­sun sanki? Sırf bir şey yaşamış olmak için saçma sapan şeyleri düşünemem ben. Yeşil gecenin içinde beyazımsı kum sınırını görüyorum, aşağı yukarı yirmi mil ötede sı­nır, Tampico yönünde olan bu sınırın öteki tarafında ne­den başka bir dünyanın başladığına inanayım? Tampico’yu bilirim. Salt fantezi yüzünden korkmaktan kaçını­rım, ya da korku yüzünden dehşete kapılmaktan; mistik, olmaktan.
“Geliniz!” dedim.
Herbert dikiliyor ve hâlâ yaşantılar duyuyordu.
Max Frisch
Homo Faber, Çev. Sezer Duru, Can Yayınları, 1998,2. Baskı, s.26,27

May
07
2007
0

Eduardo Galeano ile Sohbet

(…) 

Aslı Pelit: “Yazmak zor geliyor” dediniz aklıma geldi, daha önceki bir röportajınızda okumuştum, “yazmayı Kübalı bir müzisyenden öğrendim” diyordunuz. Bize anlatır mısınız bu hikâyeyi?

Eduardo Galeano: Perküsyonist mi?

AP: Evet.

EG: Evet, uzun zaman önceydi. Galiba, Devrim’in ilk yıllarındaydık, Küba’nın el değmemiş bir bölgesinde, daha oralara Devrim gelmemişti bile, Haiti’nin karşısındaki sahilde, Doğu’nun doğusundaydım. Bir arkadaşımla beraber, ikimiz, harika anlar geçirdik. Ağaçların altında, gerçeği öğrenirken, Devrim ülkeyi değiştirmekteydi, ve biz de bu değişimi görmek istiyorduk. Çok yüklü bir deneyim oldu. Bir gece bir grup müzisyeni dinliyoruz, ufak bir köyde, sahilde, dört müzisyenden birisi de perküsyonist, ama nasıl çalıyor, tanrılar gibi! Davulundan aklına gelebilecek her tür ses çıkıyordu. O davul gülüyordu, ağlıyordu, inliyordu, protesto ediyordu, susuyordu, fikrini söylüyordu. Neyse, bir çok kadeh ve şarkıdan sonra, ona çekinerek nasıl yaptığını sordum, neydi sırrı? O yaslıca bir adamdı, ben gençtim, çok ahmak bir soruydu benimki ama insan gençken böyle aptal sorular sorma hakkına sahiptir; böyle çalmasının sırrını sordum bende! O da dedi ki; “ ben sadece ellerim kaşınınca çalarım.” Hayatta unutmayacağım bir ders oldu bu. Bende ellerim kaşınınca yazmaya başladım, öyle belli bir saate ya da disiplinde yazmıyorum, ya da kendimi zorlamıyorum yazmak için. Eğer canim istemiyorsa, yazmama imkân yok. Yıllar sonra ancak böyle bir şansa sahip oldum tabii, ilk yıllarda gazeteci iken bazen hiç canim çekmediğinde de yazdım tabii. Ama simdi, yıllar sonra, daha özgürüm, yazar haklarından kazandığım para ile yaşıyorum, ve su anda gerçekten sadece ellerim kaşındığında yazıyorum. Kaşınmazsa, yazmıyorum!

(…)

Açık Radyo söyleşisinden alınmıştır..

Nis
21
2007
0

Türk işaret dilinde “Görsel Şiir”

Türk işaret dilinde “Görsel Şiir” – Dijital Teknik – 2007

 

 

 

Nis
21
2007
0

Işık

Gündüz mü gece mi belli değildi. Küçük oda donuk, koyu bir loşlukla dolup taşıyordu. Pencereden yağmurun perdelediği külrengi, siyahımtırak damlar görünüyordu. Aşağıda ise karanlık, hüzün verici avlu. Fakat bölünmesi olanaksız derin bir sessizlik vardı ki, Fidel Kampa’nın hoşuna gidiyordu.Yağmur dinmek bilmiyordu.Fidel’in çok sevdiği bu tatlı sessizlik sabahtan beri yağan yağmurun tekdüze fakat hafif gürültüsüyle canlanıyordu. Fidel, gerçekle düşün nerede başlayıp nerede bittiğini bilmiyordu.

Birkaç yıldan beri yakasını bırakmayan bir endişe güzel şeylerden zevk almasına engel oluyordu. Her an aklı acı bir olayın anısına takılıp kalıveriyordu. Şimdi de Paris’te bu büyük kentte, bir beşinci katın küçük, temiz bir odasına kapanmış, düşüncelere dalmıştı. Güneş batmak üzereydi.Bütün gün boyunca bulutlar hiç değişmemişti. Sabahın erken saatlerinden beri ışık ne artmış ne azalmıştı.Kirli, külrenginde bir ışıktı bu, elle dokunulacak gibiydi; örneğin biraz uzakta bulunan bir eşyayı alabilmek için bu ışığı bir yana itmek gerekiyordu sanki.

Jose Martinez Ruiz Azorin

“Uzun Liste”, İspanyol Edebiyatı Öykü Antolojisi, Dünya Kitapları, 2005, s.67

Nis
11
2007
0

Duvar Saatleri

Bir Famanın duvar saati vardı ve her sabah onu ÖZENLE kurardı. Bunu gören Cronopio gülmeye başladı, evine dönüp enginar-saati ya da synara icat etti- her iki türlü de söylenebilir.
Cronopionun enginar-saati, duvarda bir deliğe sapından tutturulmuş çok iri cins bir enginardır. Enginarın sayısız yaprağı hem şimdiki saati, hem de aynı zamanda bütün saatleri gösterir, öyle ki saatin kaç olduğunu öğrenmesi için Cronopionun yapraklardan birini koparması yeterli olur. Soldan sağa doğru koparıldığından, yaprak hep doğru zamanı gösterir ve her gün yeni bir yaprak dizisini koparır. Tam ortasına geldiğinde zamanı ölçmek artık olanaksızdır ve merkezdeki sonsuz mor gülde uçsuz bir mutluluğu keşfeder Cronopio. Daha sonra onu sirkeli sosla yer ve deliğe başka bir saat yerleştirir.

Julio Cortazar
Açıklayıcı Bilgiler El Kitabı, Altıkırkbeş,1997,  s.116

Nis
07
2007
0

Kaplumbağa Şiiri

I.
   aksak
       bir
adam
yürüyor
  

       bastonunda
  

II.
— bir şarkı çalıyor
sözün sesini
seziyor
     hava
III.
kaplumbağa
  yuvasına
girdi
duyumsayınca
akşam    kapandı
  

içimiz
         deki eve kapandı
  

M. Davut Yücel

Powered by WordPress | Theme: Aeros 2.0 by TheBuckmaker.com