30
2011
Destur Dünya! (Güher Gürmen)
Nasıl çıkacağım buradan?
Kapılar… kapılar kilitli
Dünya çivit bir zindan
Dünya üzerime kilitli
(…)
Güher Gürmen
Şiirin tam metnine https://guhergurmen.blogspot.com/ adresinden ulaşabilirsiniz.
30
2011
Mavi
(…)Sesin arkeolojisi ancak yakın zamanda mükemmelleştirildi ve sözcüklerin sistematik olarak tasnif edilmesi düne kadar gelişigüzel bir biçimde yapılıyordu. Mavi, sözcüklerin ışıldayan kıvılcımlar saçarak cisimleşmesini, yansımaların parlaklığıyla her şeyi karanlığa gömen ateş şiirini izledi.(…)
Görüşüm iyice sınırlanmış gibi. Hastane bu sabah daha da sessiz. Susturulmuş. Karnımın dibinde sevimsiz bir duygu var. Yenik hissediyorum. Zihnim zehir gibi ama bedenim dökülüyor -karanlık ve harap bir odada çıplak bir ampul. Buranın havasında ölüm var ancak bundan söz etmiyoruz. Ama biliyorum ki bu sessizlik “Hemşire koş! Hemşire yardım!” diye bağıran çılgına dönmüş ziyaretçilerin çığlıklarıyla her an bozulabilir, arkasından koridor boyunca koşuşturan ayak sesleri. Sonra sessizlik.
Mavi, beyazı masumluktan korur
Mavi, yanısıra siyahı sürükler
Mavi, görünür kılınmış karanlıktır
(…)
Derek Jarman
“Mavi” adlı “son” filminden... (1994)
“Mavi”, Nisan Yay., 1995, Çev. Meltem Ahıska
29
2011
Önce kendisi için olanaksız…

“Bir insanın yaşantısı ne anlatılır, ne yazılır. Dünyayı sevmiş ve gezmiş olan bir insanın yaşantısı ise anlatılmaya daha az elverişlidir. Fakat bu insan, eğer içli biri ise, dünyayı dolaşırken mutluluğun ve yoksulluğun bütün derecelerini tanımış ise, o zaman, onun yaşantısının canlı bir görünümünü vermeye çabalamak hemen hemen olanaksızlaşır. Önce kendisi için olanaksız; sonra da onu dinleyecek olanlar için.”
Panait İstrati
“Kira Kiralina” adlı kitabından…
28
2011
Kitaplar… kitaplar… kitaplar ve koleksiyon…
Pazar Mezatı taifesi, bugünlerde, “kitap koleksiyonculuğu ve edebiyat efemerası” adına çok faydalı mübadelelere vesile oluyor. (Örneğin, G. Apollinare ve P. Êluard’ın yaşamına/eserlerine ait efemeraların derlenmesiyle oluşan, 1968 ve 1971 Gallimard baskısı iki önemli kitabı geçen haftalardaki “Pazar Mezatı” organizasyonları sayesinde koleksiyonuma kattım, katabildim.)
Bu haftasonu (30 Ekim 2011 Pazar günü) gerçekleşecek Pazar Mezatı, satış listesini imzalı, ilk basım ve nadir kitaplara ayırmış. Listeyi incelediğimizde edebiyat tarihimiz açısından çok önemli şairlerin, yazarların ilk basım ve imzalı eserlerinin yanısıra, çağdaş plastik sanatlara yönelik albüm ve kataloglar da dikkat çekiyor… (Anlaşılan bu haftasonu kitap koleksiyonerleri için çetin geçecek!)
Kitap koleksiyonculuğundan söz açmışken, koleksiyonumun envanterini çıkarma çalışmalarımda %60 seviyelerine gelmemin (yani işin yarısını aşmamın) mutluluğunu paylaşmak, sanırım, kendimi avutmak açısından yerinde olacaktır. Kütüphanemde yer alan koleksiyon kitaplarımı diğerlerinden ayırmak, tasnif etmek, ekslibris eklemek ve kayıt altına almak, en az koleksiyon yapmak kadar (okumak, düşünmek, araştırmak, takip etmek ve satın almak kadar) zor bir şeymiş meğer… Koleksiyonumun envanteri ve tasnifi açısından -özellikle 1980 sonrası basılan kitap, katalog, albüm, fanzin ve dergilerde- büyük kayıt eksikliklerim var hâlâ… Bu işi ertelememek gerekiyor, ki zaten herkese önerim şudur: Kitaplarınıza değer vermeye başladığınız -hatta kitap okumaya başladığınız- ilk andan itibaren her şeyin kaydını, envanterini ve okuma notlarınızı oluşturun mutlaka. Bu işe sonradan kalkıştığınızda inanılmaz zaman ve emek harcamak gerekiyor. Koleksiyonunuz kapsamında aradığınız kitabın yerini bulamamanız, özelliğini hatırlamamanız, hepsinden önemlisi kafanızda oluşan o “kaybetmek hissi, endişesi” filan da cabası…
Z. Yalçınpınar
1. Hamiş: Ekim 2011’in son günleri itibariyle kitap koleksiyonumun envanterine PDF dosyası olarak şu adresten ulaşabilirsiniz; https://zaferyalcinpinar.com/koleksiyon.pdf
2. Hamiş: Envanter ve kayıt işini tamamladıktan sonra (2012 yılı içerisinde) koleksiyonumda kitapları bulunan yayınevlerine ve işbu don kişotların yayıncılık geçmişine, yayın mizaçlarına, editöryal özelliklerine ilişkin sıkı bir yazı kaleme almayı düşünüyorum.
3. Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan “imzalı” ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/imzali adresinden ulaşabilirsiniz.
28
2011
Onun ne olduğunu bilmiyorsan, hiç kurcalama!
(…)Louis Armstrong’a müziğin ne olduğu sorulduğunda, “bunu sorduğuna göre hiçbir zaman onun ne olduğunu anlamayacaksın” dediği; aynı soruyu Pats Waller’ın ise “Onun ne olduğunu bilmiyorsan, hiç kurcalama!” diye cevaplandırdığı bilinmektedir. Bu karşılıklar, Caz müzisyenlerine, eleştirmenlerine ve dinleyicilerine has ortak bir tavrı yansıtmaktadır. Onlara göre, müziğin merkezinde, hissedilebilen ancak açıklanamayan bir şeyler vardır. Özellikle “Swing” tarzı, açıklanamayan bir tür olarak nitelendirilmektedir.
(…) Langston Hughes hakkında şöyle diyor eleştirmen Russel Blankenship: “Modern konuşma tarzı içinde siyah adamın eski acılarını duygulu bir biçimde dile getiren bir Caz şarkıcısı. Birçok şiiri insanın belleğinde, tıpkı akıldan hiç çıkmayan bir Caz parçası gibi, tekrar tekrar çakar.”(…)
(…) Caz’daki en önemli sakınca temcimselleşmedir. (…) Diğer sanat kollarında olduğu gibi, Cazcının da ana amacı derinlik olmalıdır; çünkü insan ve toplum ilişkileri derin ve karmaşıktır. Bu derinlik ve karmaşıklığa tekabül edebilecek olan imkanlar da hazırdır; çünkü bir anlamda bu tür müzik somut değil soyuttur. Yani caz hüzünlü bir kişiden çok hüznün kendisini, sevinçli bir insandan çok sevinci, trajik bir olaydan çok trajediyi, “pathetic” bir durumdan fazla, “pathos”u duyumsatır. Geleneksel müzik belli bir anın düşünceleri, duygulanımları ve heyecanlarının sonucu, ama yalnızca belli bir anla kısıtlı olan, durağan, notaya kesin bağımlı bir müzik türüyken, Caz emprovize bir müzik tarzıdır. Bu durum, Caz’ın klasiğe üstünlüğü olarak değerlendirilebilir. (…)
İngiliz Romantik Şiiri’nin manifestosu niteliğinde olan “Lyrical Ballads”ın önsözünde şiir “güçlü duyguların kendiliğinden taşması” olarak tanımlanır. İşte bu kendiliğindenliğin Caz Sanatı’nda belirleyici bir önemi vardır(…)
Sanatın ne olduğu konusunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Kimilerine göre sanat yaratma, kimilerine göre yansıtma, kimilerine göre de üretimdir.(…) Konuya asıl ilgi alanı olan Caz müziği açısından bakıldığında, Caz’ın hem yaratma, hem yansıtma ve hem de üretim olduğu görülür.
A. Erdal Göksoy
“Eleştirel Caz Tarihi”, Stüdyo İmge Yay.,1984
Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan “Caz” ilgilerinin tümüne https://evvel.org/ilgi/caz-cumlesi adresinden ulaşabilirsiniz.
27
2011
“Bilim ve İktidar” (Nurettin Abacıoğlu)
“Bilim ve İktidar” ilişkileri üzerine Nurettin Abacıoğlu güzel bir kuramsal yazı kaleme almış. Yazıya https://haber.sol.org.tr/yazarlar/nurettin-abacioglu/bilim-ve-iktidar-47750 adresinden ulaşabilirsiniz.
27
2011
Santrfor Yaşar Yalçınpınar’ın Fenerbahçe Rozeti
Santrfor Yaşar Yalçınpınar (1914-1998)
büyükamcamdan babama
babamdan bana
benden de evlâdıma
mirastır bu sevda!
*
Hamiş: EVV3L kapsamında yayımlanan “Fenerbahçe Spor Kulübü” başlıklı ilgilere https://evvel.org/kara-deryalarda-bir-fenersin adresinden, “Yaşar Yalçınpınar” arşivine ise https://evvel.org/ilgi/yasar-yalcinpinar adresinden ulaşabilirsiniz.
24
2011
Papalagi’nin “benim” dediği şeyler…
(…) Ama Papalagi, bununla kalmayıp yalnızca kendi kulübesinin önünde yetişti diye “Bu palmiye benimdir” diyebilir. Sanki onu yetiştiren kendisiymiş gibi. Oysa palmiye kesinlikle onun değildir, asla. Onu yerden çıkarıp bize uzatan Tanrı’nın elidir. (…)
Bizim dilimizde “Lau” benim demektir, ama aynı zamanda da senin demektir. Oysa Papalagi’nin dilinde bu senin ve benim gibi aynı anlama gelen tek bir söz bile yoktur. Benim olan yalnızca ve tek başına bana aittir. Senin olan ise yalnızca ve tek başına sana. Onun için Papalagi, kulübesinin çevresindeki herşeye “benim” der. (…)
Herkes bilmez çok sayıda “benim”e ulaşmanın hilelerini. Üstelik bir tür cesaret de gerektirir bu iş, ki bu da bizim onur dediğimiz şeyle pek bağdaşmaz. (…)
Papalagi, doğru düşünseydi, elimizle sıkı sıkıya tutmadığımız hiçbir şeyin bizim olmadığını bilmesi gerekirdi. Aslında hiçbir şeyi sıkı sıkıya tutamadığımızı da. (…)
Ama Tanrı, Papalagi’ye korkudan daha beter bir ceza vermiş. Çok az “benim”i olan ya da hiç olmayanlarla, bütün “benim”leri toplayanlar arasında sürüp giden bir savaş sarmış başına. (…) Bu savaş herkese acı verir, yaşama sevincini kemirir. “Sahip olanlar” vermek zorundadırlar, ama hiçbir şeyi vermek istemezler. “Sahip olmayanlar” ise sahip olmak isterler, ama hiçbir şey alamazlar. Üstelik bu “sahip olmayanlar” da ulvi savaşçılar değildir. Ya soyguna geç kalmışlardır, ya beceriksizdirler ya da ellerine fırsat geçmemiştir. (…)
“Elinde tuttuğun her şey senindir!” Bu tür saçma sözlere kulaklarınızı tıkayın ve vicdanınıza sıkı sıkıya sarılın. Her şey Tanrı’nındır.
Göğü Delen Adam (Papalagi)
(Kabile Reisi Tuiavii’nin Konuşması’ndan…)
Çev: Levent Tayla, Ayrıntı Yayınları, 7. Baskı, 2010, ss. 59-71
Hamiş: Samoa dilinde “Papalagi” denince beyazlar ya da yabancılar anlaşılır. Ama “Papalagi”, sözcüğü sözcüğüne çevrilirse “göğü delen” anlamına gelir. Samoa’ya ilk misyoner bir yelkenliyle gelmişti. Samoa yerlileri bu beyaz yelkenliyi ufukta bir delik olarak gördüler, beyaz adamın, yabancının içinden çıkıp kendilerine geldiği bir delik. O, göğü delip gelmişti.
22
2011
DADA, iki çözüm öneriyor…
(…)
DADA iki çözüm öneriyor:
BAKIŞLARA SON!
SÖZLERE SON!
Artık bakmayın!
Artık konuşmayın!
Tristan Tzara
20
2011
“Fortuna” (Tezer Özlü)
(…) Tüm korkularım çamların ardındaki aydınlıktan geliyordu. Aydınlık olmasa gene korkacaktım. Ürkek kollarımı büzdüm. Bacaklarımı tuttum. Duydum. Kırmızı. Şiş gözlerim. Camın ardına bir bakabilseydim. Duvarlar yeterdi bana. Pis duvarları severdim. Gözlerimi onlara dikip, bomboş içlerine salıverirdim kendimi duvarların. Başımı çıkardım yavaşça. Bir sırıttım kendi kendime. Duvarlara baktım ardından. Gülüyorlar mı bana diye. Sessizlik bile durmuştu. İçime çekecek hava da yoktu. Öylesine bir durgunluk. (…) Yeni bir kent. İndim. Ayaklarıma dek baktım. Yerden bir ufak taş aldım.Attım cebime. Kaçtım trenlerinin yanından istasyonun. Dağınık bir kalabalık var demirlerin gerisinde.(…) Cebimdeki taşa baktım. Yerindeydi. Taşı tuttum. Gene duydum. Taşın taş oluşunu duydum. Attım taşı. Dayanamadım. Döndüm. Eğildim. Gene aldım. Severim istasyonları. Akşama değin istasyonun yanındaki merdivenleri indim. Çıktım. Gene indim. Gene çıktım. Gün boşluğunu sundu geceye. (…)
Tezer Özlü
“Fortuna”, Yeni İnsan Dergisi, Mart 1963
(Fortuna, Tezer Özlü’nün yayımlanan ilk yazısıdır.)
Hamiş: “Fortuna” adlı anlatının tamamına https://zaferyalcinpinar.com/fortuna.jpg adresinden ulaşabilirsiniz.
19
2011
Bir taşbaskı…

Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun bir taşbaskı çalışması (1958)
(Z. Yalçınpınar Koleksiyonu’ndan…)
Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan “İmzalı” ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/imzali adresinden ulaşabilirsiniz.
19
2011
Fotoğraf: Oktay Akbal, Fazıl Hüsnü Dağlarca ve Sabahattin Batur
Oktay Akbal, Fazıl Hüsnü Dağlarca ve Sabahattin Batur
(Fotoğraflayan ve Evvel Fanzin’e Ulaştıran: Ümit Bayazoğlu)
*
Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan “Dağlarca” ilgilerinin tümüne https://evvel.org/ilgi/daglarca adresinden ulaşabilirsiniz.
17
2011
Anadolu…

Sessizliğin Dilbilgisi’ni bilenler,
Hakikat ve anlamla yanmak isteyenler,
Görmeyi öğrenmek isteyenler,
Anadolu’yu anlamak isteyenler,
Nuri Bilge Ceylan’ın “Bir Zamanlar Anadolu” adlı filmini izler.
Zy
17
2011
Dağlarca İmzaları ve “Karşı Duvar” Dergisi
Fazıl Hüsnü Dağlarca imzalı bazı kitaplar…
(Z. Yalçınpınar Koleksiyonu’ndan)
*
(…)Dağlarca 1959 yılında İstanbul Aksaray’da Kitap Kitabevi’ni açar. Bu kitabevini açtıktan bir süre sonra kendini bir yere kapatılmış hisseder Dağlarca. Bu duygudan kurtulmak için, şiirle gündelik hayatı ve günceli birbirine yaklaştırma çabasının en somut ürünü olan ‘deneysel’ Karşı Duvar dergisini kurar.
Aynı zamanda Dağlarca’nın kullandığı bir eğitim aracıdır Karşı Duvar. Dergi, yayınevinin büyük vitrinine insan boyunda bir karton yerleştirip, üzerine günün konularıyla ilgili şiirler asmasıyla oluşur. 15 günde bir değiştirilen bu şiirlerin bulunduğu vitrin, geceleri de aydınlatılır.
Karşı Duvar, kısa bir süre içinde büyük ilgi toplar. Gece de aydınlatıldığından derginin önünde günün her saatinde okurlar bulunur. Memet Fuat, Türkiye’nin en çok okunan yayını olduğunu söyler bir konuşmasında.
Dağlarca’nın bir anısı, derginin gördüğü yoğun ilginin en güzel kanıtlarından biridir. Bir gün yaşlı bir adam uğrar kitabevine, “Ben ta Kadıköy’den geliyorum. Derginin üç gün önce değişmesi gerekiyordu, iki kez daha geldim, hâlâ değişmemiş” diyerek şaire sitemde bulunur. Dergiye yazıları yerleştiren kişinin hasta olduğunu, bu nedenle de geciktiğini söyleyen Dağlarca çıkacak sayının şiirlerini yaşlı adama verir. Yaşlı adamın sevinci, Dağlarca’yı çok mutlu eder.(…)
Semiha Şentürk
“Dağ gibi şiirleriyle Dağlarca”, Milliyet Gazetesi, 18 Kasım 2008
Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan “Dağlarca” ilgilerinin tümüne https://evvel.org/ilgi/daglarca adresinden ulaşabilirsiniz.
17
2011
Afişler… Afişler… Afişler… (Aslı Yücel)
E V V E L’in sıkı takipçilerinden Aslı Yücel, Wall Street işgali ile çeşitli afişler üzerine kısa bir derleme/değerlendirme yazısı kaleme almış… Yazıya ve afiş görüntülerine https://yaziizleri.blogspot.com/2011/10/wall-streeti-afislerle-isgal-et.html adresinden ulaşabilirsiniz.
Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan Sokak Sanatı ilgilerine https://evvel.org/ilgi/duvarda adresinden ulaşabilirsiniz.
16
2011
Oranın Kör Basamakları
Hadi dedi beni de yaz
Yaz kış arasınlar
Yazın da kışın da bulamasınlar
Yaz kış güneş değişir ya
Değişirken güneşlerde bulamasınlar
Yavaş yürüsünler isterim
Duyulmasınlar isterim
Anılarını çıksınlar insinler isterim
Okuyor gibi
Yazıyor gibi
Unutuyor gibi
Binyıl sonra bulunuyor gibi
Yurtdışına çıkıyor gibi
Gözleri ürküyle büyümüş gibi
Korkmasınlar isterim
Ne saymamışlar ki bugüne dek
Yıldızlar sayılmıştır
Yönler sayılmıştır
Denizler sayılmıştır
Dağlar sayılmıştır
Sevgililerin kirpikleri sayılmıştır
Yarışlarda atların varışları sayılmıştır
Erkeği eve dönmeyen kapılar sayılmıştır
-Siz kimsiniz
-Biz oranın basamaklarıyız
Kimse çıkmasın demeniz neden
Sözcüklerimiz birer güvercindir
Yalnız onlar çıkacaktır basamaklardan
Onlar en yukarda uçup dağılacak kötülüklere
Biri sizindir
Fazıl Hüsnü Dağlarca
Orada Karanlık Olurum, YKY, 2007, s. 31-32
Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan “DAĞLARCA” ilgilerininin tümüne https://evvel.org/ilgi/daglarca adresinden ulaşabilirsiniz.
16
2011
Dağlarca’nın Önemi
15 Ekim 2008’de (94 yaşında) vefat eden Fazıl Hüsnü Dağlarca, yaşadığımız topraklarda yazılan şiirin ve imgeselliğin kuvvetlenmesini sağlayan en önemli/büyük şairlerden biridir. Kalb ve vicdan yolundaki ‘şiirsel çevrimler’i düşündüğümüzde Dağlarca’nın 1940 yılında yayımlanan “Çocuk ve Allah” adlı kitabı tam bir eşik noktasıdır. Örneğin Ece Ayhan, yazılarının ve söyleşilerinin farklı farklı yerlerinde, bazen fazlasıyla olumlu bazen de hafif olumsuz bir bağlamda -ama defalarca- şunu tekrarlamıştır: “Dağlarca’nın ‘Çocuk ve Allah’ adlı kitabı ile Sait Faik’in ‘Alemdağ’da Var Bir Yılan’ adlı kitabından doğduk biz…”
Benim poetik kavrayışıma ve okumalarıma göre, şiir tarihimizin son 80 küsur yılının çevrimini belirleyen ve geleceğin poetikasına, yani ‘İmgelemin Özgürleşmesi’ne yol açan isimler-eserler şöyledir:
-Nâzım Hikmet (835 Satır,1929)
-Fazıl Hüsnü Dağlarca (Çocuk ve Allah,1940)
-Sait Faik (Alemdağ’da Var Bir Yılan,1954)
-Oktay Rifat (Perçemli Sokak,1956)
-Turgut Uyar (Dünyanın En Güzel Arabistanı,1959)
-İlhan Berk (Mısırkalyoniğne,1962)
-Ece Ayhan (Bakışsız Bir Kedi Kara,1965 / Devlet ve Tabiat,1973)
90’lı yılların ortasından bugüne kadar Dağlarca’nın yaşamı ve poetikası sürekli eleştirildi, siyasal olarak olumsuzlandı. Bugün görüyoruz ki, mevcut olumsuzlama çabasını devam ettirenler “haksızlık ve liyakatsızlık” noktasında Yeni Sinsiyet’le paydaş/yandaş olmuşlar… Çünkü Dağlarca, yazdığı tüm şiirlerde -tıpkı İlhan Berk, Ece Ayhan, Oktay Rifat, Turgut Uyar, Nâzım Hikmet gibi- İmgelemin Özgürleşmesi’nin imkânlarını aramış, patikaları bize işaret etmiş, poetikasını hep bu yönde -inatla- son nefesine kadar sürdürmüştür. Dağlarca’nın 1940’tan 2000’lere kadar yayımladığı şiir kitaplarının (‘Çocuk ve Allah-1940’ ile ‘İçimdeki Şiir Hayvanı-Norgunk-2007’ arasının) okunmasını, bu eserlerdeki poetikanın ve alan derinliğinin sezilmesini tüm sahici insanlara -şiire iştigal anlamında sonsuz- öneriyorum. Bir önemli önerim de; Şubat 2009’da yayımlanan ‘Beyaz Dergisi-Dağlarca Özel Sayısı‘nın didik didik edilmesi, incelenmesidir.
Z. Yalçınpınar, 2011
Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan “DAĞLARCA” ilgilerininin tümüne https://evvel.org/ilgi/daglarca adresinden ulaşabilirsiniz.
16
2011
Denizden Gelen…
…
Aç ölen balıkçıların ruhu,
Mavi daireler gibi genişler sahillere.
Ve bütün mesafelerin sonsuz düzlüğü yayılır,
Kayar, uzaklaşır, rüyaların geldiği yere.
Hâlâ yaşar, ilk intihar edenin suya teması,
Korkunun ve arzunun ve hiçbir şeyin olmadığı an.
Büyük fırtınalar yığılır uzaklarda,
Denizi seyredenlerin bıraktığı arzulardan.
…
Ve sen denizden gelen bunların hepsi
Sen ki anlamazsın benim kalbimden.
(s.158)
…
Denizler, ki gönlümün adasını çevirmiştir,
Denizler ki yüzer sükûnunda bir balık gibi şiir.
Hayatı ruha sular arkasından verir
O garip nebatlar gibi kalmak denizler arasında.
…
(s.66)
F. H. Dağlarca
“Çocuk ve Allah” adlı kitabından…
Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan “DAĞLARCA” ilgilerininin tümüne https://evvel.org/ilgi/daglarca adresinden ulaşabilirsiniz.
16
2011
Susan Dünya (F. H. Dağlarca)
(…)
Susar şehri dolaşan,
Bütün sokaklar bana.
1936
Fazıl Hüsnü Dağlarca
“Çocuk ve Allah” adlı kitabından…
16
2011
Görmek
Görmek, karanlık yapraklar üstünde,
Gece kadar yaşıyan rüzgârı görmek.
(…)
Görmek, bir kör gibi içinden görmek,
Ellere değen manzaraları.
(…)
Uzaktan geçen bir sandal ki bembeyaz,
Bembeyaz görmek engini, bir ses kadar.
İçinde vücudunu hissederek
Görmek bir mezarı, herkes kadar.
(…)
1936
Fazıl Hüsnü Dağlarca
“Çocuk ve Allah” adlı kitabından…
15
2011
Žižek: “Wall Street işgalcileri, hepimize ‘Kırmızı Mürekkep’ veriyor.”
Sloven düşünür Slavoj Žižek, Wall Street işgalcilerini ziyaret etti ve bir konuşma gerçekleştirdi.
Konuşmanın tam metnine https://www.soldefter.com/2011/10/11/zizek-wall-street-isgalcileri-hepimize-kirmizi-murekkep-veriyor/ adresinden ulaşabilirsiniz.
(…) Hiçbir şeyi yok etmiyoruz. Biz sadece, sistemin kendi kendini nasıl da yok ettiğine şahit oluyoruz. Hepimiz, çizgi filmlerdeki klasik sahneyi biliriz. Kedi bir uçuruma ulaşmıştır, ancak altında hiçbir şey olmadığı gerçeğine aldırış etmeden yürümeye devam etmektedir. Ancak aşağı baktığında ve farkına vardığında aşağı düşer. Bizim burada yaptığımız şey bu. Wall Street’teki herifler “Heey, aşağı bakın” diyoruz.
2011 Nisan ortasında Çin hükümeti, televizyonlarda, filmlerde ve romanlarda öteki gerçeklik veya zamanda yolculuk içeren bütün öyküleri yasakladı. Bu, Çin için iyiye işaret. Bu insanlar hâlâ alternatiflere dair hayal kuruyor ki sen bu hayal kuruşlarını yasaklıyorsun. Burada bir yasağa gerek yok, çünkü egemen sistem hayal kurma gücümüzü tamamı ile bastırmış durumda. Durmadan gördüğümüz filmlere bakın. Dünyanın sonunu tahayyül etmek kolay. Bir asteroid tüm yaşamı yok ediyor, falan filan. Ancak kapitalizmin sonunu tahayyül edemezsiniz.
Öyleyse burada ne yapıyoruz? Size komünist zamanlardan harikulade, eski bir fıkra anlatayım. Doğu Almanya’dan bir adam Sibirya’da çalışmaya gönderiliyor. Mektubunun denetçiler tarafından okunacağını biliyor ve arkadaşlarına şöyle diyor: “Gelin bir şifre oluşturalım. Eğer benden mavi mürekkeple yazılmış bir mektup aldığınızda orada yazdıklarımın gerçek olduğunu bilin. Ama kırmızı mürekkeple yazılmışsa yalandır.” Bir ay sonra arkadaşları ilk mektubu alıyor. Her şey mavidir. Mektupta der ki: “Burada her şey harika. Dükkânlar güzel yiyeceklerle dolu. Sinemalar batıdan güzel filmler gösteriyor. Apartmanlar büyük ve çok rahat. Tek satın alamayacağınız şey kırmızı mürekkep.” Bizim yaşadığımız da bu. İstediğimiz bütün özgürlüklere sahibiz. Tek eksiğimiz kırmızı mürekkep: tutsaklığımızı ifade edecek dil. Bize öğretilen özgürlüğe dair konuşma yöntemi, özgürlüğü tahrif ediyor. Ve burada yaptığınız şey bu. Hepimize kırmızı mürekkep veriyorsunuz.(…)
Slovaj Žižek’in Wall Street Konuşması’ndan…
Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yer alan “3. Dalga” ilgilerinin tümüne https://evvel.org/ilgi/3-da
lga adresinden ulaşabilirsiniz.
12
2011
Taştan Kutulara Dair…
Papalagi, tıpkı bir midye gibi, sert bir kabuğun içinde oturur. Bir çıyan gibi, taşların arasında lavların çatlaklarında yaşar. Sağı, solu, altı, üstü hep taşlarla örtülüdür. Barınağı dikine duran taş bir sandığı andırır, çok sayıda gözü olan delik deşik bir sandığı. (…)
Bu taş kutular, omuz omuza duran insanlar gibi birçoğu bir arada durur, aralarında ne bir ağaç, ne de bir çalılık vardır onları ayıran. Ve her birinde bütün bir Samua köyünü dolduracak kadar çok insan yaşar. Bir taş atımı uzaklıkta yine omuz omuza vermiş duran çok sayıda taş kutu daha vaardır. Bunlarda da insanlar yaşar. Bu iki sıranın arasında Papalagi’nin “cadde” dediği bir yarık vardır. Sert taşlarla kaplı bu yarık, çoğu kez bir ırmak kadar uzundur. Boş bir yer bulmak için saatlerce koşmak gerekebilir. Boşluğun olduğu yere de genellikle çok sayıda başka yarıklar bağlanır. Bunlar da yine aynı uzunlukta yan kollara ayrılırlar. İnsan bu taş yarıkların içinde bir orman ya da büyücek bir gökyüzü parçası bulana dek günlerce aranmak zorunda kalabilir. Bu yarıklarda gerçek bir gökyüzü mavisi bulmak çok zordur. Çünkü bir kulübenin en azından bir tane, çoğunlukla da daha fazla bacası vardır. Bunlar havaya Savaii’deki volkan patlaması gibi duman ve kül savururlar. Tabii bu küller de yeniden yarıkların üstüne yağar. Bu yüzden taş kutular Mangrove bataklığının balçığı gibi görünürler.İnsanların saçlarına ve gözlerine kara toprak parçaları kaçar, dişlerinin arası da kum dolar.
Ama bütün bunlar insanları sabahtan akşama dek bu yarıklarda koşuşturmaktan alıkoymaya yetmez. Hatta bundan özel bir zevk alanlar bile vardır. Hele kimi yarıklarda korkunç bir kargaşa hüküm sürer, insanlar buralarda ağır bir balçık gibi akalrlar.(…)
Göğü Delen Adam (Papalagi)
(Kabile Reisi Tuiavii’nin Konuşması’ndan…)
Çev: Levent Tayla, Ayrıntı Yayınları, 7. Baskı, 2010, ss. 27-31
Hamiş: Samoa dilinde “Papalagi” denince beyazlar ya da yabancılar anlaşılır. Ama “Papalagi”, sözcüğü sözcüğüne çevrilirse “göğü delen” anlamına gelir. Samoa’ya ilk misyoner bir yelkenliyle gelmişti. Samoa yerlileri bu beyaz yelkenliyi ufukta bir delik olarak gördüler, beyaz adamın, yabancının içinden çıkıp kendilerine geldiği bir delik. O, göğü delip gelmişti.
11
2011
Bir Fotoğrafın Çağrıştırdığı “Futbol…”

Yukarıdaki fotoğrafı Evvel Fanzin’e -sağolsun- Ümit Bayazoğlu ulaştırdı. Facebook’taki bir grupta, Serhat Sencer’in albümünde bulmuş/görmüş bu fotoğrafı… Solda, topun başında duran Orhan Kemal, yanında Halit Kıvanç ve sağda ise Haldun Taner… Sanırım, 1960’lı yılların ortası… Fotoğraf, “Futbol, sadece futbol değildir” tümcesini imliyor bana… Gerçekten de edebiyat ve düşünce tarihinde “Futbol sadece futbol değildir!” tümcesinin işaret ettiği birçok önemli “yaşantı” var.
Albert Camus‘un kaleciliğine ilişkin hikâyeyi hatırlayalım: Cezayir’de doğan Albert Camus, yeniyetmelik döneminde Cezayir Üniversitesi’nin(RUA’nın) kalecisiymiş. RUA’nın maç günlüklerine göre Albert Camus, bir kaleci olarak çok zor maçları atlatmış ve RUA, 1930’da bulunduğu bölgesel ligin şampiyonu olmuş. Sonra, Camus, yakalandığı tüberküloz hastalığı nedeniyle futbola veda etmiş. Albert Camus’a neden kaleci olduğunu, neden kaleciliği seçtiğini sorsaydık şu cevabı alabilirdik: “Ayakkabılarımın eskimediği, yıpranmadığı ve bana en uygun mevki kalecilikti.” Camus, bir şöyleşisinde şöyle demiştir: “Ahlâk ve insanlığın yükümlülükleri(moral kavramlar) hakkında güvenebileceğim tüm bilgileri spora ve Cezayir Üniversitesi’ndeki futbol günlerime borçluyum.”
Futbol, Ludwig Wittgenstein‘ın “Felsefe Soruşturmaları” adlı kitabında ele aldığı ve okuyucuya sezdirdiği “felsefenin sınırları” sorunsalı açısından da çok önemli bir çağrışımsal öğedir. Felsefe Soruşturmaları’ndaki “Dil Oyunları” bağlamının oluşmasına futbol vesile olmuştur. Wittgenstein, “Sözcükler, sadece, bir oyunun içeriğinde (context’inde) anlam taşırlar” görüşünü bir futbol maçını izledikten sonra edinmiştir. İnsan, futbol üzerine öncül bilgileri olmadan futbol maçını izlediğinde, futbol denen şey ona raslantısal ve anlamsız gelecektir. Onu anlamlandırmak için önce oyunun kuralları, içeriği bilinmelidir: -Futbol, birbirine karşı çekişen iki takım halinde, herbiri 11 kişiden oluşan bu takımların bir topu diğer takımın alanında yer alan kalenin ağlarına göndererek skor elde edilebildikleri bir oyundur- gibi… Bu içeriği kavramadan “futbol” sözcüğü, bir topun peşinde koşturan insanların ‘anlamsız görüntü’sünde kalacaktır. Wittgenstein, çalışmalarında, futbol örneğindekine benzer bir koşutluğu “Dil Oyunları” ile “Felsefe” arasındaki ilişki için de kurmuştur. Wittgenstein’ın incelediği sorunsallar, dilin sınırları çerçevesinde oluşan mantıksal bir alan derinliği üzerinde bulunmaktadır. Kısacası, Wittgenstein’ın maç sahası, gerçeğin ve yaşamın yapısını/sınırlarını belirleyen dildir. Wittgenstein, en önemli maçını dilde oynamıştır.
“Futbol ve tarih” dediğimizde, sıkı muhalif Eduardo Galeano’nun “Gölgede ve Güneşte Futbol” adlı kitabı ilk aklımıza gelen eserlerden biri… Kitapta Eduardo Galeano, Dünya Kupası ve Latin Amerika futbol tarihini “büyülü gerçekçi” bir dille anlatır. (Zico’nun Golü başlıklı yazı güzel bir örnektir. Fenerbahçeliler şuraya baksınlar: https://evvel.org/alinti-ziconun-golu-eduardo-galeano)
Sonuçta, tüm bu yaşantı örneklerini incelediğimizde futbolun kavramsal arka-planında birçok mihenk noktasını içerdiğini görürüz. Ve dileriz ki futbol endüstrileşmesin; çünkü futbol, bugünkü merhaleden biraz daha ileri gidip topyekün endüstrileştiğinde yeni mihenk noktaları bulmak -en azından benim için- imkânsızlaşacak.
Zy
11
2011
55 Yıl Sonra; Cahit Sıtkı Tarancı’nın Karanfili
“Cahit Sıtkı Tarancı’nın Resmi ve Karanfili”
(Z. Yalçınpınar Arşivi’nden…)
2010 yılının sonbaharında, sıkı sahaf Korhan Akman (İkarus Sahaf), Cahit Sıtkı Tarancı‘nın 1946 tarihli “Otuz Beş Yaş” adlı şiir kitabından ilk bahsettiğinde, kitapla fazlaca ilgilenmemiştim ve şöyle demiştim Korhan’a: “Cahit Sıtkı’nın ‘Otuz Beş Yaş’ şiiri iyidir, herkesçe bilinir filan… Fakat imgelem ve şiir tekniği olarak düşündüğümde Cahit Sıtkı şiiri beni pek ilgilendirmiyor!” Korhan, bana ve benim şiir konusundaki tuhaf tavizsizliğime alışık olduğu için tavrımı sakince karşıladı ve yarı şakayla; “Peki Zafer, kızma yahu…” dedi. Bu konuşmanın üzerinden bir yıl geçtikten sonra, Eylül ayında Korhan’la -5. Beyoğlu Sahaf Festivali’nde- tekrardan görüştük. Şiir ve poetika üzerine orta derinlikli bir paylaşım daha yaptık ve ardından Korhan’ın bana ayırdığı Ali Suavi Sonar kapak tasarımlı, 1936 baskı tarihli “Nazım Hikmet- Şeyh Bedreddin Destanı” adlı kitabı Korhan’dan devir/satın aldım. Korhan, birden, nedense, gene Cahit Sıtkı Tarancı’nın ‘Otuz Beş Yaş’ adlı şiir kitabından söz açtı: “Bak abi, geçen sene sana söylediğim bu kitap sadece kitaptan ibaret değil… Adamın biri, Cahit Sıtkı’nın 1956’daki hazin vefatından sonra bazı gazete kupürlerini, önemli tartışmaları kitabın arasına iliştirmiş. Bu adam, sanıyorum, Cahit Sıtkı’nın cenazesine de katılmış ve cenazesinde yakasına taktığı ya da ne bileyim dağıtılan karanfillerden birini de saklamış… Tam senlik bir hikâye… Sen bunu yazarsın, paylaşırsın…” diyerek kitabı ve tüm efemeraları elime tutuşturdu, hediye etti. O anda “İşte sahici sahaflık budur!” diye düşündüm ve kendi kuşağımdan birinin -Korhan Akman’ın- tüm sahiciliğiyle, menfaat ilişkilerinden uzak bir “sahaf” ve şiir heveskârı olarak bana destek çıkması beni çok mutlu etti. Onur duydum ve coştum.
Şimdi, sıkı sahaf Korhan Akman’a verdiğim sözü tutmanın zamanı geldi çattı; Cahit Sıtkı’nın Viyana’da vefat ettiği 13 Ekim 1956 senesinin üzerinden 55 yıl geçmesine birkaç gün kaldı -yani, Korhan’ın bana hediye ettiği efemeraları EVV3L takipçileriyle paylaşmanın tam sırasıdır:
Cahit Sıtkı’nın vefatına ilişkin efemeraları biriktiren ve adını bilmediğimiz, adından emin olamadığımız bu kişinin sakladığı ilk kupür, Cahit Sıtkı’nın vefatından önce tedavi için Viyana’da bir hastaneye yatırılmasının haberidir. 11 Ekim 1956 tarihli Tercüman Gazetesi’nde yer alan bu habere https://zaferyalcinpinar.com/cahitsitki4.jpg adresinden ulaşabilirsiniz. Dikkatimi çeken ikinci kupür ise Cahit Sıtkı’nın naaşının Viyana’dan Ankara’ya getirilerek defnedilişine ilişkin… 27 Ekim 1956 tarihli Zafer Gazetesi’nde yayımlanan “Cahit Sıtkı’yı nasıl toprağa verdik” başlıklı habere https://zaferyalcinpinar.com/cahitsitki5.jpg adresinden ulaşabilirsiniz. Asıl, Cahit Sıtkı Tarancı’nın vefat ettiği 13 Ekim 1956 tarihi ile defnedildiği 27 Ekim 1956 tarihi arasında yayımlanan yazılardan bazıları, bir şairin vefatının ardından gerçekleşen polemikvari/eleştirel söylemler nedeniyle oldukça ilginç… Örneğin Çetin Altan, 20 Ekim 1956’da Cahit Sıtkı’ya ilişkin bir radyo konuşması gerçekleştiriyor. Ertesi gün -21 Ekim’de- Şahap Sıtkı İlter adlı biri çıkıp, Çetin Altan’ı ve Cahit Sıtkı üzerine söylediklerini eleştiriyor. (Bu iki metnin kupürüne de https://zaferyalcinpinar.com/cahitsitki6.jpg adresinden ulaşabilirsiniz.) Her şey bir yana, görülüyor ki Cahit Sıtkı üzerine en hakikatli ve vefalı sözleri Bedri Rahmi Eyüboğlu söylemiş… Bedri Rahmi’nin 15 Ekim 1956’da Cumhuriyet Gazetesi’nde “Cahit Sıtkı için” kaleme aldığı yazıya https://zaferyalcinpinar.com/cahitsitki7.jpg adresinden ulaşabilirsiniz.
Sonuçta, sizlere paylaştığım bu efemeralar, “Yaş otuz beş! yolun yarısı eder / Dante gibi ortasındayız ömrün (…) Kimbilir nerde, nasıl, kaç yaşında? / Bir namazlık saltanatın olacak/ Taht misali o musalla taşında.” dizelerini yazan ve 46 yaşında vefat eden bir şair ile tüm zamanların yüklendiği şiirselliğin “içinde” çok önemli bir yer tutuyor.
Sahicilikle
Zafer Yalçınpınar
9 Ekim 2011
Hamiş: EVV3L kapsamında yayımlanan “İmzalı” ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/imzali adresinden ulaşabilirsiniz.



















































