
Elias Cannetti
“kulakmisafiri” (Elli Karakter), Çev: Şemsa Yeğin, Payel Yay., 1994, ss. 71-72
Ayrıca bkz: “kürsücambazı”

Elias Cannetti
“kulakmisafiri” (Elli Karakter), Çev: Şemsa Yeğin, Payel Yay., 1994, ss. 71-72
Ayrıca bkz: “kürsücambazı”

Elias Cannetti
“kulakmisafiri” (Elli Karakter), Çev: Şemsa Yeğin, Payel Yay., 1994, ss. 57-58
Ayrıca bkz: “Yitirmeci”
Ada Yayınları’ndan 1990 yılında yayımlanan “René Char- Seçme Şiirler” adlı kitabın girişinde Albert Camus tarafından kaleme alınmış bir “René Char” portresi yer alıyor. “İnsanlık” tarihi açısından çok değerli olan bu portrenin tam metnine https://zaferyalcinpinar.com/renecharcamus.jpg adresinden ulaşabilirsiniz.
Hamiş: René Char’ın seçme şiirlerinin söz konusu baskısının ve Albert Camus tarafından kaleme alınan bu portrenin çevirisi Samih Rifat’a ait…
Söyle ateşin söylemeye çekindiğini
Havanın güneşi, gözüpek aydınlık,
Ve öl, herkes adına söylediğin için.
René Char
“Seçme Şiirler”, Çev: Samih Rifat, Ada Yay, 1990, s.24
Adam Yayınları’ndan 1993 yılında çıkan “Sertel’lerin Anılarında Nâzım Hikmet ve Babıâli” adlı kitabı, Zekeriya Sertel, Sabiha Sertel ve Yıldız Sertel’in hatırladıklarıyla bütünlenmiş çok önemli bir yayıncılık tarihi eseri olarak ele almak gerekiyor. Bugünküne benzer garip bir gaddarlığın hüküm sürdüğü o garip dönemin karakteristik özelliklerine, önemli ayrıntılarına ve Resimli Ay Dergisi ile bu derginin çevresinde gelişen olaylara yönelik en ilginç anlatımlara Sabiha Sertel’in satır aralarında rastlayabilmek mümkün… İşbu kitap kapsamında yer alan ve Sabiha Sertel’in Sabahattin Ali’ye ilişkin aktardığı yaşantıları içeren episoda https://zaferyalcinpinar.com/sabaalisertel.jpg adresinden ulaşabilirsiniz. (Zy)
1. Hamiş: Bkz; https://evvel.org/sabahattin-ali-sergisinden-goruntuler
2. Hamiş: Asıl ve mühimle, önümüzdeki günlerde işbu kitapta yer alan ve Nâzım Hikmet‘le ilgili olan bölümlerden bazı alıntıları Evvel Fanzin kapsamında yayımlayacağız.
(…)
247. Zira, “bir cümlenin anlamlı olmadığını keşfetmek” ne anlama gelir?
Ya şu ne anlama gelir: “onunla bir şey kastediyorsam, elbette anlamlı olmalı”?
(…)
260. “Bütün mümkün deneyimleri aşmak” ancak görünüşte mümkündür, bu sözün kendisi bile ancak görünüşte anlamlıdır, çünkü anlamlı ifadelere benzetilerek kurulmuştur.
261. “Sanki felsefesi”nin kendisi bütünüyle benzetme ile gerçeklik arasındaki bu kaymaya dayanır.
262. “Ama aşina olmadığım bir şeye sızmak için sözcükler kullanarak düşüncelerimde gerçekliği öngöremem.
‘Nihil est in intellectu quod non fuerit in sensu’ (Düşüncede hiçbir şey yoktur ki duyuda bulunmamış olsun)
Sanki önden bakınca görülemeyen bir şeye arkadan yaklaşıp göz atmak için düşüncede onun arkasına dolanabilirmişim gibi.”
263. Öyleyse, hayal edilemezliğin anlamsızlık için bir kriter olduğunu söylemenin doğru bir tarafı vardır.
(…)
Ludwig Wittgenstein
“Zettel”, Çev: Doğan Şahiner, Nisan Yay., 2004, s. 67
Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan “Ludwig Wittgenstein” ilgilerinin tümüne https://evvel.org/ilgi/ludwig-wittgenstein adresinden ulaşabilirsiniz.
İlk baskısı 1953 yılında “Yenilik Yayınları tarafından gerçekleştirilen ve Sait Faik’in tek şiir kitabı olan “Şimdi Sevişme Vakti”ndeki desenleri Fethi Karakaş çizmiş. İşbu kitabın son sayfalarında yer alan bir desenin görüntüsü aşağıdadır.
Hamişler:
1- Kitabı koleksiyonuma ulaştıran Soyut Sahaf’a -eski adıyla Aydedim Sahaf’a- çok teşekkür ederim.
2- Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan “Sait Faik ” ilgilerinin tümüne https://evvel.org/ilgi/sait-faik adresinden ulaşabilirsiniz.
3- Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan “İmzalı” ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/imzali adresinden ulaşabilirsiniz.
(…)
258. Mantıkta genellik, mantıksal basiretimizin ulaştığından daha öteye uzatılamaz. Ya da daha iyisi: mantıksal bakışımızın ulaştığından.
259. “Pekiyi nasıl oluyor da insan anlayışı gerçekliğe üstün gelip doğrulanamaz olanı kendisi düşünebiliyor? Niçin doğrulanamaz demeyelim? Zira onu kendimiz doğrulanamaz yaptık.
Sahte bir görünüm meydana getirilir mi? Pekiyi o görünümün öyle görünmesi bile nasıl mümkün olabilir? Zira bu ‘öyle’nin hiç de bir betimleme olmadığını söylemek istemez misiniz? Eh, öyleyse o ‘sahte’ bir görünüm de değildir, bize yolumuzu kaybettiren bir görünümdür. Öyle ki, kaşlarımızı çatıp sorarız: Bu nasıl olabilir?
(…)
Ludwig Wittgenstein
“Zettel”, Çev: Doğan Şahiner, Nisan Yay., 2004, ss.66-67
Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan “Ludwig Wittgenstein” ilgilerinin tümüne https://evvel.org/ilgi/ludwig-wittgenstein adresinden ulaşabilirsiniz.
(…) Görme nesnesine, algıda yapılan estetik müdehale onun natürel varlığını, zihinsel süreçler içinden geçerek alışılmadık ya da ütopik gerçeğe dönüşecektir. Natürel olan nesne, dışını sarmalayan hava dokusu ve uzamıyla birlikte algılama kavramı içinde kendini somutlayacaktır. Görüntüye yapılan estetik müdehale, bireyin içsel reaksiyonlarına göredir. Görüntünün anlamını sorgulamak üzere yaptığımız yapısal değişim maddenin sanat için yeniden çoğaltılması ya da yalıtılmasını gerektirir.
Sanat, bilince biçim kazandıran görüntüye tanık olma aracı olarak, tekil olanın nesnelliğe açılımıyla insanlık bilincinin biçimsel dramını sahneleyebileceğimiz bir alandır. Bu alan her çağda insanın içkin olan yapısal çelişkilerini çözümleyen tinsel tasarımı, seyredebileceğimiz görüntülere dönüştürür. (…)
Necmi Karkın
“Sanatta Anamnesis Sarsıntıları”, De Ki Yay. 2009, s.71
(…)
Nâzım Hikmet’in önemi şurda: Bir devrim düşüncesini toptan üstlenmiş ve sonuna kadar götürmek cesaretini göstermiştir. Öte yandan şiirinde -anlatımında, kullandığı imgelerde, dil tutumunda- düşüncesinin, hayatının, varoluşunun karşılığını bulmuştur. Başka şairlerde görmeye alıştığımız, düşüncenin süs ve biçim olarak, iğreti olarak serpilişi, fikrin biçim cilveleri ve anlam oyunları halinde kalıp sırıtışı yoktur onda. Düşünce biçimsel olarak değil, yapısal olarak yerleşir Nâzım Hikmet’in şiirine. Tümdengelmez onda düşünce. Daha çok hayatın verilerinden çıkışını yapar. (…)
Nâzım Hikmet şiirini hayatıyla tam doğrulamış bir şairdir. Ama daha önemlisi, hayatını şiiriyle eksiksiz bir planda doğrulamayı da bilmiştir. Siyasal tutumdaki birçok şairin aksine, devrim düşüncesiyle şiirsel yük müthiş bir bütünlenme içindedir onda. Ve bu bizim şiirimizde Nâzım Hikmet’e kadar rastlanmayan, dünya şiirinde de seyrek rastlanan bir özelliktir. Şiirsel onur yiğitlik tavrıyla bir arada gider Nâzım Hikmet’te. Şiirin en büyük deneylerinden biri.
Cemal Süreya
“Yazdık Nâzım Nâzım Diye”, Haz: Zühtü Bayar, Günel Altıntaş, Soyut Yay., Mayıs 1974, s.30
Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan Nâzım Hikmet ilgilerinin tümüne https://evvel.org/ilgi/tas-ucak adresinden ulaşabilirsiniz.
Sanatsal gerçekliğin belirlenmesinde bizi yanılsamaya götüren nedir? Bizi buna sorumlu kılan şey, tekil ve öteki belirlenimler değil, yalnızlık kavramının belirlenişine neden olan gerilim noktalarıdır. (…)
“Her şey yitirildiği için, her şeyin yeniden var edilmesi gerekir çoğu zaman” diye Baudelaire’yi, gerçekliği garanti eden her yeni imaj türünü benimsemek suretiyle ve bunun kesinlikle gerçeğin imajı olmadığının başkaları tarafından deklare edilmesine olanak vermeden sanattaki gerçekliğin idollerini yaratarak onaylayabiliriz.
(…)
Necmi Karkın
Artist Dergisi, Mart 2007
3 Şubat- 3 Mart 2012
Caddebostan Kültür Merkezi (CKM)
Küratör: Sevengül Sönmez
“Sergi, Türk edebiyatının en büyük yazarlarından Sabahattin Ali’nin yaşamöyküsüne eşlik eden fotoğraflar, belgeler ve eşyalardan oluşmaktadır. Kısa yaşamına çok sayıda eser sığdıran, eserleriyle önemli değişiklikler yaratan Sabahattin Ali edebiyatın dışındaki diğer sanat dallarıyla da yakından ilgilidir. Sinema, tiyatro, opera, resim ve özellikle de fotoğraf onun edebiyatında da oldukça etkilidir. Hem fotoğraf çekmeyi, hem de çektirmeyi seven Sabahattin Ali’den geriye kalan fotoğraflar, sadece onun yaşamına değil, Cumhuriyet’in 10. yılından sonraki Türkiye’sine de tanıklık etme fırsatı veriyor.
Ailesi tarafından oldukça zor koşullara rağmen saklanan kişisel belgeleri, mektupları, eserlerinin müsveddeleri vb. de onun edebiyat serüvenine kılavuzluk etmekte, aynı zamanda kişiliği hakkında ipuçları taşımaktadır.”
“Film çekerken hiçbir şeyi zorlamam… Zamana mekân, mekâna da zaman katmak için çok uğraşırım… Çekim sırasında soluk alıp vermeye zaman tanırım”
Theo Angelopoulos
Hiçbir zaman, hiçbir yerde eksik olmasınlar “Aylak Adamız” taifesi, 1999 yılında Gabrielle Schulz tarafından gerçekleştirilen ve Theo Angelopoulos’un şiirsel sinema diline odaklanan önemli bir röportajı tekrardan yayımladı. Röportajın tam metnine https://www.aylakadamiz.com/archives/8510 adresinden ulaşabilirsiniz.
Kar yağıyor, gökyüzü ne kadar yağdırabilirse artık, o kadar yağdırıyor karı ve gökyüzü hatırı sayılır miktarlarda kar yağdırabilir. Bitmek bilmiyor, ne bir başı var ne de sonu. Bir gökyüzü kalmadı artık, her şey gri beyaz bir kar yağışı. Artık bir hava da yok, hava tepeleme karla dolu. Bir toprak da yok artık, toprak karla ve yine karla örtüldü. Çatılar, caddeler, ağaçlar kar altında kaldı. Her şeyin üzerine kar yağıyor ve bu anlaşılabilir bir şey; çünkü kar yağdığı zaman, anlaşılabileceği gibi, istisnasız her şeyin üzerine yağar. Her şey karı taşımak zorunda, sabit cisimlerin yanı sıra, sözgelimi araba gibi hareket halindeki cisimler de; menkul değerlerin yanı sıra, gayrimenkuller de, arazilerin yanı sıra, taşınırlar da, blokların, direklerin ve kazıkların yanı sıra, yürüyen insanlar da. Kar dokunmadık tek bir köşecik bile bırakmadı, evlerin, tünellerin ve mağaraların içinde kalanlar dışında. (…)
Robert Walser
“Gezinti”, Çev: Cemal Ener, Can Yay., 2011, s. 109
CHIHARU SHIOTA‘nın “Sessizliğin İçinde” başlıklı
yerleştirme çalışmalarından örnekler…
CHIHARU SHIOTA’nın kişisel web sitesine
https://chiharu-shiota.com/ adresinden ulaşabilirsiniz.
Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan “Sessizliğin Dilbilgisi” başlıklı ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/sessizligin-dilbilgisi adresinden ulaşabilirsiniz.
“Düşler” dergisinin 1991′de yayımlanan ilk sayısında Hermann Hesse’nin “Şiir Üstüne” bir denemesi yer alıyor. İlker İlgiz’in çevirisini gerçekleştirdiği işbu deneme yazısının tam metnine https://zaferyalcinpinar.com/hessesiirustune.jpg adresinden ulaşabilirsiniz.

Angelopoulos’un “Ağlayan Çayır” adlı filminden bir görüntü…
*
Dün akşam saatlerinde Pire Drapetsona otoyolunda, ”Öteki Deniz-The Other Sea” adlı yeni filminin çekimi sırasında bir motosikletin çarptığı Theodoros Angelopoulos, olay yerinden ambulansla Faliro’daki bir hastaneye götürüldü.
Yoğun bakıma alınan ünlü yönetmenin, hastanede yaşamını yitirdiği belirtildi.
Halil İbrahim Bahar’ın yayımladığı “Soyut” adlı derginin 30 Ocak 1971 tarihli 33. sayısında Robert Walser’e ait bazı betiklere/anlatılara rastladım. Sezer Duru tarafından çevirisi gerçekleştiren “Öke”, “Yeryüzü” ve “Saç Kestirme” başlıklı bu üç betiğin henüz Türkçe’de yayımlanan Robert Walser kitaplarında yer aldığını sanmıyorum. Betiklerin tam metnine https://zaferyalcinpinar.com/walseroykuleri.jpg adresinden ulaşabilirsiniz. (Zy)
Hamiş: R. Walser’in bu ilginç betiklerini bana ulaştıran Soyut Sahaf’tan Derya Aydedim‘e çok teşekkür ederim.


Masis Gül’ün Kartviziti
*

“Masist Gül (1947-2003) güçlü fiziği ile 300’ü aşkın yesilçam filminde rol almış bir oyuncuydu. Pek fazla bilinmeyen yönüyle de olağandışı bir sanatçıydı. Kendini ‘amatör kahırkeş sanat uzmanı’ olarak tanımlayan Gül, şiir, resim, kolaj, bakır üstüne çizim işlerinin yanısıra 80’li yılların başında Kaldırım Destanı – Kaldırımlar Kurdunun Hayatı adını verdiği ‘aylık mecmua’ biçiminde 6 kitaplık bir dizi tasarladı. İlk kez 2006 yılında Bent serisi kapsamında tıpkı basım yoluyla çoğaltılan bu el yapımı kitaplarda, Gül, 1905 ile 1978 yılları arasında yaşayan Kaldırım Fahri adlı bir kabadayının şiddetli ve sert yaşam hikayesini çizgi roman tarzında resmetti.
Kaldırım Destanı-Kaldırım Kurdunun Hayatı’nın orijinalleri ve sanatçının diğer özgün çizim, yazı, defter ve fotoğraflarından oluşan masist gül arşivi ilk olarak 25 mayıs – 25 haziran 2006 tarihleri arasında BAS’da sergilendi. Ardından Etablissement d’en face, Brüksel ve 5. Berlin Bienali kapsamında Schinkel Pavillon’da gösterildi. Kaldırım Destanı – Kaldırımlar Kurdunun Hayatı’ nın tıpkı basımı olan Bent 001, aralarında Macba, Consorci del Museu d’art Contemporani de Barcelona, Centre Pompidou, Bibliotheque Kandinsky, New York Museum of Modern Art’ın bulunduğu birçok kurumsal ve özel koleksiyon ve kütüphanede yer almaktadır.” (BAS‘ın Tanıtım Metni’nden…)
Ayrıca Bkz: https://evvel.org/masist-gul-sergisi-8-eylul-8-kasim-2011
“Kaldırım Destanı’nda Kaldırım Kurdunun Hayatı”
(Yazının okunabilir büyük biçemine ulaşmak için tıklayınız)

Bülent Oran’ın anlattıklarından:
(…)
Bülent Oran’ın anlattıklarına bakılırsa Oğuz, kitap çevirirken kimi zaman aklına geldiği gibi giderdi. Bir gün Sefiller’i çeviriyordu. Çok işi çıktığı iin Bülent Oran’a “Şuna devam et bir iki sayfa yaz…” dedi.
Bülent Oran itiraz etti: “Ben dil bilmem. Nasıl olacak bu?” Oğuz ısrar etti: “Ne olacak canım. Sen Sefiller’in öyküsünü bilmiyor musun? Bak şurada kalmışım, oradan sürdür biraz. Yaz bir şeyler.” Bülent Oran söyleneni yaptı. Oğuz pek beğendi yazıyı. “Çok güzel edebiyat yapmışsın. Aferin. Hadi şurdan bir kadeh içki ısmarla! dedi. Bülent Oran şaşırdı: “Yahu hem yazı yazdırıyorsun hem de üstüne içki ısmarlatıyorsun. Olur mu bu? deyince Oğuz’un yanıtı hazırdı: “Seni Sefiller’in yazarı yaptık, daha ne istiyorsun.”
(…)
Ömer Uluç’un anlattıklarından:
(…)
Hayalet Oğuz çeviriler yaparak, kimi zaman halk tipi kitaplar yazarak geçiniyordu. Özellikle dizi kitaplar yayınlayan yayınevlerini severdi ve her zaman bir diziye başlayınca daha çok iş çıkacağını düşünürdü. Bir gün elinde “Radyo Nasıl Yapılır?” diye İngilizce bir kitapla geldi ve Ömer Uluç’tan yardım istedi. İçinde bol teknik desen bulunan bir kitaptı. Ömer Uluç bu kitap için şu yorumda bulunuyor: “Birisi o kitapla radyo yapmaya kalksa belki radyo değil traktör çıkardı ortaya yahu…”
(…)
Burhan Tekinliğ’in anlattıklarından:
(…)
Oğuz’un özellikleri vardır. Örneğin hiç evi olmamıştır. Hep bir yerlerde konuk olarak kalır. Ama şunu söyleyeyim. Örneğin evine bir misafir getirirsin, adam seni rahatsız eder. Üç gün sonra çıkıp gitsin diye bakarsın. Oğuz’da ise böyle bir şey hiç olmamıştır. Adamın evde olup olmadığını bile anlamıyorsun. Bunu bir sanat haline getirmişti. Oğuz’un evde kaldığını hiç hissetmezsin. Kaldığı odayı her zaman tertemiz bırakır. Hayatında valiz taşıdığını da görmedim. Bir çantası vardı omzuna asardı o kadar. Her zaman şık ve özenli giyinirdi. Onu hiçbir gün pasaklı bir halde görmedim. Evet evde kaldığı sürece hiçbir rahatsızlık hissetmezsin ama ayrıldığı zaman yokluğunu duyarsın. Böyle bir adamdı Oğuz. Bir ayaklı kütüphaneydi. Müthiş geniş bir kültürü vardı.
(…)
Oğuz, Diyarbakır’da köyleri olduğunu söylerdi. Bunu tam olarak anlayamadık hiçbir zaman. Ama bir ara Taksim Belediye Gazinosu’na giderken kendimize bir oyun bulduk. Biz kendi aramızda para topluyor ve bunu Oğuz’a veriyorduk. Hesapları o ödüyordu. Bu arada onun bir Diyarbakır Ağası olduğunu yaydık. Orada İlham Gencer piyano çalıyor ve şarkı söylüyordu. Yılmaz Duru ile birlikte şovları vardı. Programı sırasında kapıdan giren önemli kişileri tanıtırdı. Önde Hayalet Oğuz ağzında sigara biz de arkasında, girdiğimizde “Diyarbakır’ın en zengini Oğuz Halûk beyefendi teşrif ettiler…” diye anons yapmaya başladı. Oğuz da bundan çok keyif alıyor ve gerçek bir ağa gibi yürüyüp çevreye selam verip oturuyordu.
(…)
Eskinden tüberküloz geçirmişti galiba. Ölümü ani oldu. Cenaze namazı Şişli Camii’nde kılındı. Avlu şık insanlarla doluydu. Bir ramazan günüydü ve herkes sigara içiyordu. Hoca anons yaptı “Ramazan günü sigara içilir mi?” diye. Zincirlikuyu’da mezarının başında hoca anasının adını sorunca bir sessizlik oldu. Kimse bilmiyordu anasının adını. Dürnev Tunaseli bozdu sessizliği “Havva” diyerek. Böylece hoca onu toprağa verdi. Mezarının üstü çiçek doldu bir anda.
“O Pera’daki Hayalet”
Oğuz Halûk Alplaçin’in (Hayalet Oğuz) İnanılmaz Yaşamöyküsü ve Yapıtları
Hazırlayan: Sezer Duru-Orhan Duru, YKY, 3. Baskı, Şubat 2011
Biz yıllardır bu kentte yaşıyoruz. İçimizde ömrü bitenler oldu. Onları oldukça eğlentili törenlerle gömdük. Bu törenlerden ağıt ve içtenlik yönünden en ağır basanı Hayalet Oğuz’un cenaze töreni oldu. Oğuz, İstanbul’da yaşadı. Oğuz bir dönemi yaşadı. Yeryüzünde belki de hiç kimsenin yaşayamadığı gibi. Tek bir sandalye sahibi olmadı. Bir-iki giysisi temizleyicide durur, kirlenince yenilerini satın alır, iç çamaşır ve çoraplarını en yakın çöp tenekesine atardı. Ev almadı, ev kiralamadı, eşya almadı, eşya tamir ettirmedi, belki de tek bir mobilya mağazasına girmedi. Pasaport almadı, karı almadı, karı boşamadı, kimseyi gebe bırakmadı, resmi dairelere girip çıkmadı.
Bir kez bir kadın parmağına yüzük takıp:
-Oğuz, sen benim nişanlımsın, dediyse de, Oğuz kadının başkalarıyla yatıp kalkmasına hiç ses çıkarmadı. Kimseye baskı yapmadı, canlı ya da cansız hiçbir şeye malı gözüyle bakmadı. Nişanlı geldiği gibi gitti. Bu da Oğuz’u ne sevindirdi, ne de üzdü.
Oğuz’u, ilkokulu bitirdiğim yıl Fatih’teki evimizin balkonundan ağabeyimin odasına bakınca görmüştüm. İncecik bir adam, yatakta uyuyordu. Zayıflıktan ölmüş gibiydi. Yüreğim burkuldu. Anneme koştum:
Anne, içeride yatan adam zayıflıktan ölecek, dedim. Oğuz, 21 yıl sonra, 1975 Eylül ayında öldü. 21 yıl süreyle birbirimizi çok sık gördük. Aynı evlerde yaşadık, aynı çevrelerde dolaştık. Aynı kitapları okuduk. O, özellikle yeni çıkan telif kitaplarını ilk günden edinirdi. Ya yazar ona vermiş, ya da Oğuz satın almıştı bile.
Okuyayım, sana bırakırım, derdi.
Ya da en ilginç, en olmayacak satır ve sayfaları bulur, yüksek sesle bana okur, kitabın özünü bir iki dakikada ortaya koyuverir, arkasından bir de şakasını yaptıktan sonra, kitabı bırakır giderdi.
Çoğunlukla da elinde bir İngilizce polisiye roman bulunurdu. Türkçeye çeviri ve derleme olarak yüze yakın kitap kazandırmıştı. Adını hiçbir zaman çevirmen, yazar, ozan, şunu yaptı, buna çalışıyor, bunu hazırlıyor… gibilerden kullanmadı. Yazın çalışmalarında tam bir fabrika işçisiydi. Sığınabileceği bir köşede çalışır, çalışması bitmeden kazanacağı parayı çekmiş, bitirmiş, sayfalarca çeviri bedeli de borçlu kalmış olurdu. Yüzlerce film senaryosu yazdı Yeşilçam’a. Bunların tümünün adını bile bilmez, filmleri de görmemiştir. Parasını alınca da dar paçalı bir blucin, bir kazak, bir montgomeri ya da mevsime göre yeni bir gömlek satın alırdı.
İyi bir yemek yer, ardından Kulis, Papirüs gibi barlara uğrar, barmenlere önceki içki borçlarını öder, yanındakilere içki ısmarlar, oracıkta rastgeldiği bir iki dostuna:
-Şu paramı saklayıver, sonra senden isterim, hepsini bitirmeyeyim, der, belki o gece Klüp 12’de bir şişe viski açtırır, geceyi bir bar kadınının yanında, kadına dokunmadan sızarak geçirir, ertesi gün bir Bafra sigarası alacak parası kalmadan, gene Taksim-Beyoğlu çevresinde yaşamına başlardı.
Kurbağa bacağı, mantar turşusu gibi garip yiyecekler severdi. Beyoğlu’na gelen ilginç filmleri de ilk gören o olurdu. Çok ender insanda rastlanan bir zekası vardı. Ölmeden beş gün önce Bulvar kahvesinde oturuyorduk. Oğuz: E.’ye uğradım. Sen benden daha önce gebereceksin, çok seviniyorum dedi, diye gülerek anlattı. Hepimiz gülüştük. İnsanın, kendi ölümü üzerine, ölmeden dört gün önce şaka yapabilmesi üstün bir zekanın bile işi değil. Ölmeden dört gün önce, insanın hastaneye tıraşlı bir yüzle gitmesi için, Cağaloğlu’nda para araştırması inanılır gerçek değil.
Biz hep ‘Hayalet ölmez’, diye düşünüyorduk. Onu, Heybeliada sanatoryumuna götürmedik bile. Son yemeğimizi Degüstasyon’da yedik. Salçalı bir dana söylemiş: Ağzının tadını bilen ağabeyin de, hep bu soslu danayı yer burada, demişti. Ben de arsızlıkla onun soslarına ekmek batırmış, bir ay Heybeliada’da dinlen, sakın İstanbul’a inme, biz gelir seni görürüz, demiştim. Erken çıkmıştık lokantadan. İstiklal Caddesi kalabalıktı gene. Havasız ve pisti her zamanki gibi. Oğuz heyecanlı idi. Sanki önemli bir olay onu bekliyordu. Erken yatmak, bir an önce hastaneye gidip, yerine uzanmak istiyordu. Ama bu gidiş hastaneye, ölüme falan değil de, hiç çıkmadığı bir Avrupa yolculuğu, ya da sevdiği bir kadınla buluşacağı sabahı bekleyiş gibiydi.
-Senin de Celal Sılay için yazdığını okudum, dedi.
-Meraklanma, senin ölüm yazını da kaleme alıyorum, dedim.
Gülüştük.
Tünel’e doğru yürüyecekti. Otuz yıldır yaşadığı bu caddede son yürüyüşü olacaktı bu, yorgundu. Ağabeyimin evinde uyuyacaktı, yanında pek tanımadığı bir üniversiteli genç kalacaktı. Bu çocuk onu sabah Ada vapuruna bindirecekti. Ve Oğuz dört gün sonra akciğer kanserinden boğularak ölecekti. Kırk altı yaşında ve kırk altı kilo olarak.
Oğuz öldükten birkaç gün sonra şunları yazmaya çalışmıştım: Sevgili Oğuz İstanbul kentini bu Eylül ayı bıraktı. 3 Eylül 1928’de doğdu. 17 Eylül 1975’de öldü. 1.73 boyunda, 46 kilo idi. Şişli camisi avlusuna tabutunu dört kişi hafif bir çanta taşır gibi getirdi. O zaman tabutun içinde onun yattığına kuşkum kalmadı.
Oğuz’un çok güzel, neredeyse kitap adı gibi ‘Eğlentili Bir Gömme Töreni’ oldu. Mezarına sahip çıkacak bir hısmı bulunamadı. Yanına kimse gömülmesin, mezar cemaatın olmasın diye, tapusu Sinematek Derneği adına çıktı. Oğuz’un çok güzel bir mezarı oldu. Üzerine açık leylek rengi kır çiçekleri diktik. Mezarlıklarda ekmek paralarını çıkaran çocuklar da bol su döktüler. Toprak canlandı. Güzel koktu. Çelenklerini üstüste yığdık. Çocuklar gene diri gonca gülleri suladı. Görevimiz bitmişti.
Otuz kadar yakın dostu Krepen Pasajı’ndaki Neşe Meyhanesinde oturup, onun anısına yedik, rakı içtik, üstelik iştahla yedik. Akşamüstü aşuresi bile pişip geldi.
Beyoğlu’ndan uzaklaşırken biraz sarhoş ama çok üzgündüm.
Oğuz yaşamının çeyrek yüzyılını elliye yakın dostunun evinde geçirdi. Oğuz aylarca da benimle kaldı. Onun konukluğu bir kelebek gibiydi. İnsana kendini hiç belli etmemeye çalışır, hiçbir özel isteği olmaz, ince ve sevimli bir sesle konuşur, eve gelirken çiçekler ve pasta getirir, bana Alman eğitiminden geçtiğim için, Mutti, derdi.
Yatma saati geldiğinde bir yere kıvrılıp uyuyuverir, sabah yanına erken saatte bile gelinse, hemen bir espri yapardı:
-Ne o, sahura mı kalktın?
Kimsenin görmesine olanak vermeden hemen giyiniverir, azalmış saçlarını özenle tarar, kolonya sürer, bir bardak çayını kendi koyup, Bafra sigarasına başlardı.
Oğuz, yanında kaldığı dostlarına aldığından çok daha fazlasını verdi. Dostluk, güleryüz gösterdi onlara. Akıllıca yapılmış şakaları ve bulunmaz kişiliğiyle öylesine yeri doldurulamaz bir insandı ki, onu tanımış, onunla birlikte günler, geceler geçirmiş olmayı, erişilebilecek mutlulukların en büyüklerinden sayıyorum.
Balıkpazarı meyhaneleri, Beyoğlu lokanta ve gece kulüpleri, kahveler, Nazmi, Kaptan ve ender olarak gittiği birkaç taşra kentinde geçen bu kısa yaşam, boyutlarına yeryüzünde herkesin erişemeyeceği bir yaşamdı.
Ölümünden altı ay kadar önce, yağışlı bir günde bana küçük bir valizini getirdi. Yıllardır hiç açılmamış. Afrika Han’da, Bülent Oran’da kalmış bir valiz içinden iki taş baskısı örtü çıktı. Yepyeni, onları bana verdi.
-Bunları bir kızla birlikte almıştık, dedi.
Kadının güzelini bilir, bu kadınlara annesi, arkadaşı ve aynı zamanda sevgilisiymiş gibi bakardı. Valizden ayrıca; yedi sekiz yıldır kullanılmamış bir diş fırçası, çoğu bitmiş bir İpana diş macunu, Yüksel Arslan ve Ömer Uluç’la bir fotoğrafı, gene arkadaşlarıyla Bebek’te lokantada bir fotoğrafı, film çalışması yaparken bir fotoğrafı, temiz iki beyaz cin pantolon, fayans üzerine basılmış antik bir oto resmi, kirli çorap ve kirli çamaşır, bir iki ozanın adına imzaladığı kitap, bir iki kolej kitaplığından alınma İngilizce ekonomi kitabı çıktı… hepsi bu, işe yararlarını bana verdi, gerisini attı.
Son olarak kaldığı ağabeyimin evinde, ölümünden sonra şunlar ilişti gözüme: Hastaneye getirmemizi istediği ve temizlettiği pantolonunun üzerinde Türkiye Cumhuriyeti 1960 Anayasası duruyordu. İngilizce bir polisiye romanını yarısına kadar okumuş, kaldığı yeri işaretlemişti, ağabeyimin telefon defterine en çok çalıştığı Yalçın Ofset’in telefon numarasını yazmıştı. Bunun dışında eski gocuğu, hiç yayımlanmamış bir iki şiiri, yazlık ayakkabıları ve şöyle bir not: daktilo otelde, gömlek temizleyiciden alınacak… Ayaspaşa’dan Levent’e… Levent’ten Ayaspaşa’ya… vb.
Yolları araç ve garip bir insan kalabalığının karşıdevrim gibi sardığı İstanbul’u ‘Katmandu’ya benzetiyor, son aylarında: ‘Artık gerçekten yaşamak istemiyorum, hiç tadı yok’, diyordu. Ama bunu söylerken soyut bir bunalımı dile getirmiyordu. Oğuz, bunalan bir insan değildi. Onun akıl ve mantığı bu tür gereksizlikleri çoktan aşmıştı. Hiçbir zaman,
-Sıkıldım, acıktım, uykusuzum, yorgunum, bile demedi.
Akciğer kanserine yakalandığını bilmedi, yakınmadı da,
-Solurken ciğerlerim acıyor, uyutmuyor beni, demekle yetindi.
-Çok hastayım, demedi. Doktorun terimini kullandı: ‘Çok hastaymışım’, dedi.
Her anlamda olumsuzlaşan İstanbul’u artık istemiyordu ve ölümü de öylesine umursamıyordu ki… hani;
-Beyoğlu’nun tadı kalmadı, artık öteki dünyaya gidelim, der gibi. Ve ölmeden dört gece önce Degüstasyon’un kapısı önünde karşılaştığımız Ali Poyrazoğlu’nun yanağından makas alıyor,
-Tatlıhayat kurbanları gene nereye? diye takılıyordu.
Tezer Özlü, 1976
Eski Bahçe Eski Sevgi’den…
Powered by WordPress | Theme: Aeros 2.0 by TheBuckmaker.com