Nâzım Hikmet’in tutukluluk sürecinde 8 Nisan 1950’de başladığı açlık grevini, avukatı Mehmet Ali Sebuk’a bir süreliğine durdurduğunu bildirdiği, hapishaneden göndermiş olduğu telgraf. ”Taleblerimizin kabul ve tetkik edildiğini bildirmeniz üzerine şimdilik açlık grevini durdurdum. Nâzım Hikmet”
Nâzım Hikmet’in tutukluluk sürecinde, Nâzım Hikmet’in oğlu Mehmet’in annesi Münevver Andaç tarafından, Nâzım Hikmet’in açlık grevi hususundaki kararını bildiren, avukat Mehmet Ali Sebuk’a gönderilmiş telgraf. ”Müracatımızın kabul edilerek tetkik edilmekte olduğunu sarih alarak, bildireceğimiz zamana kadar kararında ısrar ediyor. Münevver”
Hamiş: EVV3L kapsamında yayımlanan Nâzım Hikmet başlıklı ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/tas-ucak adresinden ulaşabilirsiniz.
Gerçek Fenerbahçeli’lerin üzülmesine hiç gerek yok… Ama tabiî, bugün (21 Eylül 2024) çoğunluğu statta bulunan, 1-3’lük yenilgiye tanık olan ve Haziran 2024 kongresinde Ali Koç’a oy veren 16.900 küsur stajyer Koç Spor’lu derinden üzülerek hakikati görmeli artık… Olan biten şey şu: Ali Koç’un ve taifesinin hayalindeki ‘endüstriyel futbol hamlesi’ bugün bir kez daha yenildi. Defalarca dile getirdiğimiz “çürük kaya” teorisine bugün dünyaca ünlü José Mourinho da eklendi; rezalet seviyesindeki uzun soluklu başarısızlığın endüstriyel/teknik bir parçası da o oldu falan… Ne bir eksik, ne de bir fazla… Bütün hikâye budur!
Üzülmeyin, yakında Fenerbahçe efsanesinin ruhu Koç Spor’dan kurtulacak ve yeniden -küllerinden- doğacak… Kimse kusura bakmasın: Ali Koç ve taifesinin başarısızlığı artarak devam edecek. Bunun böyle olacağı “Ağrı Dağı” gibi apaçık ortada… Delfi kâhini olmaya gerek yok.
Okuyucularımıza ve takipçilerimize üzüntüyle duyururuz:
11 Eylül 2024, saat 17:00’da, Yapı Kredi Kültür ve Sanat Yayıncılık Tic. ve San. A.Ş.’nin (YKY’nın) yasal temsilcisi olan Ünal–Kıraner–Aydemir (UKA) Avukatlık Ortaklığı’nın tarafımıza gönderdiği e-postada ‘Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’ gerekçe gösterilerek, sitelerimizde arşiv çalışması olarak yayımlanan bazı İlhan Berk söyleşilerinin sitelerimizden kaldırılması talep/ihtar edilmiştir. İşbu talep/ihtar kapsamında 12 Eylül 2024 saat 02:00’da yayından kaldırılan İlhan Berk söyleşilerinin listesi ve yayından kaldırılan linkler aşağıdadır.
YAYINDAN KALDIRILAN İLHAN BERK SÖYLEŞİLERİ VE BAĞLANTI ADRESLERİ (Son Güncelleme: 12/9/2024, 12:01)
1) NTVMSNBC.COM İlhan Berk Söyleşisi (2006) https://evvel.org/sairlerin-hayati-hep-boyledir-kim-okur-kim-sever-bilmezsiniz-ilhan-berk-2006
İlhan Berk şiirlerindeki nüveleri korumak için sürekli poetikasının özelliklerini açıklamak zorunda kalmış ve bizatihi bu nedenle de yaşamı boyunca birçok söyleşi gerçekleştirmiştir. Bu söyleşiler toplu olarak iki kaynakta yer alır.
İlk kaynak “Yaşantı” alt-başlığıyla ilk baskısı 1994 yılında YKY’dan gerçekleşen “Kanatlı At” adlı kitaptır. (İlhan Berk’in söyleşilerini topladığı bu kitaba ‘Kanatlı At’ -Yunan mitolojisindeki karşılığıyla ‘Pegasus’- ismini vermesindeki yaklaşımın ‘Söz uçar, yazı kalır’ söylemiyle ilişkili olduğunu ve İlhan Berk’in kendi söyleşilerini “uçan sözler” olarak nitelendirdiğini tahmin ediyorum.) İşbu kitabın 2. baskısı 2005 yılında bazı yeni söyleşiler eklenerek gene YKY’dan gerçekleşmiştir. (2. baskı sırasında İlhan Berk hayatta olduğundan, 2. baskının da ilk baskı gibi İlhan Berk’in içerik tercihlerine göre biçimlendiğini söylebiliriz.)
Söyleşilere dair ikinci kaynak ise T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü tarafından Aralık 2004’te yayımlanan “Kendi Seçtikleriyle İlhan Berk Kitabı” adlı eserdir. Ahmet Kot’un projelendirdiği ve M. Harun Tan’ın sanat yönetmenliğini gerçekleştirdiği bu kitapta da İlhan Berk’in -özellikle 2000 sonrası gerçekleştirdiği ve Kanatlı At’ta yer almayan- birçok söyleşisine yer verilmiştir. Kitabın üst-başlığındaki “Kendi Seçtikleriyle” ifadesinden anlaşılacağı üzere bu kitapta yer alan görseller, metinler ve söyleşilere dair içerik tercihlerinde -Kanatlı At’ın 2. baskısındaki gibi- İlhan Berk müdahil olabilmiştir.
Bunlarla birlikte, her iki kaynak eserde de yer almayan İlhan Berk söyleşilerinin var olduğunu biliyoruz; Örnek olarak, 2001 ve 2002 yıllarının Kasım aylarında E Dergisi’nde yayımlanan iki İlhan Berk söyleşisi ya da ntvmsnbc.com’da yayımlanan söyleşi gösterilebilir veya 2005 yılında Özel Bodrum Hastanesi’nin Aspirin adlı sağlık dergisindeki ilginç söyleşi de dikkate alınabilir…
evvel.org’un İlhan Berk arşiv çalışmaları kapsamında -önümüzdeki günlerde eksiklikleri giderilmek üzere- yazının başında ifade ettiğim iki kaynak eserde de yer almayan İlhan Berk söyleşilerinden şu âna kadar tespit ettiklerimi bir liste olarak şiir ve poetika araştırmacılarıyla paylaşmaktan mutluluk duyuyorum.
Yazıda bahsi geçen ve İlhan Berk’in kitaplarına girmeyip dışarıda kalan söyleşilerin listesi aşağıdadır ve sürekli güncellenmektedir. Son güncelleme 12 Eylül 2024’te gerçekleşmiştir: Yapı Kredi Kültür ve Sanat Yayıncılık Tic. ve San. A.Ş.’nin yasal temsilcisi olan UKA Avukatlık Ortaklığı‘nın 11 Eylül 2024 tarihli talep/ihtar e-postası doğrultusunda, arşivimizde yer alan bazı söyleşileri 12 Eylül 2024 tarihinde kaldırmak zorunda kaldık.Okuyucularımıza ve takipçilerimize üzüntüyle duyururuz. (Bkz: https://evvel.org/bilgilendirme-arsivimizde-yer-alan-bazi-ilhan-berk-soylesilerini-yayindan-kaldirmak-zorunda-kaldik)
“NTVMSNBC Söyleşisi” (Ekim 2006) (12 Eylül 2024 tarihinde arşivimizden kaldırmak zorunda kaldık.)
“Ya, sizin söz ettiğiniz ‘umut’ mu? Onu da umutsuzluk (sevgili umutsuzluk!) büyütecek! (Haziran 2004) (12 Eylül 2024 tarihinde arşivimizden kaldırmak zorunda kaldık.)
“Şairler sözcüklerin gölgeleriyle yazarlar.” (Mart 2004) (12 Eylül 2024 tarihinde arşivimizden kaldırmak zorunda kaldık.)
“Dünyada benden gizli bir şiir yazılamaz.” (Ekim 2002) (12 Eylül 2024 tarihinde arşivimizden kaldırmak zorunda kaldık.)
“Şairlerin yeri cehennemdir, cenneti düşünenlerse hiç olmamıştır” (Kasım 2002) (12 Eylül 2024 tarihinde arşivimizden kaldırmak zorunda kaldık.)
Yankı Odası‘nın 11. Bölümü’nde Tomris ve Turgut Uyar’ın Marmara Adası’nda geçirdiği tatil zamanları ile Marmara Adası’nda kaleme aldığı eserleri inceleyen özel bir yayın gerçekleştirdik. Canlı yayında adalar kültürü araştırmalarıyla tanınan H. Can Yücel konuğumuz oldu ve Uyar ailesinin arşivinde yer alan birçok efemerayı bizlerle paylaştı.
Yaz döneminde olmamız sebebiyle canlı yayınlarımız seyrekleşecek. Ekim 2024’e kadar 10 veya 15 günde 1 canlı yayın gerçekleştirmeyi planlıyoruz. Ekim 2024 itibariyle ise her Pazar, 23.00’da canlı yayında olacağız. Yaz dönemindeki canlı yayın tarihlerimizi ve saatlerimizi sosyal medya hesaplarımızdan takip etmenizi önemle rica ediyoruz. (instagram: @evvelfanzin twitter: @calmayan)
Azimet Avcu: Geçtiğimiz yıl daha 27 yaşında kaybettiğimiz şair Uğur Yanıkel‘e ithafen bütünlediğin ‘Dipsiz Göl’ adlı şiir kitabı, 2023’ün Mart ayında -Uğur’un vefatından yaklaşık üç ay sonra – Upas Yayın kapsamında dijital nüsha şeklinde okuyucuya sunuldu. Geçtiğimiz günlerde de ikinci edisyon, basılı nüsha olarak Plüton tarafından kitaplaştırıldı ve yayımlandı. Kitabın girişinden itibaren bizi karanlık ormanlardan geçirerek tabiri caizse Yunan mitolojisinde Tartaros olarak bilinen ölüler dünyasına sokuyorsun ve ismiyle müsemma Dipsiz Göl bir tarihsel mezarlığa dönüşüyor. Kimi zaman kelimeleri bozarak kimi zaman da kelimelerin gücünü kullanarak yeni bir evren yaratmaya çalışıyorsun. Bu nefessiz imgesel düzlemde gökyüzü, rüzgâr ve benzeri imgeler dile getirilerek dış dünyaya devamlı özlem duyuluyor… Bu kitap ölümle kalım arasında geçen söylenceler gibi… Uğur’un aramızdan ayrılması da ancak bu kadar güzel bir imgeyle anlatılabilirdi. İlk sorumu şu noktadan sormak istiyorum. Bu kitap çalışması tam olarak ne zaman başladı ve Uğur’un kitap üzerindeki etkisi hakkında neler söylemek istersin?
Zafer Yalçınpınar: Dipsiz Göl’de yer alan şiirler 2017’den günümüze kaleme aldığım 21 pâreden oluşuyor. Bu şiirleri fragmante varoluşlarından çıkararak, şiirlerin taşıdığı kırık ve acılı yükleri bütünsel bir düzlemde nasıl konumlandırırım diye uzun zamandır düşünüyordum:- maalesef şairler bazı tarihsel döngü noktalarında birer düşünür gibi davranmak zorunda kalır. Neyse… Bahsettiğim ve ihtiyaç duyduğum konumlandırma noktasında yeni bir imgesel alan derinliği tasarımı oluşturmam gerekiyordu ki bu tasarımı oluşturabilmem için de 21 pâredeki benzerlikleri ve farklılıkları belirlemek çok önemliydi. Şiirlerin sınırlarını yoklamam, şiirsel dil açısından yakınsama ve ıraksama noktaları nasıl akışkanlaşıyor gibi sorulara cevap bulmam ve şiirlerin biçimsel öğelerini dönüştürmem gerekiyordu. İşte, senin ifade ettiğin ‘nefessiz imgesel düzlem’ veya ‘karanlık ormanlardan geçmek’ gibi benzetmeler böylesi bir ortak alanda anlam kazanıyor; Almancası ‘weltschmerz’… Bu ifadeyi ‘dünya ağrısı’ veya ‘varoluş sancısı’ olarak çevirebiliriz. Bugün içerisinde hayatta kalmaya çalıştığımız neoliberal düzenin kentsel gündemini ve tüm bileşenleriyle birlikte kurulu rant ekosistemini -gerçekten de- kötücül bir ‘karanlık orman’ olarak görebiliriz. Ve evet, bu palyatif ve tıknefes süreç bir yaşayıştan çok ‘hayatta kalma’ uğraşısı olabilir ancak… Ölümle kalım arasında… Uğur’un Taksim’deki düşüş ânı zihnimdeki imgesel haritada böylesi bir orijin oluşturdu. ‘Dipsiz Göl nerde, neresidir?’ diye sorsan bana, ‘Taksim’de, Uğur’un atladığı ânda ya da düştüğü yerde açılan bir paralel evrende!’ diye cevaplarım. Uğur’un ‘kazayla intihar’ olarak tanımladığım düşüşü ve vefatı zihnime bir şimşeğin görüntüsü gibi mıhlandı… Peki, anlatmaya çalıştığım tüm bu şeyler, bahsettiğim tasarım yaklaşımı falan… Kitapta doğru veya etkili yansıtılmış mı sence? Dahası, okuyucu tarafından hissedilebiliyor mu gerçekten… Sence, bu varoluş sancısı, tıknefes yaşam en çok hangi şiirde kendini gösteriyor, en çok hangi şiirde daha etkili?
Azimet Avcu: En önce sonda sorduğun soruya cevap vereyim: ‘Çizgi’ şiiri… Bu şiirinin çıkış noktası olan İlhan Berk’le gerçekleşen diyalogunu ilk defa Rüzgâr Defteri’nde okumuştum. Her şairin akılda kalır bir dizesi veya anısı olur. Sizin bu diyalogunuz hem akılda kalır bir dize hem akılda kalır bir anı niteliği taşıyor. Bu diyalogun cevabını yıllar sonra ağaçlarda bulup onun aralarında gezinmen en büyük sancılardan bir tanesi. Bulmanın sancısı. Ayrıca o kitap üzerine Uğur’la yaptığınız uzun söyleşi de hem o dizeleri hem de o şiiri anlamlı kılıyor. Bunun dışında kitabı okurken kafamda Cemal Süreya’nın ölmeden önce yazdığı ‘Göller Denizler’ şiiri gözümün önüne geldi. Şiirde; ‘Ölüm? / Bir gölün dibinde durgun uykudasın… Denizler? / Tanrılar karıştırır durur denizleri…’dizelerini düşündükçe senin dipsiz gölünde bir uyku uyanıklık arasında gezinip durdum. Kitapta istediğin ve planladığın şeyler gerçekleşmiş diye gözlemledim. Örneğin; ‘Kırmızı Bahçenin Dalgalanışı’ şiiri hem görsel hem şiirsel anlamda kitabın en can alıcı kısımlarından. Uğur’un artık o dalgalı evde yaşamaya başladığını gözümün önüne getirdim. Yazmak istenen ve hissedilen şeyler bu noktada bir paralelliğe oturuyor. Bu şiir dışında gözüme başka bir bağlantı daha takıldı. ‘Yeni Gün Yoktur’ şiirinde Turgut Uyar’ın Akçaburgazlı Yekta’sıyla bir kardeşlik sezdim. Bu defa Yekta’yla değil Turgut’la konuşmaya başladığımızı düşündüm. Şiirdeki bireyin kendini mezarının başında beklerken hisleri, özellikle ‘bir çocuğum buz dolu taş / sokakta kimsesiz yollar yok ben de burada değilim’ ifadeleriyle anlatılıyor. Bu ifadelerin ortaya çıktığı duygu ve anlam dünyasını farklılaştıran, bireyin yaşamla olan bağını ve yalnızlığın iç geçmişini nasıl yorumluyorsun?
Zafer Yalçınpınar: ‘Kırmızı Bahçenin Dalgalanışı’ adlı şiirim Şahin Çetin’in efsanevi çizimiyle birlikte düşünülmeli. Zaten bu şiiri kaleme almaya karar vermemde de Şahin’in çizimi özel bir tetikleyici olmuştu. Çizimi basitçe anlatmaya çalışayım. Güçlü dalgalara -belki de her yeri kaplayan bir fırtınaya veya sele- karşı ayakta durmaya, yaşamaya çalışan yıpranmış, yarı yıkık, ahşap bir kulübe çizimi… Sonsuz dalgalarla uzanan bir fırtınanın alan derinliğinde kulübenin yalnızlığı, tek başına duruşu… Sanki, ıssız, insansız, ufuksuz ve sonsuz dalgalardan oluşmuş bir çöl veya okyanus fırtınası gibi… Ve o kulübenin dalgalarla temas eden yüzeyi gücünün sonuna kadar direniyor… Direniyor bir anıt gibi, onurlu bir duruş sergiliyor. Ok ve yay gibi… Tüm zorluklar, her şey, tüm varoluş, her şey gerilimin son noktasında! İnan ki Uğur’un yaşamı böyleydi. Hem şiir-edebiyat araştırmacılığı, hem yayıncılığı, hem de gazetecilik yaşamında sonuna kadar direndi, hiç vazgeçmedi… Üstelik kendisine ‘kahraman’ denmeyeceğini bilerek, alkışlanmayacağını bilerek, hiçbir maddi-manevi çıkar beklemeden… Ece Ayhan bu durumu ‘haklılığın inadı’ olarak tanımlıyor. Ece Ayhan’ın kavramlarıyla formülize etmek gerekirse Uğur’un yaşamı için şunu açıkça söyleyebiliriz: ‘Kötülük dayanışmasına karşı haklılığın inadını göstermek…’ İşte, ‘Kırmızı Bahçenin Dalgalanışı’ adlı şiirimin Uğur’un varoluşuyla özdeşleşen böylesi bir ‘haklılığın inadı’ direnci var! Bu anlattıklarımdan çok daha ayrıksı olarak baktığımızda, gerçekten de Cemal Süreya’nın son dizeleri sayılan ‘Göller Denizler’ şiirinin imgelemi tüm kitapla ilişki içerisinde… ‘Çizgi’ adlı düzyazı-şiir metnimi de kitaba ismini veren ‘Dipsiz Göl’ söylemini de Düzce’de, Topuk Yaylası’ndaki bir gölü ve gölün donmuş yüzeyini seyrederken bütünledim. Sen söyleyince fark ettim bunu… Çok doğru bir tespit… ‘Yeni gün yoktur’ adlı şiirim ise tüm zamanlarda kaleme aldığım şiirlerimin arasında en kara veya karanlık olanlarından biri… Bu şiiri bir kış gecesi, Kadıköy sokaklarından birinin köşesinde bir apartman boşluğuna sığınmışken yazdım. Işık çok azdı, zar zor yazıyordum defterimin sayfasına… Hatta o günlerde şiiri okuyanlar son derece olumsuz etkilenmişti şiirden… Turgut Uyar’ın şiirine ilişkin yaklaşımın da çok doğru… O zamanlar Derviş Aydın Akkoç’un hazırladığı ‘Turgut Uyar’ın Çocuklarıyız’ adlı özel söyleşi kitabını okuyordum. Orada Turgut Uyar’ın ilk kızı Serap’tan bahsedilir, birkaç aylık bir bebekken Ardahan’ın Posof ilçesinde vefat eden ilk kızı Serap’a ve Serap’ın mezarına dair bilgiler vardır. Bilgileri dile getiren Turgut Uyar’ın Semiramis’ten sonraki kızı Şeyda Uyar Dikmen’dir. Şöyle der: “Serap’ın gömülmesiyle ilgili de konuşmuştu babam, iyi hatırlıyorum. O sırada Posof’talar ve kara kış her yanı kasıp kavuruyor. Babam asker, yanında da erler var, Serap’ı gömmüşler ve mezarında ateşler yakıp sabaha kadar beklemişler; kurtlar toprağı eşeleyip de taze ölüyü çıkarmasın diye. Kısacası ne zaman Serap bahsi açılsa, seneler geçmiş olmasına rağmen, babam her seferinde üzülür, kederlenirdi.” (İletişim Yayınları, 2014, 1. Baskı, ss.85-86) Bilemiyorum Azimet… Bu anlattıklarımdan başka-daha acı bir şey olabilir mi… Acı bir ‘yankı odası’ gibi… Ama tabiî ‘yalnız olmak’ ile ‘tek başına olmak’ felsefi düzlemde birbirinden ayrılır. Biz, ben de, Uğur da, sen de, sanırım yalnız değiliz, ama tek başımızayız. Şiirsel alan derinliği de böyle bir uzam… Gezegenler gibi ‘tek başına’ olmak… Peki, İlhan Berk’in bana sorduğu soruyu ben sana sorayım: Senin kendi çizgin nerden geliyor? Nasıl devam ediyor… Hangi noktalarda, nasıl bütünleniyor…
Azimet Avcu: 2016 yılında Kadıköy Kitap Günleri galiba son kez olarak Haydarpaşa’da
yapılıyordu. Seni ismen Uğur’dan çok duyduğum ve çalışmalarını takip ettiğim
için biliyordum. Orada bir stantta ‘Rüzgâr Defteri’ kitabını görmüştüm. Hemen
almak isteyip etrafta standa kimin baktığını bulmaya çalışmıştım. 10 dakikaya yakın
bekledikten sonra birisi gelmişti. Kitabı alıp oradan Karaköy vapuruna yürüyüp
vapurda kitabı okumaya başlamıştım ki İlhan Berk’in sana sorduğu bu soruya
gelmiştim. Uzun zaman kendi adıma bunu düşünmeye çalışmıştım. Yıllar yılı arada
aklıma gelir ve çizginin başına gitmeye çalışırdım. Ama Dipsiz Göl’ü okurken bu
soruyla tekrar karşılaşınca çizginin başını buldum. Uğur, bir gün yanımıza
gelip çok garip bir rüya gördüğünden bahsetmişti. Ne olduğunu anlatmasını
istemiştik. Rüyasında ‘insan annesinin karnında cenin pozisyonundayken bir soru
işaretine benzer’ diye bir cümle kurmuş. Uyanınca internetten bir bakmış ki
gerçekten öyle. Bunu günlerce anlattı. Çizgimin başlangıcını ararken buraya
geldim. İnsan ana rahmine düştüğü ân, yani o çizgi, yaşama yolculukla başlıyor.
Bir soru işareti olarak gidiyor. Ben şiir yazmaya çocukluk yıllarımda başladım.
Galiba bu illet insanın yakasına gelip bir türlü yapışıyor. Şiir dilini
öğrendikten sonra da kendini başka bir dille ifade edemiyorsun. Bana bazen ‘kaç
dili iyi seviyede biliyorsun?’ diye sorduklarında ‘iki’ diye söylüyorum.
Birincisi Türkçe, ikincisi şiir dili. Söyleme dikkatlice bakınca biraz romantik
gelebilir ama bunu başka türlü anlatamam. Şiir dilini öğrenince de o dili
bilenlerle iyi diyaloglar kuruyorsun. Uğur’la, senle öyle bir dil üzerinden
konuşuyoruz. Normal yaşamlarımız ve gündelik dilimiz kendimizi tarif etmeye
yetmiyor. İnsan yürüdüğü yolda arkadaşlarını iyi seçerse yolu da sağlıklı
katetiyor. Uğur, Selim, Kadir ve ben böyle bir yolculukta karşılaştık. Onlar
benim için iyi şiirin yanında iyi şairin nasıl olması gerektiğini de
gösterdiler. Zamanla yolda azalsak da burada haklılığın inadıyla devam
ediyoruz. Şiire bakış açıma gelecek olursak da yine bu yolda oluşup gelişti.
Şiirimi post-modern çizgiye koyabilirim ama tamamen o anlayışla yazmıyorum.
Türkiye’de her türlü sanat akımı gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalıyor.
Politikanın hayatımızı çekip elimizden aldığı, hayatlarımızı zorlaştırdığı bir
dünyada güncelden uzaklaşıp sadece sanatsal üretim yapamıyoruz. Ece Ayhan’ın
şairlik tanımına ‘etikçi’ dediği bir ülkede etikçiliği biz de elden
bırakamıyoruz. Uğur, ihmallerle öldü. Orada ambulansından hastanesine sağlıklı
çalışan bir sistem olsaydı, Uğur hayattaydı. Burada gelmek istediğim nokta
devletin insan hayatına bu kadar kastettiği bir ortamda şiiri silah gibi
savunma aracı olarak görmekten başka çaremiz kalmıyor. Pekâlâ, bu noktaya
gelmişken iki soru sorayım. Dipsiz Göl’e politik açıdan nasıl bakabiliriz? Dili
bu noktada nereden kurmalıyız?
Zafer
Yalçınpınar: Bir kere hemen ifade
edeyim; Uğur’un vefatına neden olan düşüşe dair söylediklerine yüzde yüz
katılıyorum. Uğur’un vefatında çok boyutlu bir ihmal olduğu açık… Doktorlar,
hastane vesaireden önce toplumsal bir ihmal var: Uğur, düştüğü yerde çok uzun
süre kalıyor! Gelen geçen ahaliden kimse umursamıyor ölü gibi yerde yatan,
bilinci kapalı bir insanı! Üstelik bir cumartesi gecesi! İşte mesela, Ece
Ayhan’ın ‘toplum’ ifadesinin yerine koyduğu ‘topluluk’ söylemine çok acı bir
örnek daha… İnsan toplumu refleksi gösterilmiyor çünkü! Herkes yılbaşı öncesi
tatil, eğlence, tüketim ve alışveriş merkezi kafasında çünkü! Yığışım! Herkes
yeni yılda fiyatlar ikiye katlanmadan ne satın alayım, nereye gideyim, ne
yapayım derdinde! Keza, Uğur’un hastaneye sevk edilmesi de bence çok uzun bir
süre… Sonra, hastanede tetkik-teşhis-tedavi
falan gibi süreçler için de çok bekletiliyor. Standartlardan çok uzun bir
bekleme süresi yaşıyor Uğur… Aleyhine çalışan, ölüm kalım gibi bir bekleme
süresi… Çok acı… Şimdi, bunca hakikati tüm hatlarıyla düşündükten sonra hemşire,
doktor kimse çıkıp olayı normalleştirmeye çalışmasın bana! Hepsi o günlerde ya
tatilde olmayı düşünür ya arkadaşlarıyla eğlenmeyi ya da benzerleriyle elit
elit takılmayı kuruyordur kafalarında… Yıllardır bu böyle! Yıllardır,
utanmadan! Taksim dediğimiz lokasyon, rantıyla, oteliyle, turistiyle, elçilikleriyle,
esnafıyla, meyhanesiyle, ev sahibiyle, kiracısıyla, taksicisiyle, fuhuşuyla,
uyuşturucusuyla, serserisiyle, ruhsatçısıyla, zabıtasıyla, liberaliyle,
belediyesiyle ve nihayetinde hastanesiyle, doktoruyla falan tüm hatlarıyla, tüm
dokularıyla lağıma dönmüş durumda! Zaten, Bilge Karasu’nun kitabının adını
hatırlayalım: “Lağımlar Anası ya da Beyoğlu”. Yani ben Uğur’un vefatındaki
ihmaller silsilesinin ‘Yahu çocuk çok ters atlamış, çok ters düşmüş, çok talihsizmiş…’
falan gibi bir doktor ağzı söylemle geçiştirilebileceğini, dahası benzeri
söylemlerle ‘müesses nizam’ tarafından geçiştirilmiş olmasını da
kabullenemiyorum bir türlü… Şimdi, bu noktada Nâzım Hikmet’in birçok yazısında
şiir diline ithafen ifade ettiği başka bir kavrama geçmek gerekiyor:
Şiirimizin, şiir dilinin taşıdığı yük! Ve bu yük yaşadığımız coğrafyada çok
ağırdır yüzyıllardır… ‘Davet’ adlı şiirinde Nâzım Hikmet’in ‘Dörtnala gelip
Uzak Asya’dan / Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan / bu
memleket…’ olarak tanımladığı coğrafyamızda her şey çok zorlu ve acılı
yaşanıyor. Yüzyıllardır içinde bulunduğumuz coğrafyanın ‘kara gerçeğini’ gören bir
şairin durumu da Nâzım’ın aynı şiirindeki şu dizelere benzer: ‘Bilekler kan
içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak / ve ipek bir halıya benzeyen toprak /
bu cehennem, bu cennet bizim’ Dipsiz Göl, sanıyorum, en ağır ve kara
gerçeklerle örülmüş şiir kitabım… Böylesi bir ‘şiirsel yük’ taşıyor. Özellikle
de ‘Dipsiz Göl’e girdim’ diye başlayan birinci bölüm… Uğur’un ölümüyle birlikte
kitabın üzerindeki şiirsel yük de çok arttı. Tuhaf bir çelişki var: Gündelik yaşamın
şiirselliği her geçen gün azalıyor, ama dilin ve mantığın yaşamındaki derin
tarihsel yük, dile getirilen kalp ve vicdan arayışı her geçen gün daha fazla
artıyor. Hakikat yolundaki kalp ve vicdan arayışı… Bence bu durum bizim
coğrafyamıza özgü… Sence de öyle değil mi, bütün bu yakın ve uzak tarihsellik
boyunca, tüm yaşadıklarımızdan sonra, kim bu coğrafyanın şiirsel yükünü
sırtlanmak ister ki? İkinci Yeni’nin parladığı baskılı dönemde bile daha fazla
şiirselliği vardı yaşamın, ya da 1950 şiir hareketinde… Mesela, Ece Ayhan
yaşasaydı bugün, 2023’te, kesinkes söylüyorum bunu; şiir yazmayı bırakırdı!
Sıkılırdı. Kapitalizm sonrası neoliberal dünyanın aldatıcılığından,
sinsiliğinden, bireyi içine düşürdüğü kapandan sıkılırdı. Öylesine karanlık ve
palyatif bir dönemde yaşıyoruz şu an… Uğur’un sana gönderdiği bir mesajı
göstermiştin bana. Şöyle diyordu Uğur son merhalede: ‘Şiirle rabıtamız
kalmamıştır.’
Azimet Avcu: Birgün Aslıhan Pasajı’ndaki sahafları dolaşırken Uğur sevinçle “Azi koş Ece Ayhan’ın bir süredir aradığım ‘Şiirin Bir Altın Çağı’ kitabını buldum.” dedi. Sahaf 200 Lira gibi yüksek bir fiyat çekince üzüntüyle daha sonra alırım deyip kimsenin göremeyeceği bir yere sıkıştırdı. O dönem için bu kitap kafamın köşesine kazınmıştı. Yıllar sonra bu kitap elime geçtiğinde “TARİHE BAKARSANIZ ANLARSINIZ!” diye bir yazıya denk gelmiştim. Orada şöyle bir kesit vardı: “Zaten yamuk ve yampiri bu dünya; tabii bana göre, tümüyle bir ‘kötülük toplumu’ ya da daha yetkin anlatışla, ‘örgütlenmiş sorumsuzluk’tur: Gerçekte ve dipte olan!” Dipsiz Göl tam bu noktada daha büyük bir karşılık buluyor. Yüzeyden bakınca anlaşılmayan ve içine düştükçe çıkılmayan o büyük bir dehliz… Sanatın her zaman iyileştirici bir yanı var. Eğer şiir bizim hayatımızda bu kadar yer edinmese iyileşmez yaralarımızla silinip gideceğiz. Ece Ayhan’da bugün yaşasa senin aksine böyle düşünürdü. Ölümle yüzleşmenin tek yolu yazmaktan geçiyor. Söz bitiyor, ağıtlar diniyor, toprak soğuyor… ama bu şiirler birilerinin kitaplığında, dilinde, hafızasında duracak. Bu özel kitap için ben Yalçınpınar’a teşekkürlerimi sunuyorum. İmgenin ve doğanın bu kadar çoğullandığı Dipsiz Göl’de bize yaşam ideasını tekrar hatırlatan şair okurlara son olarak ne söylemek ister, bunu merak ediyorum.
Zafer Yalçınpınar: Herkesin farklı bir dilsel formülü veya şiarı vardır, şiir ve yaşamla ilgili… Tamamıyla benim icat ettiğim ve kendi 44 yıllık zavallı yaşamımda tüm hatlarıyla deneyimlediğim formül şu: ‘Şiir, dilin sürdürülebilirliğidir.’ Bu formülü ilk kez Kasım 2018’de gerçekleştirilen İlhan Berk Sempozyumu’nda dile getirmiştim. Şiir, imgesel alan derinliğinin uzamında salınan ve dilin sınırlarını genişleterek geliştiren bir özüt! Geçmiş ile geleceğin dili arasında hakiki ve adil bir bağ kurabilen tek-son-öz! Şiirin eşsizliği -eşsiz olana yakınlığı- bu bağda, bu bağın haysiyetinde gizli… Şimdi, aslında, Ece Ayhan’dan aktarmak istiyorum son sözlerimi… Uğur yaşasaydı, o da öyle yapardı çünkü. Yaklaşık olarak şöyle diyor Ece Ayhan Çağlar: “Böylesi bir uçsuz bucaksız ‘kötülük dayanışması’ ortamında karamsar olunmaz da, ne olunur bilemem. Ama benim karanlığımın rengi akkordur, o ayrı. (…) İzin verin de bir kömürün bir elmasa dönüşmüş olduğunu artık anlayalım! (…) Şiir gerçeği yeder! İşte böyle olumsuz bir yeri vardır şiirin toplumlarda. Bir toplumda yeri olmayışı onun yeridir.”
2/ Zafer Yalçınpınar’ın tüm edebiyat çalışmalarını https://zaferyalcinpinar.info adresinden inceleyebilir ve tüm kitaplarını aynı adresten -pdf dosyası biçeminde- arşivleyebilirsiniz.
Zafer Yalçınpınar, Karga Mecmua, Ağustos 2009, Sayı: 30 (Görseli büyüterek okumak için üzerine tıklayın…)
“Yavuz Çetin, ‘soundcheck’ yaparken… “ Fotoğraf: Z. Yalçınpınar 1999, Shaft Blues Club-Kadıköy
SIKI GİTARİST YAVUZ ÇETİN
Sıkı gitarist Yavuz Çetin’in ölümünün üzerinden yaklaşık olarak sekiz yıl geçmiş. Demek ki Yavuz Çetin hakkında bir şeyler yazmaya ancak sekiz yıl sonra cesaret edebiliyorum.
Her şeyden önce Yavuz Çetin’i “sıkı gitarist” yapan şeyin ondaki eşsiz “tuşe” olduğunu -tüm ağırlığıyla- ortaya koymalıyız. Tuşe; bir şarkının, bir melodinin ya da bir müzikal tipolojinin ruhunu/özünü dinleyiciye aktarabilmedeki ustalıktır. Bir tür içtenliktir. Senelerini gitar tekniğini güçlendirmekle harcamış biri, evet, her türlü şarkıyı çalabilir, gitar üzerinde her türlü akrobasiyi yapabilir, fakat çaldığı şeyin ruhunu içselleştiremeyip ömrü boyunca tuşesiz bir gitarist olarak kalabilir de… Böylesine sportmen bir gitaristin çaldığı her şey saman gibi gelir dinleyiciye. Yavuz Çetin ise bastığı her notayı içselleştirebilen nadir gitaristlerdendi. 1998 yılının kış aylarından birinde Yavuz Çetin’in “İLK” adlı albümünü “ilk” kez dinlediğimde, albümü hemen beğenmemin nedenlerinden biri de -sanırım- bu güçlü tuşeydi. Özellikle de şarkılardaki blues rifflerinin zamanlamasından, yerlemlerinden ve şarkının armonisine pürüzsüzce eklemlenebilmiş olmalarından dolayı çokça etkilenmiştim. Albümü defalarca dinledim ve albümdeki dinginliğin nasıl olup da bu kadar “enerji dolu” olduğunu, olabildiğini düşündüm, durdum. Hatta bu kimyayı -kendimce- matematiksel (modal/makamsal) olarak hesaplamaya bile çalıştım. O zamanlar cevabı bulamamıştım fakat şimdi, bugün, özellikle de gitar için düşündüğümüzde bu sorunun cevabının Blues Ruhu’yla açıklanabileceğini biliyorum.
1998’in yazında Kadıköy’ün cafe-barlarından birinin tüm masalarında Yavuz Çetin ve grubunun tanıtım broşürünü gördüm. Bu tanıtım broşürleri aynı zamanda da indirim biletleriydi. Yavuz Çetin ve grubu Çarşamba akşamları “Kallavi Bar” diye bir yerde çalıyordu ve indirim biletleri bu barda geçerliydi. Biletlerden birkaç tane aldım ve ilk Çarşamba gününün gelmesini bekledim.
(Yazıda bahsedilen indirim kuponu, Shaft Blues-Jazz Club’ın ilk yeri Kurbağalıdere’nin yanında bulunan Kallavi Fasıl/Meyhane’nin bodrum katıydı. Zy)
Söz konusu ilk Çarşamba gecesi Blues tutkunu bir arkadaşımla birlikte soluğu Kallavi Bar’da aldık. Barı gördüğümüzde çok şaşırdığımızı itiraf etmeliyim. Kallavi Bar, Şükrü Saraçoğlu Stadı’nın yanında, Kurbağlıdere’ye paralel olarak inşa edilmiş, köşkten devşirme bir yapıydı. Barın “üst” katından bol rakılı fasıl ezgileri filan geliyordu. Kapıdaki görevliye Yavuz Çetin’i izlemek istediğimizi ve fasıl seslerini duyunca şaşırdığımızı söyledik. Görevliden Yavuz Çetin’in ve grubunun “alt” katta çaldığı bilgisini alınca rahatladık. (Aslında rahatlamamalıydık, çünkü gerçekte –yani bu memleketin “kara” gerçeğinde- Yavuz Çetin isimli sıkı gitarist, o köşkün alt katında değil de yandaki stadyumda çalmayı hak eden biriydi.)
Köşkün bodrum dairesine benzeyen alt katına girdiğimizde sahnede Yavuz Çetin ve grubu, Jimi Hendrix’in “Voodoo Chile” adlı şarkısının solo bölümünü çalıyorlardı. Ardından, Cream’den “Sunshine Of Your Love” geldi. Şarkıların sololarında Yavuz, bir nota bile teklememişti. Büyülenmiştik. Daha önce Kadıköy’de hakkını vererek Jimi Hendrix çalan bir grup da görmemiştik. Yavuz, bu eski ve sıkı şarkıyı çalarken şarkının ruhunu kendinde hissediyordu ve bu ruh Yavuz Çetin’den bize doğru akıyordu.
Bütün gece hayranlıkla Yavuz Çetin’i izledik, dinledik, içki içtik. Blues tutkunu arkadaşım, programın sonuna kadar beklemişti ve sonunda sahneden indiğinde Yavuz’un yolunu kesip, onun elini öpercesine;
“Bu sıkı şarkıları bu kadar sıkı çalmaya devam ederseniz size dinozor diyecekler…” dedi.
Yavuz Çetin gülümseyerek:
“Desinler, önemli değil… Bir gün gelecek bugün bana dinozor diyenlere de başkaları dinozor diyecekler. ” diye cevapladı ve içkisini almak üzere bara yöneldi.
Şimdi, bugün, 2009’da, kime “dinozor” diyebileceğimizi bilemiyorum, fakat hangi gitaristlere ve gruplara “geyik” denilebileceğini çok iyi biliyorum. Açıkça söyleyeyim; Yavuz Çetin bugüne kadar sahnede izlediğim en tuşeli ve sıkı gitaristlerden biridir. Belki de birincisidir.
Yavuz Çetin’in ölümünün üzerinden sekiz yıl geçmiş. Bunca zamana rağmen zorlukla –ellerim titreyerek ve kafa karışıklığıyla- yazdığım bu yazıyı, Yavuz Çetin’in şarkı sözlerinden bir bölüm alıntılayarak bitirmek “yerinde” olacaktır:
“Sahil sakin ve sessiz Motel ışıkları durgun deniz Karşıda bir balıkçı teknesi Kırık dökük iskele
Sıcak günlerin yorgunluğu üzerimde Umutsuzluk görünürde Henüz batan güneşin özlemi Ve bu yalnızlık çekilmez gibi”
Yankı Odası‘nın 10. Bölümü’nde Turgut Uyar’ın 97. doğum gününü özel bir yayınla kutladık… evvel.org arşivinde yer alan Turgut Uyar başlıklı paylaşımlara https://evvel.org/?s=Turgut+Uyar adresinden ulaşabilirsiniz.
Yaz döneminde olmamız sebebiyle canlı yayınlarımız seyrekleşecek. Ekim 2024’e kadar 10 veya 15 günde 1 canlı yayın gerçekleştirmeyi planlıyoruz. Ekim 2024 itibariyle ise her Pazar, 23.00’da canlı yayında olacağız. Yaz dönemindeki canlı yayın tarihlerimizi ve saatlerimizi sosyal medya hesaplarımızdan takip etmenizi önemle rica ediyoruz. (instagram: @evvelfanzin twitter: @calmayan)
2005 yılında Özel Bodrum Hastanesi’nin yayımladığı “Aspirin” adlı yerel dergide İlhan Berk‘le gerçekleştirilen bir söyleşi bulunuyor… Fevzi Demirtaş ve Berrin Tuna tarafından gerçekleştirilen söyleşide İlhan Berk, Bodrum’u, Bodrum’a yerleşme nedenlerini ve Bodrum’un yerel halkıyla birlikte yaşama sürecini dile getiriyor….
(Söyleşiyi okumak için görsellerin üzerine tıklayınız…)
Ferit Edgü’nün vefatı üzerine, kendisinin kaleme aldığı Do Sesi adlı hikâyeyi düşündüm öncelikle… Ada Yayınları’nın kültür-sanat, edebiyat ve şiir alanında etkisi büyüktür; Ada Yayınları’nın eserleri bize “koleksiyon değerinde/niteliğinde kitap yayınlamayı” öğretmiştir. Zamanında Ece Ayhan’a çok yardımı da dokunmuştur, sanıyorum #FeritEdgü’nün… Ama tabiî sonuçta kimse melaike değil! Bu gerçeğin de farkındayım. Ve fakat “bu dünyanın kavgası bu dünyada kalır!” demişti Ece Ayhan bir mektubunda… Allah rahmet eylesin, taksiratını affetsin. (Zy)
(…)
89/ Unutma, ne kadar koşarsan koş, duracaksın.
(…)
91/ Adımlarını sayarak varacağın yere varamazsın.
(…)
105/ Baltasız kul olmaz.
106/ Saat kulesinden zaman görülmez.
107/ Unutma 9, 8’den sonra değil 10’dan önce gelir.
(…) “Rüzgârı düşünüyorum” deseydim, inanır mıydın buna? Örneğin, rüzgârın resmi nasıl çizilir, nasıl boyanır? Evet, eğilmiş ağaçlar, uğuldayan tepeler, dolgun yelkenler, sallanan yapraklar, vuran kapılar, kepenkler, toz bulutları: Hızla büyüyen sarmaşıksı bir duygu. Ancak, hiçbirisi rüzgârın anlamını karşılamıyor: Bunlar rüzgârı algılamamızı sağlayan imgeler, göstergeler; yani, gördüklerimiz: Rüzgârla -rüzgârın etkisiyle- devinen şeyler bunlar, rüzgâr değil. (…)
2015 yılında Uğur Yanıkel’le birlikte ‘Rüzgâr Defteri’ adlı metnimi orjin alarak başladığımız, ardından da ‘İmgelemin Özgürleşmesi’, ‘Ece Ayhan’ ve ‘İkinci Yeni’nin şiirsel alan derinliğine doğru genişlettiğimiz söyleşiden bir bölüm aşağıdadır. Bu söyleşinin özel bir öneme sahip olduğunu dile getirmeliyim: Bu söyleşi, yazdığım bir metnin imgesel imkânlarının yanı sıra semantik etkileşimlerini de sınayan, beni yeni düşünce merhalelerine götüren, kendi metnimin anlamını daha tutarlı bir şekilde görebilmemi sağlayan tam bir ‘poetika çalışması’ oldu. Uğur Yanıkel’e ne kadar teşekkür etsem azdır… (Zy)
Uğur Yanıkel: Oyun Yayınevi tarafından geçtiğimiz ay yayımlanan Rüzgâr Defteri, adalarda ‘örülmüş’ bir anlatı, zaten kitabın giriş kısmında da bunu açıkça dile getiriyorsun. Kitabı okuduğumda şunu fark ettim; evet, ada kültürünün etrafında yoğun bir şekilde ‘dolaşıyorsun’ ancak bir şeyi ‘yakalıyorsun’, rüzgârı… Rüzgârı yakalıyorsun ve rüzgâr üzerinden derinlemesine bir sorgulama, analiz sürecine girişiyorsun. Ancak, burada bahsettiğim sorgu ve analiz, duyusal alan üzerinden ilerliyor. Bu süreçten sonra da rüzgârı adeta modelliyorsun. İfade etmeliyim ki bahsettiğim bölüm, beni en çok heyecanlandıran, etkileyen bölümdü. Çünkü rüzgârın işlevini, oluşumunu biliyoruz ve tüm bunların doğaya ve canlılara yansımasını görebiliyoruz, ancak kendisini göremiyoruz somut bir şekilde. Görünmeyeni görünür kılman beni heyecanlandırdı açıkçası. Ayrıca bu modellemeyi yapabiliyor olmanda imgelem gücünün yanı sıra geçmişteki eğitim sürecinin ve çalışma hayatının da etkisi olduğunu düşünüyorum. Sen bu konuda neler diyeceksin?
Zafer Yalçınpınar: Ne diyeyim; tutarlı, doğruya yakınsayan sözler bunlar… Sorduğun soruda ‘analiz ve modelleme’ diyerek tespit ettiğin durumun nedeni, Rüzgâr Defteri’ni yaşarken -ya da ‘rüzgâr’ denen şeyi düşünürken- elde ettiğim bulguları, görüngüleri alegorik bir dille işlemeye, örmeye çalışmamdır. Bu alegorik dilin bir tür eksiltme hareketi sonucunda oluştuğunu söyleyeyim: Defterin başlangıçtaki, yaşandığı ândaki gerçekliğini değiştirerek ‘rüzgâr’ olgusunun işaret ettiği düşünsel alanı daha belirgin, göz önüne getirilebilir ve nihayetinde ‘sorgulanabilir’ kılmaya çalıştım. Yani, matematikle özdeşleştirerek ifade edersem; yazdığım metnin sürekli olarak türevini aldım ve ‘rüzgârın anlamı’ diyebileceğimiz alegorik bir katmana ulaştım. Bahsettiğim bu işlek kulağa zor, karmaşık, saçma ve tuhaf geliyor olabilir. Basitleştirirsek; ‘rüzgâr’ denen şeyi önce anlayıp sonra da anlatmaya çalıştım. Bunu da metindeki düşünselliği ve imgeselliği dengeleyerek kotarmaya gayret ettim. Aslında, Rüzgâr Defteri’ndeki işleğin ne olduğunu anlatmak için Almanca’da güzel bir fiil vardır: ‘dichten’. Oruç Aruoba bu kelimeyi “şiir olarak kurmak” şeklinde çevirir. Ludwig Wittgenstein bir yazısında “Felsefenin aslında şiir olarak kurulması gerekir.” diyor. Ben de bunu yapmaya çalıştım. ‘Rüzgâr’ olgusunu şiirlemeye, rüzgârın varoluşunu ‘şiir olarak kurmaya’ gayret ettim. Rüzgâr Defteri’nin adalar kültürü ve geçmiş çalışma hayatımla olan ilgisinden önce, bu bahsettiğim ‘şiir olarak kurmak’ meselesi çok daha belirleyici ve önemli… Bunun üstünde durmalıyız sanırım. Bütün bu sözlerimden ve açıklamalarımdan ne anlaşılıyor? Sence nedir Rüzgâr Defteri? Felsefi bir metin mi, şiir mi? Nedir sence?
Uğur Yanıkel: Aslında tüm bu bahsettiklerinin bir çıktısı olarak şunu söyleyebilirim, Rüzgâr Defteri tek tığ ile örülmemiştir. Yani, oluşma, örülme evresindeki ilerleyiş, izlenen yol, yöntem bakımından baktığımızda ve bunun yanında kitabın içeriğindeki rüzgârı anlamaya yönelik sorulan soruların yönlendiriciliği bakımından felsefi bir ‘tığ’ kullanılmış diyebilirim. İkinci tığ ise senin de bahsettiğin ‘şiir olarak kurmak’ fiilinden de yola çıkarak erişilen şiirsellik ya da içeriğinde şiirsel bir tını barındıran imgelem. Tüm bu söylediklerimden de anlaşılacağı üzere Rüzgâr Defteri için yalnız başına bir ‘felsefi metin’ ya da bir ‘şiir’ diyemem. Rüzgâr Defteri, yazarının gördükleri, yaşadıklarının bir sonucudur en nihayetinde, dilin kendine özgü bir biçimde kullanılmasından dolayı yine bu temel üzerinden tanımlanabilir, diye düşünüyorum. Zaten, Rüzgâr Defteri dahilinde ve haricinde de böyle düşünüyorum. Yani mesela, bugün artık, ‘şiir’ kavramını gördüğümüzde ya da duyduğumuzda ‘kafamızın içinde’ ne kendini gösteriyor? Bu çok önemli. Şiirin ‘dinamik öz’ diyebileceğim ya da kavramlar üstü bir ‘şey’ olduğunu düşünüyorum. ‘Dinamik öz’ dememi şöyle bir örnek vererek açıklamaya çalışayım: Ateş böcekleri geceleri parıldayan bir böcek türüdür, yani gündüzleri ışık saçmazlar, hâl böyleyken gündüz bir ateş böceğini -tanıyıp- gördüğümüzde, gözümüzü kapatıp elde ettiğimiz ‘karanlık’, ateş böceğinin parıldamasına neden olmaz. Üstelik ateş böceğini de göremeyiz. Bu örnekte bana göre asıl ‘şiir’ ateş böceğidir. Yani o ‘dinamik öz’ dediğim kısıtlandırılamayan, ‘gözümüzü kapattığımızda’ görünmeyen ‘şey’dir. Buradan hareketle şiirin alışılmış bir biçime(forma) artık gerek duymadığını söyleyebilirim. Bana kalırsa şiir bunu aşan tek türdür; bir biçime(forma) ihtiyaç duymadan varlığını sürdürebildiği için… Bu bağlamda dilin ve kelimelerin göz önünde olmadığı ‘şeylere’ bakalım; yanmış bir filmi banyo ettiğimizde elde ettiğimiz görüntü, ufak bir çocuğa oyalanması için verilen kâğıt ve kalem ile çocuğun yaptığı çizim -ki çocuk genelde o kâğıdı rastlantısal olarak karalar yani ‘rüzgâr’ı çizer-. Verdiğim örnekler çoğaltılabilir elbette. Ancak bu verdiğim örneklerin ve daha fazlasının kişisel sezme yetimiz ile farkında olabiliriz. Rüzgâr Defteri’nin benim için asıl önemi, senin bahsettiklerini saklı tutarak söylüyorum, buradan geliyor. Çocukken hepimiz rüzgârı ‘modellemişizdir’ ancak bunun rüzgârı görünür kılıyor olduğunu bilmeden, farkında olmadan. Rüzgâr Defteri ile şahsen bu farkındalığı kendime kazandırdım. Peki, sen, Rüzgâr Defteri’ni oluştururken, ‘rüzgârı keşfettin’ diyebilir miyiz? Eğer öyleyse, bu keşfin Rüzgâr Defteri dışında bir yansıması oldu mu sende?
Zafer Yalçınpınar: Doğduğumdan beri her yılın belli bir dönemini adada yaşıyorum. Ada yaşamında, denizin hareketini belirleyen rüzgâr çok önemlidir. İnsan için ‘düşünmek’ ne ise ada için de ‘rüzgâr’ odur. Rüzgâr sürekli yaşamı değiştirir, hemen her şey rüzgâra bağlıdır adalarda… Rüzgâr Defteri’nin yazım sürecini yaşamsal düzlem üzerinden anlatayım o zaman… 2013 yılında Duygu Gündeş’le birlikte Bozcaada’da tatile gittik. Bu tatilde, konaklamak için Bozcaada’nın kıyı şeridinde bulunan popüler mevkilerden birini değil de, daha içrek, adanın kuzeydoğuya bakan tarafında bulunan bağ ve bahçelerin ortasında, salaş diyebileceğimiz bir yer seçtik. Bu mevkide, tatilin ilk ânından son ânına kadar rüzgâr hiç durmadı, sürekli ve kuvvetli olarak kendini hissettirdi. Sürekli esiyor, bir şeyler anlatıyor, sürekli bir şeyleri düşünüyor, düşündürtüyor gibiydi. Bu yaşantı parçasında, Rüzgâr Defteri’nin ilk orjini oluştu; belirleyici kavram, metne eşlik edecek olan odak noktası bu ‘süreklilik’ti. Diğer orjin ‘rüzgârın etkinliği, etkililiği’ydi. ‘Devinim’ olgusuyla birlikte ‘rüzgârın yaşama düşünce katması’ da defterin temel eğretilemesidir. Bu orjinler ya da ‘mihenk noktaları’ üzerinden defterin örülümü, yazımı bir tam yıl boyunca sürdü. Marmara Adası’nda, 2014 yılında, fırtınalı bir gecede deftere son noktayı koydum. Bu başlangıç ve bitiş arasında oluşan imgelemin, evet, konuşmamızın başında da vurguladığın gibi matematik ağırlıklı eğitim sürecimden, para kazanmak için bir on yıl kadar çalıştığım bilim kurumundan tut da bulanık mantığa veya dilbilim felsefesine olan ilgime ve araştırma çalışmalarıma kadar uzanan bir arkaplanı olduğunu söyleyebiliriz. Ancak, önemli olan defterin yazımındaki tetikleyici kıvılcımlardır. İlk denklemdir. Daha önce de ‘Çalmayan’(Eylül 2014, Kendi Yayınları) adlı şiir kitabımı okuyan bir arkadaş şiirlerimi ‘matematiksel’ bulduğunu ifade etmişti. Sence, şiir ve matematik arasında belirgin bir ilişki var mı? Sembolik anlatım ekolünde, Bilge Karasu’da veya Rüzgâr Defteri’ndeki alegorik katmanda bu türden bir ilişki mecburiyet hâline mi dönüşüyor? Ece Ayhan, bir yazısında, ‘İkinci Yeni logaritmalı şiirdir.’ der. Peki, şimdi ben kalksam, ‘şiirsel önerme’ ya da ‘imgesel önerme’ diye bir şeyler, kavramlar atsam ortaya, bu ifadeleri duyduğunda aklına neler gelir, ilkin?
Uğur Yanıkel: ‘Şiir ve matematik’ dendiğinde akla ilk gelen şey ‘ölçülü şiirler’ oluyor. Ancak buradaki biçim odaklı ilişkiyi bir kenara bırakırsak, sanırım şiir ve matematik arasındaki ilişkinin temel belirginliği soyut düşünce ya da soyut düşünebilme becerisinden geliyor. En genel tabiri ile matematik, evren ve zaman içerisinde bulunmayan ancak akılda varlığını sürdüren, soyut zeminde düşünebilmenin sonucudur. Şiirde de böylesi bir soyut zeminin varlığından söz edebiliriz. Formüleri, sayısal bir dili olsa da bu sayısal dilin çözümlenme süreci analitik düşünceyi ortaya çıkarır, sonrasında da güçlendirir. Bu analitik düşünce hayatla, yaşamla, varlıklarla bir bağ kurmaya yönlendirir insanı. Bu bağ ile imgelem gücünün birleşimi de Rüzgâr Defteri’nde kendini hissettiriyor. İlk başta söylediğin ‘…matematikle özdeşleştirirsem sürekli türevini aldım’ sözü de buna delil olarak gösterilebilir… Şimdi, Rüzgâr Defteri’ndeki alegorik katmanda ise tüm bu ilişkinin mecburiyet hâlinden ziyade kendiliğinden oluştuğunu düşünüyorum, az önceki açıklamalarıma dayanarak. (…)
“Marmara Adası’nın yerel tarihini didik didik araştıran, 10 yılı aşkın süredir adaya dair bulduğu her materyali bir ipucu olarak değerlendirip tanıklarına ulaşan, titiz bir araştırmacı yazar H. Can Yücel. Bu tanıkların anlatıları kadar, Can’ın bir satır bilgiyi doğrulamak için kimi zaman sahaflarda, kimi zaman kütüphanelerin arşivlerinde geçirdiği saatleri biliyorum. Nihayetinde Marmara Adası’nın balıkçılık abecesi, ilmek ilmek dokunarak hazırlanan bu kitapta vücut buldu. Kılıç avına haftalar önceden hazırlanan adalı balıkçıların heyecanından tutun, Marmara sokaklarının tuzlu balık koktuğu günlere uzanan bir serüven! Avcılığın sünger için olanı da var, ıstakoz için olanı da… Elbette denizi yurdu bilen, haftalarca eve dahi uğramdan denizle hemhal olan yılların emektar balıkçı reisleri de anlattılar Marmara Denizi’nin heybesinde sakladığı bereketli avları, dalgaları ve fırtınadan önceki sessizliği…
Ada köyleri tek tek incelendi. Kahvelerde demli çay, dillerde 1920’lerden günümüze dek uzanan Marmara Adası’nın denizcilik ve balıkçılık hikâyeleri bitmedi. Onlarca tanığın anlatıları, yüzlerce fotoğrafın kitap için arşivlenmesi, sayısı belirsiz efemeranın derlenip kitaba katkı sunacak hale getirilmesi ve saatler süren kayıtların deşifresinden sonra Can’ın 10 yıllık emeği ‘İstinora Sabah Volisi’ kitabı hem Marmara Adası için, hem de Türkiye balıkçılığı için bir başvuru kaynağı olacağı kuşkusuz.” (Mustafa Dermanlı, Arka Kapak Metni’nden… )
” (…) Kısıtlı yaşam döngümüz içinde, profesyonel işimden arta kalan zamanlarda ada ile hemhal olup, 2014 yılında başlamıştım balıkçıların anlattıkları her şeyi not etmeye. Reisler, konserveciler, tuzlamacılar, oltacılar, zıpkıncılar, alamanacılar, gırgır sahipleri, süngerciler, lambacılar ve daha kimler kimler… Onlarca balıkçılık hikâyesini biriktirirken, fotoğraflar, anılar, saatler hatta günler süren kayıtların deşifresi, arşiv taraması, resmi kayıtlar ve neşredilmiş yayınlarda Marmara Adası’nın yüz yıllık balıkçılık geçmişini araştırmış, karanlıkta kalan, bilinen ancak hakkında yazılanlardan tatmin olunmayan konuları mümkün mertebe aydınlığa kavuşturmaya çalıştım.
Yayınlanmış birçok eser ki içlerinde en çok İstanbul Balıkhanesi eski müdürü Karekin Deveciyan’ın Türkiye’de Balık ve Balıkçılık adlı eseri ve Hamdi Arpa’nın Balıkçılık Tarihimizden Notlar adlı araştırmasından faydalanmakla beraber, Marmara Adası özelinde kalmaya ve yerel anlatıları ön plana alacak şekilde ilerlemeye özen gösterdim. Mümkün mertebe bol görselle anıları canlandırmaya, gelecek kuşakların hafızasında yer edecek bir kaynak eser meydana getirmeye çalıştım. Ada merkezi Marmara ile sınırlı kalmayarak Cumhuriyet döneminde balıkçılığı ile adından söz ettiren adanın diğer yerleşimleri; Asmalı, Topağaç, Gündoğdu ve Çınarlı’daki balıkçılarla da görüşerek, balıkçılık faaliyetlerini sisli hatıralardan ve tarihin tozlu sahifelerinden çıkartıp, fotoğraflarla da bezeyerek okuyucunun beğenisine sundum. 526 sayfayı, okuma yazmayı henüz öğrenmemiş çocukların bile ilgi duyup karıştırmasını düşleyerek, dört yüze yakın görsel-fotoğraf ile süsledim. Her konu başlığı birbirinden kıymetli bilgiler içermekte. Yaman Koray’ın Deniz Ağacı romanının Marmara Adası üzerinden çözümlemesi, Kanlı Deniz (1974) filminin ayrıntıları ‘Kılıç Avı’ bölümünü daha da zenginleştirdi. Sanıyorum kitapta en çok ilgi çekecek konulardan biri de Halkevleri ve Köy Enstitüleri’nden bile önce, 1928 yılında Marmara Adası’nda açılmış olan Türkiye’nin ilk Balıkçılık Mektebi’dir. Bu konuda yazılmış en ayrıntılı yazı olduğunu düşünmekle birlikte ilk kez gün yüzüne çıkacak anlatılar olduğunu da belirtmek isterim. Slowfood Marmara Topluluğu’nun kurucusu Ebru Köktürk Koralı’nın önerisiyle kitabın sonuna balık yemeklerini de ekleyerek Marmara Adası’nın balıkçılık kültürünü tüm yönleriyle yansıtmaya çalıştım. (H. Can Yücel)(Kitaba dair sunuş metninin tamamını okumak için tıklayın…)
Fenerbahçe Kalamış Yat Limanı işletmesinin özelleştirilmesi ihalesinin nihai pazarlık görüşmesi 16/7/2024 tarihinde yapılacak! Sahillerimizi savunmak için herkesin bu işgali çevresine duyurmasını, itiraz sesimizin yükselmesini istiyoruz!
(FBKD) Fenerbahçe Kalamış Dayanışması
4 Temmuz 2024 Perşembe günü Kalamış Atatürk Parkı’nda, Fenerbahçe Kalamış Dayanışması’nca (FBKD) düzenlenen Panel-Forum Etkinliği’nin tam metni aşağıda yer almaktadır.
Fenerbahçe Kalamış Dayanışması (FBKD) tarafından 4 Temmuz 2024 Perşembe günü saat 19:30 ile 22:00 arasında, mevcut yat limanının “işletme hakkının 40 yıl süreyle devredilmesi yöntemi ile özelleştirilmesi” hakkında bir panel-forum düzenlenmiştir. Etkinliğin panel kısmına gazeteci yazar Bahadır Özgür, avukat Onur Cingil, mimar Toprak Erduvan ve şehir plancısı Nuri Cem Ceylan katılmıştır. Etkinliğin açılış konuşmasını FBKD’yi temsilen (ve aynı zamanda) panelin moderatörü olan Alev Ataç gerçekleştirmiştir.
AÇILIŞ KONUŞMASI (ALEV ATAÇ)
“Merhaba, Öncelikle bu akşam bizlerle olan değerli panelistlerimize ve siz değerli katılımcılarımıza Fenerbahçe Kalamış Dayanışması adına ‘hoş geldiniz’ diyorum. Bizler ‘Kalamış’ı ranta, betona ve talana teslim etmeyeceğiz’ diyerek 2021 yılının mayıs ayından bu yana mücadele eden insanlardan oluşan Fenerbahçe-Kalamış Dayanışması’yız. Bugün Kadıköy’ün sınırları içinde yer alan Kalamış, tarih boyunca asude bir huzurun, deniziyle, ağacıyla, kuşlarıyla kısaca doğasıyla çekici ve zarif bir güzelliğin simgesi olmuştur. Onun bu özellikleri, üzerinde yaşayan insanların da yaşam biçimleri olurken, kendine özgü bir kültür de oluşturmuştur. Kalamış yıllar boyunca şairlere, ressamlara birçok sanatçıya ilham vermiş, orada yaşamayan insanlar için de her zaman bir cazibe merkezi olagelmiştir. Yapılan arkeolojik çalışmalar, elde edilen buluntular bizlere Fenerbahçe-Kalamış bölgesindeki insan yaşamının yüzlerce yıl boyunca, bölgenin güzellikleri ve doğal yaşam değerleriyle uyumlu bir şekilde var olduğunu göstermektedir. Fenerbahçe-Kalamış bölgesi İstanbul’un en eski yerleşim yerlerinden olan Khalkedon’un merkezine çok yakın bir alandır. Kurbağalı Dere Vadisi vaktiyle incir ağaçları, bağ kütükleri, geniş bostanlarla dolu iken, Kalamış, Bizans imparatorları ve Osmanlı padişahlarının yazlık mekân olarak tercih ettikleri bir bölge olmuştur. 19. yy.’da ise bu bölgede yer alan bahçeler parka dönüştürülmüş, halka açılmış ve çok rağbet gören gezi alanları haline gelmiştir. Böylece bölgenin olağanüstü güzelliği ve ambiyansından halkın yararlanması gerektiği düşüncesi, çok uzun yıllar önce hayata geçirilmiştir. Son yıllarda ise, Kalamış, barındırdığı yat limanı nedeniyle halkın gündemine sıkça gelmekte, bu nedenle de önemli bir mücadele alanı olarak anılmaktadır. Mücadele alanının merkezinde ise, mevcut yat limanını büyüterek bu bölgeyi daha fazla ticarileştirecek, betonlaştıracak, büyük bir rant ve talan alanı haline getirecek, Kalamış’a, kıyılarına, sahiline halkın erişimini tamamen engelleyecek olan özelleştirme projesi yer almaktadır. Bu rant ve talan projesi, mülkiyeti Türkiye Denizcilik İşletmeleri AŞ.’ye ait olan “Fenerbahçe-Kalamış Yat Limanı’nın, 40 yıl süreyle “işletme hakkının verilmesi” yöntemiyle özelleştirilmesi olarak tanımlanabilir. Bu etkinliğimizin amacı iktidarın bitmek tükenmek bilmeyen rant ekonomisi anlayışına Kalamış’ı teslim etmemek için 2021 yılından bu yana sürdürdüğümüz mücadelemizde farkındalığı arttırmak ve mücadelemizi büyütmektir. Bu amaçla sizlerle beraberiz. Katılımınız bu nedenle çok değerli. Bugün panelistlerimizle Kalamış’ın mevcut durumunu, sorunlarını, ihale sürecini, yürütülen hukuksal mücadeleyi, planlanan proje hayata geçerse bunun Kalamış’a, Kadıköy’e ve İstanbul’a etkilerini konuşacağız. Etkinliğimizi 3 bölüm halinde yapacağız. İlk olarak panel bölümünde konuşmacılarımızdan sizler adına soracağım soruların cevaplarını alacağız. İkinci bölümde panelistlerimiz sizlerden gelen soruları cevaplandıracaklar, sizlerin katkı ve görüşlerinizi dinleyeceğiz. Üçüncü bölüm ise panelimizin özetlenmesi ve kapanışı şeklinde olacaktır.”
PANELİSTLERİMİZE SORULARIMIZVE CEVAPLAR:
Hiçbir özelleştirme olmasa bile, Kalamış ve çevresinin, yat limanının mevcut durumu, kullanımı ve getirdiği sorunlar nelerdir?
TOPRAK ERDUVAN: Öncelikle parkta aşırı bir kullanım var. Plastik örtülü çimler, parka beton dökülmesi, etkinlik işgali, yoğunluğa uygun olmayan dolgu alan, kalabalık kaynaklı halk sağlığı sorunları, çok yoğun kalabalığın olduğu günlerde tehlike anında ihtiyaç sahiplerine ulaşma zorluğu, ulaşamama riski, trafik, hava kirliliği, gürültü, plastik atıklar, ticarileşme, doğru planlama yapılmaması, kamuya açık alan olma özelliğini yitirme gerçeği, parktaki doğal yaşamın çok zarar görüyor olması Kalamış Atatürk Parkı’nın ve Kalamış’ın karşı karşıya olduğu en temel mevcut sorunlardır.
Kalamış Yat limanı ihalesi 2017 den bu yana ilan edilip neden daha sonra iptal ediliyor? İktidarın ihaleden beklentileri ve aslında ihalenin arkasında yatan gerçekler nelerdir? Siz Gazete Duvar’daki yazınızda “Kalamış Yat limanı bir kez daha satışa çıkarıldı. Ama burada mesele özelleştirme değil sadece. Genişleterek özelleştirme” diyorsunuz. Buradaki özelleştirmeden ne anlamalıyız? Halka etkileri ile birlikte açıklar mısınız?
BAHADIR ÖZGÜR: İhalenin arkasındaki gerçek genişletilmiş özelleştirmedir. Bundan ne anlamalıyız? Yat limanında olanlar aslında ülkenin diğer yerlerindeki toprakların özelleştirilmesine benzemektedir. Özelleştirmeler 2000-2010 yıllarında kamu malları tarafında olurken 2010 sonrasında toprak özelleştirmelerine dönüştü. 49 yıllığına devirlerle tanıştık. Yani 2010 dan sonra toprakların özelleştirilmesi söz konusudur. Dünyada çok önceden başlayan bu durum bizde yeni başlamıştır. Yani zeytinlik alanların kamulaştırılması gibi. Turizm, maden çıkarma gibi nedenlerle özelleştirmeler olmaktadır. Şimdi ise denizde özelleştirme olmaktadır. Kalamış gibi. Genişletilerek özelleştirme dönemi; toprak özelleştirmesi bu dönemde başladı. Topraklar kamusal alanlar olarak belirlenmişti daha önceleri, ancak 2012’den itibaren bu durum yasal olarak da değişti. Tapu Kadastro Kanunu, Afet Yasası, Maden-Enerji Yasası gibi yasalar aynı yıl içinde değiştirilmiştir. Bu değişikliklerin hepsi 2012 yılında olmuştur. Bu kanunlar aslında birbirleri ile entegredir. Bu süreçler 2012, 2013’den beri süre gelmektedir. Kalamış Yat Limanı ile ilgili işletme hakkının devredilmesi söz konusu idi. Süre doldu ama bu konu ertelenmektedir. Ortada siyasi bir çekişme vardır. Koç grubuna baktığımızda tank ihalesi, otoyol ve köprüler gibi ihaleler ellerinden alındı. Kalamış da ertelendi. Süreç tamamlandı. Resmi Gazete de yayınlandı ancak, iktidar ile Koç grubu arasındaki bu siyasi iç çekişme nedeni ile ihale tamamlanmıyor. İktidarın kendisine yakın gruplardan bu ihaleye girenler olsa idi belki bu süreç sonuçlanacaktı. Türkiye’de 40 adet yat limanı vardır. Başka yerde olmayan durumlar Kalamış’ta yapıldı. Aslında durum Kanal İstanbul ile bağlantılıdır. Burada bir port düşüncesi vardır. Kanal İstanbul’u da hayata geçirerek Kanal İstanbul’dan Mersin’e kadar portlar ve yat limanları inşa etmeyi planlıyorlar. Kalamış Yat Limanı durdurulamazsa Kadıköy Port yolu da açılmış olacak. Mevcut yat limanlarının genişletilmesi istenmektedir. DENİZDE KAPASİTE ARTTIRIP tesis yenileme düşüncesi vardır. Karada bir kapasite artışı yapmıyoruz diyorlar ancak, burada denizde bir kapasite arttırma söz konusudur. 26.000 m2’lik bir inşaat alanı görülmektedir. Bu durumda parka doğru bir inşaat başladı mı bu parkın bitmesi demektir. Projede küçük oteller, 2 katlı en az 10 kadar tesis restoran vb. düşünülüyor. Burada önemli olan yat limanının Galataport’ta olduğu gibi bölgeyi kapatıyor olmasıdır. Bu tarz yerlere hem maddi olanaksızlık yüzünden hem de yaratılan tarz yüzünden gitmek istemeyeceğiz. Böylece kapatma fiilen olmaktadır. Sizin bizim gibi insanların, halkın gideceği tarzda bir şey yaratmamış oluyorlar. Datça’da da 550 yatlık benzer bir yat limanı kuruluyor. YAT LİMANLARIKIYILARI KAPATMANIN EN KESKİN YOLLARINDAN BİRİ. KIYILARDA YAT LİMANI OLUNCA HALKA HİTAP ETMEDİĞİNDEN KAPATILMIŞ OLUYOR. İnsanlar ellerindeki varlıkların bu yolla değerlenmiş olduğunu düşünerek aslında yanılıyorlar. Örneğin Yalıkavak. Para açısından varlıkları değerlenmiş oluyor fakat kaybettikleri farklı şeyler de söz konusudur. Datça, Marmaris, Kaş, Assos, Çanakkale kıyıları kapatılma tehdidi altında, bölgede aslında mülkler beklenildiği kadar değerlenmediği gibi mafya, oligark akını ve değersizleştirme yaşanıyor.
İşletme hakkının belli bir süreyle verilerek özelleştirme yapılması hukuken ne anlama geliyor? Bu çerçevede yat limanı özelleştirme süreçleri ve hukuki durum nedir? Bugüne kadar nasıl bir hukuki mücadele yürütülmüştür? Bundan sonra yürütülmesi gereken bir hukuki mücadele alanı var mıdır?
ONUR CİNGİL: Teknik ve hukuk insanlarının zorlandığı bir süreçten geçiyoruz. İşleyişin adil ve doğru yürütüldüğü ülkelerde teknik ve hukuk zorlanmaz. Kıyı işgalinin uzun bir geçmişi var. Geçmişte de turizm tesisleri, siteler, otellerle kıyılar işgal edilmişti aslında. Anayasa’nın 43. maddesi aslında çok net, kıyıya erişim bir kamusal haktır, ancak uygulanmıyor. 6306 sayılı Kentsel Dönüşüm Kanunu da 2012’de yayınlandı. Aslında 2012’den itibaren kanunlar değiştirilerek halkın merkezden gönderilme süreci başladı. Normal bir özelleştirme süreci yaşanmadı. İşletme hakkı ihalesi plan değişikliği ile açıldı. 40 yıllık bir peşkeş süreci bu aslında. Alanı genişletiyor ve kapasiteyi arttırıyor. 1984 özelleştirme yasası ile başlayan 1989-1992-2011 özelleştirme furyası Kalamış için 2011 yılında başlamıştır, çünkü rantabl bir yer burası. 2015 yılında Setur ihaleyi almıştır. Kalamış Yat Limanı ihalesinin durdurulması için 32 Kadıköylü vatandaşın Anayasa Mahkemesi’ne yaptığı başvuru hala sonuçlanmadı. En son Adalet Bakanlığı bu konuda vatandaşların bireysel başvuru, şikayet hakkı olamayacağı yönünde görüş vermiş Anayasa Mahkemesi’ne. Bu çok sorunlu bir görüştür. Kalamış’ta ironik bir şekilde ÇED gerekli değil kararı çıkmış. Doğa ve çevre talanlarına karşı devletle uğraşmak ironisi yaşanan pek çok örnek sayılabilir; Kuzey Ormanları, Kaz Dağları, Validebağ. Esas olan sivil direniş, halkın hep birlikte bu projeye karşı durması.
BAHADIR ÖZGÜR: Kullanım alanı genişletiliyorsa muhakkak ÇED olmalı. ÇED raporu gerekli denirse halka sorulması, halkın görüşünün alınması gerekiyor. ÇED için halkın katılımı zorunlu. Burada ÇED niye yok, neden istenmiyor, bu çok önemli bir nokta. Bölge halkını marina etkilemez yorumu yapılıyor.
2013 ve 2015 de yapılan plan değişikliklerinde Mimarlar Odası’nın açtığı davalar var. Yeni durum için açılmış dava var mı? Varsa konusu ne? Yerel yönetimlere rağmen bu proje hayata geçirilebilir mi?
TOPRAK ERDUVAN: Fenerbahçe Kalamış Yat Limanı’nın 40 yıl süreyle “İşletme Hakkının Verilmesi” yöntemiyle özelleştirilmesi için ihale açıldı. Biz de bu idari işleme idarenin ilk savunması dahi alınmaksızın YÜRÜTMESİNİN DURDURULMASI ve yargılama sonucunda İPTALİNE karar verilmesi için dava açtık. Çünkü şehircilik ilkelerine, planlama esaslarına, kamu ihale mevzuatına, kamu yararına ve hukuka aykırı. Bu idari işlem 4046 sayılı Özelleştirme Uygulamaları Hakkında Kanun hükümleri çerçevesinde yapılıyor. Yani içeriğinden bağımsız olarak, proje ne olursa olsun, bu kamuya ait bir alanın özelleştirme yoluyla sadece belli bir zümre tarafından kullanılmasıyla, belli bir zümrenin çıkarları doğrultusunda sonuçlanacak. Öncelikle oda/kurum olarak; mesleğin ve meslektaşların hak ve çıkarlarını korumak, şehir planları ve uygulamalarının, planlama esaslarına, şehircilik ilkelerine ve kamu yararına uygun yapılmasını denetlemek, bu konudaki eksiklikleri, yanlışlıkları ortadan kaldırmak için gerekli çalışmaları yapmakla yükümlüyüz. Biz, “bu yükümlülükler nedeniyle, bugüne dek alınan emsal kararlarda da belirtildiği gibi “şehircilik ilkelerine ve hukuka aykırı olan bir uygulamanın hayata geçirilmesi”ne ilişkin kent mekânı ile ilgili ihaleler ile ilgili olarak TMMOB Mimarlar Odası’nın “dava açma sorumluluğu var” gerekçesiyle dava açtık. Peki bu pratikte ne ifade ediyor, projesi şartnamesi açıklanmamış yat limanıyla ilgisi ne? Buna en iyi örnek Galataport. Oradaki İstanbul modern binası ödüllü bir yapı olsa da denize açılan nadir meydanlardan birini kapatmış, kıymet bindiren özelliklerinden biri olan denize açılma halini yok etmiştir. Dolayısıyla iyi bir mimarlık örneğidir diyemiyorum. Zarar vermiştir. Yat limanı için de benzeri durumlar yaşayacağız. Bugün nasıl hemen parkın bitimi naylon brandalarla çeviriliyse bu katlanarak artacak. Brandaların içinde sözde iyi hangi özelleştirilmiş işletme olursa olsun brandanın duvarın arkasındakinin hakkını yemiş olacak. Ayrıca Galataport ne kadar girilebilirse yat limanı daha da girilemez olacak. Güya kamuya açık alan ama bugün her sokak sanatçısı Beşiktaş’taki gibi çalabiliyor mu? Sokakta yaşayan kent sakini dostlarımızı köpekleri kedileri savunmak istediğimizde o sahilde meydanda nöbet tutabilecek miyiz? Vapuru bile zümreye özel… En basitinden 2 sandalye atıp bir örtü serip piknik yapma şansımız yok. Kafeler vb. var ama açıkçası çoğunda oturma şansımız da yok. Galataport nasıl belli bir zümreye ait olacaksa yat limanı ve çevresi de o hale gelecek. Hatta yat limanı, ihalesinin şartnamesiyle bugünden kapalı. Başta saydığım amaç ve yükümlülükleri kamu yararına yerine getirebilmemiz için şartnameyi görmemiz gerekiyor. İhale şartnamesinde kamu zararına ilan hükümleri nasıl görüp de kontrol edeceğiz ki kamu yararı için itiraz edebilelim? Burada ihlal edilen itiraz hakkı çok riskli bir konu. Sadece bizim değil tüm odaların, orada itiraz hakkı olan herkesin itiraz hakkı bu gizlilik sayesinde ihlal edilmiş oluyor. Parktan ve mevcut limandan gelen insan ve trafik yükü kenti her gün boğuyorken hem etkinliktekiler hem mahalledekiler için risk oluşturuyorken yat limanının ihalesi ile artacak yükün kontrolünü yapma şansımız bile olmadı. Eğer şu an iptal gelmezse ihale sonrası uygulama zorunluluğu nedeniyle iptal daha da zorlaşacaktır. Yani itiraz ya da durdurma için ihale sonucunu beklemek kendi işimizi zorlaştıracaktır. Halbuki; bu alan: 2. derece doğal sit alanı ve 3. derece arkeolojik sit alanı ayrıca 1. derece doğal sit alanına komşu. Kıyı çizgisi ile deniz arasında. Ancak söz konusu alana ilişkin imar planı değişiklikleri; komşu sit alanı planı ile birlikte ve bütünleşik bir yaklaşım içinde hazırlanmamış, Koruma İlkeleri ihlal edilmiştir. Plan hiyerarşisi bozulmuş, 1000 ölçekli planlar 5000 ölçeklilerden önce askıya çıkmıştır. Dava konusu ihale işlemi meri imar planı hükümlerine dahi uyulmadan hazırlanmış, özelleştirme işlemine dayanak olarak herhangi bir imar planı askıya çıkarılmamıştır. Çünkü turizm tesisi denmesine, on binlerce m²lik inşaat alanı artışlarına ihtiyaçları var. ÇED raporu yok, belli bir zümrenin kazancı için 10 binlerce m2lik alan inşa edilirken kamuya ait doğal alanlar zarar görecek. Kıyı siluetinin bozulmasına, biyolojik ve kimyasal kirliliğe, deniz alanında ekolojik dengenin bozulmasına, doğal su akımlarının ortadan kalkmasına, yelken sporunun yoğun olarak yapıldığı alanın küçülmesine, inşaat yoğunluğu ile ilave gündüz nüfusu ve taşıt yoğunluğuna, doğal yaşamın tehlikeye girmesine ve hava koridorunun kesilmesine neden olacak, bölgenin karakteristik dokusu bozulacaktır.
Kıyılar salt su kenarları değildir. Onlar, iyodu, kumu, tuzlu ya da tatlı suyu, radyoaktivitesi, güneşi ve rüzgârı ile bir değerler bütünüdür. Bu bütün insanın sağlıklı yaşam kaynağının başta gelen öğelerinden biridir. Bu sebeple kıyılar bir kişinin veya bir topluluğun olmamalıdır, kamunun olmalıdır. Ülkenin tüm bireyleri kıyıların nimetlerinden eşit olarak yararlanmalıdır. Yani bazı alanları satamazsınız, yetkiniz olsa da sözde yasal olsa da meşru değildir.
2013 ve 2015 yıllarında plan değişikliği yapılarak denizde ve karadaki dolgu alan için plan değişikliği yapılarak özelleştirmenin altyapısı oluşturuldu. 2013 deki plan değişikliğine Kadıköy Belediyesi ve Mimarlar Odası, 2015 yılındaki plan değişikliğine Kadıköy Belediyesi, Mimarlar Odası ve Şehir Plancıları Odası dava açtılar. Şehir Plancları Odası neden bu davayı açtı? Dava nasıl sonuçlandı?
Planlanan bu proje hayata geçerse bunun Kalamış’a, Kadıköy’e ve İstanbul’a etkileri ve geleceğe dair tehditleri neler olur? Kadıköy Belediyesi’nin ve İBB’nin bu projedeki sorumlulukları nelerdir?
NURİ CEM CEYLAN: Bu alan için 2013, 2015 ve 2017 yıllarında 3 adet plan yapıldı. 2013’de Şehir Plancıları Odası’nın açtığı bir dava yok, çünkü o sırada Mimarlar Odası bir dava açmıştı, Şehir Plancıları Odası diğer odalara göre üye sayısı az ve bütçesi sınırlı bir oda. 2013 de yapılan plan emsal farklılıklar nedeniyle iptal ediliyor. Ancak 2015 yılındaki plana dava açılmıştır. 2015 yılındaki plan ise ÇED raporu olmadığı için iptal edilmiştir. Plan hazırlamak uzun bir süreç olduğu, sadece kurum görüşlerini almak 1 yıl gibi bir süreye ihtiyaç duyarken, 2 yılda bir plan hazırlamayı başarmışlar. 2017 yılındaki yeni plana yapılan itirazlar, açılan dava, dava konusu planların üst ölçekli planlara uygun olduğu, hukuka aykırılık bulunmadığı, koruma ilkelerine uygun olduğu, ÇED olumlu kararına ihtiyaç bulunmadığı gerekçeleriyle reddine karar vermiştir. İtiraz konusu koruma amaçlı nazım imar planı ve uygulama imar planının birlikte onaylanarak askıya çıkarılması, koruma amaçlı imar planlarının ana kararlarının anlaşılması, tartışılması ve itirazların değerlendirilmesine izin vermemesi açısından planlama ilkelerine aykırıdır. Planlar katma değer de sağlayabiliyorlar. İktidar planları değiştirip proje üretirken kamu yararı/toplum yararı gibi çok anlamlı olmayan kavramlar ortaya çıkarmış durumda. Plan herhangi bir zümre için yapıldığında kamu yararı ortadan kalkar. Kalamış Yat Limanı, yarı kamusal olarak nitelendirilen kontrollü geçişlerin olduğu ve açık alanlar (park, kumsal, yaya bölgeleri) ile bağlantısı bulunan bir yat limanıdır. Yat limanı ihalesinde mekânsal sınırlar %20’den 30’a çıkarılabiliyor. Yükseklik katsayısı 0.31 yapılarak bir bölge ticarileştiriliyor. İstanbul’un tüm kıyı alanları değerlendirildiğinde kamusal erişilebilirlik yaklaşık olarak yarı yarıyadır (%42 erişilebilir, %40 erişilemez). Milattan önce 3000’lere ulaşan bulgulara sahip bir sit alanı, bu nedenle burada muhakkak arkeolog ve müze gözetimi gerektirirken inşaat alanı haline dönüştürülecek. Diğer taraftan Kıyı Kanunu Mekânsal Yapı Yönetmeliği’ne de uyulmuyor. Yerel yönetimler özelleştirmeye itiraz eden davalar açabilirler, ruhsat süreçlerini, kazı takibini yapabilirler. 15.000 m2 alanda inşaat için günde 10-20 kamyon trafiği bölge için ciddi risk ve takip sorumluluğu yaratıyor.
Panel bölümü tamamlandıktan sonra forum kısmında katılımcılar görüşlerini dile getirdiler, panelistlere sorularını yönelttiler. Bu kısımda dile getirilen görüşler arasında;
– ÇED raporu istenmemesinin nedeninin, alanın dolgu alan olması ve aslında burada bir inşaat yapılmasının mümkün olmadığı hususunun düşünülebileceği,
-çevreye ilişkin bütün sorunların bütünlüklü düşünülmesi gerektiği,
-özelleştirme süreçlerinin bugün değil 24 Ocak 1980 Kararları ile Turgut Özal tarafından başlatıldığı, aslında Latin Amerika için hazırlanan neo-liberal sürecin Türkiye’de de adım adım uygulandığı,
-24.01.1980 de başlayan bu neo-liberal politikaların, şirket çıkarları ile kamunun çıkarları çatıştığında devletin her türlü kanun ve uygulama ile özel şirketlerin yanında yer alması anlamına geldiği, bütün kamu ihale ve projelerinde şirket çıkarlarının kar amacının öncelendiği, (ÇED istenmemesi, işletme hakkının 40 yıllığına devri ile özelleştirme gibi kavram kargaşası yaratılması, Anayasa Mahkemesi’ne başvuran 32 vatandaşa, sanki 32 kez bilirkişi gelmiş gibi masraf yansıtılmasına benzer şekilde halkın mahkeme masraflarıyla korkutulması, pafta ve emsal oyunları gibi kirli yöntemlere başvurulmasında olduğu gibi)
-en temel hakkımızın temiz hava hakkımız olduğu,
-Validebağ’da, mücadelenin sürekliliği sonucunda başarıya ulaşıldığı,
-Kadıköy’de 139 adet baz istasyonu bulunduğu, bunun için de dava açılmasının uygun olacağı, bunun için mücadele edilmesi gerektiği
-sahne veya etkinlik alanı kurmak gibi parkta yapılacak işlerde kullanılacak iş makinaların Kadıköy Belediyesi’nce tanımlanması ve bunun kurallarının ilçe belediye meclisinde kararının alınması gerektiği, (her taşeron firma istediği ekipmanı parka sokamamalı)
-ihale için inşaat emsal alanı belirlenirken yapay yürüme iskelelerinin doğal kara parçası olarak kabul edildiği, yani denizin de hesaba katıldığı,
gibi konular yer almıştır.
Yerel yönetimlerden beklediğimiz destek nedir?sorusuna Toprak Erduvan aşağıdaki maddelerle cevap vermiştir:
-Dayanışma ile bir durmak✓
-Görünürlük✓
-Dava açılabilir✓
-Ticarileşme karşıtı durabilir✓
-Parka girecek araç yönetmeliği olmalı✓
Validebağ’daki Ekoloji Tabanlı Yönetim Planı süreci düşünülür mü? sorusuna FBKD’dan Alev Ataç, “Validebağ ile Kalamış’ın farklı olduğunu, biri doğal alan iken diğerinin dolgu alan olduğu, ancak bunun deniz için düşünülebileceği, bunun için de akademisyenlere danışılabileceği” şeklinde cevap verdi.
Kalamış’da ne yapılması lazım, ne istiyoruz, somut öneri olarak ne istemeliyiz? şeklindeki katılımcı sorusuna Bahadır Özgür cevap verdi:
Türkiye’de ilk özelleştirme 1984 yılında Iğdır Pamuk Fabrikası’nda yapıldı. O zaman bunun kendisine bir etkisinin olmadığını düşünerek hiç kimse duyarlılık göstermedi, itiraz etmedi. Bugün bilmemiz gereken şey, kamu varlığı gittikten sonra yerine konulamaz olduğudur. Özelleştirme yapıldığında mafya geliyor. Buraya niye dokunuyorsun? Yapılanların bana ne yararı var? diye düşünmeli, kamu yararı/ihtiyacı olmayana itiraz edilmeli. Şu anda olması gereken parka hiçbir şey yapmamaktır. Olanı korumak gelecekteki refahımızın güvencesi olacaktır.
PANELİSTLERİMİZİN FORUM KAPSAMINDAKİ KAPANIŞ/SON SÖZLERİ:
Nuri Cem Ceylan: Bütün alanlarda dayanışarak mücadele edeceğiz.
Bahadır Özgür: Anadolu’da bir çok direniş var, ülke kıpır kıpır. İnsanlar her yerde bir şeyler yapmaya çalışıyor. Mücadele eden bütün herkesin, bütün toplumun bir arada durması gerekiyor. Siyaseten güçlü olmanız gerekiyor. Özelleştirme aksamıyor, gündemle oyalanıp dikkati dağıtmayalım..
Onur Cingil: Doğanın yeşili doların yeşiline karşı bu dönemde. Örgütlü olmak, mücadeleyi büyütmek ve önce kendimize güvenmek tek gerçek.
Toprak Erduvan: Mülkiyet hakkı değil barınma hakkı.
FBKD OLARAK FORUM KAPSAMINDAKİ SON SÖZÜMÜZ:
Dünyanın her yerinde, yat limanları yapılırken, yatların ihtiyaçları doğrultusunda yat limanlarının yanında bazı tesislere, işletmelere yer verilmesi gibi hususlar gözetilir.
Bu nedenle yat limanlarının yapılacağı yerin seçiminde, dünyada “yerleşim yerlerinin içinde olma” değil “yerleşim yerlerine ulaşım kolaylığı” şartı aranır. Yat limanlarının yerleşim yerlerinin içinde olmaları, o çevreye dünyanın her yerinde yük getirir.
Esas olarak tekneler ve sahipleri için kurulan yat limanlarının, kentin dışında kurulmaları tercih edilmelidir.
İstanbul’da bulunan 7 yat limanının da düşük kapasite ile çalıştığı bilinmektedir. Bu nedenle burada neden bir kapasite artışına ihtiyaç var, neden daha çok yat limanı yapılmalı bunlar bilinmiyor? Yat limanı bir kamu ihtiyacı değil.
Bu proje, halkın anayasa ile güvence altına alınmış olan kıyıya erişim ve kentte sağlıklı ve güvenli yaşam haklarını hiçe saymaktadır. Neo-liberal politikalarla halka dayatılan bütün özelleştirme ihalelerinin amacı, kamusal alanları halkın elinden alarak sermayeye rant yaratmaktır. Fenerbahçe Kalamış Dayanışması olarak bizler, Fenerbahçe Kalamış Yat Limanı özelleştirmesine ve bölgenin bir bütün olarak çok zengin bir azınlığın kullanımına sunulmasına, bir çeşit soylulaştırılmasına karşı çıkıyoruz. Ayrıca balıkçılar da barınakları ile bu bölgenin ilk kullanıcıları ve gerçek sahipleridir ve onların da hakları gasp edilemez diyoruz.
Kent mücadelesi bütünlüklü bir mücadele olmalıdır. Bu nedenle mücadele, sadece “Fenerbahçe-Kalamış Yat Limanı ve Çevresi” ile sınırlı kalmamalı, Söğütlüçeşme ve Kuşdili Çayırı da dahil olmak üzere Kadıköy’ün Haydarpaşa’dan Fenerbahçe’ye kadar uzanan bölgesinin doğasını, tarihini, yaşamını tehdit eden girişimlerin ve yapılaşmanın da önüne geçecek şekilde olmalıdır. Fenerbahçe-Kalamış Dayanışması bu bilinçle hareket etmektedir.
Mücadelemizin odağına Fenerbahçe-Kalamış bölgesini koymakla beraber, kentin havasını, suyunu kirleterek ekolojik dengeyi bozan, ağaçlarını, hayvanlarını tehdit eden, halk ve çevre sağlığı ve güvenliğini yok edecek bütün “projelere” de karşı çıkarak kent mücadelesinin ancak bütüncül bir yaklaşımla sürdürülebileceğini savunmaktayız.
Fenerbahçe Kalamış Dayanışması olarak; yaşam alanlarımızın rant uğruna talan edilmesine, tarihsel ve kültürel değerlerimize hukuksuzca ve fütursuzca yapılan saldırıya seyirci kalmayacağımızı ve izin vermeyeceğimizi buradan bir kez daha duyuruyoruz, tüm doğa ve yaşam savunucularını, Kadıköy Belediyesi’ni ve İBB’ni de bu mücadelede yanımızda görmek istiyoruz, bu mücadeleye paydaş olmaya davet ediyoruz.
Bütün katılımcılarımıza çok teşekkür ediyor, mücadeleyi hep birlikte büyüterek mutlaka başarılı olacağımıza olan inancımızı bir kez daha duyuruyoruz.
EVV3L’in yıllardır sıkı dost ve takipçilerinden olan Borges Defteri ekibi, Ece Ayhan’la 2000 yılında Mehmet Çetin tarafından gerçekleştirilen özel bir söyleşiden parçaları ve söyleşiye dair notları geçtiğimiz günlerde tekrardan gün ışığına çıkardı… Ece Ayhan çalışmalarımızı bütünlediğimiz arşivimizde yer alması için gün ışığına çıkan bu söyleşiden parçaları Borges Defteri’nin sunu metniyle birlikte aşağıda aktarıyoruz. Söyleşideki ifadelerin tam metnine https://borgesdefteri.blogspot.com/2024/07/#3268346719410639065 adresinden ulaşabilirsiniz. (Zy)
“Ece Ayhan’la birkaç saat…” başlıklı söyleşi 2000 yılında gerçekleşti. “Kunduz Düşleri” dergisinin 6. sayısında yayımlandı (2002). Söyleşinin tam metni defter arşivinde bulunuyordu, her nedense bugüne kadar tekrar yayımlanmadı bu önemli söyleşiyi. Kısmet 2024 yazınaymış. Ece Ayhan, içinden geçeni olduğu gibi aktarmış bu söyleşide. Aslında bir gün uygun bir zaman diliminde Şair Süha Tuğtepe’nin Ece Ayhan’la olan ev arkadaşlığı günlerini anlatmalıyız. İki şairin mizah dolu anıları. Bütün bu anılar bizde saklı durmasın isteriz, edebiyatımızın “şifahi tarih” sayfalarına kaydolmalı. Çünkü artık her ikisi aramızdan ayrılmış. Tüm defterin sadık ve eşi benzeri olmayan okurlarına iyi okumalar diyoruz, sizi Ece Ayhan’la baş başa bırakıyoruz. Unutmadan bu güzelliğin esas yaratıcısı şair Mehmet Çetin’i de anıyoruz, yattığı yer gül bahçesi olsun, o da çok erken ayrıldı aramızdan. (Borges Defteri, Temmuz 2024)
2000 yılının Kurban Bayram’ndan birkaç gün önce bir arkadaşıyla, Özay hanımla haber göndermişti Ece Ayhan: Piya Kitaplığı’nın Vefa Dizisi’nden yayımladığı ‘’Çanakkaleli Melahat’a İki El Mektup ya da Özel Bir Fuhuş Tarihi’’ adlı kitabından birkaç tane gönderebilir miydik? Özay hanım, bayramın üçüncü günü ziyaret edecekti Ece Ayhan’ı. Bu, nicedir bizim de özlediğimiz bir şey. Kitapları göndermedik, götürdük. Murathan Muradoğlu, Fadıl Öztürk, Nesimi Aday ve Vecdi Erbay. Doluştuk Özay hanımın arabasına… Bir ev ortamını özlediği belliydi Ece Ayhan’ın, ama Acıbadem Huzurevi’nde sahiden ‘huzurlu’ydu. Bu yüzden saatler süren sohbet oldukça keyifliydi; ayrıca. Ece Ayhan’ın şiiri, tarihi, Türkiyesi, giderek dünyası konusunda aydınlatıcıydı da. Bu keyifli sohbetin tamamını kaydetmek, okurla paylaşmak, bir belge olarak saklamak isterdik elbette. Ama Ece Ayhan, ‘’Bırakın teybi, konuşuyoruz yahu’’ diye istemedi önce. Ancak şiir konuşmaya başladığımızda izin verdi anlattıklarını kaydetmemize. (Mehmet Çetin- Kunduz Düşleri, 2002)
MEHMET ÇETİN;Kunduz Düşleri’nin yeni sayısının dosya konusundan söz ettik ona; seksen, doksan, yüz. En güncel olayı bile anlatırken geriye dönüyor ya Ece Ayhan, yine öyle yapıyor, genç şairleri değerlendirirken; İkinci Yeni’nin ilk yıllarına dönüyor:
ECE AYHAN: “Türk şiiri değişiyor. Turgut Uyar’ın şiirlerini Yaşar Nabi yayımlamıyor, kendi yazarları olduğu halde. Ben şiir gönderiyorum, İlhan Berk soruyor ‘bu kim’ diye. ‘Cemal Süreya adı başa beladır’ diyor Nurullah Ataç. Muzaffer’e söylüyor bunu. Şimdi de buna benzer şeyler var: Kuru şairler var, genç kuşakların ‘çaykuru’. Tabii bunun kuru fasülyesi, kuru kavanozu da var; yaşının tam tersi olan da var…Fakat bunların içinden çıkacak şiir: Bir kısmı göründüğü gibi olmuyor, bir zaman sonra silinip gidiyor.”
MEHMET ÇETİN; Sevenleri çoktur ‘karaşın’ şairin, ama ona kızgın olanların sayısı da azımsanmayacak kadar çoktur. Bunun nedenini yine kendisi anlatıyor, biz dinliyoruz.
ECE AYHAN: “Bir sürü nedeni var beni sevmemelerinin. Ben de hakkımı sordum her yerde, her ortamda. Şimdi münakaşa etmeyebilirim, ama bu hep böyle sürdü. Şimdi niye bu yaştan sonra değişeyim. Sonra biz sokak çocuğuyuz, şiirin sokak çocuklarıyız. Şimdi bakın, felsefe doktorası olmadan felsefe dersi veren tek adamdır Hilmi Yavuz. Bunlar Levent’te bir ansiklopedi çıkarıyorlar. Pembe Yayınevi var. Hilmi de orda çalışıyor. O sırada Erkekçe diye bir dergi de çıkarıyorlar. Bir gün Aslıhan Pasajı’nda karşılaştık. ‘’Hilmi’’ dedim, duyduğuma göre (…) bir dergi çıkarıyormuşsun.’’ Bozuldu. ‘’Bir o kalmıştı’’ dedi. Buraya kadar güzel. ‘’Ayna Şiirleri’’ adlı kitabı çıkmış Hilmi’nin. Gergedan dergisinden, Enis Batur’dan bir haber geliyor; Ece Ayhan, Ayna Şiirleri’ni yazar mı diye. ‘’Hayır’’ dedim, ‘’Ben edebiyat yazarım.’’ Bunu Hilmi’ye de söyledim. Meğerse Enis’le iyi değilmiş araları. Çok bozuldu. ‘’Bak sen göreceksin’’ dedi. Tehdit ediyor beni. Şiir Atı diye bir dergi var o zaman, Hilmi takma adla orda yazıyor. Bir-iki sayı sonra hakkımda bir yazı yayımlandı orda. Antikrist diyor bana. Şimdi kızgınlık şiiri göstermiyor. Benim Hilmi’yi sevmem şart mı?”
(…)
MEHMET ÇETİN: Konuşmamız boyunca sözü sık sık Cemal Süreya’ya getiriyor Ece Ayhan. “En çok Cemal’i özlüyorum” diye yanıtlıyor, “kendi kuşağından özlediklerin kimler” sorusunu. Onunla ilgili epey anı anlatıyor ve “Böyle bir adamı neden özlemeyeyim” diye bağlıyor. Anlattığı anıların tümünü yazmak isterdik, ancak, bir tanesi bile yetecektir Ece Ayhan’ın Cemal Süreya’yı neden çok özlediğini anlamak için.
ECE AYHAN: ‘’Cihat Burak, Arif Damar, Cemal ve ben, Kadıköy’de ‘Fıçı’ diye bir yer var, oradayız. Dışarda şakır-şukur yağmur yağıyor. Sonra hanım arkadaşım geldi. Seyhan Karaca. Baktım Arif Damar para veriyor bana. ‘Nedir bu’ dedim. Cemal, ‘Üstümde para yok’ demiş Arif’e, ‘Sende varsa Ece’ye ver, ben sonra veririm sana’ demiş. Benim arabayla gideceğimi düşünüyor Cemal. Yanımda hanım arkadaşım var ya… İnceliğe bak yahu. Ben böyle bir adamı niye özlemeyeyim ki şimdi?’’
MEHMET ÇETİN: “Sivil” olmak, hele de Ece Ayhan gibi “sivil şair” olmak zordur Türkiye’de. (…)
ECE AYHAN: “Bedri Baykam Yapı Kredi Yayınevi’ne telgraf çekiyor. Atatürkçü Düşünce Derneği’nden. ‘Atatürk düşmanlığı yapan Ece Ayhan’ın kitaplarını neden basıyorsunuz’ diye. O zaman Burhan Karacan var yayınevinde, şimdi ayrıldı. ‘Nedir bu olanlar’ diyor, ‘Sansür mü koyacağız? Kaldı ki böyle bir şey de yok.’ Kitaplarım Yapı Kredi Yayınevi’nden çıkabilir, ama bu benim onların görüşünü savunduğum anlamına gelmez. Benim ‘Morötesi Requiem’ çıktı Yapı Kredi Yayınevi’nden. Emekli bir ziraat mühendisi ihbar etmiş savcılığa. Savcılık toplatmış. Çanakkale’deyim ben, haberim yok, sonradan duyuyorum. Açık-saçık bulmuşlar kitabı. Yahu ben açık-saçık yazanlardan değilim ki… Yapı Kredi Yayınevi belki görüşleri siyasal bakımdan sivri olanları basmaz, ama benim kitaplarımı basıyor. Piya Kitaplığı’ndan çıkan Çanakkale’li Melahat’e İki El Mektup kitabımda, Melahat’ı Anafartalı yaptım. Ama Melahat Anafartalı değil. Buna benzer başka şeyler de var kitapta. (…)”