“Ölümüm” adlı şiir, Orhan Veli’nin değil!
Bkz: https://www.insanokur.org/olumum-siiri-orhan-velinin-degil-fahri-erdincin.html
08
2015
Ayıp
07
2015
Yeni sıkı; “karazin” yayımlandı!
Yeni sıkı… “karazin” yayımlandı!
https://www.facebook.com/karazindergi
e-posta: iletisim@karazindergi.org
Karazin’i Kadıköy’de bulabileceğiniz mekânlar;
Akademi Kitabevi, Sosyal Kitabevi, Mefisto, 26A
07
2015
Söyleşi: “Çalmayan Şiir’in Solungaçları” (Zafer Yalçınpınar-Müslüm Çizmeci)
Geçtiğimiz Eylül ayında yayımlanan “Çalmayan Şiir”den yola çıkarak “şiirsellik, şairane vaziyet ve şiir dili” üzerine bolca çağrışımlı, bolca gel-git’li bir söyleşi gerçekleştirdik Müslüm Çizmeci ile birlikte… Ardından, sağolsun Koray Sarıdoğan, işbu söyleşiyi “Kalem-Kahve-Klavye” adlı web sitesinde irdeledi, paylaştı… Söyleşinin tam metnine https://www.kalemkahveklavye.com/2015/02/calmayan-siirin-solungaclar-zafer.html adresinden ulaşabilirsiniz.
Diğer söyleşilerin tümü şurada; https://bit.ly/dilinkemigi
Hamiş:
Zafer Yalçınpınar’ın tüm kitapları şu adreste yer alıyor:
https://zaferyalcinpinar.blogspot.comKişisel web sitesi de şurada; https://zaferyalcinpinar.com
26
2015
Adalı Dergisi’nin Ocak 2015 tarihli 115. sayısında; “Sait Faik Araştırma Atölyesi”

ADALI Dergisi Ocak 2015 tarihli 115. sayısında
Sait Faik Araştırma Atölyesi’nin faaliyetlerine yer verdi…
Bkz: https://evvel.org/ilgi/bilissel-haritalama
Bkz: https://saitfaikmuzesi.org/sait-faik-odakli-bilissel-haritalama/
Bkz: https://saitfaikmuzesi.org/sait-faik-arastirma-atolyesi/


Hamiş: EVV3L kapsamında yayımlanan “Sait Faik” başlıklı ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/sait-faik adresinden ulaşabilirsiniz.
24
2015
Sergey Ayzenştayn’ın Desenleri
1975 yılında İstanbul Sinematek Derneği’nin salonunda gerçekleştirilen “Ayzenştayn Desenleri” sergisi vesilesiyle Milliyet Sanat Dergisi’nin 23 Mayıs 1975 tarihli 133. sayısı Sergey Ayzenştayn‘a ayrılmış… Dergide, Canan Çoker ile Onat Kutlar’ın Sergey Ayzenştayn üzerine inceleme yazıları ve Ayzenştayn’ın “Desen çizmeyi nasıl öğrendim” başlıklı bir metni bulunuyor: https://issuu.com/adabeyi/docs/ayzenstayndesenleri
Sergey Ayzenştayn’ın “Rimbaud” Deseni
Hamiş: EVV3L kapsamında yayımlanan “İmzalı” ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/imzali adresinden ulaşabilirsiniz.
22
2015
“Kendini keman olarak duyumsayan oduna ne yazık!”
(…)
Hakeza yaşı geçkin şairler sosyal medyada, şiir etkinliklerinde genç kızları tavlayabilmek için, omuzlarına esin dolu bir öpücük kondurabilmek için kırk takla atıyor. Bunlardan bazıları dergi de çıkarıyor. Bir bayan adıyla birkaç şiir gönderin bakın nasıl meyil gösteriyorlar şiirlerinize(!). Genç şairin ise bu konudaki perendeleri, saltoları benim diyen sporcuları cebinden çıkarır. Edebiyatın Nuri Alço’ları şiirli kitap hediye ediyor ilaçlı gazoz yerine. Kimisi de devlet kapısında proje desteği için pusuya yatmış durumda. Çapını aşmayan şiirlerle Gülüt Şiir yazan şairler ve kendini en tepeye -bu yüzeysellikte, bir yükseklik var ise eğer- konumlandıran şair gençler var bir de. Kimse rahatsız değil bu al gülüm ver gülümden. Körler ve sağırlar birbirini ağırlar, mevcut şiir ortamımız için söylenebilecek en güzel sözdür sanırım.
(…) Ne oldu da dut yemiş bülbüle döndü bu genç şairler? Melih Cevdet Anday’ın “Yetenek onay beklemez. Ozanların yaşı birdir.” dediğini duymadılar mı? Turgut Uyar’ın “Efendimiz, acemiliktir.” dediğini… Rimbaud’nun, Georges Izambart’a yazdığı mektupta: “Kendini keman olarak duyumsayan oduna ne yazık!” dediğini.
Emrah Yolcu
“Şiirsel Travesti”, Tun Fanzin, Ocak-Şubat 2015, Sayı: 1, s.4
21
2015
Ustamız Oruç Aruoba, ISSUU’da…
“Ustamız Oruç Aruoba…”
Fotoğraf: Zafer Yalçınpınar, 8 Mayıs 2011
Bilen, bilir: EVV3L ve taifesinin en önemli araştırma gayretleri Oruç Aruoba‘nın çeşitli metinlerine ve çevirilerine yöneliktir. Yıllardır, ustamız Oruç Aruoba’nın çeşitli degilerde (70’li yılların sonundan başlayarak) yayımlanan incelemelerini, felsefi metinlerini, çevirilerini araştırıyor, buluyor ve “Oruç Aruoba” ilgileri kapsamında takipçilerimizle paylaşıyoruz. Ancak, geçenlerde farkına vardık ki EVV3L kapsamında yer alan bu özel gayretlerimizin bir yedeği ya da derli toplu bir bütünsel erişimi yoktu. Bu nedenle ustamız Oruç Aruoba’nın metin ve çevirilerine ilişkin bütünsel bir bileşkeyi EVV3L’in ISSUU alanına taşımaya karar verdik. Bununla birlikte, ISSUU’yu benimsemeyen EVV3L okurları için de elimizde bulunan metinlerin PDF biçemlerini https://bit.ly/orucaruoba adresine yükledik. (37 mb.)
Kısacası, Oruç Aruoba’nın hakiki dostlarına, kalb ve vicdan yolunda hakikati arayanlara, EVV3L’in sıkı takipçilerine iyi okumalar dileriz.
Sahicilikle
Z. Yalçınpınar
ISSUU’da Oruç Aruoba Metinleri ve Çevirileri:
Bkz: https://issuu.com/adabeyi/stacks/f2f581b69b384146b884bd16bacba1db
Nietzsche: Şair-Filozof (Oruç Aruoba, 1978)
https://issuu.com/adabeyi/docs/sairfilozofNietzsche: Temel Görüşü, Temel Kavramları (Oruç Aruoba, 1978)
https://issuu.com/adabeyi/docs/nietzschetemelkavramlarYerli-Yersiz Felsefe (Oruç Aruoba, 1980)
https://issuu.com/adabeyi/docs/yerliyersizfelsefeDemokrasinin Özü: Özgürlük ve Özyönetim (Oruç Aruoba, 1981)
https://issuu.com/adabeyi/docs/ozyonetimÜniversite’nin Ölümü (Oruç Aruoba, 1981)
https://issuu.com/adabeyi/docs/universiteninolumuEn Hakiki Mürşit (Oruç Aruoba, 1981)
https://issuu.com/adabeyi/docs/enhakikimursitÖzerklik Üzerine… (Oruç Aruoba, 1981)
https://issuu.com/adabeyi/docs/ozerklikuzerineSöylemin Berisi (Oruç Aruoba, 1982)
https://issuu.com/adabeyi/docs/soyleminberisiİktidar ve Bilgi-M. Foucault Çevirisi (Oruç Aruoba, 1982)
https://issuu.com/adabeyi/docs/iktidarvebilgiİşi Halley’e Bırakmayalım (Zeynep Aruoba, Oruç Aruoba, 1982)
https://issuu.com/adabeyi/docs/halleyebirakmayalimHermann Hesse–INCIPIT VITA NOVA Çevirisi (Oruç Aruoba, 1982)
https://issuu.com/adabeyi/docs/incipitvitanovaFranz Kafka Öyküleri Çevirileri (Oruç Aruoba, 1982)
https://issuu.com/adabeyi/docs/kafkaoykuleriErnst Bloch: Varolan Yokülke (Oruç Aruoba, 1982)
https://issuu.com/adabeyi/docs/varolanyokulkeErnst Bloch Çevirileri (Oruç Aruoba, 1982)
https://issuu.com/adabeyi/docs/blochcevirileriNeler Varmış O “Siyah Çanta”da Meğer… (Oruç Aruoba, 1983)
https://issuu.com/adabeyi/docs/siyahcantaSöylem Söylemi (Oruç Aruoba, 1983)
https://issuu.com/adabeyi/docs/soylemsoylemiKIERKEGAARD’ın İbrahim Öyküsü (Oruç Aruoba, 1984)
https://issuu.com/adabeyi/docs/ibrahimoykusuM. Rilke’nin Sancaktar’ı Üzerine… (Oruç Aruoba, 1984)
https://issuu.com/adabeyi/docs/sancaktaruzerineİnsanın Kavram Bağlamları (Oruç Aruoba, 1985)
https://issuu.com/adabeyi/docs/insaninkavrambaglamlariDil Oyunları ve Felsefe Üzerine-L. Wittgenstein Çevirisi (Oruç Aruoba, 1985)
https://issuu.com/adabeyi/docs/diloyunlariTanrı’nın Sevgilisi Kim? (Oruç Aruoba, 1986)
https://issuu.com/adabeyi/docs/tanrininsevgilisikimWittgenstein, Dil ve Godard-Robert Maclean Çevirisi (Oruç Aruoba, 1986)
https://issuu.com/adabeyi/docs/dilvegodardBeyaz Kentte (Oruç Aruoba, 1986)
https://issuu.com/adabeyi/docs/beyazkentteNiye Gitsin ki Felsefe Sinemaya (Oruç Aruoba, 1987)
https://issuu.com/adabeyi/docs/felsefesinemaÜst Üste Çadırlar (Oruç Aruoba, 1990)
https://issuu.com/adabeyi/docs/ustustecadirlarCelal Bey’in Albatros’u Uçup Gitti (Oruç Aruoba, 1990)
https://issuu.com/adabeyi/docs/celalbeyalbatrosDört Açık Kıyı Düşü (Oruç Aruoba, 1991)
https://issuu.com/adabeyi/docs/dortacikkiyidusuGöz ve Söz, Tanzaku’lar (Oruç Aruoba, 2003)
https://issuu.com/adabeyi/docs/gozvesozgaSte (S Gazetesi) Yazıları’ndan… (Oruç Aruoba, 2008)
https://issuu.com/adabeyi/docs/gasteyazilari2008Üniformalılık (Oruç Aruoba, 2008)
https://issuu.com/adabeyi/docs/uniformalilikAçık Mektup (Oruç Aruoba, 2014)
https://issuu.com/adabeyi/docs/rtemektup
12
2015
“sana sevmek falan” (Müslüm Çizmeci)
evde yıkım besliyorum, harfler öğretiyorum ona
adınla başlayan cümleler kuruyoruz, yerle bir oluyorum
benimle balkondan atlar mısın?
söz, düşmeyiz.
dünya bir değişiyor, bir ketum.
dünya altını pisliyor, rejim çöktü
ben seni sevmeye yetkili kişiyim.
(…)
bazenhiç düşünemiyorum seni düşünmekten
bazenhiçbir şey ve sadece seni seviyorum falan
(…)
çayını tazeledim uzat dudaklarını
içinde şarapla yürüyen aşıklar var
sanırım dolunay yine iyi geçmiyor
üstelik seni seviyorum falan
yeni bir karanlık gözlerini sakla,
Müslüm Çizmeci
“Sana Sevmek Falan”
At Kafası, Sayı:5, Aralık-Ocak 2014/2015, s.30
09
2015
Söyleşi: “Kendi Yayınları” ile özgür bakış açısı üzerine… (Eren İnan Canpolat)
Edebiyat alanına ürün sunan özgür yayıncılık platformları düşünüldüğünde, editoryal başarı kapsamında en güçlü ve kaliteli örneklerden biri olan Kendi Yayınları‘nın editörü Sn. Eren İnan Canpolat ile önemli bir “söyleşi-yazışı” gerçekleştirdik…
– –
Zafer Yalçınpınar: Kendi Yayınları’yla tanışıklığımın mihenk noktasında iki şey var. İlki, Daniil Kharms’ın “Olan Biten” adlı öyküleri… Bu öykülerdeki imkânsız dil ile öykülerin karakterlerindeki heykelsi donukluğun tuhaf ve yoğun enerjisini fark edince, yahu, dedim kendime, nasıl olur da bu yazarı bilemem? İkinci nokta ise, dijital yayıncılık tercihi açısından Kendi Yayınları‘nın duruşundaki pürüzsüzlük ve dolaysızlıktı… Kendi Yayınları, eğer kişileşseydi, Daniil Kharms’ın bir karakteri olabilirdi sanki. Kendi Yayınları’nın kurulmasında Daniil Kharms’ın “Olan Biten” çevirisinin tetikleyici bir önemi var, öyle seziyorum. Nerelerde yanılıyorum?
Eren İnan Canpolat: Kendi Yayınları’nın kuruluşuyla Kharms çevirileri arasında bir bağ olduğu doğru, ne var ki bunun, birinin diğerini tetiklediği kaçınılmaz bir bağ olduğu söylenemez. Kharms’ın öykülerini, esas olarak, uzunhikaye.org‘da tartışılmak üzere çevirmiştim. O çalışma bitti, ama öyküler aklımdan çıkmadı. Düşük tempoda düzeltmeler yapmaya devam ettim. Çevirileri İngilizceden yaptığım için içim bir türlü rahat etmiyordu. Zaman buldukça, deyim yerindeyse, didikliyordum. Jankelevich’in çevirisindeki –“Today I Wrote Nothing: The Selected Writing of Daniil Kharms, 2007”- açıklayıcı notlar çevirileri geliştirmemde oldukça yardımcı oldu. Böyle böyle Kharms çevirileri sona yaklaşıyordu… Özgür yazılım üzerine yoğun biçimde düşünmeye başlamam da bu döneme rastlar. Özgür yazılım yabancısı olduğum bir şey değildi. Ama toplumsal etkisinin sandığımdan daha derin olduğunu görüp şaşırdım. Hem merkezindeki özgürlük düşüncesi hem de o düşünce etrafında bir araya gelen toplulukların işleyiş biçimi etkileyiciydi. Böylece iki şey bir araya geldi: Elimde yayımlanmaya hazır bir kitapçık vardı ve özgür yayıncılığın geliştirilmesi gerektiğini düşünüyordum. Bu düşüncelerle kitabı önce Kharms’la ilgileneceğini düşündüğüm, daha önce dijital kitap yayımlamamış bir yayınevine önerdim (ücretsiz dijital kitap olarak yayımlanmak üzere). Onlardan olumlu cevap alamayınca iş başa düştü. Bir lisans seçip kitabı dolaşıma soktum. Fakat, dikkatli gözlerin fark edeceği gibi, seçtiğim lisans -kitabın ücretsiz okunup dağıtılmasına izin veriyorsa da- özgür bir lisans değil. Bu, üzerine düşündüğüm fakat henüz bir sonuca varamadığım bir konu. Böyle bakınca Kendi Yayınları’nın özgürleşmeye çalışan bir yayınevi olduğu söylenebilir sanırım. Bu işe Kharms’la başlaması da hoş bir tesadüf oldu, diye düşünüyorum. Kharms yazdıklarının yayımlanması konusunda pek umutlu değildi. Söz gelimi, Olan Biten’deki öyküler belirli bir bütünlük içinde olsalar da, aslında Kharms’ın bunları yayımlamayı hiç düşünmediğini varsaymak için çok nedenimiz var. Şiirde de benzer bir durumdan söz edilebilir mi? “Kitap projesi” denen şey şiire pek uygun değilmiş gibi geliyor bana. Şiir kitabını sonradan şekil alan bir şey olarak anlıyorum. Ama hep böyle midir?
Z.Y.: Çok doğru ifade ettin aslında; şiirin projelendirilecek “pro-eject” türden ‘endüstriyel’ bir varoluşu yok. Bir ideolojiyi, büyük bir mücadeleyi çevreleyen şairler, şiirler için hiçbir zaman olmamış zaten… Bu şairlerde -kendileri farkında olmasalar da, ve bu ifadeyi ben pek sevmesem de- iktidar ve gaddarlık karşıtlığı ekseninde tarihsel bir ‘konsept’ oluşuyor. Örneğin, Nâzım Hikmet’in “Kurtuluş Savaşı Destanı” veya “Memleketimden İnsan Manzaraları” bir kitap bütünlüğü olmaksızın yayımlansalardı, okuyucu ve kuşaklar üzerinde böylesi süreğen bir etki bırakamazlardı. İşin kökünde dilsel ve çok önemli bir faktör daha var: Şiir, bir üst-dil -aşkın dil- türüdür. Bunun nedeni de düzyazı gibi bütünüyle “t” ânında ‘semantik’ bir duruşu olmamasıdır. İmge yoğunluğu ya da imgesel alan derinliği düzyazıdan fazladır şiirin… Yani sadece “t” ânındaki “t anlamları”na yaslanmaz. Gerçekte, ‘geleceğin dili’ olarak kendini ve yaşamı yeniler. Ya da şöyle diyelim; “t” ânında “t’nin artı eksi x anlamlarının tümüne” yaslanır. Bu nedenle, bugünden o dilin kimyasını, bir şiir kitabının kimyasını okuyucunun ‘konsept’ olarak kafasında oluşturması “t” anında, eşanlı olarak, pek mümkün değil. Bu söylediğim açının da en güzel örneği Ece Ayhan ve kitaplarıdır: “Kınar Hanım’ın Denizleri” ve “Bakışsız Bir Kedi Kara”. Bir 30 sene kadar Ece Ayhan’ın iktidar ve gaddarlık karşıtlığı üzerine kurduğu imgesel alan derinliklerini okuyucu da eleştirmen de editör de anlamamış. Ece Ayhan poetikası “t+30” anında kendini göstermiş. Şimdilerde Ece’nin ‘konsept’i anlaşıldı ve konuşma dilinde -hatta siyasette bile- yerini aldı. Aslında tüm İkinci Yeni şiirinde bu üssel başarı vardır. Bununla birlikte, söylediklerimi hem doğrulayan hem de geçersiz kılan bir İkinci Yeni şairi var: İlhan Berk. Bazı kitapları gerçekten de “kitap projesi” bütünlüğü taşımıyor. Yani aslında bir kitap projeksiyonu yok o bazı şiirlerin… Ama bazı kitaplarında da tam tersidir: “Mısırkalyoniğne”, “Pera”, “Galata”, “Kül”, “İstanbul”… Bir de sanırım, insanlık üzerinde müthiş bir endüstriyel etki, pragmatik baskı var. Yani biliyorsun, bir tür mühendislik ve matematik baskısı. Bu baskıyla ve strateji hastalığıyla insanlar konuları, olayları, tarihi, diğer insanları, kısacası her şeyi unsurlarına ayırmaya ya da birleştirip ele almaya çalışıyorlar. Bir lego oyuncağı gibi, sök tak, uydu uymadı, oldu olmadı vs… Şiir böyle bir şey değil, olmamalı. Buradaki fabrikasyon tehlike görülmeli. Belki de Kharms bunu görmüştür… Gördü mü gerçekten sence? Ayrıca, cevabının içerisinde “özgür yayıncılık” konusuna ilişkin bir tereddütü dile getirmişsin. Bu tereddütü biraz açar mısın? Nedir o lisansın özellikleri? Sonuçta, bir yazının ya da kitabın kapitalizmin vahşeti içerisinde bir ‘anamal veya meta’ olarak dolaşmaması yeterince büyük, özgür bir adım değil midir?
E.İ.C.: Edebiyatta fabrikasyondan söz edilince benim aklıma ilk olarak “yaratıcı yazarlık” geliyor. Onun yaygınlaşması da esas olarak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonrasına rastlıyor sanırım. Dolayısıyla, Kharms’ın bu tehlikeyi görmüş olduğunu iddia etmek kolay değil. Yine de, her avant-garde yazar gibi Kharms’ın da anaakım sanatın değerlerine ve “tüketim”ine mesafeli durduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Özgür yayıncılık meselesine gelince… Creative Commons’ın özgür kültürel eser tanımı dört temel özgürlükten oluşur. Bunları kısaca açıklamaya çalışayım: 1. Eseri dilediğiniz gibi kullanma özgürlüğü: Özgür bir kültürel eseri istediğiniz amaca uygun olarak -ister kişisel ister ticari olsun- kullanabilirsiniz. Lisans, eserin ticari kullanımını kısıtlamamalıdır. 2. Eserin içerdiği bilgiyi dilediğiniz gibi kullanma özgürlüğü: Özellikle teknik eserlerin -araştırma, teknik dokümantasyon- içeriğini kullanarak yeni araştırmalar yapabilme, teknik bilgileri kullanarak yeni sistemler geliştirebilme özgürlüğü. 3. Eseri dilediğiniz gibi dağıtabilme özgürlüğü: Eseri internette paylaşabilir, yeniden yayımlayabilir, basıp satabilirsiniz. 4. Eserin türevlerini üretme özgürlüğü: Eseri editoryal olarak düzenleyebilir, üzerinde değişiklik yapabilir, ya da eserden hareketle yeni eserler -roman serisinin ardılları gibi- üretebilirsiniz. Kendi Yayınları’nın kullandığı lisans iki yerde bu tanımla çelişiyor. Birincisi ticari kullanıma izin vermemesi, ikincisiyse editoryal düzenlemeyi kısıtlaması. Kişisel olarak ticari kullanımla ilgili bir sorunum yok. Gerçek anlamda özgür bir lisansın metalaşmayı da engelleyeceği düşüncesindeyim. Bu nedenle, yakın gelecekte ticari kullanıma izin veren bir lisans kullanmayı planlıyorum. Öte yandan editoryal düzenlemeye izin verme henüz ikna olabildiğim bir özgürlük değil. Teknik eserler için anlaşılır geliyor, fakat edebiyat alanında uygulamasının nasıl olacağını kestiremiyorum. Üstelik yazılı eserlerin kullanımıyla ilgili oturmuş bir sistem var; alıntı yapma, kaynak gösterme vb. kurallar çoğu zaman eserlerin bilgi birikimine katkıda bulunmaları için yeterli oluyor. -Akademik dergilerin ve yayın dizinlerinin kurduğu tekelin ayrı bir tartışma konusu olduğunu düşünüyorum.- O nedenle, bu özgürlük üzerine düşünmeye devam ediyorum. Kendi Yayınları’nın özgürleşmeye çalıştığını söylerken kastettiğim de buydu. Bu dört temel özgürlük bir ölçüde, hikâyelerin dilden dile değişerek yayıldığı sözlü kültürü anımsatıyor. Yazılı kültür hayatımıza egemen olana dek kültürel birikimimizin oluşabilmesini büyük ölçüde hikâye anlatıcılarının bu özgürlüklerin hepsine sahip olmasına borçlu değil miyiz? Buradan hareketle şunu merak ediyorum: Yazarların, şairlerin sözlü kültürün özgürlüklerini yeniden benimsemeleri mümkün olabilir mi? Bunun önündeki engeller neler olabilir?
Z.Y.: En başta günümüz “piyasa” şairlerinin, yazarlarının yani daha doğrusu etrafta “Ben şairim-yazarım-ünlüyüm!” diye bağıranların, gezinenlerin takındığı tuhaf tavırlar ya da bu zevatların ontolojik-tarihsel çelişkileri, söz ettiğin özgürlüğün önünde çok büyük bir engel… Şiirin ve şairin varoluş ya da yok oluş tanımları -veya tüm bu meselelerin tanımlanamazlığı, tanım tutmayışı- en az iki bin yıldır süren ve felsefi boyutta tartışılan ontolojik bir konu… Dilsel, tarihsel, toplumsal olarak çok büyük, çok önemli bir kapsamı, etkisi var. Ama bugünün, yakın tarihimizin şairleri -ideolojik mücadele verenlerden bazılarını özellikle sözlerimin dışında tutarak ifade ederim ki- konuyu iktisadi bir varoluş biçimi haline getirdiler. Yani, kitapları çok okununca, çok satınca, tanıtım dergilerinde, televizyon programlarında, köşe yazarlarının ağzında çeşitli atıflarla boy gösterince şairliklerinin, şiirlerinin hem toplumsal hem de edebi olarak “tescillendiğini” sanıyorlar. Yani bu zevatlar, betiklerine bir iktisadi tanınırlık yüklediklerinde, edebi anlamda bir tescile, başarıya kavuştuklarını düşünüyorlar. Aynı pragmatik iktisadi tavrı, yazar örgütleri ve yayıncı birlikleri de yükleniyor. Yazar örgütü, kendisine üye olan yazar sayısını arttırdıkça varoluşunu anlamlandırdığını, üye yazarlarını ve şairlerini de edebi olarak tescillediğini sanıyor. Yayıncı birlikleri de -üyelik anlamında- yayın sayısını, yayınevi sayısını ve yayınevlerinin kârlarını arttırdıkça, edebiyatın gelişiminde aynı oranda bir katkı oluşacağını düşünüyorlar filan… 19. yüzyıldan beri bir “iktisadi çerçeve” oluşturmaya çalışıyorlar edebiyat ve şiir için… Bu çerçeveyi, aslında, devlet düzeneği de istiyor: Modellenebilir, kontrol edilebilir, denetlenebilir, ödüllendirilebilir ve tabiî ki cezalandırılabilir bir “edebiyat çerçevesi” istiyorlar… Dilin, kültürün, edebiyatın ve tahayyül gücünün sınırlarını belirlemek istiyorlar. Tüm bu melanet fotoğrafına karşı yeni nesil dijital platformların özgürlük adına kullanılması ve Creative Commons lisansı, senin de bahsettiğin mevcut kısıtlarına rağmen çok önemli bir yolculuk… Kurtuluş patikasına “büyük bir adım” olarak görüyorum bunu ben… Ece Ayhan’ın hayatından biliyorum, sıkı şiirin ve sahici edebiyatın bu topraklarda, bir iktisadı ya da maliyesi yoktur. Mülkiyesi de yoktur! İktisadi kapsamda çok açık söylüyorum ki devletle bir işi de yoktur, olamaz da. Çünkü -dilbilimsel açıdan bakıldığında- yazılı kültürün okuyucusu veya sözlü kültürün dinleyicisi, bir meta tüketicisi türü değildir. Yaşamın tözünü kavramaya ve bu tözün gelecek salınımlarını tahayyül etmeye çalışan insanlardır sadece… Sahici insanlık diyelim buna: İktidarı ve gaddarlığı yok eden bir dilin nasıl örüldüğünü anlamaya, görmeye, zihninde resimlemeye, imlemeye çalışan sahici bir insanlık… Geleceğin dilini, yaşamın tözünü ve hakikati zihninde yerlemlemeye çalışan bir insanlıktır bu… Ben bu noktada hem içerik, hem birliktelik hem de dağıtım anlamında Kendi Yayınları’nı ve katılımcı derlemelerini de çok önemsiyorum. J. D. Salinger’ın öyküleri, Hüseyin Cöntürk’ün mektupları, “Ahiku Dünya” ve “Kızlı-Erkekli” bütünsel açıdan önemli çatkılar… Çok önemli bir şeyi ve alt-kırılımlarını öğrenmek istiyorum: Kendi Yayınları’nın vizyonu, uzgörüsü nedir? Benimsediği, savunduğu ve taşıyacağı temel değerler nelerdir? Hem içerik hem de teknik açıdan soruyorum bu soruyu…
E.İ.C.: Şu ifade Kendi Yayınları’nın mevcut durumunu doğru biçimde açıklıyor: “Kendi Yayınları telif sahiplerinin kendi eserlerini yayımlayabilmesi için oluşturulmuş ne idüğü belirsiz bir platformdur.” Bu bir tembelliğin de ifadesi aslında: Yayınevini kurmadan önce vizyon ve değerler üzerinde çalışıp bunları en baştan ilân etmektense, işleri zamana bırakıp bu sorunlarla yeri gelince, gelirse eğer, ilgilenmek gibi pratik bir düşünce yatıyor gerisinde. Değerlerin ilân edilmemiş olmasıyla var olmaması aynı şey değil elbette; Kendi Yayınları her kitabın sorgusuz yayımlanacağı bir yer değil. Ama yayınevinin kimliğinin oluşturulması konusunda kendini belli eden acil bir ihtiyacın varlığından söz etmek de zor. Dolayısıyla, şu aşamada, yayınevinin etkinliği daha çok kişisel yatkınlıklar tarafından belirleniyor (söz gelimi, şiir konusunda girişken olmamasının nedenlerinden biri bu). Bunun değişmesi, Kendi Yayınları’nın yayın kuruluyla, editör kadrosuyla dört başı mamur bir yayıncı olması istenmeyecek şey değil, ama bunun için ortada bir ihtiyaç olduğundan pek emin değilim henüz.
Z.Y.: Ben öyle düşünmüyorum. En basitinden, bendeniz Zafer Yalçınpınar özel bir ihtiyaçla Kendi Yayınları’nın kapısını tıklattı: Basılı, kâğıttan yayıncılık ortamının ihtiva ettiği editöryal kırıtışların, yalancılığın, ticarileşmenin, ödüllendirme düzeneklerinin, eskimiş ve yanlış tanımlanmış süreçlerin ve en hafif deyimiyle “çeteleşmiş” oligarşik mevcudiyetin kötücül statükosunda yer almak istemiyordum ve Çalmayan Şiir‘le birlikte Kendi Yayınları’na geldim. Bugün düğmeye bassak, demin saydığım nedenlerle Kendi Yayınları’na gelecek hatırı sayılır yazar ve şairler olduğunu biliyorum. Son olarak, Ulus Baker’in önemli bir metnini yayımladı Kendi Yayınları… Söyleşimizi, Ulus Baker’in bu metninin yayım süreciyle ilgili sizden bilgi alarak noktalamak istiyorum.
E.İ.C.: Kendi Yayınları’nın dijital yayıncılık içinde özgür bir adacık oluşturması, tartışan, eleştiren, üreten bir kolektife dönüşmesi benim hayal etmeye bile çekindiğim bir şey. Ama ‘Çalmayan Şiir’i yayımlama deneyimi bu konuda umutlu olmak gerektiğini düşündürüyor. Yürekledirici sözleriniz için teşekkürler. Ulus Baker’in kaleme aldığı Siyasal Alanın Oluşumu Üzerine Bir Deneme, bana kendini sık hatırlatan bir eser. Sanırım her şeyden çok o nedenle düzgün bir dijital kopyası olsun istedim. Basılı kopyasını isteyenler Ege Berensel’in İletişim Yayınları için derlediği “Dolaylı Eylem” kitabını edinebilirler. Bir de Ulus Baker’i anmak, onu yeniden hatırlamak için. Dahası, bu küçük kitabın, Ulus Baker’i tanımayanlar için iyi bir tanışma aracı olacağını düşünüyorum. Sosyal medyada şimdiye dek kitaba gösterilen ilgi son derece olumlu… Bitirirken, bu güzel söyleşi boyunca gösterdiğiniz sabır için teşekkür etmek istiyorum.
Z.Y.: Asıl ben teşekkür ederim. Kendi Yayınları’nın yolculuğunun sonsuz olmasını diliyorum.
13.11.2014
08
2015
Başlangıç Olayı
(…)
Şiir olayı; şiirde olay; şiirde olaylar… Şair için olay; şair için olayın okurda olay olarak sınanması; bu olayın zorunlu kıldığı yanıt; yanıtın kendisinin olay olma olasılığı… Olay: bir “karşılaşma”da yaşamsal bir yeğinlik artışı…
Dağlarca’nın şiiri, doğum an’ında, kendini bir olay şiiri olarak, olaysal bir şiir olarak açığa vuruyor. Olay, burada çoğul bir olgu: olay çokluğu olarak olay. Dolayısıyla bir parçalanma: olay “kapsayan” şiir, parçalıklı bir şiir… Olayın, olayların bir evrenselliği yok: şair için olay, okur için olay olmayabilir; okur için olay, şair için “güçsüz” bir olay olmuş olabilir… Olay, bir tekillik türü; okurun metinle karşılaşmasında en az iki tekillik var: o an’ki şairin tekilliği, o an’ki okurun tekilliği -bağ durumunda, ki bağın kendisi de o an’lık, tekil…
(…)
Ahmet Soysal
“Dağlarca: Başlangıç Olayı”
“Aç Yazı” Dergisi, Sayı:1, Norgunk Yay., Aralık 2014
06
2015
ISSUU’nun Türkiye’den erişime açılması hakkında…
Bilindiği gibi ISSUU adlı özgür yayıncılık platformuna Türkiye’den erişim Haziran 2014 itibariyle kapanmıştı. Nihayetinde, altı ay sonrasında, ISSUU’ya erişim açılmış. EVV3L kapsamında yayımlanan özgür neşriyatların çoğuna rahatlıkla ulaşabilirsiniz. ISSUU indeksimiz şurada; https://evvel.org/issuuindeksi.pdf
İyi okumalar dileriz.
TÜMÜ: https://issuu.com/adabeyi/stacks
Bir başka açı: https://issuu.com/adabeyi/docs
Poetika Çalışmaları:
https://issuu.com/adabeyi/stacks/6cc6f435415a464d9eba0db4df99fa36İlhan Berk:
https://issuu.com/adabeyi/stacks/c2b1fa63e4c346d19ecc44b103b1efc4Ece Ayhan:
https://issuu.com/adabeyi/stacks/f9d46897391e4a149f049bb2f9bb3429Oruç Aruoba:
https://issuu.com/adabeyi/stacks/f2f581b69b384146b884bd16bacba1dbNâzım Hikmet:
https://issuu.com/adabeyi/stacks/1110a4596883472686d1d596a2fb5ed8Sait Faik:
https://issuu.com/adabeyi/stacks/39a3a8be1f204b1096c22a5aba189015Efemera:
https://issuu.com/adabeyi/stacks/cca6a7f6f35340538c1b928696e3db46Zafer Yalçınpınar:
https://issuu.com/adabeyi/stacks/2e4af15d47ca432f832b35de0ecfd80a
20
2014
Yeni: Dergi: “Aç Yazı”
Yeni: Dergi: “AÇ YAZI”
Aralık, 2014
“İlk sayısı yayımlandı…”
Bkz: https://norgunk.com/ac-yazi/ac-yazi-01
*
18
2014
Buluntu-Söyleşi: “İlhan Berk ile ‘Köroğlu’ Üzerine…” (1955)
“Köroğlu”, İlhan Berk
Dost Yayınları, 1955
“Sanatlar” Dergisi’nin 1955 yılında yayımlanan 3. sayısında, İlhan Berk’in ilginç bir “konuşma”sına rastladım. Necdet Eruygur tarafından gerçekleştirilen bu “konuşma”da İlhan Berk, “Köroğlu” adlı üçüncü şiir kitabına ilişkin çeşitli soruları cevaplamış. Konuşmanın tam metnine https://bit.ly/korogluilhanberk1955 adresinden ulaşabilirsiniz.
İyi okumalar dileriz.
“Köroğlu” adlı kitabın arka kapağında yer alan İlhan Berk portresi. (1955)
*
Hamiş: EVV3L kapsamında yayımlanan “İlhan Berk” başlıklı ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/ilhan-berk adresinden ulaşabilirsiniz.
10
2014
İfşaatı durduramadılar…
Şu 50-60 yıldır süren edebiyat ödülleri ve kapitalizmin ödüllendirme sistematiği meselesinde, yıllardır aynı kötücül zihniyet, aynı profildeki tavukları, aynı yemlerle yemliyor, sonra da o yemlediği tavukları -itinayla- yoluyor, paketleyip piyasaya sunuyor… Ortada bir sürü ödüllü tavuk var/oldu yahu! Eh, tarihin, edebiyat tarihimizin bu kadar tavuğu, ödül arzını veya sistematik tavuk üretimini kabul etmeyeceği de aşikar… (Ödülsüz şair, yazar filan çok az, yani “ödülsüzlük” daha değerli hale geldi.) Nihayetinde, insanlarda göz var, izan var; mızrak çuvala sığmıyor. (Zavallı okurumuz, en azından, sayı saymayı, parmak hesabını filan biliyor, bilir!) İşte bu noktada, geçtiğimiz yaz aylarında, Taylan Kara ortaya çıktı, sıkı bir analiz-eleştiri getirdi ve edebiyat ödüllerinin mezalim ortamı ifşa oldu: Sahici bir insan, Taylan Kara, “Türkiye’de Edebiyat Ödülleri Nasıl Verilir” (https://www.gunzileli.com/2014/06/30/taylan-karaturkiyede-edebiyat-odulleri-nasil-verilir/) başlıklı ve son derece önemli bir yazı kaleme aldı. Yazı yaygınlaştı; mesele büyüdü. Bu sefer, “Yeni Sinsiyet” adını verdiğimiz “gizli” tipoloji, bu mezalim durumun ifşaatını önleyemedi de… Taylan Kara’nın ifşa ettiği mezalim ortamının ayrıntıları, internetten, gazetelerden, televizyon programlarından tutun da Cemal Süreya Derneği tarafından yayımlanan “Üvercinka” dergisinin 2. sayısına kadar yansıdı: https://www.aydinlikgazete.com/kultursanat/edebiyatta-tesvik-ve-odul-mafyasinin-kodlari-uvercinkada-h58316.html
Hoşuma gidiyor böylesi olaylar…
Çünkü “bu daha başlangıç”, mücadeleye devam…
05
2014
Göz ve Söz; Tanzaku’lar (Oruç Aruoba, 2003)
Ustamız Oruç Aruoba’nın, 6:45 Yayınları tarafından Ocak 1999’da yayımlanan “Ne” (Otuzaltı Tanzaku) adlı eserinde yer almayan bazı özel “Tanzaku”larına ve “Tanzaku” üzerine tanımlayıcı düşüncelerine, Haziran-Temmuz 2003 tarihli “Le poéte travaille” adlı dergide rastlamanın mutluluğunu yaşıyoruz. Ustamız tarafından kaleme alınan “Göz ve Söz” adlı tanımlayıcı yazı ile bahsettiğimiz “Tanzaku”larına https://zaferyalcinpinar.com/gozvesoz.pdf adresinden ulaşabilirsiniz.
Hamişler:
1/ Uzun zamandır, ustamız Oruç Aruoba’nın kaleme aldığı ve 1970’lerin ortasından günümüze uzanan çeşitli dergilerde yayımladığı felsefi yazılarını “bulmak” üzerinde çalışıyorduk. Sonunda, çalışmamızı tamamladık; https://evvel.org/ustamiz-oruc-aruoba-issuuda
2/ EVV3L kapsamında yayımlanan “Oruç Aruoba” başlıklı ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/oruc-aruoba adresinden ulaşabilirsiniz.
26
2014
SÖYLEŞİ: “Sait Faik Araştırma Atölyesi ve Bilişsel Haritalama Üzerine…” (Ö. Duygu Durgun)
sanatatak.com taifesinden Ö. Duygu Durgun Hanım, Sait Faik Araştırma Atölyesi ve Bilişsel Haritalama çalışmalarımız ile bu çalışmaların yönsediği serim süreci hakkında detaylı sorular sordu, biz de memnuniyetle yanıtladık. “Kültür Sanat’ta Oligarşik Tahakkümü Reddediyoruz” başlığıyla öne çıkan bu söyleşi, 30/10/2014 erişim tarihiyle https://sanatatak.com/view/Kultur-Sanatta-Oligarsik-Tahakkumu-Reddediyoruz/1170 adresinde Duygu Hanım’ın ön-yazısıyla yayımlandı. EVV3L’in sıkı takipçileri için bu önemli söyleşiyi aşağıda alıntılıyoruz ve Duygu Hanım’a gösterdiği ilgi için çok teşekkür ediyoruz.
Özgür Duygu Durgun: “Bilişsel haritalama” nedir bize anlatır mısınız? Web tabanlı bir proje mi, interaktif özelliği var mı? Kimler nasıl ve ne amaçla kullanabilir?
Zafer Yalçınpınar: “Bilişsel Haritalama” bir analitik serim süreci ve nitel araştırma yöntemidir. Yani, niceliği, sayısal ve çoklu doğrusal hiyerarşiyi, endüstrileşmiş istatistiksel analizi ön-planda tutmayan, araştırılan konunun niteliksel açıdan tüm hatlarını, tüm detaylarını, eğrisel varoluşunu, ihtiva ettiği nedensellikleri, kavramsal ve duygusal arka-planını ortaya çıkartmaya yarayan özel bir yöntem… 80’li yılların ortasından günümüze, dünyada, birçok disiplinde ve özellikle de sosyolojik araştırmalar alanında çokça kullanılıyor. Sosyoloji alanında web tabanlı uygulamaların çok daha fazla olduğunu görüyoruz. Psikoloji alanında ise psikologların kişisel notlarında, bazı klinik çalışmalar ve klinik heyetler seviyesinde yaygındır. Biz, şimdilik, edebiyat alanında bu yöntemi bir odaklanma biçimi olarak kullandığımızdan ve 1000’lere yaklaşan örneklem hacmi ile çalışmadığımızdan endüstrileşmeyerek, çok insani bir şekilde yüz yüze görüşmelerle, odak grubu oturumlarıyla yürütüyoruz projeyi. Proje belli bir seviyeye geldiğinde geniş kitlelerle ağ ve bilgisayar uygulamaları aracılığıyla buluşacağız. Bu merhaleye gelmemize 2-3 sene var en azından… Bilişsel haritalamanın bilinen tanımı şöyledir: Belli bir konuyu odak alan öznel algıların birleşimi ile kavramlar, olgular, unsurlar arasında kurulan nedensellik ilişkilerini, nedenselliğin derecesini ve etkileşim yönünü ortaya çıkarmaya yarayan bir grafik temsil-analiz yöntemi…
Ö.D.D.: İlk defa Sait Faik ile edebiyat alanına yönelen bir bilişsel haritalama üzerine konuşuyoruz… Neden edebiyat ve neden Sait Faik?
Z.Y.: Bilişsel haritalama deneyimleri, Burgaz Adası’nda, Sait Faik Müzesi kapsamında kurduğumuz Sait Faik Araştırma Atölyesi’nin bir alt-başlığıdır. 2014 yılının ilk günlerinde ben, Şükret Gökay, Canan Cürgen ve Tekin Deniz dördümüz birlikte çalışarak kurduk atölyeyi… Ülkemizdeki edebiyatın özgürlüğe ve tahayyül gücüne ihtiyacı olduğunu düşünüyoruz. Biz, edebiyata, edebiyatın özündeki kalb ve vicdan yoluna ulaşmaya çalışan ve dilsel göreliliğe inanan madencileriz. Günümüzde, kültür-sanat alanında, özellikle de edebiyat eleştirisi alanında görülen oligarşik tahakkümü, bağlamsızlığı ve kötücül yönetimi, yani tüm statükocu mekanizmaları reddediyoruz. İmgelemin özgürleşmesi için düşünürüz, şiirler yazarız, okuruz ve özgürlük tahayyülüyle yaşarız. Bilişsel haritalama bu tahayyül için son derece doğru bir yöntemdir. Bu yöntem, analitik süreç üzerinde tahakküm kurmayan özgür, ayrıca da basit bir yöntem; insanı, soruların ve retoriğin tahakkümü altında ezmeyen, algı ve tahayyül seviyesinde tutarlı, bulanık mantıkla çalışan imgesel bir yöntem… Atölye olarak maksadımızı şöyle tanımladık: Yeni yöntemler ile çeşitli bakış açıları geliştirerek Sait Faik’in edebiyatına ve yaşamına değinen “yeni” bulgulara ulaşmak… Sürekli gelişen ve kendini yenileyen projelerin icra edilmesi de uzgörümüzün en önemli bileşeni… Sait Faik ve edebiyatı bu özgür bileşeni, bu özgür yöntemi sonsuz derecede hak ediyor. Bu kapsamdaki her şeyi https://saitfaikmuzesi.org/sait-faik-odakli-bilissel-haritalama adresinden takip edebilirsiniz.
Ö.D.D.: Sait Faik’in hikâyelerini merkez alarak bugüne dek toplam dört atölye çalışması gerçekleştirdiniz. Peki, bu atölyelerde ”yeni” diyebileceğimiz neler keşfedildi Sait Faik’e dair, biraz bahseder misiniz?
Z.Y.: “Analitik serim” sürecinden “çıkarımlar elde etme” sürecine geçişte, binlerce sayfa kaleme alınabilir, alınacak. 1-2 sene içerisinde bu merhaleye de geçeceğiz. Bir sonuç bildirisini ve kitabını derleyeceğiz. Ama size birkaç misal vereyim… Günümüze kadar Sait Faik’in edebiyatındaki gerçeküstü öğeler ve bu öğeler arasındaki nedensellik ilişkileri imgesel düzlemde detaylı olarak incelenmemiştir. Bu alanda çeşitli kavramların kümelendiğini ve Sait Faik’in hayatında merkeziyet oluşturduğunu fark ettik. “Bohem Hayatı”, “Beyoğlu” ve “Flaneur” bu kavramlardan bazıları… Sonra, ada yaşamının belirleyicisi olan bir “Tecrit” faktörü vardır. Bu faktörün “Yazmak” edimiyle ilişkisi son derece ilginç… “Tecrit” ve bu kavramın ilişkide olduğu dolaylı nedensellikler Sait Faik’in yaşamı ya da edebiyatı üzerinde çok büyük bir etkiye, merkeziyete sahip… Diğer kavramlardan açık bir şekilde daha baskın “Ada” ve “Tecrit” kavramı. Örneğin “Aşk” ya da “Azınlıklar” hiç de merkezi değil. Örneğin, “Aşk” ya da “Sevgi” kavramı yıllardır bize sunulduğu gibi çok önemli, çok belirleyici çıkmadı, çıkmıyor araştırmalarımızda… Hatta duygusal açıdan bakıldığında “Sosyal Sürgün” kavramı Sait Faik’in edebiyatındaki diğer kavramlardan çok daha belirleyici görünüyor. Kümelenme açısından “Doğa” ve diğer canlılar -örneğin, balık- “Modern Birey” dediğimiz şeyden çok daha belirleyici etkileşimlere yönelmiş… Bir örnek de şu: “Mahalle ahlâkı”nın, aile ya da hukuk aracılığıyla sunulan klasik etikten daha önemli ve Sait Faik’in edebiyatında daha belirleyici olduğunu görüyoruz. Buradan, Sait Faik’in doğada özgürlüğü arayan biri olduğu, klasik etiği önemsemediği, özüt bir ahlâk ve yeni bir “de jure” yarattığı düşünülebilir. Bu noktalarda bir tür toplumsal “içerme” veya “dışlanma” analizi gerekiyor. Bu çıkarımları elimizdeki bazı metinlerle ve efemeralarla ilişkilendirmeye çalışıyoruz. Çelişkileri ve kesişimleri inceliyoruz. Çalışmalarımız ilerledikçe bazı değişimler de olabilir tabiî… Ama mesela, Sait Faik’in üzerinde edebiyat yayıncılığı veya dergiciliği cihetinden gelen çok büyük bir “editöryal tahakküm” olduğunu da sezinledik son incelemelerimizde… Yaşar Nabi’nin ve Varlık Dergisi çevresinin tahakkümüdür bu…
Ö.D.D.: Atölyelere kimler katılıyor?
Z.Y.: İnsanlar… Edebiyat öğrencileri, akademisyenler, adalar ve İstanbul kültürü hakkında kitap yazan dostlar, şairler, müzeciler, sosyologlar, araştırmacılar… Sanıyorum, bu insanların en önemli ortak özelliği Sait Faik’i ve yaşamını içselleştirmiş olmaları, kendilerine Sait Faik’i yakın hissetmeleri, kendilerini Sait Faik’le özdeşleştirmeleri…
Ö. D. D.: Sait Faik’in Lüzumsuz Adam hikâyesinden yola çıkarak oluşturulan bilişsel haritada dikkatimi çeken bir detay ”Tutku”, ”Sosyal Sürgün” “Mahalle Ahlâkı” gibi kavramlar ve bu kavramların yanı başındaki numaralar oldu? Bu projenin sistematiğinden biraz bahseder misiniz? Numaralar ve bu tanımlar arasında nasıl bir ilişki var? Tanımlar, kavramlar nasıl oluşuyor veya seçiliyor?
Z.Y.: Odak grubu çalışmalarımızda aşamalı bir biçimde Sait Faik’in hikâyelerini okuyoruz ve ortak akıl yöntemiyle çeşitli kavramlar belirliyoruz. Sonra, katılımcılar belirlenen kavramlarla ya da karma olarak ya da isterlerse özgürce tamamen kendi kavramlarıyla haritalama yapıyorlar. Çizilen haritalar sayısal ve görsel olarak birleştiriliyor, üst üste konuluyor. Bilişsel haritalamanın temel notasyonu şöyle özetlenebilir: Bilişsel haritalarda kavramlar, unsurlar arasında görünen oklar “nedensellik ilişkisi”nin yönünü belirler. Örneğin bir ok, A unsurundan B unsuruna doğru çizilmişse, A unsuru B unsurunun nedeni, başlangıcı olarak, B unsuru da A unsurunun sonucu olarak kabul edilir. Bununla birlikte, çift taraflı olarak, A ile B unsurunun karşılıklı biçimde etkileştiği nedensel ilişkiler de bilişsel haritalarda görülebilir. Okların yanında yer alan sayılar ve pozitif veya negatif işaretler, nedenselliğin, ilişkinin gücünü, etki derecesini ve etki biçimini gösterir. A unsurundan B unsuruna çizilen bir okun “+” işaret taşıması A’nın B’yi “olumlu yönde etkilediğini” ya da “arttırdığını”, çizilen bir okun “-” işaret taşıması ise A’nın B’yi “olumsuz yönde etkilediğini” ya da “azalttığını” ifade eder.
Ö.D.D.: Projenin bundan sonraki süreçlerine dair neler söylemek istersiniz?
Z.Y.: En önemli hedefimiz, Sait Faik ve edebiyatını incelemek üzere ön-plana çıkmış, akademik çalışmalar ve araştırmalar gerçekleştirmiş bazı yazarlarla, araştırmacılarla ve editörlerle görüşmek, çalışmak… Onlara haritalarımızı gösterip haritalarda onların dikkatini çeken unsurların, ilişkilerin neler olduğunu, haritalarda hangi teyitlerin veya çelişkilerin gerçekleştiğini araştıracağız. Yani bir “yeniden okuma” sürecinin, özeninin peşindeyiz. Ve tabiî onların zihnindeki Sait Faik haritasını da çizmeye çalışacağız. Ve son olarak; edebiyat ortalığında salınan okur ve yazarların, biraz “dilsel görelilik” konusu üzerine eğilmelerini ve biraz da felsefeyle ilgilenmelerini temenni ediyoruz. İnsanlığın gelişmesi ve imgelemin özgürleşmesi adınadır bu temenni…
Kaynak: 30 Ekim 2014, sanatatak.com
Hamişler:
1- Türkiye’de, edebiyat alanına yansıyarak Sait Faik odağında gerçekleştirilen ilk “Bilişsel Haritalama” çalışmalarına ilişkin ayrıntılı bilgilere https://saitfaikmuzesi.org/sait-faik-odakli-bilissel-haritalama/ adresinden ulaşabilirsiniz.
2- Sait Faik Araştırma Atölyesi’ne ilişkin ayrıntılı bilgiler ile atölyenin diğer faaliyetleri için https://saitfaikmuzesi.org/sait-faik-arastirma-atolyesi/ adresini ziyaret edebilirsiniz.
3- EVV3L kapsamında yayımlanan “Sait Faik” başlıklı ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/sait-faik adresinden ulaşabilirsiniz.
21
2014
“Oktay Rifat’ın Şiir Çizelgesi” (Cemal Süreya, 1969)
Cemal Süreya tarafından kaleme alınan ve Papirüs Dergisi’nin 1969 tarihli 39. sayısında yayımlanan “Oktay Rifat’ın Şiir Çizelgesi” adlı yazının tam metnine https://zaferyalcinpinar.com/oktayrifatsiircizelgesi.pdf adresinden ulaşabilirsiniz.
Yazının tam metnine EVV3L’in issuu’daki pdf alanı‘ndan da erişebilirsiniz: https://issuu.com/adabeyi/docs/oktayrifatsiircizelgesi
İyi okumalar dileriz…
Hamiş: EVV3L kapsamında yayımlanan “Oktay Rifat” başlıklı ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/oktay-rifat adresinden ulaşabilirsiniz.
05
2014
Susku
(…)
suskunluk icat edilmedi, suskunluk hep oradaydı
bir fare kapanı gibi suskunluk hep sahibini bekledi
(…)
tercih edilmiş sessizlik, sessizlik değildir.
(…)
Uluer Oksal Tiryaki
“Kemirgenler için Vakit Hiçbir Zaman Geç Değildir”
Hayâl Dergisi, Sayı: 51, Ekim-Aralık 2014, s.40
Özel Not: “Edebiyat ve Sosyal Medya” dosya konusuyla çıkan Hayâl Dergisi’nin 51. sayısı güzel bir derleme olmuş: Müslüm Çizmeci’nin editöryası hemen kendini -sıkılığını- gösteriyor. (Müslüm’ün geri dönüşünü dört gözle bekliyorduk zaten…) Dergide, Gülenay Börekçi’yle gerçekleştirilen söyleşi kapsamında, Börekçi’nin ortaya koyduğu yayıncılık yaklaşımını, uzgörüsünü ve Koray Sarıdoğan ile Emek Erez’in dosya konusuna ilişkin yazılarını çok önemsiyorum. Dergi geneline baktığımızda -Metin Üstündağ’ın tuhaf gevelemelerini saymazsak- çok iyi bir dosya oluşmuş; tüm okurlara öneriyoruz.
03
2014
Söyleşi: “Adada yaşamak, denizi yaşamaktır.” (Hüseyin Can Yücel)
Ağustos 2014’te, sıkı koleksiyoner Hüseyin Can Yücel ile adalar kültürü ve Marmara (Mermer) Adası üzerine söyleştik.
Zafer Yalçınpınar: Adalar kültürü, özelde de Marmara Adası üzerine çesitli basılı materyalleri toplayarak bu konudaki en geniş koleksiyonu -belki de araştırma faaliyetini- gerçekleştiriyorsun. Nasıl başladı bu serüven?
H. Can Yücel: Haluk Cecan’ın çekimlerini yapmış olduğu 1989 tarihli “Marmara Adaları” adında bir belgesel vardır. 13 hafta boyunca TRT’de yarım saatlik bölümler halinde yayınlanmıştı. İnternet aracılığı ile izlediğim “Derindeki Sırlar” (1997) adlı başka bir belgeselinde Haluk Cecan, Gökçeada’daki kılıç balığı avcılarını konu edinmişti. Oradaki anlatımlar esnasında şu sözler dikkatimi çekti: “Hava gerçekten çok güzel ve kıpırtısız. Tıpkı Yaman Koray’ın anlattığı gibi… Yaman Koray, Marmara Adası’nda kılıç balığı avcılığı yapan insanları anlattığı ‘Deniz Ağacı’ adlı romanında şöyle der; ‘Güneş tam tepelerindeydi. Deniz dümdüzdü, pırıl pırıl yanıyordu. Maviden çok beyazdı. Parlak hareketsiz bir beyaz. Güneşe dönmüş kocaman bir aynaydı deniz… Senenin bu ilk gününde ısınmak için serilmiş yatıyordu sanki.” Bu satırlar zihnime mıhlandı. Hemen romanın ismini not aldım ve araştırmaya başladım. İnternette pek bir şey bulamadım. Beyoğlu sahaflarını tek tek dolaştım ve sonunda unutulmuş bir rafta tek basım yapmış olan 1962 tarihli ‘Deniz Ağacı’nı satın aldım. Araştırmaya ve arşive başlarken satın almış olduğum ilk kitap buydu. Romanı okudum ve içimdeki “ada özlemi” duygusunun sürekli yükseldiğini hissettim. O dakikada karar verdim. Ada ile ilgili yazılı bütün belgeleri toplayıp güzel bir arşiv oluşturmalıydım.
Z.Y.: Koleksiyonun başlangıcında, yani bu serüvenin ilk ânında Yaman Koray’dan kaynaklanan önemli bir metafor ya da şiirsellik var: “gökyüzünün altında, bir ayna gibi uzanışı denizin”. Bu noktada denize olan bağlılığın üzerine bir soru sormak istiyorum. Bu bir tutku mu, yoksa mecburiyet mi? Adaların tecrit faktörünü de göz önüne alarak, ada insanının denizle olan bağından bahseder misin biraz? En azından senin bağından…
H. C. Y.: Adalarda yaşam elbette zordur. Anakarada mevcut birçok olanaktan ada sakinleri tam anlamıyla yararlanamaz. Özellikle de eğitim ve sağlık konuları buna örnektir. Kimi zaman doğumlar bile karşı sahildeki hastaneye yetişme çabası içinde teknelerde gerçekleşmiştir. Yaz aylarında artan nüfusla canlanan ekonomi kış aylarında yine durgunlaşır. Adalarda işlenen ve imâl edilen ürünler de deniz taşımacılığı ile komşu il ve ilçelere ulaştırılır. Ayrıca, balıkçılığın adalarda önemli bir geçim kaynağı olduğunu düşünürsek senin de ifade ettiğin gibi denizin “büyük bir mecburiyet” olmasından söz edebiliriz. Ancak, bütün bu olumsuzluklardan yakınan ada sakinleri bir işleri çıkıp da şehre inmeleri gerektiğinde veya gezinti maksadıyla gittikleri kalabalık yerleşim yerlerinde, bir müddet sonra sıkılıp adeta kaçarcasına adaya geri dönmektedir. Çünkü alışmıştır her sabah yolda karşılaştıkları dostlarına “Günaydın!” veya “Ne haber?” demeye… Çınarların altında demli çay içmeye, kahvehanede birbirini çekiştiren, şakalaşan, dertleşen ahbaplarla sohbet etmeye, ağzı dolu dolu küfür edebilme özgürlüğüne… Kısacası, adapte olamaz şehrin kaosuna… Bir aidiyet duygusudur benliğini saran ve hemen adaya atmalıdır kendini… Benim gibi çocukluğu adada, bütün öğrenim hayatı da büyükşehirde geçmiş, şehirde alınteri dökerek çalışan, stres ve hayat koşullarının ağırlığı sonucunda bunalmış, yorulmuş adalılar için ise bu bağlılık bir tutku seviyesindedir. Öyle bir tutkudur ki bu, her tatili fırsat bilip tek başına da olsa her türlü hava koşuluna ve ulaşım zorluğuna rağmen yollara düşürmektedir insanı. Sosyal hayat doğrultusunda baktığımızda: Akşam üzeri ailece çıkılan çaparilerde balık tutulmaktadır, kimi zaman düğün alayları tekneler aracılığıyla düzenlenmektedir. Alışılmışın dışında bir tekne veya gemi geldiğinde adaya, o tekne günün konusu olur… Uzaklara gitmenin hayalleri kurulur. Denizcilik önemli geçim kaynaklarındandır. Yurtdışı ve yurtiçinde çeşitli vasıflarla çalışan birçok denizci, seferi sona erdiğinde adaya mutlaka geri döner. Hatta, seyir rotası adaya yakın olanlar var ise köylerin önünden geçerken düdük çalarak selamlar sevdiklerini. Nedendir bilinmez, gençlerin dışında denize giren-yüzen pek nadirdir. Hatta, sık kullanılan bir espri de olsa söylemeden geçemeyeceğim; ‘Adalılar ancak kazara düşerlerse denize girerler…’ Çünkü adada yaşamak, denizi yaşamaktır.
Z.Y.: Ailenizin adalı olduğunu düşünüyorum, yanılıyor muyum?
H. C. Y.: Babam 1965 yılında Marmara Adası’na gelmiş ve adaya aşık olmuş.. İmkânlarının elverdiği kadarıyla bir arsa satın alıp üzerine bugün yaşamakta olduğumuz evi yapmış. Annemler çocukluk yıllarından beri -ailece- adaya yaz tatillerini geçirmek için gelirlermiş… Yine böyle bir yaz döneminde annem ve babam tanışmışlar. 1972 yılında evlenmişler. O yıllarda çeşitli ticari faaliyetleri olan babam, 1976’da eski adı “Sarıgöl Otel” olan oteli satın alarak ismini “Marmara Otel” olarak değişitirmiş. Annem ise İngilizce branş öğretmenliğini Marmara Lisesi’nde devam ettirmiş. Ve yaklaşık 14 yıl hizmet vermiş. Esasında adalı olmayışımız aşikâr.. Ancak “ada sevgisi” aile oluşumuzu sağladığı için ve benliğimize, karakterimize işlediği için “adalılığı” kalbimizde yaşıyoruz. Aslında çok farklı coğrafyalardan gelmiş farklı kültürlere sahip insanlardan oluşuyor ailem. Ancak bir cevap vermem gerekli ise size sadece şunu söyleyebilirim: Adalı olduğumu hissediyorum ve evet; adalıyım…
Z.Y.: Ada yaşamının bireyleri “sahici insan” kılan bir yönü var; en yalın haliyle “kafayı dinlemek” diyoruz buna sanırım. İnsanları adaya çeken, adayı keşfetmeye çeken unsurlar sence nelerdir? Adada “kafayı dinlemek” dediğimizde aklına neler geliyor?
H. C. Y.: Benim için “kafayı dinlemek” adayla, doğayla bütünleşmekten geçiyor. Hava koşulları ve zamanım uygun ise çantamı hazırlar dağa uzun yürüyüşler yapar, bol bol fotoğraf çekerim. İnsanların olmadığı veya az olduğu bir sahilde oturup uzun uzun denizi izlerim. Ufuktan geçen gemileri, martıların semadaki süzülüşlerini izlerim. Ve o sessizlik… Adeta kulaklarınızı uğuldatan o sessizlik! Her akşam üzeri farklı güzellikte batan güneş… Özellikle yaz sezonu dışında… Kışın giderseniz, adadaki plajlar boş, sokaklar boş, ada bomboş… Tarifi zor bir sessizlik! Sobayı tutuşturup, bir kadeh şarap doldurup salondan denizi izlemenin keyfine doyamıyorum. Sahile vuran dalgaların çıkarmış olduğu ses ile sobadan çıkan çıtırtıların dışında hiçbir şey tırmalamıyor kulaklarımı. İlkbahar, sonbahar herbiri ayrı güzel.. Sonbaharda, Eylül ve Ekim sonuna kadar boşalan plaj ve koylarda dolaşmak, yüzmek… Akşamları, avdan dönen balıkçı teknelerini izlemek, fotoğraflamak… Bilgisayar yok, telefon yok, hatta gazete de yok. Hafiften çalan bir müzik yeterlidir, dinlenmek için.
Z.Y.: Koleksiyonun kapsamı nasıl, hangi eserler var?
H. C. Y.: Koleksiyonumda roman, anı, araştırma ve şiir kitapları yer almakta. Ayrıca adada çekilmiş eski filmleri de toplamaya çalışıyorum… Bir tür bibliyografya oluştursun diye önemli bir kitleyi sıralayayım: Yaman Koray-Deniz Ağacı, Reşit Mazhar Ertüzün-Kapıdağı ve Çevresindeki Adalar, Prof. Dr. Necdet Tunçdilek-Marmara Adaları, Fikret Arıt-Hep Bu Topraklar İçin, Erol Toy-Iğrıp, Ahmet Enön-Marmara Adası’nda 8000 Yıl, Apostolos Domvros-Petrokarava’ya Dönüş, Osman Sami Öngör-Birkaç İnsan, Şahap Sıtkı-Acı, Neslihan Acu-Kuzgunun Şarkısı, Samih Rifat-Ada, Tomris Uyar-Yaza Yolculuk, İsmet Değirmenci-Gemi Ne Zaman Gelecek… Başlıca filmler de şöyle; Gelin (1986), Kanlı Deniz (Deniz Ağacı’ndan uyarlama, 1972), Ben Bir Sokak Kadınıyım (1965) ,Gemileri Yakmak (1988), Deniz Yıldızı(1986).
Z.Y.: Kitap ya da film gibi eser bütünlüğü olmayan bir gazete kupürü, bir şiir, bir makale ya da bir gemi bileti, kartpostal veya afiş gibi efemeratik ilgiler koleksiyonun kapsamına giriyor mu? Bu tip çekirdek buluntular için bir tasnifin, önem sıran var mı?
C. Y.: Evet, genelde toplamaya çalışıyorum. Örneğin, Marmara Adası için basılmış olan eski kartpostallar, eski gazete kupürleri… Çeşitli dergilerde çıkan haberler, turistik broşürler, harita, poster ve çok sayıda fotoğraf… Benim için, eğer içinde “Marmara Adası” ibaresi geçiyor ise her şey önemlidir. Ancak hazırlamakta olduğum kitapta da kullanmayı düşündüğüm ada-gemi ilişkisi üzerine ne bulabilirsem topluyorum öncelikle…
Z.Y.: Anladığım kadarıyla adanın büyüsünü keşfetmeye ve anlamaya çalışan insanların tarihini ve hikâyelerini birincil önemde tutuyorsun. Bu insanların ortak bir özellikleri var mı?
H. C. Y.: Ada hakkında kitap yazanlara ve sanatçılara bakarsak, birçoğunun ortak noktasının adaya tatillerini geçirmek maksadı ile gelmiş olduklarını görürüz… İçlerinden çok azı adalıdır. 1960’lı yıllardan başlayarak Marmara Adası turizmde Ege ve Akdeniz kıyılarına nazaran daha aktifti. İstanbul’a yakın oluşu, bunda önemli etkendir. İnsanlar adaya geldiklerinde bir nebze de olsa şehrin kaosundan, zevksizliğinden ve gürültüsünden uzak kalabiliyorlardı. Turizm gelişmeye çabalasa da, adada yaşam her zaman zordu. Ve birçok lüksten yoksundu. Geceleri elektrik kesilir, sokaklar tenhalaşırdı. Yerleşim iki-üç katlı ahşap ve taş duvarlı evlerden oluşuyordu. Hatta 1965 yılı öncesinde gemilerin yanaşabileceği tam teçhizatlı bir iskele dahi yoktu. Edebiyatçı, yazar ve diğer ada müdavimlerinin bu salaş balıkçı kasabasında huzur bulmaya, ruhlarını dinlendirmeye geldikleri açıktır. Yazarlar ve sanatçılar şehre bu kadar yakın ve henüz bozulmamış, yapılaşmaya geçmemiş, herkesin birbirini tanıdığı bu sahil kasabasını yazları mesken edinmişlerdi. Ancak sanatçılar, sonradan, bozulmaya yüz tutan insan ilişkilerini fark etmişler ve biçimsiz yapılaşmanın da artması ile birer birer bu cennet adadan vazgeçmişlerdir. Aslında, eski kitaplara olan ilgim adanın eski hâline olan merakımla doğrudan ilgili. Sahil şeridindeki ve köy merkezindeki değişim, o yıllarda yaşamış eski adalılarla ilgili anılar… Bunların hepsi çok kıymetli. Çünkü yıllar geçtikçe her yer eski güzelliğini yitiriyor. Kültürü, tarihi yok oluyor. Örneğin; Sami Öngör’ün Veli Yakar (Veli Kaptan) ile ilgili anıları çok kıymetlidir. Hazırlamakta olduğum kitabımda da bu konuya değineceğim. Kurtuluş Savaşı yıllarında adada yaşayan Türkler ile Rum çetelerin çatışması ve bugün caminin yanındaki şehitlikte yatanların kim olduklarını ancak Fikret Arıt’tan öğreniyoruz… Bu insanlar ve bizlere aktardıkları tarihsel olaylar çok önemlidir.
Z.Y.: Sözlerine dayanarak soruyorum; adadaki sanatsal terklerin ya da azalmanın nedenini bariz bir “kapitalist yozlaşma” olarak değerlendirebilir miyiz?
H.C.Y.: Sadece Marmara Adaları’nda değil, Türkiye’nin her yerinde bir yozlaşma söz konusu. Adaya gelecek olursak, 1935 yılına kadar Marmara Adaları’na düzenli gemi seferleri yapılmamaktaydı. Ada halkı bütün ihtiyaçlarını sandal ve muhtelif çapta ahşap teknelerle en yakın sahil olan Erdek’ten karşılamaktaydı. Turizmden bahsetmek söz konusu bile değildi. Ancak 1935 sonrası genişleyen ve gençleştirilen şimdiki ismi ile Denizcilik İşletmeleri, 2005 yılına kadar kesintisiz seferleri ile adanın anakara ile bağlantı kurmasında çok büyük önem taşır. Henüz 1960’ların sonunda birkaç pansiyon ile başlayan turizm, 1980’lerde tavan noktasına ulaşmıştır. Sonrasında, Sami Öngör’ün de “Geçen Yılları düşündükçe” adlı eserinde vurguladığı gibi, adalar, güzellik-çirkinlik, temizlik-kirlilik, yenilik ve gösteriş ile ilkelliğin bir arada göründüğü tuhaf bir yer hâlini almıştır. Birkaç örnek vereyim; özellikle 1980 sonrası dönemde Kole Burnu’ndaki kilise kalıntısı ve zemindeki büyük güneş saati dozerler vasıtası ile parçalanıp yok edilmiş, sahil düzenlemesi nedeni ile aynı burun üzerindeki tarihi liman kalıntısı da ortadan kaldırılmıştır. Yıllar içerisinde artan turizm talebini karşılamak için, para hırsı ile tek tek o güzel ahşap yapılar, ada evleri yıkılarak şehrin ruhsuz yüksek apartmanlarına benzer binalar inşa edilmiştir. Doğa da zarar görmüş, en son yüzyıllık çınar ağaçları, budama gerekçesi ile kesilmiş bir daha da toparlanamamıştır. Buna benzer bir ağaç kıyımı ise Mestanağa Mevkii’nde yapılmış, adalıların piknik yaptığı, içinden dere akan bir koru, futbol sahası yapılmak için yok edilmiştir. Eski ada fotoğrafları incelendiğinde gerçekleşen yıkım ve talan gözler önüne serilir. Bunun yanında, insan ilişkileri de bozulmuştur. Özellikle “müdavim” denebilecek nitelikteki adaseverler tek tek küstürülmüştür. Yolunacak kaz gözü ile bakılan yabancılar ve müşteriler, tatilleri için bugün ulaşımı çok daha kolay ve olanakları çok daha iyi görünen Ege ve Akdeniz sahillerini tercih etmektedirler. Marmara Adası’nı dünyada rutubeti olamayan iki adadan biri kılan mermer de tehlikededir. Giderek artan ocaklar vasıtası ile adanın Tekirdağ’a bakan yüzü adeta köstebek yuvasını andırır bir durumdadır. Sürekli olarak bir betonlaşma ve denizin kademe kademe doldurulması sonucunda Asmalı köyünde neredeyse kum kalmamıştır. Bu şekilde devam edildiği sürece beton, adaları rehin alacak gibi görünüyor. Kimse kusura bakmasın; Yunan Adaları’na gıpta ile bakıyoruz şu günlerde. Oysa gerçekten istenilseydi aynı durumda olunabilirdi bugün. Gündelik hesaplar, kısa vadeli çıkar ilişkileri, rant ve garaz teslim almış durumdadır adalarımızı. Her gelen yönetim bir öncekinin icraatlarını ortadan kaldırmak için uğraşmış. Göstermelik hizmetlerle esas ihtiyaçlar göz ardı edilmiştir. Yazık ki her geçen gün de değerlerimiz yok olmaktadır.
Z.Y.: Ben bunu bir kıyam olarak görüyorum. Tarihsel bir kıyam… Bunun önüne geçmek için gereken en temel bakış açısı “sanatsal bir özen ve farkındalık sağlamak” olsa gerek. Adayı ve tarihsel dokusunu, adadaki yaşayışı bilen birkaç hakiki ve sıkı mimar yok mu yahu… Yani, nasıl kuracağız bu sanatsal ve sahici özeni? Samimiyetle soruyorum bunu; mimari anlamda ne yapmak, nerden, nasıl başlamak gerekir sence? Adada böylesi bir dayanışma yok mu?
H.C.Y.: Bireysel çabalar tabiî ki çok önemli. Ancak, devlet tarafından koruma gerekiyor ve restorasyon imkânları için çaba sarf edilmeli. Kültür ve Turizm Bakanlığı, hatta Anıtlar Yüsek Kurulu ile yerel yönetimin çaba sarf eden birincil kurumlar olması gerekir. “Tarihi eser” olarak tescillemek yetmiyor. Bu yapıları kaderlerine terk etmemek, bu yapıları yok olmaktan kurtarmak gerekiyor hemen… İlk önce bütün tarihi yapılar tespit edilmeli. Bunlar balık tuzlamada kullanılan imâlathaneler, zeytinyağı imâlathaneleri, mesken olarak kullanılan ahşap ve taş evler, kilise ve sinegog kalıntıları, değirmenler, çeşmeler…. Yıkılmak üzere olanlar koruma altına alınmalı. Marmara Adaları Merkez İlçesi’nde bile kıyıda köşede kalmış o kadar çok taş ve ahşap yapı var ki… Birçoğu virâne halinde kaderine terk edilmiş durumda. Bunlara örnek vermek gerekirse; Sultan II. Abdülhamit dönemi Baruthane amirlerinden Cin İzzetin Paşa’ya ait köşk yarım kalmış bir konak olarak dört duvar halinde, asfalt yolun hemen üzerinde yüzü Kıble’ye dönük bir vaziyette göze çarpacaktır. Bir dönem bar olarak işletilmiş, şimdilerde ise daha çok hayvan barınağı olarak kullanılmakta… Yaşı bugün 70 ve üzeri olanlar ile sohbet edilmeli, bu insanlardan “eski ada”yı anlatmaları istenmelidir. Bir çeşit bilirkişi, ihtiyar heyeti gibi.. Böylece eserler kayıt altına alınabilir, kaybedilmiş değerler belki biraz bulunur. Daha sonra, koruma altına alınan bu yapılar müze haline getirilip turizme kazandırılabilir. Yok edilen üzüm bağları yeniden canlandırılabilir mesela…
Z.Y.: Son olarak, koleksiyonuna, araştırmalarına geri dönelim istiyorum. Elde ettiğin buluntuların adalar kültürüne ve Marmara Adası’na tezahürü nasıl? Bir kitap ya da tarihsel albüm çalışman var mı?
H.C.Y.: Gün geçtikçe bulunması zorlaşan ve en kalıcı bilgileri taşıyan kitapları toplayıp koruyarak bizden sonraki kuşaklara bir tür bilgi bankası oluşturmamız gerektiğine inanıyorum. Çocuklar adanın tarihini ve eski hâlini hiç bilmeden büyüyorlar. Oysa tarihi, coğrafi özellikleri ve kültürü ile -önceki sorularınıza cevaben sıraladığım olumsuzluklara rağmen- Marmara Adaları bulunmaz bir nimettir. Önceleri verilmesi gereken önem verilmiş olsaydı bugün yok olmuş olan birçok şey hâlâ hayatta olacaktı. Kiliseleri, eski ahşap evleri, kaleleri ve birçok tarihi kalıntısı ile bir hatta birkaç müzeye sahip olunabilirdi. Marmara Adaları Belediyesi’nin armasındaki kancabaş tipi teknelerden hiçbiri bugün yok. Fotoğraflardan başka hiçbir şey kalmamıştır. Bu konunun dışında eski fotoğraflardan bir arşiv hatta bir sergi oluşturmalı. Son 10 yıldaki karşılaştırmalardan bile olumsuz ve kötüye değişim fark edilecektir. Adaya sahip çıkmak için ilk önce tarihine, doğasına ve kültürüne sahip çıkılmalı. Ne kurtarırsak kârdır. Biraz vicdanlı davranırsak gelecek kuşaklara elle tutulur bir şeyler bırakabileceğimizi düşünüyorum. Bu nedenle, eski fotoğraf, harita, yazılı doküman, çekilmiş video ve filmler başta olmak üzere bir bilgi bankası oluşturulmalı. Yabancı kaynaklardan da faydalanılmalı. Bir kütüphane oluşturulabilir. Ben, naçizane, kendi olanaklarımla toplayabildiğim kadar materyal toplamaya çalışıyorum. Bu doğrultuda mesleğimle de ilgili olduğu için, yüz yıllık zaman dilimini kapsayan, Marmara Adaları ile anakara arasındaki deniz ulaşımını anlatacağım bir kitap hazırlığı içerisindeyim. 1908’den 2014’e uzanan düşsel bir yolculuğun kitabı…
Z.Y.: Verdiğin bilgiler ve aydınlık yaklaşımın için çok teşekkür ederim… Umarım koleksiyonun hiçbir zaman bitmez, tamamlanmaz ve sen de Marmara Adası üzerine yaşayan bir “müze-insan” olursun…
H. C. Y.: (Gülüyor) Eyvallah, sağolasın…
(Ağustos 2014, Marmara Adası)
Hamiş: EVV3L kapsamında yayımlanan “Adalar Kültürü” başlıklı ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/mermer-adasi adresinden ulaşabilirsiniz.
20
2014
Karga’ca Değiniler
Karga’ca (Değiniler)
Zafer Yalçınpınar
Karga Mecmua Yazıları, 2007-2014
Tam Metin, PDF: https://bit.ly/kargaca
*
Karga Mecmua’ya
https://kargamecmua.org
adresinden ulaşabilirsiniz.
Z. YALÇINPINAR için kısa yollar;
çalmayan: https://bit.ly/calmayan
tüm şiirleri: https://bit.ly/zypsiir
kitapları: https://
fotoğrafları: https://
web sitesi: https://zaferyalcinpinar.com/
efemera arşivi: https://evvel.org/
çok eski anlatıları: https://bit.ly/zyhikaye
zaman tüneli: https://bit.ly/zytunel
karga’ca değiniler: https://bit.ly/kargaca
wattpad: https://wattpad.com/
söyleşiler: https://bit.ly/dilinkemigi
































































