Milliyet Sanat Dergisi’nin 1980’deki yeni dizisinin 2. sayısında yer alan “Özgürlüğe Kavuşan Görüntüler” adlı yazıya https://zaferyalcinpinar.com/prevert.jpg adresinden ulaşabilirsiniz.
René Bertelé’nin işbu yazısı, j. Prévert’in kolajları üzerinedir…
16
2010
Jaques Prévert’in Kolajları (René Bertelé)
15
2010
Nâzım Hikmet 108 Yaşında!
(…)
Hava kurşun gibi ağır!
(…)
Nâzım Hikmet’i Saygıyla anıyoruz:
“Tristan Tzara – Nâzım Hikmet Üzerine…”
https://zaferyalcinpinar.com/nazimustune.jpg
“Biz bu gece nerede yatacağını bilmeyen üç kişiyiz…”
https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=388
“Bu pencerenin arkasında beş yüz insan yaşıyordu…”
https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=374
“Bir defter al…”
https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=377
14
2010
Krallar da ölür…
MUHAFIZ— (Yüksek sesle) Tıp ilminin zirvesi, Kral’ın hekimbaşı, sarayın cerrahı, cellâdı, müneccimbaşı ve bakteriyologu.
(Doktor, sahnenin ortasına kadar yürür, bir şey unutmuş gibi geri döner ve aynı kapıdan çıkar. Muhafız, bir süre sessiz durur. Yorgun bir hali vardır. Kargısını duvara dayar, ısınmak için ellerine hohlar. Isınmak için garip jimnastik hareketleri yapmaya başlar, zırhı gıcırdar.)
MUHAFIZ— Halbuki sıcak olması gereken bir saat. Yansana kalorifer! Boşuna… Yanacağı yok. Haydi ısıtsana radyatör!.. Hep buz gibi. Kabahat bende değil. Ateş yetkisini elimden alacağını söyledi mi? Hiç olmazsa resmen? Kral’ın işlerine akıl sır ermiyor.
(Birden kargısını kapar. Kraliçe Marguerite, sol dipteki kapıdan görünür. Havası sertçedir.)
MUHAFIZ— Yaşasın Kraliçe!
(…)
MARGUERITE— Burası çok soğuk.
MUHAFIZ— (Radyatörü eliyle göstererek) Yakmaya çalıştım majeste, çalışmıyor. Radyatörlerin kimseye kulak astığı yok.
(…)
MARGUERITE— (Kral’ı göstererek, Doktor’a) Şimdi ona anlatmaya çalışın.
DOKTOR— (Kral’a) Majeste, yıllarca önce, ya da üç gün önce krallığınız güllük gülistanlıktı. Üç gün içinde kazanmış olduğunuz bütün savaşları kaybettiniz. Kaybetmiş olduklarınızı ise yeniden kaybettiniz.
(…)
MARGUERITE— Her şey artık dünün malı.
(…)
MARIE— Evet, açıkça gör Kral’ım, sevgilim. Artık kendini yiyip bitirme. Var olmak sadece bir kelime, bir kalıp; ölmek de öyle. Düşünce eseri şeyler. Bunu anlarsan hiçbir şey sana dokunamaz, erişemez. Kendine tutun, hep kendine. (…) Bitmeyen bir soru ol: bu nedir?, bu nedir? Cevap vermek imkânsızlığı cevabın ta kendisidir, kabından taşan ve yayılan varlığının ta kendisi.
Eugéne Ionesco
“Krallar da ölür”, Çev: Sermet Sami Uysal – Bülent Gürkut, 1968
13
2010
Mısırkalyoniğne Üzerine… (1958)
Bir yerde, Mısırkalyoniğne’yi okurken, “Bu şiirleri anlamaya çalışmayın, bir denize bakar gibi bakın. Denize bakmaktan ne anlıyorsunuz? Buna da öyle bakın” demek gereğini duymuştum. Böyle deyişimin bir nedeni var: Okuyucunun anlamak isteğine karşı çıkmak.(…)Boşluğun özel bir yeri var o kitapta. Buna ben boşluğun dili diyorum. Bunun anlaşılması ise salt göze bağlıdır. Söz gelişi, birisine okunmaz. Şiiri görmeyi gerektiren bir yöntemdir bu.(…) Bu dediğim bir beyazlık ya da boşluk, eşyayı bir yer, bir uzay içine yerleştirmektir. Bir resmin, bir yontunun, özellikle de yontunun yerini bulup koymak, Mısırkalyoniğne’de boşlukların böyle bir anlamı var benim için.(…)Böylece, Mısırkalyoniğne, ilk anda bir şiirden duyulan kıvancın (ben buna duyurma demek isterim) yerine, bakış’ı koyuyor. (20 Mart 1958)
İlhan Berk
“El Yazılarına Vuruyor Güneş”, YKY, 1992, s.44
12
2010
Durmadan düşünüyorum ne kadar çok öldük yaşamak için.
(…)
Islanınca esmer defterleri yüzümüzün
bu çamurla kanla alınteriyle gizli bir yazgı
çakıyor bir an. Karanlık feneri ülkemizin.
Nasıl bir yalnızlık, unutulmuş bir ışık diliyle
çırpınırken biz üstümüze geliyor büyük gemisi geleceğin
Bir tenis topu, koşan bir çocuk, bir gözyaşı bile değiliz.
Yalnızca bir ağaç ailesi ve bir köşede
yıllardır bizi gözleyen hep aynı balta: Dalgınlık.
Düşünüyorum nasıl budandık bahara ulaşmak için.
Şimdi sessiz duruyoruz kıyısında bir düşüncenin
unutmamak için çünkü unutuşun kolay ülkesindeyiz
ölü balıklar geçiyor kırışık bir deniz sofrasından
ve ellerinde fenerlerle benim arkadaşlarım
durmadan düşünüyorum ne kadar çok öldük yaşamak için.
Onat Kutlar
“Unutulmuş Kent”ten…
12
2010
İshak
“İshak’ı yirmi yaşlarındayken yazdım. Büyük kente gelmiş bir taşralıydım o sırada. Gürültü ve soğukta yazdığım o öyküler hep çocukluğumun kentiyle ilgili: Antep. İshak, bir Anadolu kentindeki gerçeklerin ne yorumudur, ne de sorunlarının çözümü. Küçük alçakgönüllü kesitlerdir bu öyküler. O kenti tanımaya çalıştım yıllar önce. Mevsimlerine, yapı taşlarının çeşitlerine, toprağının kokusuna ve tüm sokaklarına, insanlarına, çocuklarına dikkat ettim: Avcının iyisi uçanı vurur. İyi öykücü, akıp giden zamanın ritmine, onu durdurmadan kalemini uydurandır. Bir süre birlikte döner o çarkla. Ve bir ölü noktayı geçince bırakır. Öyle gördük ustalarımızdan.”
Onat Kutlar
11
2010
Doğançay’ın Çınarları
(…)
Yeter ki sorun—
Ama sormuyorsunuz
Susuyoruz biz de
Susarız sorulmayınca
(…)
Biz taşırız işte onu:
Zorludur, güçlüdür—ağır
Ama neler yüklenmedik
Ki biz şimdiye dek
Havayı, suyu, toprağı
Hepsinden önce ve sonra
Ateşi—evet, asıl onu—
Yakıp kavurur içimizi
Taşıdık ama, yüklendik
Ya bir kez : dağlar
Dağladı da, dağlayacak
Daha—hiç sönmeyecek
Ateşimiz—sizinkidir
Ama taşımazsınız siz
Aldırmazsınız ona
Bilmezsiniz bile ne
(…)
O : özünüzdür oysa
Neyseniz, ne olduysa
O olan neliğiniz—
Olduğunuzu bilmezsiniz
(…)
Oruç Aruoba
“Doğançay’ın Çınarları”ndan…
10
2010
Neal…
Neal’ın nesi vardı ki sonuçta; hepsini toplasan, en basit haliyle, adam hayata karşı muazzam bir heyecan duyuyordu.
(…)
Neal evime gelmiş, beni bekleyerek pek çok gece burada kalmış, öğleden sonraları annemle muhabbet etmişti; o konuşurken annem de, evde yıllardan beri duran, kimsenin giymediği elbiselerden kocaman bir kilim yapıyordu; kilim artık bitmişti ve şu anda yatak odamda yerdeydi: zamanın akışı gibi girift ve zengin.
(…)
“Ve sonra tatlı hayata doğru yol alacağız çünkü artık zamanı geldi ve HEPİMİZ ZAMANI BİLİYORUZ!”. Şiddetle çenesini ovuşturdu, arabayı bir anda yana savurdu ve üç kamyonu geçti; hızla Rocky Dağı şehir merkezine girdi; her yöne bakıyor, başını hareket ettirmeden, gözlerini oynatarak 180 derecelik görüş açısındaki her şeyi görüyordu. Çaat diye anında bir park yeri bulup arabayı park etti ve hemen fırladı. Hiddetle tren istasyonuna doğru koşturdu; biz de koyun gibi onu takip ettik. Sigara aldı. Hareketlerinde tam bir delilik hâkimdi: her şeyi aynı anda yapıyor gibiydi. Aynı anda başını aşağı yukarı, sağa sola sallıyor, güçlü kuvvetli elleriyle ani hareketler yapıyor, hızlı hızlı yürüyor, oturuyor, bacak bacak üstüne atıyor, bacaklarını düzeltiyor, ayağa kalkıyor, ellerini ovuşturuyor, gözlerini ovuşturuyor, pantolonunu çekiştiriyor, başını kaldırıp “Ee” diyor ve birden gözlerini kısarak her yeri görmeye çalışıyordu; ve sürekli beni kaburgalarımdan dürtüyor ve konuşuyor, konuşuyordu.
(…)
Söylediği şeylerin hiçbiri net değildi ama anlatmak istediği şey bir şekilde saf ve temizdi.
Jack Kerouac
“Yolda”yken…
09
2010
Buluntular: Ece Ayhan Fotoğrafları
Ümit Bayazoğlu -sağolsun- arşivindeki birtakım Ece Ayhan fotoğraflarını benimle paylaştı. Fotoğraflar aşağıdadır… (ZY)
Beyin ameliyatının ardından Ece Ayhan, hastanede…
***
Ece Ayhan ve Tuncel Kurtiz
***
Ece Ayhan anlatıyor…
***
Ece Ayhan ve Cihat Burak
***
Hamiş: İşbu fotoğraflar Ece Ayhan Web Sitesi‘nde “efemeralar” bölümüne eklenmiştir.
08
2010
Nietzsche: Temel Görüşü, Temel Kavramları—– (Oruç Aruoba)
Oruç Aruoba’ nın “Nietzsche: Temel Görüşü, Temel Kavramları” başlıklı metnine https://zaferyalcinpinar.com/nicetemelkavramlar.jpg adresinden ulaşabilirsiniz. İşbu önemli yazı, “Yazı” adlı derginin 1978 yılında yayınlanan 3. sayısında yer almıştır.
07
2010
Lekesiz Bir Vicdan
(…)
İyiliğin fenalığı alt etmesi bizi acaba niçin heyecanlandırıyor? Kötülüğün ezilmesi neden hoşumuza gidiyor?
Çünkü dünyaya iyi olarak geliyoruz.
Fakat bu zaferi, bu galibiyeti insanlara yalnız romanla, tiyatroyla, sinemayla değil bizzat hayatla göstermeliyiz.
İşte hemen hemen hiç görülmeyen şey.
Bunun sebepleri şunlardır: Birincisi, insan iyi olarak doğmakla beraber aynı zamanda kendini beğenmiş ve egoist bir mahlûktur, ikincisi, çoğunluğun tam aksini yaptığını gördükten sonra iyi olmak güç bir iştir.
İşte ben, en sefil bir surette geçen hayatım müddetince yukarıda söylediğim güçlüğü yenerek iyi bir insan olabilmek için uğraştım. Evet, bugün hayatım adi bir soğuk algınlığının keyfine bağlıyken dünyaya karşı haykırabilirim: Geçmişimi eşeleyin, istediğiniz yalanı uydurun, ne yaparsanız yapın, bende bugün insaniyeti mahveden, insanları başka insanların acılarına karşı hissiz yapan egoizmden bir iz bulamazsınız.
Benim Adrien Zografi’m işte budur.
O herkese hayatını örnek olarak göstererek yaşamak ve iyi kalplilik göstermek için kuvvetli ve faziletli bir ruha lüzum olmadığını ispat edecektir. Bu çok basit bir iştir. Çünkü iyi kalplilik ruha egoizmden daha fazla ferahlık verir.
Hayatın güzelliği, yalnız insanlığın acıları yanında sefaletten kurtulmuş olarak villâlarda, güzel kadınlar, dalkavuklar, cins köpekler arasında yaşamakla değil, bir tahta karyola üzerinde medeniyetin pislik saçan lekelerinden sıyrılmış bir vicdanla yaşadıklarından pişman olmadan ölürken de duyulabilir. (…)
Panait İstrati
“Keşiş Sofronie”, Çev: Yamaç, Yankı Yayınları, 1967, s.29
06
2010
Mantığın çivilerini ortaya çıkarıyordu, yaylarını, çarklarını.
Bilmeden benim tanığım oldu, dış dünyaya saldığım bir ucum, bir dikiz aynası. (s.26)
(…)
La Sibylle’in açık ve net bir halde, en basit hesabı kitabı hiçe sayması, önemsemeyişi karşısında şaşıp kalıyordu. Onun için olasılık hesapları, analizleri olan şey (parasal kaynak oluşturma girişimlerine güvenmek ya da seçim yapmak gibisine) la Sibylle için ‘yazgı’nın ta kendisi oluyordu. “Ya benimle karşılaşmasaydın?” diye sorduğunda Oliveira, “Bilmem, ama yanımdasın işte burada…” olurdu yanıtı. Soruyu açıklanamaz biçimde sakatlayan yanıt, mantığın çivilerini ortaya çıkarıyordu, yaylarını, çarklarını. (s.48)
(…)
İçinde bulunduğumuz ana iyice, yeniden yerleşmek gerek. (s.118)
Julio Cortazar
“Seksek”, Çeviren: Necla Işık, YKY, 2006, s.48
05
2010
O taraçaların… (André Breton)
O taraçaların en üstlerinden biz kuşları daim büyüleyen sen
Her gece çiçekli bir dal yapan omuzlarından o kuşlar biz o canım
____arabanın kollarına
O kuşlarınız biz kıvılcımlardan daha parlak fışkıran bileğinden
O iç çekişleriyiz camdan heykelin o dirsekleri üzerinde kalkıp
____doğrulan uyurken biri
Gedikler açılan o pırıl pırıl yatağında
Gedikler ki oradan mercan ormanlarda o düzlüklerde geyikler görünür
Sonra çırılçıplak kadınlar ta derinlerinde bir maden ocağının
Hatırlarsın sonra sen uyanır trenden inerdin
(…)
André Breton
(Çeviren: İlhan Berk)
05
2010
Video-Sergi: “Astrid Rieger” ve “Vast Forward”
Kurye Video Organizasyonu, Ocak 2010’dan itibaren arşivinde öne çıkan sanatçıların kişisel sergilerine ve yabancı partner organizasyonların seçkilerine ev sahipliği yapacak. 09-30 Ocak tarihleri arasında gerçekleşecek olan ilk sergi, Almanya’da yaşayan Romanya asıllı genç video sanatçısı Astrid Rieger’in işlerini sunacak. 06-27 Şubat tarihleri arasında gerçekleşecek Vast-Forward isimli ikinci sergi ise Hollanda’nın Lahey şehrinden Kurye Organizasyonuna benzer bir oluşum olan 1646’nın arşivinden seçilmiş işlere ev sahipliği yapacak.
04
2010
Anlatı: “Can” (Z. Yalçınpınar)
Babam’a,
Erikli bir oğul mektubu…
Öndeki iki ağaç, mürdüm ve can erikleriyle salkım salkım dolu… Ağaçların dalları -yüklerinin ağırlığına rağmen- iki katlı evin çatısını aşmış ve erikler gökyüzüne uzanmışlar. Evin arkasındaki “sarıerik” -ki bahçedeki en genç ağaç bu- bile sahilden bakıldığında evin kendisinden daha çok dikkat çekiyor.
Babam bu ağaçların ve bahçenin çocukluğunu biliyor. Ağaçların hepsini kendi elleriyle dikmiş çekirdekten, sonra boylanmış, büyümüş ağaçlar zamanla, onların gelişimini izlemiş babam, sabah akşam, otuz yıl sürmüş. Geçen otuz yıl tek bir gün gibi gelmiş babama…
Mürdüm ağacı yorulmuş biraz, erikleri büyüteyim ve gökyüzüne uzatayım derken yaşlanmış, gövdesi genişlemiş ve bazı yerleri kurumuş. Sonra, ustalıkla budanmış. Nihayetinde en yüksek ağaç mürdüm. Dışı siyahla mor arası, içi bal bal… Mürdümden reçel de yapılıyor. Annem mürdüm reçelinin ustası…
***
Bahçenin önünden geçen herkesin gözü eriklere ilişiyor. Hatta “Birkaç tane erik toplayabilir miyiz?” diye soranlar bile var. Babam “Tabii…” diyor, “Buyurun, istediğiniz kadar toplayın. Allah’ın ağacı, isteyen toplar.”
Babam, büyük bir adam…
***
Can eriği ise salkım salkım, kırmızı kırmızı çoğalıyor. “Yaşamanın kanıtıdır can eriği, tıpkı istavrit ve hamsi gibi.” der babam.
Dedim ya, büyük adam.
(…)
“Can” adlı anlatımın devamına https://zaferyalcinpinar.com/a18.html adresinden ulaşabilirsiniz.
Sahicilikle / Zafer Yalçınpınar
02
2010
Film: “Uluma”
“I saw the best minds of my generation destroyed by madness…”
Uluma, Beat şairlerinin okuma ritüellerine, Wholly Communion’a, 1965’e, Allen Ginsberg’e, Jack Kerouac’a, William Burroughs’a, William Blake’e, Neal Cassady’e, Richard Brautigan’a, Cennetten çıktığına inandığımız bütün kitaplara ve tüm tedirgin ruhlara bir saygı duruşudur. Bu topraklardan, olabildiğince.” Mehmet A. Öztekin
Efsane projeyi şu adreslerden indirebilirsiniz:
https://rapidshare.de/files/48924571/uluma.part1.rar.html
https://rapidshare.de/files/48924367/uluma.part2.rar.html
Hamiş: İşbu bağlantılar https://subculturia.blogspot.com‘dan alıntılanmıştır.
02
2010
İki Görsel İş: “-sızlık” ve “-suzluk”
“-sızlık” , Zafer Yalçınpınar, 2010
***
“-suzluk”, Zafer Yalçınpınar, 2010
01
2010
Poetik Bildiriler 2006-2009 (Zafer Yalçınpınar)
2006-2009 tarihleri arasında yayımladığım tüm poetik bildirilere https://zaferyalcinpinar.com/poetikbildiriler.pdf adresinden “PDF” dosyası olarak da ulaşabilirsiniz…
01
2010
İlgilerin Gidişi
Buruk bir ezgi seziliyordu içlerinde
kinleri gibi renk renk
ölmüş atlarını bırakıp
tahta pabuçlarıyla gittiler
gözlerinde frank krallarının eski hüznü
(…)
kumsalda kocaman izlerini siliyor deniz.
Ece Ayhan Çağlar, 1956
Hamiş: 1959’da Kınar Hanım’ın Denizleri’nde yer alan “Kötü İlgilerin Gidişi” adlı şiire Ece Ayhan, önce, “İlgilerin Gidişi” adını vermiştir ve bu adla “Yeni Ufuklar” dergisinin 1956 tarihli 35. sayısında yayımlamıştır. Sonradan, 1959’da şiirin ismini “Kötü İlgilerin Gidişi” olarak değiştirmiştir.
01
2010
Buluntu: “İnfanta” ve “Paydos” (Ece Ayhan)
“geceyazısı” adlı derginin 2006’da yayımlanan 9. sayısında iki adet Ece Ayhan şiirine daha rastladım. İşbu şiirler de Ece Ayhan’ın şiir kitaplarında ve “toplu şiirler” baskısında yer almamışlar… Şiirleri aşağıda paylaşıyorum. (ZY)