May
31
2007
0

Bu riskli bir girişim ve kötü bitebilir…

Bu riskli bir girişim ve kötü bitebilir, Ama gördük ki riskli olmayan girişimler bile kötü bitebiliyor. Cipriano kızına sessizce baktı, ardından bir parça kil alıp buna kabaca bir insan şekli verdi. Nereden başlayacağız, diye sordu. Her zamanki gibi en başından, hem biliyorsun, başlamak bitirmenin yarısıdır, dedi Marta.(…)Kafası karışık olanlara, Kendini bilmek gibi erdem olmaz, deriz, sanki insanın kendini bilmesi, dört işlem adıyla anılan aritmetik hareketlerinin en zor ve karmaşık, üstelik adı sanı bilinmeyen beşinci değilmiş gibi, çevresinde olan bitene kayıtsız kalanlara, İsteyen başarır, deriz, sanki dünyanın acı ve acımasız gerçekleri her gün bu sözün aksini kanıtlamıyormuş gibi ve kararsızlara, Başlamak bitirmenin yarısıdır, deriz, sanki başladığımız nokta gevşekçe sarılmış bir yün çilesinin apaçık önümüzde duran ucuymuş ve onu çekmeye başladıktan sonra çilenin sonuna rahatça ulaşacakmışız, üstelik bu arada hiç kördüğüme, eprimiş yünlere rastlamayacak, bir basmakalıp söz daha kullanacak olursak, sessiz sedasız çile dolduracakmışız gibi. Marta babasına, Başlamak bitirmenin yarısıdır dediğinde, sanki yapmaları gereken masa başına oturup uzunca bir dinlenmeden sonra aniden tüm hünerini ve çevikliğini geri kazanmış parmaklarıyla birbiri ardına biblolar yapmaktan ibaretmiş gibi konuşmuştu. Bunlar saf ve hazırlıksız insanların hülyalarıdır, başlangıç hiçbir zaman yün çilesinin ucu gibi açıkça meydanda değildir, bilakis, başlangıç dediğimiz uzun ve insana acı veren bir süreçtir, işin hangi yönde ilerlediğini görmek için ağır ağır ve titizce araştırmalar yapılır, değneğiyle yönünü bulmaya çalışan kör bir adam gibi yol alınır, başlangıç bitirmenin yarısı falan değil, salt başlangıçtır ve ondan önce ne olup bittiyse beş para etmez.

Jose Saramago, “Mağara”
İşbankası Kültür Yayınları, 2005, Çev: Sıla Okur, s.68-70

 

May
28
2007
0

DERGİ: Göğe Bakma Durağı

Yılmaz Cemgil’in Mersin’de çıkardığı Göğe Bakma Durağı adlı derginin 5. sayısı yayımlanmıştır.

May
28
2007
0

Rahat Bugi

Bas çalıyor
Şu sürekli vuruş
Gidiyor gidiyor gidiyor.
Sanki geçit resminde.
Bas çalıyor
Şu rahat salınış
Sallanıyor ruhumda
Keyfimce.
Kısa, hızlı çalışlar, susuşlar.
Hey, cancağızım, anacığım!
Duyuyor musun ne dediğimi?
Salınıyor rahatça
Sanki döşeğinde!
Langston Hughes
Ertelenmiş Düş Kurgusu (Caz Şiirleri),

Varlık Yayınları, 1990, Çev: Ergin Koparan, s.22

May
26
2007
0

Ece’den Asım Bezirci’ye…

Asım Bezirci’ye…
Tedavülden kaldırıldığını bir türlü fark etmeyen eleştirmen arkadaş! Nasıl oluyor şu işler? Anlatsana dinleyelim? Hem halkın önünde duruyor eleştirmenler, hem kendilerine ateş edilince eğiliyorlar! Sonra da halka dönüp, “bak aziz okuyucu milleti sana ne hakaretler, ne ağır laflar ediyor,” diyebiliyorlar.(…)
Bir kere sizin halk sözcüğünden muradınız, tedavisi olmayan bir karıştırma sonucu, sadece emlak sahipleridir.(…)
Toplumsal koşullar üzre şiirle toplum arasında öyle aşksız bir bakışım, simetri bizim görüşümüz ve alışkanlığımız değildir! Bu olgunun varlığından hangi sonuç çıkar? Hemen söyle? Var elde bir: Asım Bey arkadaşımızın diktanın en iyi eleştirmeni olduğu!
Darılmaca yok, kuyu senin kuyundur.
(s.72,73)
 
 

Ece Ayhan
Sivil Denemeler Kara,YKY, 2.Baskı, 2001

May
20
2007
0

Satış

GittiGidiyor adlı web sitesi üzerinden satışa
sunduğum ve koleksiyonumda
bulunan bazı kitapları göstereyim/sunayım istedim.
Kitapların GİTTİGİDİYOR tanıtımlarına ve fotoğraflarına aşağıdaki
bağlantıdan ulaşabilirsiniz: 
https://www.gittigidiyor.com/main/search.php?aramasatici=zafer_yalcinpinar

May
20
2007
0

Arap Haşim

Öğrenciler ona «Arap Haşim» derler, şivesiyle alay ederlerdi. Çevresinde her şey, dil, ilişkiler, alışkanlıklar, töreler çocukluğunda gördüğünden başka türlüydü.

(…) 

Öğretmeni Ahmet Hik­met’in, bir süre sonra, onu «şair» diye çağırmaya başlaması,  edebiyat  meraklısı arkadaşları  arasında  bu yönüyle öne çıkması, yalnızlık çeken, Araplığı ikide bir yüzüne vurulup küçümsenen Haşim için çok önemli bir tutamaktır.

 

Memet Fuat

Ahmet Haşim, De Yayınevi, 1977

 

May
20
2007
0

işte, adı konamaz…

“Fenerbahçe Cumhuriyeti ortalıkta yoksa, Türkiye yoktur, futbol yoktur, bolluk yoktur, insanlar yoktur, canlılar güç nefes alır ve bu ülke kısa süre sonra yaşayan yer olmaktan çıkıp, mezarlık olur. Fenerbahçe büyüklüğü ne şampiyonluk büyüklüğü, ne kupa büyüklüğüdür. Onun büyüklüğü başka bir büyüklüktür işte, adı konamaz… ”

İslam Çupi

May
18
2007
0

şairlerle toplu fotoğraf çektirmek

“Şairlere ödüller verileceğini duyunca, şunları düşündüm: Demek yasalar da yetmemiş, ölüm şairlerle toplu fotoğraf çektirmek istiyor. Hoşgörünün törel ve yasal sınırlarını paramparça ederek aşmış bir düşünceyi köşeli bir büyük ayraca, paranteze alacaklar. Alırlar! Daha dün, yaşayan şiir denince elleri tabancalarına giden adamlar, müessesenin küçük hisseli ortakları, şairlere iki paralık değer vermeyenler, gözlerinde tek bir şiir yaşatmayan kalem efendisi kentliler oturmuşlar, düşünmüşler, taşınmışlar, açık baskılar, gizli engellemeler yanında, böylesi bir Chester taslağını sunmuşlardır.
Tarihten, kendi tarihimizden biliriz ki, kardeşlerini az önce boğmuş bir padişahın bile elinde uzak ve kokusuz bir gülle yaptırdığı minyatürleri, çağdaş padişahların ise basına dağıtılmak üzre çocuklarla çektirdikleri birçok fotoğraf vardır. Şimdi çocuklar ve güller dahi yüz vermedikleri için olsa gerektir, müesses ölüm şairlerle toplu fotoğraf çektirmek istiyor. Bunun böyle olduğu aydındır.(1970)
Ece Ayhan
Sivil Denemeler Kara, YKY, 2.Baskı, 2001,s.82

May
18
2007
0

dilenci gözleriyle…

“Kırkını geçmiş bir adamın beyaz saçlarıyla, mektepten henüz çıkmış bir genç gibi hayatını tanzim edememiş bir vaziyette kalışından daha hazin bir şey tasavvur edemiyorum. Bütün nesiller, yanımdan kahkahalar ve şarkılarla geçip gidiyor ve ben dünyanın nimetlerine hâlâ bir dilenci gözleriyle kenardan bakıp durmaktayım.” (…)

“Gelin kâinatı izah ye tefsire çalışacağımıza, onun zevkini sürmesini bilelim. Bakınız, yıldızlar ne güzel… Bunlar, belki bizim cedlerimizin zannettiği gibi,lâcivert kubbeye çakılı birtakım altın başlı çivilerdir. Ay, belki güneş, eskilerin itikadına göre bir İlâhtır. Belki, yer yuvarlak bile değildir.» (…) «Şair ne bir hakikat habercisi, ne güzel konuşan, bir insan, ne de bir yasa koyucudur. Şairin dili düzyazı gibi anlaşılmak için değil, ama duyulmak üzere oluşmuş, musiki ile söz arasında, sözden fazla musikiye yakın iki arada bir dildir. Düzyazıda üslûbun “kurulması için kaçınılmaz olan öğelerin hiçbiri şiir için söz konusu olamaz. Şiir ile düzyazı bu itibarla birbiriyle oran ve ilgisi olmayan, ayrı düzenlere uyan, ayrı sahalarda ayrı boyutlar ve biçimler üzere yükselen ayrı iki yapıdır. Düzyazının doğurucusu akıl ve mantık, şiirin ise, algı bölgeleri dışında, gizlilik ve bilinmezliğin geceleri içine gömülmüş, yalnız aydınlık suların ışıkları zaman zaman duygu ufuklarına yansıyan kutsal ve isimsiz kaynaktır(…) Şiir düzyazıya çevrilemeyen nazımdır.Şiirde her şeyden önce önemli olan kelimenin anlamı değil, cümledeki söyleniş değeridir.(…) Herkesin anlayabileceği şiir yalnızca düşük şairlerin işidir(…) En güzel şiirler anlamlarını okuyucunun hayalinden alan şiirlerdir. Şiirde bazı bölümlerin şüphe ve belirsizlikte kalması bir yanlış ve bir kusur oluşturmak şöyle dursun, tersine şiirin estetiği bakımından vazgeçilmez bir şeydir. (…) Sözün kısası, şiir, peygamberlerin sözü gibi, çeşitli yorumlara uygun bir genişlik ve kapsam taşımalıdır. (…) En zengin, en derin ve en etkili şiir, herkesin istediği tarzda anlayacağı ve bundan dolayı da sonsuz duyarlıkları içine alabilecek bir genişliği olandır.»

Ahmet Haşim

May
18
2007
1

Solucan Şiiri

Solucan Şiiri 

I.
uzuyor

 
solucanın
kafası

 
rüyasından

 
dışarı

 
çınlıyor

 
saçları

 
çınlıyor

 

II. 

uyuyor 

solucan 

        kafasında

        rüyası

 

-çık diyor

bir ses

 

taşlı topraklı

ufkun meraklısı

 

III. 

            mırıltı 

   iki 

ki 

         gece 

 

 

M. Davut Yücel

May
14
2007
0

Yaşantılar duyuyordu…

İnsanların yaşantıdan söz ederken neyi kastettikle­rini kendi kendime çoğu kez sormuşumdur. Bir teknis­yenim ve her şeyi olduğu gibi görmeye alışkınım. Onla­rın sözünü ettiği şeyi çok iyi görüyorum. Kör değilim ya. Tamaulipas Çölü üzerindeki ayı görüyorum, her za­mankinden daha parlak, olabilir, ama gene de hesapla­nabilir bir cisim, dünyamız etrafında dönen bir cisim; aslında bir çekim sorunu, ilginç, ama neden yaşantı? Ayın ışığı karşısında simsiyah görünen zikzaklı kayaları görüyorum; vahşi bir hayvanın sırtındaki zikzaklar gibi görünüyor olabilirler, ama ben biliyorum ki bunlar ka­yadır, olasılıkla volkanik olan taşlardır, bilmiyorum, bunu ayrıca incelemek ve saptamak gerekir. Neden korkayım? Eski vahşi hayvanlar artık yok oldu. Neden bunları düşüneyim? Ne taşlaşmış melekler; ne de şey­tanlar görüyorum: Aşınmadan oluşan bilinen biçimleri, bir de kum üzerindeki uzun gölgemi, ama hortlak mortlak yok ortada: Neden kadın gibi olmalı? Tufan görmüyorum, yalnız ayın aydınlattığı, rüzgârdan su gi­bi dalgalanan kumu görüyorum; beni şaşırtmıyor, olağanüstü de bulmuyorum, hepsi açıklanabilir şeyler. La­netlenmiş ruhların nasıl göründüğünü bilmiyorum, bel­ki de gece, çölde görünen kara kaktüsler gibidirler. Benim gördüklerim kaktüsler, bir kez çiçek açıp sonra ölen bitkiler. Ayrıca (şu anda öyle görünse bile) yeryü­zündeki ne ilk, ne de son kişi olmadığımı biliyorum, son kişi olmayı düşünmek beni sarsmıyor, çünkü deği­lim. Ne diye isteriye kapılmalı? Işıkta başka türlü bir şey gibi gözükseler bile dağ sıraları dağ sıralarıdır, ama burası Sierra Madre Oriental ve biz ölüler ülkesinde değil, Meksika’da Tamaulipas Çölü’ndeyiz, bir ilerki yol­dan altmış mil uzaklıkta, acı bir durum, ama neden yaşan­tı? Bence uçak uçaktır, onu nesli tükenmiş bir kuş olarak görmüyorum, bozuk motorlu bir SuperConstellation başka bir şey değil, ay onu nasıl isterse öyle aydınlatsın. Olmayan bir şeyi neden yaşayayım? Bir şeyi sonsuzluğu dinler gibi dinlemeye de karar veremiyorum; adım attık­ça duyulan kum hışırtısından başka bir şey duymuyo­rum. Üşüyorum, ama yedi sekiz saat sonra güneşin yeni­den doğacağını da biliyorum. Neden dünyanın sonu ol­sun sanki? Sırf bir şey yaşamış olmak için saçma sapan şeyleri düşünemem ben. Yeşil gecenin içinde beyazımsı kum sınırını görüyorum, aşağı yukarı yirmi mil ötede sı­nır, Tampico yönünde olan bu sınırın öteki tarafında ne­den başka bir dünyanın başladığına inanayım? Tampico’yu bilirim. Salt fantezi yüzünden korkmaktan kaçını­rım, ya da korku yüzünden dehşete kapılmaktan; mistik, olmaktan.
“Geliniz!” dedim.
Herbert dikiliyor ve hâlâ yaşantılar duyuyordu.
Max Frisch
Homo Faber, Çev. Sezer Duru, Can Yayınları, 1998,2. Baskı, s.26,27

May
07
2007
0

Eduardo Galeano ile Sohbet

(…) 

Aslı Pelit: “Yazmak zor geliyor” dediniz aklıma geldi, daha önceki bir röportajınızda okumuştum, “yazmayı Kübalı bir müzisyenden öğrendim” diyordunuz. Bize anlatır mısınız bu hikâyeyi?

Eduardo Galeano: Perküsyonist mi?

AP: Evet.

EG: Evet, uzun zaman önceydi. Galiba, Devrim’in ilk yıllarındaydık, Küba’nın el değmemiş bir bölgesinde, daha oralara Devrim gelmemişti bile, Haiti’nin karşısındaki sahilde, Doğu’nun doğusundaydım. Bir arkadaşımla beraber, ikimiz, harika anlar geçirdik. Ağaçların altında, gerçeği öğrenirken, Devrim ülkeyi değiştirmekteydi, ve biz de bu değişimi görmek istiyorduk. Çok yüklü bir deneyim oldu. Bir gece bir grup müzisyeni dinliyoruz, ufak bir köyde, sahilde, dört müzisyenden birisi de perküsyonist, ama nasıl çalıyor, tanrılar gibi! Davulundan aklına gelebilecek her tür ses çıkıyordu. O davul gülüyordu, ağlıyordu, inliyordu, protesto ediyordu, susuyordu, fikrini söylüyordu. Neyse, bir çok kadeh ve şarkıdan sonra, ona çekinerek nasıl yaptığını sordum, neydi sırrı? O yaslıca bir adamdı, ben gençtim, çok ahmak bir soruydu benimki ama insan gençken böyle aptal sorular sorma hakkına sahiptir; böyle çalmasının sırrını sordum bende! O da dedi ki; “ ben sadece ellerim kaşınınca çalarım.” Hayatta unutmayacağım bir ders oldu bu. Bende ellerim kaşınınca yazmaya başladım, öyle belli bir saate ya da disiplinde yazmıyorum, ya da kendimi zorlamıyorum yazmak için. Eğer canim istemiyorsa, yazmama imkân yok. Yıllar sonra ancak böyle bir şansa sahip oldum tabii, ilk yıllarda gazeteci iken bazen hiç canim çekmediğinde de yazdım tabii. Ama simdi, yıllar sonra, daha özgürüm, yazar haklarından kazandığım para ile yaşıyorum, ve su anda gerçekten sadece ellerim kaşındığında yazıyorum. Kaşınmazsa, yazmıyorum!

(…)

Açık Radyo söyleşisinden alınmıştır..

Powered by WordPress | Theme: Aeros 2.0 by TheBuckmaker.com