Eki
20
2006
0

Stephen Pamuk ve/ya da Orhan King

“Stephen Pamuk ve/ya da Orhan King”

Yanlış bir dille doğru bir cümle kurulmaz. Romansa (ne yazık ki)
cümlelerden oluşur. Ferit Edgü Yeni Ders Notları, § 162

‘Populer’ olan, dolayısıyla ‘çok satan’ kitapları, ilkece, okumam — isterseniz ‘elitizm’ deyin; ama, ilkin şu ‘best-seller’ deyimi itici benim için: Düz anlamıyla, “en iyi-satar” diye çevirirsek, bu iki nitelemenin yanyana bulunmasının, tarih boyunca —yalnızca edebiyat alanında da değil— nasıl bir yanlış içerdiğini, nasıl yanıltıcı olduğunu bildiğim için. Önyargı da olsa, şöyle düşünüyorum: Kendi gününde yaygın beğeni bulan —moda olan, ‘populer’ olan— bir metin, ilkece, kötüdür; ve, ters yanından, iyi olan —önemli olan, yolaçıcı olan— hiçbir metin, kendi gününde yaygın beğeni bulmaz, bulamaz. Ama, yanlış anlamaya engel olmak için şunu da belirteyim ki, bu düşünceden, kendi gününde yaygın beğeni bulamamış her metin, ilkece, iyidir, önemlidir, sonucu çıkmaz. Tarihten bir örnek verip, asıl konuma geçeyim: Immanuel Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi, XVIII. Yüzyıl Aydınlanma’sının, giderek de bütün Yeni Çağ’ın en önemli felsefe kitabı sayılır: Bugün, dünyanın herhangi bir üniversitesinde (muhtemelen Tahran ve Yeni Delhi ya da Pekin ve Singapur üniversiteleri dahil…) bu metni tek başına konu edinen bir semineri olmayan bir felsefe eğitimi, düşünülemezdir — kaç dilde, kaç yılda bir, kaç baskı yapıp sattığını ben hesaplayamıyorum; varın siz ‘tasavvur’ edin…
Kant kitabını 1781’de yayımlar — ama, yukarıda söylediklerim yüzünden, sakın sanmayın ki bütün Alman ‘Aydınlanmacı’ları kitabevlerinin önünde kuyruğa girmiş, kitabı bekliyorlardır: Yayımcının (yanılmıyorsam) 750 adet basmağa değer bulduğu kitap, 5 yıl içinde (gene, yanılmıyorsam) 200 dolayında alıcı bulur — Kant, bazı değişiklikler yapmak için ikinci baskı yapılmasını isteyince de, Hartknoch, “Valla’ senin kitap satmıyor hemşeri — ancak masraflara katılırsan ikinci baskı yapabilirim” der. Kant bunu kabullenir, 1787’de ikinci baskı yapılır. Bundan sonraki yıllarda, anlaşılan, satışlarda biraz ‘kıpırdanma’ olur ki, Kant’ın ölümüne (1804) dek, kitap üç baskı daha yapar; ama sonra, uykuya dalar: çünkü Kant, üzerinde oluşmuş ‘Cumhuriyetçilik’ ve ‘Dinsizlik’ suçlamalarından dolayı, ‘sakıncalı’ ve ‘yasak’ hâle gelmiştir — örneğin Hegel, öğrenciliğinde (1790’larda), Kant’ı ‘tezgah altında’ bularak, gizli gizli okur…

XIX. Yüzyıl’ın ikinci yarısına gelindiğindeyse işler birden tersine döner — Almanya’da neredeyse bütün felsefe çevreleri Kant’çı kesilir: Saf Aklın Eleştirisi’nin, Schmidt’in 1926’da basılan ‘definitif edisyon’una gelene dek, bir yüzyıla yakın bir süre içinde tam 9 ayrı edisyonu yayımlanır; Schmidt’in edisyonu ise, 1930’a dek, dört yıl içinde 14 baskı yapar — bugün kaçıncı baskısı satılmakta, bilmiyorum…

Bütün bu öyküyü şunu söylemek için anlattım: Kant’ın gününde birtakım ‘best-seller’ felsefe yazarları varmış: Moses Mendelssohn (galiba müzisyen Felix’in büyükbabası), Christian Garve, Sulzer (ilk adını hatırlamıyorum) — bunlar, Kant bir taşra üniversitesi profesörü ve ‘az satar’ bir yazarken, günlerinin ‘gözde’, ‘çok satan’ yazarlarıymış — boyuna ‘-mış’ diyorum; çünkü ben, adlarını, onlara Kant’ın biyografilerinde ve mektuplarında rastladığımdan dolayı biliyorum; profesyonel felsefeci olarak, kitaplarının hiçbirini, okumak bir yana, görmedim bile, çünkü, artık, muhtemelen hiç basılmıyorlar (— emin olmak için bir kaynağa baktım: yalnızca Mendelssohn’un 1929’da yeniden basıldığıyla ilgili bir kayıt buldum; öteki ikisinin adları bile geçmiyor, kaynakta…). Şimdi Stephen King’e geliyorum: Adını çok duyduğum halde (için…) hiç okumamıştım. 1981’de, Stanley Kubrick’in Shining’ini seyrettim ve çarpıldım. Filmin senaryosunun Stephen King’in romanından uyarlandığını öğrenince, önyargımı askıya alıp, kitabı aradım — en yakın süpermarket’te de buldum…
O akşam, tuğla gibi romanı, kendimi zorlayarak okurken, ender düşkırıklıklarımdan birini yaşadım: O enfes film, bu berbat metnin üzerine kurulmuştu — dili özensiz, kurgusu eğreti, mantığı çarpık bir romandan, Kubrick —metinde tutarsız ve bulanık olarak duran— bir düşünceyi almış, sımsıkı mantıklı, derin anlamlı bir film yapmıştı. O zaman, edebiyat yapıtlarının sinemaya uyarlanması konusu kafamı kurcalamıştı; bu konuda da bir yazı yazmıştım. Epey zaman sonra (çıktığı yıl?…), Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ını okudum — zorla; çünkü, önyargımı yeniden yürürlüğe soktuğum halde, değerlendirmelerine önem verdiğim bazı dostlarım, “Bunu mutlaka okumalısın” diye üstüme vardılar; ben de, ‘metazori’, okudum. Tıpkı Stephen King okurken başıma gelenler geldi başıma, bu okuma sırasında; ayrıca, yukarıda Stephen King için kullandığım nitelemeleri haklı çıkaracak özelliklere ek olarak, ‘savrukluk’ diye niteleyebileceğim bozukluklar da vardı metinde — o zaman, şöyle düşündüm:- Niye olmasın — edebiyat da pekâlâ bir hafif tüketim malı; yaygın beğenilerin hoşuna gidecek, belirli duyarlılıkları gıcıklayacak, yüzeysel bir haz sağlayacak; pek fazla birşey beklenmeden, öylesine, bir kez ilgiyle okunup (tüketilip), bir kenara atılacak bir meta olabilir — zaten oluyor… Eh işte, nasıl Amerikalıların süpermarketlerde satılan Stephen King’leri varsa, bizim de süpermarketlerimiz ve Orhan Pamuk’larımız olabilir — zaten, var…

Ama, Stephen King ile Orhan Pamuk arasındaki benzerliği; ve, ‘çok satar’ edebiyat ürünlerinin de kendi yerleri olabileceğini, düşünerek, bütün bu işi zararsız bulurken; en azından, kaçınılmaz bir ‘kapitalist piyasa’ gelişmesi sayarken, birşeye dikkat etmek gerekir:- Stephen King, ortaya çıkarak, diyelim, Newsweek’e bir demeç verip, “Amerikan edebiyatında bir Hermann Melville, bir de William Faulkner var; onları birleştiren bir doğru çizip ilerletirseniz, üçüncü nokta olarak beni bulursunuz” demeğe kalkışsaydı, onu ensesinden tutup Manhattan köprüsüne çıkararak aşağı atacak epey edebiyat eleştirmeni ve uzmanı bulurdu, sanırım. — Bunun böyle olacağını gayet iyi bildiği için de böyle birşey söylemeğe kalkışmazdı, herhalde…

Orhan Pamuk’la ilgili olarak ise bizim edebiyat adamlarımızdan yalnızca Tahsin Yücel, ortaya çıkıp, açık ve yalın bir soru sorarak eleştiride bulundu: “Yazdığı dili kötü kullanan bir yazar iyi bir yazar olabilir mi?…” Kara Kitap’la ilgili bütün eleştirilerinde haklı —hatta, hoşgörülü bile— bulduğum Yücel, ayrıca, ‘içkin’ olarak da olsa, ‘çok satma’ ile ‘has ürün’ olma arasındaki ilişki —ya da ilişkisizlik— üzerinde düşünmeyi gerektirecek noktalar da koydu ortaya — kim ne düşünüp anladı, bilmem… Şimdi, koşutluğu sürdürerek, şöyle düşünsek: Orhan Pamuk ortaya çıkarak, diyelim, Aktüel’e bir demeç verip, —bir kez, lafı dolandırmadan, açıkça— “Türk edebiyatında bir Ahmet Hamdi Tanpınar, bir de Oğuz Atay var; onları birleştiren bir doğru çizip ilerletirseniz, üçüncü nokta olarak beni bulursunuz” deseydi, acaba kim ne yapardı —yayaların Boğaziçi köprülerine çıkmalarına izin verilmiyor ki…

Not: Bu yazı, Orhan Pamuk’un, adını vermediği bazı (—bir…?) Türk edebiyatı yazar(lar)ıyla ilgili olarak, “elli yaş ile yetmiş yaş arasında, doğuştan hayatı kaymış, yarı başarılı, yarı şaşkın, vasat, erkek ve kel” deyimlemesini kullandığını öğrenmem üzerine yazılmıştır; yoksa, böyle bir yazıyı, ilkece, yazmazdım…

Oruç Aruoba / 2001

Eki
13
2006
1

Buyrun

Buyrun buradan yakın; Orhan Pamuk 2006 nobel Edebiyat ödülünü aldı. 1,4 Milyon dolara sahip oldu. Üzerinde “DÜNYA Güzeli” yazan bir kuşağa sahip oldu. Podyumlardaki prestiji arttı.

Eki
11
2006
0

Karga 10. Yıl

26 Ekim 2006 Perşembe – 12 Kasım 2006 Pazar   12:30-20:00

KARGA 10.YIL
Sergi / DJ PROGRAM

*Pazar hariç hergün saat 12:30 – 20:00 saatleri arasında gezilebilir.
*Açılış kokteyli, “Karga 10. Yıl Gecesi” ile ortaklaşa 26 Ekim Perşembe saat 19:00’da gerçekleşecektir.

Karga 10.Yıl Gecesi, 26 Ekim Perşembe 21:00 – 02:00 saatleri arasında gerçekleşecektir.DJ Bahadır.

Kadıköy gece hayatının önemli alternatif müzik ve yaşam merkezlerinden Karga Bar, 2006 senesi ile birlikte onuncu yılını dolduracak. 26 Ekim gecesi, iyi veya kötü birçok olayı barındıran on senesini tamamlayacak olan Karga, yeni bir “on yıl”a ayak basacak. Varlığını sürdürdüğü zaman boyunca müzikal tavrından vazgeçmeyen Karga, bu tavrı hem özel geceleri hem de destek olduğu kardeş kurumu KargART ile yaşam alanına yansıttı. “Karga Bar 10. Yıl” gecesi hem müzikal olarak Karga Bar’ın geçmişine toplu halde bakılacak hem de ister “müdavim” ister” “çalışan” olarak yaşamının bir bölümünü bu çatı altında geçiren herkes Karga’da buluşacak. Kardeş kurum KargART’da aynı gece gerçekleştirilecek olan sergi ise Karga’nın kendine baktığı bir ayna olacak. Bu nedenle, şimdiden Karga Bar’ı tanıyan, bilen ve burada nefes almış herkes davetli…
26 Ekim Perşembe gecesi 10.Yıl…

Written by in: Duyurular, Tartışmalar | Etiketler:
Eki
08
2006
0

Papaza Kızıp Oruç Bozmak

Papaza Kızıp Oruç Bozmak(1)
ya da
“Çiftçiye Öğütler”

Başlarken, neden “Şiiri Özlüyorum” matbuatı, onun çıkar(ı)cısı ya da edebiyat ortamında dönen dolaplar, söylediklerimi ve edebiyat camiası hakkındaki negatif düşüncelerimi haklı çıkarmak için bir referansa dönüşüyor sürekli? Ben, birkaç kere de yanılmak isterim… İnsan, yanılmak ister çünkü yanılgılar ardında uyanış, silkinme ve ayılma barındırır. Bana bu zevki neden tattıramıyorlar? Üzülüyorum. Gene papaza kızıp oruç bozacağız, başka bir şey değil; vakit öldürmek bu… (2)

1. Kerhen

Çiftçi, “Şiiri Özlüyorum” matbuatının 18. sayısının 43. sayfasında Serkan Işın ve Poetik Hars için çeşitli göndermeler ve açıklamalar yapmış. Yazının içeriğinden önce sayfa düzenine bakalım:

Sayfanın sol üst köşesinde Çiftçi Bey’in bir portre fotoğrafı var, fotoğrafın üstünde “Şiir Gözü”(3) yazıyor. Fotoğrafın sağında da “Editörden…” yazıyor ve bu sayfa matbuatın 43. sayfası olarak yer alıyor. Şimdi, benim bildiğim, “Editörden…” yazıları derginin başında olur. Çünkü editör derginin içeriğini tanıtır; bu sayıyla birlikte ne yapmak istediğini, bu amaca nasıl ulaşmaya çalıştığını anlatır ve okuyucuya perdeyi açar. Ama Çiftçi, tersini yapıyor. “Editörden…” yazısının derginin 43. sayfasında olmasının iki sebebi olabilir;

a. “Ağalık” ya da “Astsolistlik” taslamak istiyordur.
b. Konvansiyonel Şiiri kendince savunarak “Görsel Şiir Atılımı” üzerinden prim yapmak istiyordur. Tabii bu da bir “Editörden…” yazısı değildir. 43. sayfada yer alan “ayrık” bir şeydir.
c. Derginin içeriğinden bahsedemeyecektir. Çünkü içerik tıkıştırma, toplama, zorlama ve “sayfa doldurma” mantığıyla -fason işlerle- oluşturulmuştur.(4)

Bu bir.

2. Kerhen

Çiftçi, yazısında “Şiiri Özlüyorum” adlı matbuatın amaçsız olmadığını söylemiş ve amaçlarını

a. Şiir gündeminde tartışmalar açmak
b. Ardı ardına dosyalar düzenleyerek gündem oluşturmak

şeklinde tanımlamış. Bu çabanın yersizliği ortadadır. Çünkü şiir kendisi hakkında söylenen her şeyi yıkma eğilimindedir. Şair de gündelikten kaçar. Şair gündemin, gündeliğin içinde yapamadığı, bu geyiklere inanmadığı için şairdir. Ayrıca, derginin oluşturduğu dosyalar da, tavırlar da, yayımladığı şiirler de, değiniler de yapısal ve duygusal olarak çelişkilidir. Hem de fasondur. Sözgelimi, “Şiiri Özlüyorum”un bir sayısında Hilmi Yavuz konu edilirken, bir başka sayıda Ece Ayhan çıkıp gelebilir karşımıza… Bu gibi çelişik durumları gördükten sonra kimin neye paravan olduğunu düşünelim; “Polemik, retorik arsızlığı, köylü kurnazlığı, pusuculuk, itibar kazanmaya çalışmak…” Başka da bir şey değil. Ben bu numaraları yemem. Her şey ortadadır.

Bu iki.

3. Kerhen

Çiftçi, yazısında benim için “Kendine yazık ediyor, içtenliğin sıkı kumaşıyla konuşamıyor, kendine özgü dinamizmi sergileyemiyor” demiş. Sanırım, külyutmaz karakterimiz, edebiyat kâhyalarına ve edebiyat kâhyası adaylarına karşı tavrımız Nevşehir’e kadar uzanmış. Beğenmiyor ise paketlesin geri göndersin tavrımızı; ben kendimle, İstanbul’umla, içtenliğimle, yaptıklarımla ve yaptıklarımın dozajıyla idare ediyorum. Çiftçilik hizmetine de ihtiyacım yok. Hayatım boyunca da başkalarının üzerinden prim elde etmeye çalışmadım. Çalışmam da. Tekrar ediyorum, her şey ortadadır.

Bu üç.

4. Kerhen

Çiftçi, yazısını Cemal Süreya’nın şiiriyle noktalamış. Şiirde kurt ve köpek karşıtlığı var. Alttan alttan bize köpek, kendisine de kurt benzetmesini yakıştırmaya çalışıyor. Ben ise tarafları “Yumurta ve Taş”a benzetiyorum. Yumurta kendini taşa atsa(gidip kendini taşa vursa) veya taş gidip yumurtaya vursa, sonuçta kırılan gene yumurta olacaktır. Şimdi, buradan, kendisini “Şiir Gözü” olarak ifade eden Çiftçi’ye şu atasözünü de armağan ediyorum:

“Bakmakla usta olunsa kediler kasap olurdu.”

Bu dört.

5. Kerhen

Eğer birileri, sizin masanıza gelip, şapkasını çıkarıp, masaya koyuyorsa bilin ki bu “Sen bunları benim külahıma anlat!” demenin Arapçasıdır. Bu da beş.

Hamiş: “Yallah!”

——————————-

(1) Papaza kızıp “beş kere” oruç bozmak

(2) Burada oturup birilerini savunmak amacında değilim. Çiftçi Bey’in çattığı merci (Serkan Işın) zaten kendini hakkıyla savunabilecek kadar zeki, güçlü ve donanımlı birisidir. Konunun kavramsal ve kuramsal boyutlarını çelişkisiz, güçlü bir temellendirmeyle açıklayabilecek kadar bilgilidir. O da kendi orucunu kendince bozacak… Bundan eminim.

(3) Çiftçi, “Şiir Gözü” başlığını kullanarak benim daha önce bahsettiğim “pusuculuk” mantığını da teyit etmiş oluyor. “Şiir Gözü” başlığı bence “pusuculuk” ihtiva ediyor.

(4) Ki Çiftçi, “Editörden…” yazısında derginin içeriğinden bahsetmiyor bile… Ki Murat Üstübal bu durumu “Panorama” benzetmesiyle çok güzel açıklamıştı. “Şiiri Özlüyorum” matbuatı turistiktir, panoromik bir gezinti gibidir. Başka da bir şey değildir.

Eki
08
2006
0
Eki
01
2006
0

Çelişki

(…) Kendisini tam bir “İslâmcı şair” saymadığım Hilmi Yavuz’un şiirinde bu olgu çok açık biçimde görülebilmektedir. Hilmi Yavuz’de uhrevî öğelerle dünyevî öğeler içiçe geçmiştir. Hilmi Yavuz şiiri “Tevhid”le “sağaltılmayı” ve diriltilmeyi” isterken, Hilmi Yavuz Nev-izade’de eşiyle dostuyla rakı içebilir. Hilmi Yavuz bir kitabında “Narsis, “ Sexualis”, “Psychoathia” diye konuşuyorsa bir başka kitabında “dîl-i mecruh” ve “ser-i kûyûunda”,”ketebe el fakiyr” diye konuşmakta tuhaflık görmez. Her şey iç içe girmiştir. Belki de tevhid’in bir öngereğidir bu. Hilmi Yavuz, söylemek gerekir : İmam Gazzali ile İbn-Rüşt’ü vb. kendisinde birleştirmiştir , yani tasavvufu ve felsefeyi. Tam da bu yüzden “sadakor”, “jorjet”, “zehebî”, “hurufî”, “depresif”, “manik”, “ garanik” , “”tevellâ”, “teberrâ” türünden sözcükler şiirin yüzeyini kaplayabilir. Yavuz, bir sufî olduğunu beyan etmesine rağmen “ben ölürsem yapayalnız kalacak olan Allah’a” diye bir dize yazmaktan bile kaçınmaz. Burada söylediklerim bütün bir Hilmi Yavuz şiirinin eleştirisini öngörmüyor elbette. Ben sadece, bir tuhaflığa dikkati çekmek istiyorum. Hilmi Yavuz’un postmodernist, hatta monden bir İslamcı olduğuna işaret ediyorum. 

Aslında ben “İslâmcı Şiir” nitelemesinin henüz tartışmalı olduğunu düşünüyorum. Çünkü, Türkiye’deki tartışma ortamına baktığımızda ilkeleri kesinlikle saptanabilecek bir İslam tanımına rastlayamıyoruz. Dahası, çeşitli kişisel şiirseller arasında, daha önce söz ettiğim “geçişkenlik” ve “akışkanlık” olgularını yeterince göz önüne almıyoruz. İslamla flört ettikleri gözlenebilen şairlerin tümüyle modernizmin içinden konuştuğu, modernizmin entelektüel ufku içinde düşündüğü söylenebilir. Modern şiirle çelişyor ya da çekişiyor göründükleri noktalarda bile.( Arif Ay, İhsan Deniz vb. şairleri düşünüyorum). Benim İslâmcı bir şair olarak kabul edebileceğim tek kişi olan Sezai Karakoç bile, en azından düzyazılarının büyük bölümünde modernizmden kopabilmiş değildir. Ama Karakoç’un şiiri, bugünkü gövdesiyle ; izlekleri, yapısı (mesnevi düzeni), dilsel özellikleri açısından İslâmcı bir doğrultuda yer alabilir. Burada, gömlek değiştirir gibi dünya görüşü değiştiren İsmet Özel’i hiç anmıyorum. İsmet Özel, ancak psikopatolojik çerçevede ele alınabilir. Türk Şiiri’nin İsmet Özel diye bir sorunu yoktur. 

(…)

Ahmet Oktay

(Bir söyleşisinden…)

Eyl
28
2006
0

kapaklar yaptı dünyaya bir kendinin açtığı

Dün dünyada tüm şairler toplandı, yarısı ayıktı yarısı sarhoş, tek şair de zom.
Gün boyunca tartıştılar Adorno’nun lafını, yorulduklarında kavgaya döktüler işi ve sabaha doğru hepsi omuzlarında hırkaları suskunlarken ve sızaki konumlarında seyrederlerken mavi güneşin doğumunu tek şair açtı sözünün tekini, en yakınındaki şişeyi gözeterek hafifçe dikildi yattığı topraktan,şarapla arasında bir dünya şair vardı bir de koskocaman boşluk; karanlığına dönmek için acele eden yarasalardan birini süzdü yavaşça aralanan diğer gözkapağının arkasındaki camdan böylece, yüzü koyun uyumanın erdemini düşünerek. Doğruldu sonrasında, gölgelerine katlanarak hizmet eden harf tüccarları arasında ilerledi, dünyayı, boşluğu herkesin ve her şeyin ertesinde de şişeyi katetti şairlerin arasında gecikmiş ayraçlardan birine bindi nihayet ve okunmamış bir kitapcasına yer edindi kendine ait uykuda ağır aksak; tüm diğer şairler izlerlerken tepelerinde karanlığın içinden çıkarak gelen ışıkları; o kapaklar yaptı dünyaya bir kendinin açtığı.

 
Leon Felipe

Siirpostası’ndan…

Eyl
22
2006
0

Kendini ne zannediyorsun?

Eşek sidiğinde saman
sinek konmuş:
işte gemi, işte deniz
ben de kaptan..

 
Mevlana

Eyl
21
2006
0

içiniz…

İçiniz.

İçiniz ve içiniz.

Bunca içmeye hala yoldaysanız treni durdurulmuş rayın öfkesi gibi parlakken, solunuz.

Çünkü kısmeti açık komşu kızını burada bulamazsınız.
Eyl
21
2006
0

bu çukur odaya karanlık…

(…)

Şimdi, güneş kaybolduğundan bu çukur odaya karanlık, batan bir geminin ambarlarına su nasıl dolarsa, öyle her taraftan taşkın bir halde giriyor; koyulaşıp ağırlaşıyordu.(…)

Refik Halid Karay

“Yatık Emine” adlı öyküsünden

Eyl
21
2006
0

Patricia Barber’ın yeni şiiri…

Caz şairi Patricia Barber yeni albümünü tamamlamış bulunmaktadır.

İlgili bağlantı: https://www.patriciabarber.com/discs/mythologies.htm

Written by in: Duyurular, Tartışmalar | Etiketler:
Eyl
16
2006
0

Üsküdar’daki Şarap Partisi


AKP’li Üsküdar Belediyesi’nin sahilde, parkta, koruda içki içenlere 132 YTL para cezası kesmesi… Ceza kestiği yurttaşların kimliğini de internet sitesinde teşhir etmesi üzerine Cumhuriyet yazarı Deniz Som dün sütununda dedi ki:
“Şeriat işte böyle usul usul geliyor. Fakat bendeniz bir yurttaş olarak, ülkemi ortaçağ karanlığına sürüklemek isteyenlere artık başkaldırıyorum ve yedi kuşak bir Üsküdarlı olarak meydan okuyorum! Eşimle birlikte, elimde bir şişe şarap ve birkaç plastik bardak olduğu halde 19 Kasım Pazar günü saat 14.00 ile 15.00 arasında Salacak sahil yolunda Kız Kulesi’nin tam karşısındaki büfenin yanında ‘Sahilde içki içmek yasaktır’ yazan tabelanın önünde kadeh kaldıracağım. Eğer zabıta ve polis beni oradan kaldırmaya kalkışırsa direneceğim…
Direnirken de Atatürk’ün Bursa Söylevi’ni okuyacağım:
“Türk genci, devrimlerin ve rejimin sahibi ve bekçisidir. Bunun gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Rejimi ve devrimleri benimsemiştir. Bunları zayıf düşürecek en küçük veya en büyük bir kıpırtı ve bir hareket duydu mu, ‘bu memleketin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adliyesi vardır’ demeyecektir. Hemen müdahale edecektir…”
Deniz’le dün konuştuk.. Pek çok okurun da o saatte Salacak’ta olacağını söyledi. Keyifli bir şarap partisi olacak…

Eyl
15
2006
0

İntikal

(…)Bir haftadır yürüyorlar. Bozkırda, tuz ışıltıları arasında, güneşin ve rüzgârın yaktığı, kuruttuğu yüzlerini bezlerle sararak, günden güne ağırlaşan bedenlerini taşıyan ve artık çizmelere, işlenmiş derilere, kaba çarıklara sığmayan ayaklarını sürüyerek, yıldıran ya da yüreklendiren anılara, hayallere, sıla özlemine bazen sığınarak, bazen de onlardan kaçarak, sabırla, inatla, hayvanlar gibi sessizlik içinde yürüyorlardı.(…)

 

Hüsnü Arkan

Uzun bir yolculuğun bittiği yer, YKY, 2005, s.44

Eyl
13
2006
0

Hâlâ…

Hâlâ aynı durumdayız: Korkudan ölerek, soğuktan donarak kelimeler arıyoruz.

Eduardo Galeano
Zamanın Ağızları 

Eyl
11
2006
0

Özlem

Özlediğin, gidip göremediğindir;
ama, gidip görmek istediğin…
Özlem, gidip görememendir; ama gidip görmek istemen…

Özlem gidip görmek istemen –
Ama, gidememen, görememen;
gene de, istemen… 

Oruç Aruoba
Uzak, Metis Yayınları, s. 39

Eyl
11
2006
0

Her şeyi…

(…)

Her şeyi aklına getir

(…)

Arif Damar

Eyl
04
2006
0

Henri

(…) Sonra bir de, lağımlarda çalışan Henri vardı. Uzun boylu, kıvırcık saçlı, üzgün yüzlü, lağımcı çizmeleriyle biraz romantik görünüşlü biriydi. Özelliği, iş gereği hariç, günlerce hiç ama hiç konuşmadan durmasıydı. Daha bir yıl önce iyi bir yerde şoförmüş, bir kenara para ayırabiliyormuş. Günün birinde bir kıza aşık olmuş; kız bunu istemeyince, sinirlenip kıza vurmuş. Kız dayağı yedikten sonra adama körkütük sevdalanmış. İki hafta birlikte yaşamışlar ve Henri’nin biriktirdiği paranın bin frankını yemişler. Sonra, kız adamı aldatmış, o da kızı kolundan bıçaklamış; altı ay ceza yemiş. Kız bıçağı yer yemez Henri’yi eskisinden çok sevmeye başlamış. Barışmışlar. Henri hapisten çıkınca bir taksi almaya, evlenip oturmaya karar vermişler. Fakat on beş gün sonra kız yine adamı aldatmış. Adam hapisten çıktığında kız gebeymiş. Bu sefer bıçaklamamış. Bütün parasını çekip bir içki âlemine gitmiş. İçki âlemi bir aylık bir hapis cezasıyla sonuçlanmış. Lağımcılığa işte ondan sonra başlamış. Hiçbir şey Henri’yi konuşturamazdı. Neden lağım işinde çalıştığı sorulunca hiç yanıt vermez, yumruklarını yan yana getirip kelepçe işareti yapar, başını sertçe güneye yani hapishanenin bulunduğu yöne çevirirdi. Sanki kötü talihi adamı bir günde deli etmişti. (…)

George Orwell

“Paris ve Londra’da Beş Parasız”, İthaki Yayınları, 2004, s. 23

Ağu
31
2006
0

“Zaman durdu,” diye düşündü.

Elle tutulup gözle görülen evren birden durdu.

Tüfekler Hladik’e doğru çevrilmişti, ama onu vuracak olan askerler hiç kıpırdamadan oldukları yerde duruyorlardı. Çavuş, koluyla yarım kalmış bir hareketi sonsuzlaştırdı. Avlunun zeminindeki parke taşlarından birinin üzerine bir arının kıpırtısız gölgesi vurdu. Rüzgâr kesildi, bir resmin içinde gibiydiler. Hladik bir çığlık atmak, bir söz söylemek, elini kıpırdatmak istedi. Yapamadı; inme inmişti sanki. Bu kesintiye uğramış dünyadan ona tek bir ses bile ulaşmıyordu… “Öldüm, cehennemdeyim,” diye düşündü. “Delirdim,” diye düşündü. “Zaman durdu,” diye düşündü. Sonra, böyle olsa, zihninin de durmuş olacağı geldi aklına.

Jorge Luis Borges

Yolları Çatallayan Bahçe, Çev: Fatih Özgüven, Can Yayınları, 1985, s.14

Ağu
18
2006
1

Hişt, bizden bahsediyorlar!

Serkan Işın 18 Ağustos 2006 tarihinde Poetik Hars’ta şöyle dedi ve bayrağı dikti;

“Şiiri Özlüyorum” dergisi 17. sayısında iki sayıdır devam ettirdiği “şair ne biliyor?” dosyasının kenarına köşesine bir yerine (tam da altay öktem’in yazısının bulunduğu sayfaya) “yorumu okura bırakılmak üzere” (sanki diğer şiirler başka türlü değerlendiriliyor, hepsi okurun yorumuna bırakılıyor zaten) poetikhars’tan (fuat çiftçi bir 17 yıl daha tashih ilmi ile iştigal ederse sanıyorum poetikhars’dan değil poetikhars’tan yazılacağını öğrenecektir) iki adet iş yerleştirmiş, bizden izin almadan. Kanımca yapılacak en ayıp işlerden birini yaparak, siktiriboktan dergi kontenjanını doldurmaya da hak kazanmış. Şimdi biz bu olay üzerine biraz yoğunlaşalım, anlamaya çalışalım.

Biz bu işlere “görsel şiir” diyoruz ve çok şükür daha “okurun yorum yapabileceği” seviyede olmadığını bildiğimiz için de çok mutlu ve gururluyuz. Daha “görsel şiir olur mu?” sorusunu sormakla meşgul bir sürü şairin, eleştirmenin ve derginin karşısında 3 yıldır bu siteyi ve mevsimlik olarak de dergiyi ayakta tutmaya çalışıyoruz. Dergiye kıytırıktan ebatlarda alınan iki işin bir tanesinin benim “Aşk ve 22 Cüceler” ve diğerinin de Barış Çetinkol’un “ulaşmak için”i olduğunu da not edelim. Bir kere bunlar “çalışma” değil. Çalışma “amelelerin” yapacağı birşeydir, hani vardır ya “şiir ameleleri”, “fikir işçisi”. İşte bu zevat çalışma yapar, biz bunlara açıkça “iş” diyoruz. Neden öyle dendiğini de ben oldukça açık bir dille açıklamaya çalıştım, merak eden gider şuradan bakar. O zaman şu denebilir; kendi diline uydurmak gibi bir lüksü kimsenin yoktur. Bunlar “görsel şiir”dir ve kimsenin onlara “deney, çalışma” falan demeye çapı yetmez ve hakkı da yoktur. Bu böyle biline. Ayrıca bana da ıspatlayamazsınız.

Üç yıldır uğraşa uğraşa en azından bazılarınızın diline “sözlü kültür, deneysel, somut” gibi kelimeleri yerleştirme talihsizliğimiz oldu. Sonuçta bu kelimeleri, kavramları icat etmiş değilim, sadece işe yaradıklarını gördüm ve bir bağlama oturuyorlardı. Kitaplarda herşey gibi bunlar da yazıyor. Konumuza dönersek, kitap okumamak ve bilgiyi (epistemolojik anlamda) deneyimin bir gradyanı olarak almak bugünün icadı değil. Etrafta böyle takılmak isteyen çok şair var. Kusura bakmayın ama bu site ve bu dergi sizin suratınıza tükürmeyi bir görev biliyor. Nasipleniniz.

Bir başka konu da şu. Şiir, çeşitli numaralar ve göz boyamalarla sanki birilerinin tahakkümü altındaymış gibi de görünüyor. Kendi adıma ben birilerinin Şiir demeyi sevdiği şeyden bolca yazdım. O alanda da uzviyetimle yarıştırabileceğim kendi kuşağımdan çok fazla insan yok ne yazık ki, bu yüzden de oldukça rahatım. Çoğu süprüntü, birbirine bakmaktan aptallaşmış, yatıp kalkıp aynı muhabbetleri yapanların çiziktirdikleri birkaç dizeye de şiir muamelesi, şairlerine de Şair muamelesi yapacak halim yok.

Türkiye’de Merkez Şiiri denebilecek şey ölmüştür. Bunun birçok sebebi var, araştırır bulursunuz. Eğer merkeze oynayacak bir şiir yazacaksınız işin içine asgari ücret alan birinin hissiyatını, geneli kucaklayan ve jiletleyen birinin varoluşunu falan katmanız gerekiyor. “Violent Femmes” falan olmanız gerekiyor, “Bob Dylan” olmanız gerekiyor. Bob Dylan Victorias Secret defilesinde görünebilir de sizi Zeki Triko’nun çekimlerine kim davet eder merak da etmiyor değilim. Yani kötülük ile asgari şartlarda bir mukavele imzalamanız gerekiyor. Eve duşakabin alıp, içine tabure koyuyorsanız o başka elbet..

Son iki yıldır, kendi adıma bu sitede olan bitenin izlenmediğini düşünüyordum. Ama görüyorum ki izleyip aklında kalanlarla eleştiri yapmaya çalışan üç beş çapulcu dışında iyi şeylerin olmasını da sağlamışız. Gerçi koskoca Hece dergisi’nde Hayriye Ünal bizi Tarık Günersel ve genç arkadaşları olarak tanıtmaya gayret ederken, adı Şiiri Özlüyorum olan bir derginin bizden izin almadan, görsel şiirlerimizi basması yadırganacak birşey değildir. Akıllı olmanız gerekiyor, zira çoğunuzdan çok daha fazla yetenekli ve inatçı olduğumu biliyorum ben.

Hadi yeteneği ve inatçılığı bir kenara atalım (onlar Allah vergisi) da iyi niyet ve hakkaniyete ne oldu? İmge, düşünce falan diye sayıklayıp 1970’lerin dergilerinden getirdiğiniz o boktan çevirilerinin 80 kuşağındaki abilerinize, ablalarınıza neler ettiğini görmek için IQ gerekmiyor. Ben 80 kuşağına dahil değilim, 90 kuşağı da değilim. Bu dergi de kendisine öyle bir kök aramak zorunda, bağlantı, referans aramak durumunda da değil.

Velhasıl, Zinhar’ın eylemine katılan herkesten ayık olmalarını rica etmekten başka çarem yok, zira ortalama zeka tarafından dedikodumuz yapılıyor..

Serkan Işın

Ağu
16
2006
0

elliüçe dört çay!

-güvercinin kanatları devren satılık çaycı

asma katına çıktım ürpermelerin
ellerimde yapışkan cilvesi kısrağın
kanatlarından yakalamış güvercinin

-her gölge beni gölgeliyor çaycı

asma katta bir adam var bilesin
“savaş kadar acımasız yalan barışların
gölgesinde yakalanmış” diyesin

-şiirimde bir cehennem dolaşıyor çaycı

asma katlar ve sokaklar dardı gerçeğime
beyaz bir güvercindi çığlık kanadında tozu getirdi
yazma tozunu yuttum vardım cehenneme

-asma katlarda sonsuz üşüyorum çaycı

karanlıkta yakalandım ben bu gerçeğe
asma katına çıktım ürpermelerin
ellerimde yapışkan cilvesi kısrağın

elliüçe dört çay! çaycı


Ulaş Nikbay

Ağu
08
2006
0

Sakın Gelme!

Sakın gelme

Hazır değilim

Deliyim kaç gündür

Fikret Kızılok

Ağu
06
2006
0

Başkalarının derinlikleriyle oynama!

35. Dehanın ışığı, başka, doğru-düzgün bir insanınkinden daha çok değildir— ama deha, bu ışığı belli türden bir mercekle yakıcı bir noktada toplar.

36. Yaşamın üstünde beygir üstündeki kötü binici gibi oturuyorum. Hemen şimdi yere çalınmamamı da yalnızca atın iyi huyluluğuna borçluyorum.

37. İnsanlar, bugün, bilim adamlarının kendilerine bir şeyler öğretmek için; şairlerin, müzisyenlerin vb. ise hoşça vakit geçirtmek için varolduklarını sanıyorlar. Berikilerin kendilerine öğretecek bir şeyleri olduğu akıllarına hiç gelmiyor.

18. Başkasının derinlikleriyle oynama!

Ludwig Wittgenstein “Yan Değiniler”, Çev: Oruç Aruoba Altıkırkbeş Yayınları, 1999, s.31, s.21

Tem
17
2006
0

Varlıklar Ve Uğraşları Üzerine Pencere

Ütücünün derisi dümdüzdür.
Kırık şemsiye tamircisi uzun ve sivri kafalıdır.
Tavuk satıcısı tüyleri yolunmuş bir tavuğa benzer.
Engizisyoncunun gözleri şeytanca parlar.
Tefecinin göz kapakları arasında iki bozuk para durur.
Saatçinin bıyıkları saati gösterir.
Kapıcının elinde anahtar vardır, parmak yerine.
Gardiyanın yüzü hapishane kaçkını gibidir, psikiyatrınki deli.
Avcı izini sürdüğü hayvana dönüşür.
Zaman âşıkları ikiz kardeşe benzetir.
Köpek kendisini gezdiren adamı gezdirir.
İşkence işkencecinin düşlerine işkence eder.
Aynadaki mecazla karşılaşan şair kaçar.

Eduardo Galeano
Yürüyen Kelimeler, Çitlembik Yayınları, 2003, s.51

Powered by WordPress | Theme: Aeros 2.0 by TheBuckmaker.com