Ağılda bülbül beslemeye/yetiştirmeye çalışan, “Ağıl Ağızlı” lâkabıyla tanınmış Türk şairi kimdir?
Ağılda bülbül beslemeye/yetiştirmeye çalışan, “Ağıl Ağızlı” lâkabıyla tanınmış Türk şairi kimdir?
Dostumuz, Şair Doğan Ergül’ü kaybettik. Şiir içinde yatsın. (…) burada sabah akşam donmuş bir denizi taşlıyoruz taşladıkça taşıyor deniz çocuklar oyunda hile yapan arkadaşlarına ceza olarak bir parça bu denizden veriyorlar akasyalar ve barbunlar bir aradalar ortaçağ anlatıları satıyor uzun yol şoförleri mola yerlerinde… durup ay’a bakıyor kediler ve köpekler dolunay akşamları… mardinli bir gece istiyor aşıklar haftaiçleri ve haftasonları italyan rönesansı hakkında konuşuyorlar… mahalle bakkalı yaşlı adam boyuna bir ağacı yontuyor anlıyoruz ki aşk soyunan bir şehirdir
Doğan Ergül Aşkın ve Suların Öğleni, Babil Yayınları, 2005, s.84 |
Dün sahafları gezerken bir sahafta bazı kitaplar gördüm. İlgili sahaf Lale Müldür’ün kütüphanesindeki “işe yaramaz kitaplar”ı sattığını söyledi. Kitapları inceledim, kitapların içinde Hilmi Yavuz hazretlerinin Lale Müldür’e imzaladığı kitap da vardı. Belediye şairi Hilmi Yavuz beni pek ilgilendirmedi.Ancak, Lale Müldür’e imzalanan kitaplar arasında iki ilginç isim vardı: HAKAN ARSLANBENZER ve SERKAN OZAN ÖZAĞAÇ… Tarikatçı Arslanbenzer’in dergâh yayınlarından çıkmış “Şehidet’in Erken Günlerini Anarak” adlı kitabı Lale Müldür’e imzalıydı ve 2 Ytl’ye satılıyordu. İçinde bulunduğum durum beni güldürdü. Bu işten kâr çıkarılabileceğim ortadaydı ve kitabı satın aldım ve şu an gittigidiyor’da satışa sundum, şu adresten kitabı satın alabilirsiniz:
https://www.gittigidiyor.com/main/urun.php?id=5017378
Serkan Ozan Özağaç’ın Lale Müldür’e imzaladığı kitap ise tarikatçı arslanbenzer olayından çok daha ilginçti: ”Ağrılar Kitabı” adlı kitap Serkan Ozan Özağaç tarafından Lale Müldür’e imzalanmıştır. Lale Müldür zamanında Serkan Ozan Özağaç’a kitapta yer alan “Marie Sophie” bölümüyle ile ilgili bir “çalıntı” suçlamasında bulunmuştur. Bu olay C Yayınları’nın sahibi rahmetli Cenk Koyuncu ile Lale Müldür arasında bir tartışmaya neden olmuştur. Tartışma basına ve gazetelere yansımış ve Cenk Koyuncu, Lale Müldür için “Lale Devri kapanmıştır.” demiştir. Kitapta bazı yerler ve sayfalar Lale Müldür tarafından işaretlenmiştir. Kitap 1-50 numaralı satışdışı kopyanın 41 numaralı olanıdır. Bu kitabı da GittiGidiyor’da satışa sundum:
Bu riskli bir girişim ve kötü bitebilir, Ama gördük ki riskli olmayan girişimler bile kötü bitebiliyor. Cipriano kızına sessizce baktı, ardından bir parça kil alıp buna kabaca bir insan şekli verdi. Nereden başlayacağız, diye sordu. Her zamanki gibi en başından, hem biliyorsun, başlamak bitirmenin yarısıdır, dedi Marta.(…)Kafası karışık olanlara, Kendini bilmek gibi erdem olmaz, deriz, sanki insanın kendini bilmesi, dört işlem adıyla anılan aritmetik hareketlerinin en zor ve karmaşık, üstelik adı sanı bilinmeyen beşinci değilmiş gibi, çevresinde olan bitene kayıtsız kalanlara, İsteyen başarır, deriz, sanki dünyanın acı ve acımasız gerçekleri her gün bu sözün aksini kanıtlamıyormuş gibi ve kararsızlara, Başlamak bitirmenin yarısıdır, deriz, sanki başladığımız nokta gevşekçe sarılmış bir yün çilesinin apaçık önümüzde duran ucuymuş ve onu çekmeye başladıktan sonra çilenin sonuna rahatça ulaşacakmışız, üstelik bu arada hiç kördüğüme, eprimiş yünlere rastlamayacak, bir basmakalıp söz daha kullanacak olursak, sessiz sedasız çile dolduracakmışız gibi. Marta babasına, Başlamak bitirmenin yarısıdır dediğinde, sanki yapmaları gereken masa başına oturup uzunca bir dinlenmeden sonra aniden tüm hünerini ve çevikliğini geri kazanmış parmaklarıyla birbiri ardına biblolar yapmaktan ibaretmiş gibi konuşmuştu. Bunlar saf ve hazırlıksız insanların hülyalarıdır, başlangıç hiçbir zaman yün çilesinin ucu gibi açıkça meydanda değildir, bilakis, başlangıç dediğimiz uzun ve insana acı veren bir süreçtir, işin hangi yönde ilerlediğini görmek için ağır ağır ve titizce araştırmalar yapılır, değneğiyle yönünü bulmaya çalışan kör bir adam gibi yol alınır, başlangıç bitirmenin yarısı falan değil, salt başlangıçtır ve ondan önce ne olup bittiyse beş para etmez.
Jose Saramago, “Mağara”
İşbankası Kültür Yayınları, 2005, Çev: Sıla Okur, s.68-70
Yılmaz Cemgil’in Mersin’de çıkardığı Göğe Bakma Durağı adlı derginin 5. sayısı yayımlanmıştır.
Bas çalıyor
Şu sürekli vuruş
Gidiyor gidiyor gidiyor.
Sanki geçit resminde.
Bas çalıyor
Şu rahat salınış
Sallanıyor ruhumda
Keyfimce.
Kısa, hızlı çalışlar, susuşlar.
Hey, cancağızım, anacığım!
Duyuyor musun ne dediğimi?
Salınıyor rahatça
Sanki döşeğinde!
Langston Hughes
Ertelenmiş Düş Kurgusu (Caz Şiirleri),
Varlık Yayınları, 1990, Çev: Ergin Koparan, s.22
Asım Bezirci’ye…
Tedavülden kaldırıldığını bir türlü fark etmeyen eleştirmen arkadaş! Nasıl oluyor şu işler? Anlatsana dinleyelim? Hem halkın önünde duruyor eleştirmenler, hem kendilerine ateş edilince eğiliyorlar! Sonra da halka dönüp, “bak aziz okuyucu milleti sana ne hakaretler, ne ağır laflar ediyor,” diyebiliyorlar.(…)
Bir kere sizin halk sözcüğünden muradınız, tedavisi olmayan bir karıştırma sonucu, sadece emlak sahipleridir.(…)
Toplumsal koşullar üzre şiirle toplum arasında öyle aşksız bir bakışım, simetri bizim görüşümüz ve alışkanlığımız değildir! Bu olgunun varlığından hangi sonuç çıkar? Hemen söyle? Var elde bir: Asım Bey arkadaşımızın diktanın en iyi eleştirmeni olduğu!
Darılmaca yok, kuyu senin kuyundur.
(s.72,73)
Ece Ayhan
Sivil Denemeler Kara,YKY, 2.Baskı, 2001
GittiGidiyor adlı web sitesi üzerinden satışa
sunduğum ve koleksiyonumda
bulunan bazı kitapları göstereyim/sunayım istedim.
Kitapların GİTTİGİDİYOR tanıtımlarına ve fotoğraflarına aşağıdaki
bağlantıdan ulaşabilirsiniz:
https://www.gittigidiyor.com/main/search.php?aramasatici=zafer_yalcinpinar
Öğrenciler ona «Arap Haşim» derler, şivesiyle alay ederlerdi. Çevresinde her şey, dil, ilişkiler, alışkanlıklar, töreler çocukluğunda gördüğünden başka türlüydü.
(…)
Öğretmeni Ahmet Hikmet’in, bir süre sonra, onu «şair» diye çağırmaya başlaması, edebiyat meraklısı arkadaşları arasında bu yönüyle öne çıkması, yalnızlık çeken, Araplığı ikide bir yüzüne vurulup küçümsenen Haşim için çok önemli bir tutamaktır.
Memet Fuat
Ahmet Haşim, De Yayınevi, 1977
“Fenerbahçe Cumhuriyeti ortalıkta yoksa, Türkiye yoktur, futbol yoktur, bolluk yoktur, insanlar yoktur, canlılar güç nefes alır ve bu ülke kısa süre sonra yaşayan yer olmaktan çıkıp, mezarlık olur. Fenerbahçe büyüklüğü ne şampiyonluk büyüklüğü, ne kupa büyüklüğüdür. Onun büyüklüğü başka bir büyüklüktür işte, adı konamaz… ”
“Şairlere ödüller verileceğini duyunca, şunları düşündüm: Demek yasalar da yetmemiş, ölüm şairlerle toplu fotoğraf çektirmek istiyor. Hoşgörünün törel ve yasal sınırlarını paramparça ederek aşmış bir düşünceyi köşeli bir büyük ayraca, paranteze alacaklar. Alırlar! Daha dün, yaşayan şiir denince elleri tabancalarına giden adamlar, müessesenin küçük hisseli ortakları, şairlere iki paralık değer vermeyenler, gözlerinde tek bir şiir yaşatmayan kalem efendisi kentliler oturmuşlar, düşünmüşler, taşınmışlar, açık baskılar, gizli engellemeler yanında, böylesi bir Chester taslağını sunmuşlardır.
Tarihten, kendi tarihimizden biliriz ki, kardeşlerini az önce boğmuş bir padişahın bile elinde uzak ve kokusuz bir gülle yaptırdığı minyatürleri, çağdaş padişahların ise basına dağıtılmak üzre çocuklarla çektirdikleri birçok fotoğraf vardır. Şimdi çocuklar ve güller dahi yüz vermedikleri için olsa gerektir, müesses ölüm şairlerle toplu fotoğraf çektirmek istiyor. Bunun böyle olduğu aydındır.(1970)
Ece Ayhan
Sivil Denemeler Kara, YKY, 2.Baskı, 2001,s.82
“Kırkını geçmiş bir adamın beyaz saçlarıyla, mektepten henüz çıkmış bir genç gibi hayatını tanzim edememiş bir vaziyette kalışından daha hazin bir şey tasavvur edemiyorum. Bütün nesiller, yanımdan kahkahalar ve şarkılarla geçip gidiyor ve ben dünyanın nimetlerine hâlâ bir dilenci gözleriyle kenardan bakıp durmaktayım.” (…)
“Gelin kâinatı izah ye tefsire çalışacağımıza, onun zevkini sürmesini bilelim. Bakınız, yıldızlar ne güzel… Bunlar, belki bizim cedlerimizin zannettiği gibi,lâcivert kubbeye çakılı birtakım altın başlı çivilerdir. Ay, belki güneş, eskilerin itikadına göre bir İlâhtır. Belki, yer yuvarlak bile değildir.» (…) «Şair ne bir hakikat habercisi, ne güzel konuşan, bir insan, ne de bir yasa koyucudur. Şairin dili düzyazı gibi anlaşılmak için değil, ama duyulmak üzere oluşmuş, musiki ile söz arasında, sözden fazla musikiye yakın iki arada bir dildir. Düzyazıda üslûbun “kurulması için kaçınılmaz olan öğelerin hiçbiri şiir için söz konusu olamaz. Şiir ile düzyazı bu itibarla birbiriyle oran ve ilgisi olmayan, ayrı düzenlere uyan, ayrı sahalarda ayrı boyutlar ve biçimler üzere yükselen ayrı iki yapıdır. Düzyazının doğurucusu akıl ve mantık, şiirin ise, algı bölgeleri dışında, gizlilik ve bilinmezliğin geceleri içine gömülmüş, yalnız aydınlık suların ışıkları zaman zaman duygu ufuklarına yansıyan kutsal ve isimsiz kaynaktır(…) Şiir düzyazıya çevrilemeyen nazımdır.Şiirde her şeyden önce önemli olan kelimenin anlamı değil, cümledeki söyleniş değeridir.(…) Herkesin anlayabileceği şiir yalnızca düşük şairlerin işidir(…) En güzel şiirler anlamlarını okuyucunun hayalinden alan şiirlerdir. Şiirde bazı bölümlerin şüphe ve belirsizlikte kalması bir yanlış ve bir kusur oluşturmak şöyle dursun, tersine şiirin estetiği bakımından vazgeçilmez bir şeydir. (…) Sözün kısası, şiir, peygamberlerin sözü gibi, çeşitli yorumlara uygun bir genişlik ve kapsam taşımalıdır. (…) En zengin, en derin ve en etkili şiir, herkesin istediği tarzda anlayacağı ve bundan dolayı da sonsuz duyarlıkları içine alabilecek bir genişliği olandır.»
Ahmet Haşim
Solucan Şiiri
I.
uzuyor
solucanın
kafası
rüyasından
dışarı
çınlıyor
saçları
çınlıyor
II.
uyuyor
solucan
kafasında
rüyası
-çık diyor
bir ses
taşlı topraklı
ufkun meraklısı
III.
mırıltı
iki
ki
gece
M. Davut Yücel
İnsanların yaşantıdan söz ederken neyi kastettiklerini kendi kendime çoğu kez sormuşumdur. Bir teknisyenim ve her şeyi olduğu gibi görmeye alışkınım. Onların sözünü ettiği şeyi çok iyi görüyorum. Kör değilim ya. Tamaulipas Çölü üzerindeki ayı görüyorum, her zamankinden daha parlak, olabilir, ama gene de hesaplanabilir bir cisim, dünyamız etrafında dönen bir cisim; aslında bir çekim sorunu, ilginç, ama neden yaşantı? Ayın ışığı karşısında simsiyah görünen zikzaklı kayaları görüyorum; vahşi bir hayvanın sırtındaki zikzaklar gibi görünüyor olabilirler, ama ben biliyorum ki bunlar kayadır, olasılıkla volkanik olan taşlardır, bilmiyorum, bunu ayrıca incelemek ve saptamak gerekir. Neden korkayım? Eski vahşi hayvanlar artık yok oldu. Neden bunları düşüneyim? Ne taşlaşmış melekler; ne de şeytanlar görüyorum: Aşınmadan oluşan bilinen biçimleri, bir de kum üzerindeki uzun gölgemi, ama hortlak mortlak yok ortada: Neden kadın gibi olmalı? Tufan görmüyorum, yalnız ayın aydınlattığı, rüzgârdan su gibi dalgalanan kumu görüyorum; beni şaşırtmıyor, olağanüstü de bulmuyorum, hepsi açıklanabilir şeyler. Lanetlenmiş ruhların nasıl göründüğünü bilmiyorum, belki de gece, çölde görünen kara kaktüsler gibidirler. Benim gördüklerim kaktüsler, bir kez çiçek açıp sonra ölen bitkiler. Ayrıca (şu anda öyle görünse bile) yeryüzündeki ne ilk, ne de son kişi olmadığımı biliyorum, son kişi olmayı düşünmek beni sarsmıyor, çünkü değilim. Ne diye isteriye kapılmalı? Işıkta başka türlü bir şey gibi gözükseler bile dağ sıraları dağ sıralarıdır, ama burası Sierra Madre Oriental ve biz ölüler ülkesinde değil, Meksika’da Tamaulipas Çölü’ndeyiz, bir ilerki yoldan altmış mil uzaklıkta, acı bir durum, ama neden yaşantı? Bence uçak uçaktır, onu nesli tükenmiş bir kuş olarak görmüyorum, bozuk motorlu bir SuperConstellation başka bir şey değil, ay onu nasıl isterse öyle aydınlatsın. Olmayan bir şeyi neden yaşayayım? Bir şeyi sonsuzluğu dinler gibi dinlemeye de karar veremiyorum; adım attıkça duyulan kum hışırtısından başka bir şey duymuyorum. Üşüyorum, ama yedi sekiz saat sonra güneşin yeniden doğacağını da biliyorum. Neden dünyanın sonu olsun sanki? Sırf bir şey yaşamış olmak için saçma sapan şeyleri düşünemem ben. Yeşil gecenin içinde beyazımsı kum sınırını görüyorum, aşağı yukarı yirmi mil ötede sınır, Tampico yönünde olan bu sınırın öteki tarafında neden başka bir dünyanın başladığına inanayım? Tampico’yu bilirim. Salt fantezi yüzünden korkmaktan kaçınırım, ya da korku yüzünden dehşete kapılmaktan; mistik, olmaktan.
“Geliniz!” dedim.
Herbert dikiliyor ve hâlâ yaşantılar duyuyordu.
Max Frisch
Homo Faber, Çev. Sezer Duru, Can Yayınları, 1998,2. Baskı, s.26,27
(…)
Aslı Pelit: “Yazmak zor geliyor” dediniz aklıma geldi, daha önceki bir röportajınızda okumuştum, “yazmayı Kübalı bir müzisyenden öğrendim” diyordunuz. Bize anlatır mısınız bu hikâyeyi?
Eduardo Galeano: Perküsyonist mi?
AP: Evet.
EG: Evet, uzun zaman önceydi. Galiba, Devrim’in ilk yıllarındaydık, Küba’nın el değmemiş bir bölgesinde, daha oralara Devrim gelmemişti bile, Haiti’nin karşısındaki sahilde, Doğu’nun doğusundaydım. Bir arkadaşımla beraber, ikimiz, harika anlar geçirdik. Ağaçların altında, gerçeği öğrenirken, Devrim ülkeyi değiştirmekteydi, ve biz de bu değişimi görmek istiyorduk. Çok yüklü bir deneyim oldu. Bir gece bir grup müzisyeni dinliyoruz, ufak bir köyde, sahilde, dört müzisyenden birisi de perküsyonist, ama nasıl çalıyor, tanrılar gibi! Davulundan aklına gelebilecek her tür ses çıkıyordu. O davul gülüyordu, ağlıyordu, inliyordu, protesto ediyordu, susuyordu, fikrini söylüyordu. Neyse, bir çok kadeh ve şarkıdan sonra, ona çekinerek nasıl yaptığını sordum, neydi sırrı? O yaslıca bir adamdı, ben gençtim, çok ahmak bir soruydu benimki ama insan gençken böyle aptal sorular sorma hakkına sahiptir; böyle çalmasının sırrını sordum bende! O da dedi ki; “ ben sadece ellerim kaşınınca çalarım.” Hayatta unutmayacağım bir ders oldu bu. Bende ellerim kaşınınca yazmaya başladım, öyle belli bir saate ya da disiplinde yazmıyorum, ya da kendimi zorlamıyorum yazmak için. Eğer canim istemiyorsa, yazmama imkân yok. Yıllar sonra ancak böyle bir şansa sahip oldum tabii, ilk yıllarda gazeteci iken bazen hiç canim çekmediğinde de yazdım tabii. Ama simdi, yıllar sonra, daha özgürüm, yazar haklarından kazandığım para ile yaşıyorum, ve su anda gerçekten sadece ellerim kaşındığında yazıyorum. Kaşınmazsa, yazmıyorum!
(…)
Açık Radyo söyleşisinden alınmıştır..
Türk işaret dilinde “Görsel Şiir” – Dijital Teknik – 2007
Gündüz mü gece mi belli değildi. Küçük oda donuk, koyu bir loşlukla dolup taşıyordu. Pencereden yağmurun perdelediği külrengi, siyahımtırak damlar görünüyordu. Aşağıda ise karanlık, hüzün verici avlu. Fakat bölünmesi olanaksız derin bir sessizlik vardı ki, Fidel Kampa’nın hoşuna gidiyordu.Yağmur dinmek bilmiyordu.Fidel’in çok sevdiği bu tatlı sessizlik sabahtan beri yağan yağmurun tekdüze fakat hafif gürültüsüyle canlanıyordu. Fidel, gerçekle düşün nerede başlayıp nerede bittiğini bilmiyordu.
Birkaç yıldan beri yakasını bırakmayan bir endişe güzel şeylerden zevk almasına engel oluyordu. Her an aklı acı bir olayın anısına takılıp kalıveriyordu. Şimdi de Paris’te bu büyük kentte, bir beşinci katın küçük, temiz bir odasına kapanmış, düşüncelere dalmıştı. Güneş batmak üzereydi.Bütün gün boyunca bulutlar hiç değişmemişti. Sabahın erken saatlerinden beri ışık ne artmış ne azalmıştı.Kirli, külrenginde bir ışıktı bu, elle dokunulacak gibiydi; örneğin biraz uzakta bulunan bir eşyayı alabilmek için bu ışığı bir yana itmek gerekiyordu sanki.
Jose Martinez Ruiz Azorin
“Uzun Liste”, İspanyol Edebiyatı Öykü Antolojisi, Dünya Kitapları, 2005, s.67
Varlık Dergisi’nin Nisan 2007 sayısında Enver (Paşa) Ercan gene “inciler”
dökmüş ortaya… Birçok “laga luga” söylemden sonra dergisine gelen yazıları
ve şiirleri okuyamadığını, yeterince değerlendiremediğini
söyleyip çokça yazı ve şiir geldiğinden yakınıp durmuş. Şu eski teraneyi
tekrar etmiş… (Bu numara ,aslında, dergisine itibar sağlamak için bir
editörün uyguladığı en klasik en beylik numaradır ya, her neyse geçelim)…
Bu noktada, kendisine burdan bazı “yeni” kavramları hatırlatalım;
-Zaman Yönetimi
-Değişim Yönetimi
-Süreç Yönetimi (Süreç İyileştirme Takımları)
Yukarıdakileri uygularsa(çalışırsa), “Selim İleri” gibi “suluboya” adamlara
“kutlama”lar tertip etmezse ve destekçilerine “mikro iktidar” numaraları
çekmezse, yarışmalarda jüricilik ve TYS’de başkancılık oynamazsa
pekala dergisine gelen yazıları, şiirleri okuyabilir ya da ehl birkaç kişiye
okutabilir. Hikâye bu kadar basittir.
(Zaten, kuşlar bana, Enver Ercan’ın bir şiirin ilk dizesini okuyup bu ilk
dizeyi beğenmezse şiirin geriye kalanını okumadığını, direkt
sildiğini söylediler. Eh, tabii ki bunu da şiiri gönderen saf ve iyi niyetli
insanlara açıklayamayacağı, yazıyı gönderene cevap veremeyeceği açıktır.)
Yazıda -utanmadan- şuna benzer laflar da etmiş: “Bize yazı gönderenler
kendilerinden yazı isteyip istemediğimizi, bize şiir göndermelerini isteyip
istemediğimizi düşünüyorlar mı hiç?”
Yani, dolaylı yoldan, “Göndermeyin kardeşim, yazı, şiir falan göndermeyin
kardeşim!” diyor.
Merak ediyorum, bununla birlikte, Enver Ercan, Varlık dergisini çıkarırken
şunu düşünemiyor mu:
Okur, Selim İleri’yi dergi kapağı olarak görmek, içsiz, tözsüz dosyalar ve
tekrarlanmış ağırbaşlılık retorikleri, didaktik numaralarla donatılmış bir
“varlık dergisi” okumak, böyle bir şeyi kitapçılarda görmek ister mi hiç?
Bir Famanın duvar saati vardı ve her sabah onu ÖZENLE kurardı. Bunu gören Cronopio gülmeye başladı, evine dönüp enginar-saati ya da synara icat etti- her iki türlü de söylenebilir.
Cronopionun enginar-saati, duvarda bir deliğe sapından tutturulmuş çok iri cins bir enginardır. Enginarın sayısız yaprağı hem şimdiki saati, hem de aynı zamanda bütün saatleri gösterir, öyle ki saatin kaç olduğunu öğrenmesi için Cronopionun yapraklardan birini koparması yeterli olur. Soldan sağa doğru koparıldığından, yaprak hep doğru zamanı gösterir ve her gün yeni bir yaprak dizisini koparır. Tam ortasına geldiğinde zamanı ölçmek artık olanaksızdır ve merkezdeki sonsuz mor gülde uçsuz bir mutluluğu keşfeder Cronopio. Daha sonra onu sirkeli sosla yer ve deliğe başka bir saat yerleştirir.
Julio Cortazar
Açıklayıcı Bilgiler El Kitabı, Altıkırkbeş,1997, s.116
I.
aksak
bir
adam
yürüyor
bastonunda
II.
— bir şarkı çalıyor
sözün sesini
seziyor
hava
III.
kaplumbağa
yuvasına
girdi
duyumsayınca
akşam kapandı
içimiz
deki eve kapandı
M. Davut Yücel
(…)
İnsanlar, gitgide, istediklerine, dilediklerine inanmakla yetindiklerini, düşünüp tartmayı, ölçmeyi, olanı biteni görmeğe çalışmayı yavaş yavaş bir yana ittiklerini daha fark etmiyorlardır belki de. Bunun farkına varmağa başladıklarında ise ortalık iyice kararmış olacak. Sabahları güneş yeniden doğar gibi olsa da, ortalık yerinden aydınlanır gibi olsa da, gecenin karanlığı bütün bütün dağılmayacak hiç.
Bilge Karasu, Gece, Metis Yayınları, 1991
yan yazılmıştır;
çarşaf gibi deniz
çarşaf gibi deniz
çarşaf gibi deniz
ışıklı tarla ışıklı
çarşaf gibi deniz
ışıklı tarla
çarşaf gibi
deniz
yan söylenmiştir.
(Sel Ebegümeci) / Zafer Yalçınpınar
Powered by WordPress | Theme: Aeros 2.0 by TheBuckmaker.com