May
14
2009
1

Sait Faik’in Sivilliği Üzerine Serbestçe Konuşmak

Sait Faik’in Sivilliği Üzerine Serbestçe Konuşmak…

11 Mayıs 2009 Pazartesi

Zafer Yalçınpınar: Sait Faik hakkında konuşuyorsak, öncelikle, Sait Faik’in edebiyatımıza yaptığı “ilerici” katkılara paralel bir şekilde “insancıl olmak” amacına yaptığı önemli katkılardan, “ideolojik” diyebileceğim bu özellikten de bahsetmek gerektiğine inanıyorum. Çoğu ders kitaplarında gördüğümüz ve bize ezberletilen “durum” hikâyesi tekniğini, çağdaş edebiyat bilgilerini, Sait Faik’in üzerine yüklenen söylenceleri, sağda solda dağıtılan sebilleşmiş klikleri filan şimdilik bir kenara bırakalım diyorum. Sait Faik’i “sıkı” yapan “sahici” bir şey üzerine odaklanmak gerekiyor. Sait Faik’teki en önemli farklılığın “okuyucuyla bir arkadaş gibi, kol kola, yan yana durmak” olduğunu düşünüyorum. Sait Faik hikâyesini okuyan biri onun koluna girer ve onunla birlikte adaların, denizin, mücadelelerin, balıkların, sokakların ve aslında tüm yaşamın, her şeyin soluk alıp verişini, ayrıntısını yüklenir. Sait Faik’i okuyan birisi “yazmayan yazar” gibidir. Sait Faik de aslında “yazan okuyucu” olmuştur belki de. Okuyucuyu hikâyelerinin “kahraman”ı olarak görmüştür Sait Faik. Bir anlamda da kendini… Sait Faik’in hiçbir hikâyesinde “statüko güzellemesi” bulunmaz. Bizim “mülki edebiyatımızın tüm kâhyaları” şu klik üzerinde birleşmiş gibidirler; “Sait Faik sıradan ve küçük insanı anlattı.” Hayır. Sait Faik tüm eserlerinde “sahici insan”ı anlattı yahu! Öncelikle bu sivillikten, bu başıbozukluktan ve hatta edebiyatımızdaki bu büyük devrimden, ilerlemeden bahsedelim istiyorum.

Cengiz Kılçer: “Sait Faik sıradan ve küçük insanı anlattı.” demek Sait Faik öykücülüğünü karikatürleştirmekten öteye gitmeyecek bir safdilliktir. Merak ediyorum; acaba “Sait Faik sıradan ve küçük insanı anlattı” cümlesini kim, ne zaman ve hangi akıl kurdu? Neyse önce “sıradan ve küçük insan” iddiasındaki ortak itirazımıza sıradan ve küçük insanların sadece soyut birer insan olmadığını belirterek başlayayım. Milyonlarca insan yaşama biçimlerini, çıkarlarını ve kültürlerini diğer sınıflardan ayıran ve onları diğer sınıflarla karşıtlık içine koyan ekonomik koşullarda yaşadığı sürece bir sınıf oluştururlar. Sait Faik’in dönemine yetişemediğimiz ve tanık olamadığımızdan için zorunlu olarak hakkında yazılanları okumak durumundayız. İtirazımıza tanık olarak Vedat Günyol’un “Sait Faik’in Abası” başlıklı yazısından şu satırları okuyoruz: “Sait Faik için insanlar ikiye ayrılıyordu: Namuslu-namussuz, sömüren-sömürülen insanlar.” ( Milliyet Sanat Şubat 1980. sf. 37). Peşinen, Sait Faik’i sıkı ve sahici yapan sanırım yine kendisiydi onun nevi şahsına münhasırlığıdır. Dikkat edilirse Sait Faik, bu topraklarda ne bir öncülü ne de bir ardılı olan yazarımızdır. Sanatın ama özellikle edebiyatın, zamana koşullu olduğunu ve ancak tarih içerisinde belli bir zamanın düşüncelerini, isteklerini, gereksinmelerini, umutlarını yansıttığı ölçüde insanlığı temsil ettiğinin altını çizmek isterim Faik, bunu başarmıştır. Sait Faik için nevi şahsına münhasırdır demiştim; yine Oktay Akbal’ın bir anısı var. Sait Faik ve Orhan Veli ile üçü bir bahar günü Boğaziçi’nde vapur gezisine çıkarlar. Bütün iskelelere uğrayacak vapuru binmişlerdir. Üsküdar’dan Beykoz’a kadar Sait Faik O. Akbal’ı sorguya çeker: “Şu iskeleyi anlatmak gerekse neresinden başlarsın?” Anadoluhisarı iskelesinin yanında küçük bir kahve vardır, önünde dururlar. Sait Faik: “Haydi, mademki hikâyecisin şu kahvede ilk göze çarpan nedir söyle bakalım” der. O. Akbal kahveye bakar üç dört kişi okurmuş kâğıt oynayıp kahve içmektedirler, kahvenin duvarlarında İran Şahı’nın Atatürk’le birlikte renkli basma resimleri vardır. Oktay Akbal bu resimleri belirtirim deyince Sait Faik kızar birden: Ulan o kenarda tek başına oturan ihtiyar sakallı var ya? İşte asıl hikâye o be!” der. Gerçekten denize doğru bir ihtiyar oturmuştur; yalnız sıkıntılı bir hali vardır. Ne vapuru ne de denizi seyretmemektedir, kahvenin önündeki o pis suları seyretmektedir. Sait Faik yol boyunca hep o ihtiyardan bahseder durur. Sait Faik’in Türk öykücülüğünde ayırt edici özelliklerinden biri de okur ile metnin arasındaki ilişkiyi/mesafeyi en aza indirgemesi diye düşünüyorum. Sait Faik öykülerinin birçoğunda düzen eleştirisini açık ya da zımnen işlenir; örneğin Kumarbaz Hayri Efendi öyküsünün başkişisi Hayri iç konuşmasında “Cemiyete faydalı olmak?” kavramını kendi kendine sorgular. “İnsanın cemiyete faydalı olması için düşünmesi, yürümesi kâfidir der Hayri.” Yine sorar “Öyle midir?” “Hayri münakaşayı sevmez” (…) insan cemiyete en faydalı gibi göründüğü zaman en büyük zararı da yapabilir mi yapamaz mı?”diye de sorar. Cevap verir Hayri “Hayriye göre yapabilir.” ama bize göre bu cevap Hayri karakterindeki Sait Faik’in aslında ta kendisidir. Oysa Hayri’nin cemiyete faydalı olmak lakırdısına fena halde içerlemesinin altında yatan bir eleştiri söz konusudur. Bununla beraber Sait Faik öykülerinde “sıradan ve küçük insan” yoktur sınıflar vardır. Sait Faik’e göre cemiyette zararsızlar ve faydalılar gibi iki kategori görürüz; önce zararsızlara bakalım: “En zararsızlarımız sütçü beygirlerinin arkasında İstanbul sabahlarının sisli perişan sokaklarına küfreden hilekâr sütçüler, akşam karanlığında, ışıksız, hanımeli kokan mahallelerde, «akşam simidi» diye haykıran bol şalvarlı, patates yüzlü masum çocuklardır.” Şimdi de en faydalılarımız: “En faydalılarımız büyük kitaplar yazan, cart curt öten, yanlış hesap yapıp binalar çökerten, beton köprülerin bin ton kaldıracağını hesaplayıp da 160 ton kaldıramayınca nasıl olup da yıkıldığına eseflenen mühendislerdir.” Sait Faik’ten bu yana toplumsal yaşamımızda değişen çok fazla bir şey yok gibi.

Zafer Yalçınpınar: Sait Faik’in nevi şahsına münhasır oluşu bence de çok önemli. Ayrıca, Sait Faik’in bu topraklarda bütünsel bir öncülü ya da ardılı olmadığına en az senin gibi, en az senin kadar inanıyorum. Özellikle de fasonluktan -hatta fasonlukla- kırılmış ya da çözülmüş günümüz edebiyat ortamını aklıma getirdiğimde böyle düşünüyorum. Fakat bununla birlikte, hem “anlatıcı ya da işaret edici” hem de “anlatılan ya da işaret edilen” açısından şu aktarımı ve devridaimi unutmamalıyız; başka nevi şahsına münhasır “sıkı insanlar” var, olmuştur! Hatta tamlamanın başından rahatlıkla “sıkı”yı atabiliriz artık; sadece “insan” da diyebiliriz! İşte, bugün, söz konusu bu nevi şahsına münhasırları, “insan”ları Sait Faik’in ardılı ya da devamı sayabiliriz. Örneğin; Ece Ayhan Çağlar bu “insan”lardan biridir. Ece Ayhan “ikinci yeni” şiir akımının köklerini Sait Faik’in “Alemdağ’da Var Bir Yılan” adlı kitabına ve Dağlarca’nın “Çocuk Ve Allah” adlı kitabına bağlar. Çoğu yazısında ve yaklaşımında Sait Faik’i bir şair olarak tanımlar. Zaman zaman ince bir ayrıntıyla “Cins Şair” der Sait Faik adlı “Çakır Hikâyeci” için… Peki ya Dağlarca? İlginçtir, Sait Faik 1949 yılında Akşam Gazetesi’ne verdiği bir röportajda şöyle söyler; “Gençler arasında pek beğendiklerim var. Meselâ Fazıl Hüsnü Dağlarca. Bence şair de hikâyeci gibi hakiki hayatı ve büyük kitleyi ifade etmelidir.” Anlaşılan Sait Faik birçok ezber çizelgesini, özellikle de endüstrileşmiş düşüncenin en önemli aracı ya da numarası olan “ayrım kıstaslarını” bozmuştur, bozmaktadır. Üzerine eğildiği tüm insanlık sorunlarında, hikâyelerindeki tüm tuşelerde, tüm karakterlerde, tüm durumlarda ve “kakışım”larda böylesi büyük bir başarıya ulaşmıştır. Bunu “toplumun içinde hukuki özgürlüğü olan biri gibi” değil de “doğanın içinde gerçek özgürlüğü arayan biri gibi” yapmıştır. Dünyanın öteki ucunda kendiyle ve özgürlüğüyle yanmış, insan olmuş bir “Alexander Supertramp” bence Sait Faik’le içsel olarak kardeştir. Tabii ki Ece Ayhan da öyledir. Kısacası, kördüğümleşmiş sıkı bir bağlama çekmek istiyorum meseleyi; “Dülger Balığı’nın Ölümü” adlı hikâyeye… Yani Dülger Balığı’yla özdeşleşmiş şu insanlığımıza…

Cengiz Kılçer: Günümüz insanının bariz özelliği kendi kendisini muazzam bir hızla unutmaya kimliğini yitirmeye başlamasıdır. Çok samimiyetle şunu eklemeliyim toplumsal koşulları bir yana atarak var oluşun kendisi bir yabancılaşmadır gibi bir önermeye karşı durmak gerekiyor. İnsanın özü tek başına bir bireye özgü ve soyut bir şey değil, toplumsal ilişkilerin tümüdür. Hiç şüphesiz ki sadece Sait Faik’in öykülerinden duyulan estetik heyecan değildir burada soğukkanlı ve akılcı bir sınama yapmayı güçleştiren. Hatta bu güçlüğün ardında daha çok Sait Faik’in anlatım tekniğine gizlenen ve hiç de önemsiz sayılmayacak olan tehlikeli bir vesile yatmaktadır. Belki de Sait Faik, hangi çağdan ve hangi ulustan olursa olsun, herhangi bir yazarın asla bir arada sahip olamayacağı şeylere fazlasıyla maliktir. Ardından gelen izlenim genel kabul gören her şeye böylesine karşıt düşen tuhaf ve çeşitli kanaatler karşısında duyulacak olan garipsemedir. Sanki Sait Faik, sadece kendi olağanüstü betimlemelerini ve üslubundaki büyüleyici gücü göstermekten imtina etmekte; cezbedici ve sürprizli yeniliklerle türlü ustalıkları üzerinden kendi benzemezliğini gözler önüne sermeye tenezzül etmez. Yani biraz da kuralların tiranlığına metin içinden yükselen isyanı görürüz. Dülger Balığının Ölümü adına bakıp okunursa -ki çoğunluk öyle okur- kanımca yanlış bir okuma yapılmış olur. Dülger Balığının Ölümü öyküsünü temel ve üst yapı olarak kurgulandığını söyleyebiliriz. Üstyapıda balığın ölümü görünürken temelde toplumsal durum anlatılır. Buradaki metnin üstünde ölüm söz konusudur ama alt metinde insana insanlığa doğru bir çevrim söz konusudur. Dülger Balığının Ölümü üzerinden insanlık hallerine gönderme yapar Sait Faik. Bu özdeşleştirme olağan, gelişigüzel bir özdeşleştirme değildir ve toplumsal/tarihsel bir durum analizi ve saptaması vardır.

Zafer Yalçınpınar: “Onu canavar haline getirmek için hiç bir firsatı kaçırmayacağız.” diyerek bitiriyor hikâyeyi Sait Faik… “Onu şair, küskün, anlaşılmayan biri yapacağız. Bir gün hassaslığını, ertesi gün sevgisini, üçüncü gün korkaklığını, sükûnunu kötüleyecek, canından bezdireceğiz. İçinde ne kadar güzel şey varsa hepsini, birer birer söküp atacak. Acı acı sırıtarak İsa’nın tuttuğu belinin ortasındaki parmak izi yerlerini, mahmuzları, kerpeteni, eğesi, testeresi ve baltasıyla kazıyacak. İlk çağlardaki canavar halini bulacak.Bir kere suyumuza alışmağa görsün. Onu canavar haline getirmek için hiç bir firsatı kaçırmayacağız.” diyor… Çok açıktır ki Sait Faik kendini “insan” kılan farklılıkların yitmesinden, körelmesinden korkuyor… Hoyratlıktan ve kalabalıktan korkuyor; bu durumun insanlığı “insanlıktan çıkaracağını, suyunu, huyunu değiştireceğini, yavaş yavaş öldüreceğini” düşünüyor. En çok da “kalabalığın hoyratlığı”ndan korkuyor gibi geliyor bana. Dülger Balığı’na bir kimlik, sualtında bir dünya yakıştırmasının nedeni de bu arayıştır. Mesela Sait Faik hikâyenin hiçbir yerinde “Dülger Balıkları” dememiştir. Bir Dülger Balığı’nın “suyumuza alışması” Sait Faik için -kendisi adına- bir “canavar” yaratmak demek… Öyle ki tarih boyunca üzerinde ilerlenmiş bir yolun “öfke”yle ve “zorlama”yla silineceğini, başa dönüleceğini sezdirmeye çalışıyor. Yani “Homo Faber”, Sait Faik için korkutucu bir şey, bir canavar belki de… Tüm bunları “gidip-gelen” bir uzamda, sürekli yönelim değiştiren, “gidip-gelen” bir bakışla, suyun bir altına inerek, bir üstüne çıkarak anlatıyor. Sait Faik, “Dülger Balığı’nın Ölümü” hikâyesiyle kimin daha “özgür”, “insan” ya da “sahici” olduğunu arıyor, bu yönde salınıyor gibidir. Bazen onun hikâyelerindeki tüm karakterlerin, ele aldığı tüm sorunların “Dülger Balığı”nın hikâyesinde vücut bulduğunu, sınandığını düşünüyorum.

Cengiz Kılçer: Haklısın, okumalarımızdan şunu çıkarıyoruz ki öncelikle Sait Faik’in yalnızca yazar olarak değil, insan olarak bir ontolojik sorunsalı var. Her ne kadar bir öykü metni ya da edebi yapıt eninde sonunda bir kurmaca olsa da öykücülüğündeki samimiyetinden ve sahiciliğinden anlıyoruz ki, Sait Faik’in hem yaşadığı zaman dilimindeki toplumla-insanla hem de kendiyle bir derdi olduğunu fark ediyoruz. Son olarak iki alıntıyla örneklemek istiyorum:
“Her zaman Şarlo ruhunda bir serseri düşünürüm. İnsanları delicesine sever, ama onlardan korkar, kaçar, hep kötülük görür, hep itelenir hep kakalanır.” (Parkların Sabahı, Akşamı, Gecesi, s.76)
“Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey. Burada her şey bir insanı sevmekle bitiyor.” (Alemdağında Var bir Yılan, s.30)

Zafer Yalçınpınar: Bitsin o zaman üstadım… Öyle bitsin, ben razıyım.

Written by in: Usta Beni Öldür! (AKSAK KOLAj) | Etiketler:
May
11
2009
1

Dülger Balığı’nın Ölümü

Hepsinin gözleri güzeldir. Hepsinin canlıyken pulları kadın elbiselerine, kadın kulaklarına, kadın göğüslerine takılmağa değer. Nedir o elmaslar, yakutlar, akikler, zümrütler, şunlar bunlar?…
Mümkün olsaydı da balolara canlı balık sırtlarının yanar döner renkleriyle gidebilselerdi bayanlar; balıkçılar milyon, balıklar şan ü şeref kazanırdı. Ne yazık ki soluverir ölür ölmez, öyle ki, büzülmüş böceklere döner balık sırtının pırıltıları. Benim, size ölümünü hikâye edeceğim balığın öyle parıltılı, yanar döner pulları yoktur. Pulu da yoktur ya zavallının. Hafifçe, belirsiz bir yeşil renkle esmerdir. Balıkların en çirkinidir. Kocaman, dişsiz, ak ve şeffaf naylondan bir ağzı vardır: Sudan çıkar çıkmaz bir karış açılır. Açılır da bir daha kapanmaz.
Vücudu kirlice, esmer renkte demiş miydim?
Rum balıkçıların hrisopsaros -Hristos balığı- dedikleri bu balık, vaktiyle korkunç bir deniz canavarı imiş. İsa doğmadan evvel, Akdeniz’de dehşet salmış. Bir Finikeli denize düşmeye görsün! Devirdiği Kartacalı çektirmesinin, Beni İsrail balıkçı kayığının sayısı sayılamamış. Keser, biçer; doğrar, mahmuzlar; takar, yırtar; kopararır atar; çeker, parçalarmış. Akdeniz’in en gözü pek; insandan, hayvandan, fırtınadan, yıldırımdan, belâdan, işkenceden yılmaz korsanı, dülger balığının adından bembeyaz kesilirmiş.
İsa, günlerden bir gün, deniz kenarında gezinirken sandallarını büyük bir korkuyla bırakıp kaçan balıkçılar görmüş. “Ne oluyorsunuz?” diye sorunca balıkçılara; “Aman” demişler balıkçılar, “elâman! Elâman bu canavardan! Sandalımızı kırdı, arkadaşlarımızı parçaladı. Hepsinden kötüsü, balık tutamaz olduk, açlıktan kırılırız.”
İsa, yalınayak, başı kabak, dülger balıklarının yüzlercesinin kaynaştığı denize doğru yürümüş. En kocamanını, uzun parmaklı elleriyle tutup sudan çıkarmış. İki elinin başparmağı arasında sımsıkı tutmuş, eğilmiş, kulağına bir şeyler söylemiş…
O gün bu gündür dülger balığı, denizlerin görünüşü pek dehşetli, fakat huyu pek uysal, pek zavallı bir yaratığıdır. Birçok yerlerinde çiviye, kesere, eğriye, kerpetene, destereye, eğeye benzer çıkıntıları, kemikle kılçık arası dikenleri vardır. Dülger balığı adı ona bunlardan ötürü takılmış olmalı.
Bütün bu alat ü edavatın dört yanını, şeffaf naylondan diyebileceğimiz işlemeli bir zar çevirmiştir. Kuyruğa doğru bu incecik zar azıcık kalınlaşır, rengi koyulaşır, bir balık kuyruğunun biçimini alır.
Oltaya tutuldu muydu dünyasına, sulara küsüverir. Nasıl bir korku içine düşer kimbilir? Onun için dünya bomboştur artık. Oltadan kurtulsa da fayda yoktur. Suyun yüzüne yamyassı serilir. Kocaman gözleriyle insana mahzun mahzun bakar durur. Sandala aldığınız zaman dakikalarca onun sesini işitirsiniz. Ya, sesini! Bir o, bir de kırlangıç balığı sandalda ölünceye kadar ikide bir feryada benzer, soluğa benzer acı bir ses çıkarır. İnce zardan ağzını bir kere ağlara vurmasın, küstüğünün resmidir dülger balığının.
Bir gün, balıkçı kahvesinin önündeki; yarısı kırmızı, yarısı beyaz çiçek açan akasyanın dalına asılmış bir dülger balığı gördüm. Rengi denizden çıktığı zamandı. Yalnız aletlerinin etrafını çeviren incecik, ipekten bile yumuşak zarları titreyip duruyordu. Böyle bir oynama hiç görmemiştim. Evet, bu bir oyundu. Bir görünmez iç rüzgârının oyunuydu. Vücutta, görünüşte hiçbir titreme yoktu. Yalnız bu zarlar zevkli bir ürperişle tatlı tatlı titriyorlardı. İlk bakışta insana zevkli, eğlenceli bir şeymiş gibi gelen bu titreme, hakikatte bir ölüm dansıydı. Sanki dülger balığının ruhu, rüzgâr rüzgâr, bu incecik zarlardan çıkıp gidiyordu; bir dirhem kalmamışcasına.
Hani bazı yaz günleri hiç rüzgâr yokken, deniz üstünde bir meneviş peydahlanır. İşte böyle bir cazip titremeydi bu. İnsanın içini zevkle, saadetle dolduruyordu. Ancak, balığın ölmek üzere olduğu düşünülürse, bu titremenin anlamı hafifçe acıya yorulabilirdi. Ama insan, yine de bu anlam’a almamağa çalışıyordu. Belki de bu, harikulâde tatlı bir ölümdür. Belki de balık, hâlâ suda, derinliklerde bulunduğunu sanıyordur. Karnı tok, sırtı pektir. Akşam olmuştur. Denizin dibinin kumları gıdıklayıcıdır. Altta, dişi yumurtaları, üstte erkek tohumları sallanıyor, sallanıyor, sallanıyordu. Vücudunu bir şehvet anı sarmıştır… Birdenbire dehşetli bir şey gördüm: Balık tuhaf bir şekilde, ağır ağır ağarmağa, rengini atmağa, hem de beyaz kesilmeğe giden bir hal almağa başlamıştı. Acaba bana mı öyle geliyor? Sahiden rengini mi atıyor? Demeğe, dikkatli bakmağa lüzum kalmadan, yanılmadığımı anladım.
Kenarları süsleyen zarların oyunu çabuklaşmağa, balik da, git gide, saniyeden saniyeye pek belli bir halde beyazlaşmağa başladı. İçimde dülger balığının yüreğini dolduran korkuyu duydum. Bu, hepimizin bildiği bir korku idi: Ölüm korkusu.
Artık her seyi anlamıştı. Denizlerin dibi âlemi bitmişti.. Ne akıntılara yassı vücudunu bırakmak, ne karanlık sulara, koyu yeşil yosunlara gömülmek… Ne sabahları birdenbire, yukarılardan derinlere inen, serin aydınlıkta uyanıvermek, günün mavi ve yeşil oyunları içinde kuyruk oynatmak, habbeler çıkarmak, yüze doğru fırlamak… Ne yosunlara, canlı yosunlara yatmak, ne akıntılarla âletlerini yakamozlara takarak yıkanmak, yıkanmak vardı. Her şey bitmişti:
Dülger balığının ölüm hali uzun sürüyor. Sanki balık su hava dediğimiz gaz suya alışmağa çalışmaktadır. Hani biraz dişini sıksa, alışması mümkündür gibime geldi.
Bu iki saat süren ölüm halini, dört saate, dört saati sekiz saate, sekiz saati yirmi dörde çıkardık mıydı; dülger balığını aramızda bir işle uğraşırken görüvereceğiz sanıyorum.
Onu atmosferimize, suyumuza alıştırdığımız gün, bayramlar edeceğiz. Elimize görünüsü dehşetli, korkunç, çirkin ama, aslında küser huylu, pek sakin, pek korkak, pek hassas, iyi yürekli, tatlı ve korkak bakışlı bir yaratık geçirdiğimizden böbürlenerek onu üzmek için elimizden geleni yapacağız. Şaşıracak, önce katlanacak. Onu şair, küskün, anlaşılmayan biri yapacağız. Bir gün hassaslığını, ertesi gün sevgisini, üçüncü gün korkaklığını, sükûnunu kötüleyecek, canından bezdireceğiz. İçinde ne kadar güzel şey varsa hepsini, birer birer söküp atacak. Acı acı sırıtarak İsa’nın tuttuğu belinin ortasındaki parmak izi yerlerini, mahmuzları, kerpeteni, eğesi, testeresi ve baltasıyla kazıyacak. İlk çağlardaki canavar halini bulacak.
Bir kere suyumuza alışmağa görsün. Onu canavar haline getirmek için hiç bir firsatı kaçırmayacağız.

SAİT FAİK

“Alemdağ’da Var Bir Yılan” adlı hikâye kitabından…

Written by in: Usta Beni Öldür! (AKSAK KOLAj) | Etiketler:
May
05
2009
0

Kendi kendinize…

“…Konuşursunuz kendi kendinize, türlü sorular geçer usunuzdan, yanıtlarını ararsınız, bulursunuz, bulamazsınız da o sorularla yetinirsiniz, onlara bir biçim vermeye çalışırsınız. Biçim vermek, budur bence, bu olmalıdır yazarın kaygısı. Doğuveren sorulara da, onlara bulduğu yanıtlara da gereken biçimi verebilmek. Nedir biçim vermek? Biçim vermek –soru olsun, yanıt olsun- bir düşünüyü(pensee’yi), bir görüdü (idee’yi) belirtmek, ışığa çıkarmak, açıklığa, seçikliğe erdirmek demektir…

“Yazarken konuşursunuz kendi kendinizle dedim. Neler bulur, neler öğrenirsiniz! Bir betik gibidir içiniz açılıverir… Kendi kendinizi okursunuz yazarken, o betikten de çok nenler öğrenirsiniz…”

“Ama bu okuma sizi her zaman zenginleştirmezmiş, boşluğunuzla da karşı karşıya bırakabilirmiş… Olsun, gerçek özdenliğe yaklaşabilmek için bunu da göze almalı…”

Nurullah Ataç

6 Mart 1957

 

May
04
2009
0

Kendi kendini aşar.

(…)Sanatçı, acun karşısındaki durumunu didikleyip duran, dört başı mamur bir durumda göz önüne sermek istediği halde bunu başaramayan, hep, aşabileceği birtakım kişisel değer yapılarının şekillenişine varabilen insandır.

Kendi kendini aşar. (Başkaları tarafından aşılabilmesi, ayrı bir meseledir.) Bu aşma etkinliğinin de ağır ağır ilerleyişi onu, yılların içinden beliren bir yeni-veri yaratıcısı haline sokar.

Sanat bu dediklerimize göre kendi başarılarına dayanan bir etkinliktir. Ama bu başarılar, kendi içlerinde hep sınırlı, sonlu, değişmez şekillidirler ki onları öteki etkinliklerden ayıran şey budur: Şekilleri ile içlemleri biribirinden ayrı şeyler değildir. Ama bu başarılar, bunlara yönelmiş, bunlarda hayatının gerçekleşen anlamını bulan sanatçı için, sonsuz yolun, acunu kendince ele geçirip kurmak yolunun birer durak yeridir.

(…) Sanat, “bir şey için” yapılmaz ama, değerini ancak, kendisine yönelebilen insanlarla kazanır. Bu yüzden, esere yönelecek, eser dışında birtakım değerlerle meydana çıkmış “bir kütlenin bütünü” değil, esere yönelmiş insanlardan “bir kütle” olabilir.(…)(Ekim, 1952)

Bilge Karasu,

Susanlar, Metis Yayınları, 2008, ss. 126-127

May
03
2009
0

Lefter’in Heykeli

Fenerbahçe’nin efsanevi futbolcusu Lefter Küçükandonyadis’in Kadıköy’deki heykelidir.

Heykelin açılışı 3 Mayıs 2009’da gerçekleştirilmiş, açılışa Faruk Ilgaz ve Lefter Küçükandonyadis bizzat katılmışlardır.

May
01
2009
1

SAİT FAİK’İN AÇIK YA DA GİZLİ KIŞ MEKÂNLARI-2

Evet, gerçekten ve sahiden de Sait Faik bir ‘cins şair’dir! Gerçeği, maalesef, daha irdelenmeden ve kurcalanmadan yazılamamış ya da yazdırılmamış Türkiye edebiyat tarihinde, ‘cins şair’ Sait Faik’in, çok uzaktan bile olsa, bir benzeri ya da bir benzeyeni yoktur!
Adeta Sait Faik’in hemen hiç akrabası yok gibidir!
Ve, temmuz 1992’de, önceki I. incelememde belirttiğim gibi, bir ardıl’ı da gözükmemiştir hikâye ya da anlatı ufkunda.
Demek ki diyorum; böylesi bir açıklığı ve özdenliği kimse, hiçbir Türk göze alamamıştır!
Elbet bizim ‘cins şair’ Sait Faik’i, gerek sağ kolunda olsun, gerekse giyilmiş (üzerinde) olsun; kışları buruşuk ve kirli pardesülü olarak betimlemeye çalışıyorum.
((Gariptir, Orhan Veli de öyleydi. Ama onunki parasızlıktan ve olanaksızlıktandı.)) İşte burada, zaten Sait Faik, içinde doğmak ve de yaşamak zorunda bırakıldığı ya da bulunduğu bu topluluk’ta ((…))gibi davranır ve düşünür hep.
Sait Faik’in, hemen hemen bütün hikâyelerinde, hele son yetkin ve güzel hikâyelerinde iyice belirir bu. Su yüzüne çıkmıştır!
Adını filan koymaya gerek duymamış olabilir, ama yazılarında, mektuplarında, röportajlarında, notlarında, hikâyelerinde, anlatılarında ve özellikle de şiirlerindeki verilere bakarsak; sözcüğün tam ve açık anlamıyla bir ‘kötülük toplumu’ ortamında ve de koşullarında devindiğini algılarız. Aşk’a bile izin yoktur! İzin vermezler Aşk’ın oluşmasına!
(…)
Bugün dahi ‘cins şair’ Sait Faik’in, yaşarken edebiyatçılarca, romancılarca ve eleştiricilerce nasıl düpedüz taramaya ve alaya alındığını, horlandığını, küçümsendiğini ve kendisine bıyık altından gülündüğünü ben biliyorum.
((Özellikle Beyoğlu’nda arada sırada uğradığı Nisuaz Pastanesi (şimdi Garanti Bankası’dır) ile Ankara Caddesi’nin Ebussuut Caddesi’yle kesiştiği yerdeki ünlü Meserret Kahvesinde.))
Bereket ki Sait Faik’in ailesinin mal mülk varlığı onu biraz koruyordu. Acımasız ve gaddar edebiyat çevresinden ya da arestasından aylarca uzak durabiliyordu.
Sonra, şu da ilginçtir ‘cins şair’ Sait Faik’, edebiyat ve duyarlık dünyasında bir oğul, bir halife yani bir ardıl bırakmamıştır nedense. Öncülü ve ardılı olmayan bir yazar!
Hele yeni kuşaklarda, gençlerde, ((Attila İlhan’ın sıkı deyimiyle “sabun köpüğü çocuklarıdır bunlar!”)) ‘cins şair’e Sait Faik’in düşünce ve ‘idrak’ dünyasında da bu ‘sabun köpüğü kuşağa’ en ufak bir yer yoktur. Bizim meramımız başka, onların meramları çok başkadır! Zaten Sait Faik yaşarken, onların, babaları kendisini ‘kavun acısı yalnızlığı’yla yapayalnız bırakabilmişlerdir. Hem de göz göre bırakabilmişlerdir. Sait Faik’in meramı da, insanları ve insan ilişkilerini ele alışı da gerçekten şimdiki gençlerden çok başkaydı. Şimdi, 1992’de, sözde ona sahip çıkar gibi gözüküyorlar ama ne gezer! İçten ve özden değiller. Bir sahtekârlık taşıyorlar. Sait Faik, belki moda olduğu için böyle bir kurnazlığı seçmiş olabilirler. Gerçekte kendi yaşadıkları hayatta hiç ve hiçbir zaman bir Sait Faik yoktur! Uzaktan Sait Faik’in benzerlerine bile yüz vermiyorlar.
Sait Faik’in, gizli ya da açık kış mekânlarını yazmayı sürdürüyorum:
Tabii öncelikle ünlü LAMBO meyhanesi. Nevizade Sokağı’nda bir köşede. Şimdi biraz büyültülmüş ve içki satılıyor yalnızca.
Orhan Veli’yle Nihat Hanım’ın (Fıratlı) zaman zaman buluştukları bir koltuk meyhanesi. Yalnız pencerenin yanında iki kişinin şöyle biraz oturacak iki yeri var, o kadar. Herkes ayakta. Oraya Sait Faik, Peyami Safa, Mina Urgan, Oktay Rifat, Melih Cevdet, Cahit Irgat, Naim Tiralı, Mücap Ofluoğlu, Cavit Yamaç., geliyor. Sonraları, Edip Cansever, Muzaffer Buyrukçu filan da gelmiş.
Mösyö Lambo, tezgâhın arkasında, vakit buldukça; Gogol, Dostoyevski, Puşkin, Tolstoy okuyor Ruscasından. Ama borçları deftere yazmayı da savsaklamıyor.
Bana yıllar sonra, naiv ve gerçekten ilginç ressam Fahir Aksoy; Sait Faik’in orada Lambo’da bir büyük kavgasını anlatmıştı. O zamanlar hemen hemen bütün tartışmalar soyut ve olmayacak şeyler olurdu genellikle.
İşte Sait Faik’in aslan gibi kükreyerek bağırması ve susmaması orada geçmiştir. Bir gece Peyami Safa da vardır. Yine soyut bir konu tartışması sürdürülüyor içkiler içilirken. Sözgelimi, Paris’te Louvre Müzesi (ya da Sarayı) yanıyor. “Ünlü resim Mona Lisa’yı mı kurtarırsınız: yoksa orada bulunan küçük bir çocuğu mu?”
(…) Peyami Safa, “ben olsam bu durumda Mona Lisa’yı kurtarırdım!” diyor.
Sait Faik ise Peyami Safa’nın bu sözüne karşılık olarak, aslanlar gibi kükreyerek ve bas bas, yüksek sesle, bağırarak ve hatta biraz da Peyami Safa’nın üzerine yürüyerek: “Hayır, ben o çocuğu kurtarırdım!” diyormuş. Büyük bir ağız dalaşı! Sait Faik ayağa kalkmıştır. Mösyö Lambo tezgâhından çıkarak onları ayırıyor, yani daha doğrusu araya giriyor: “Yapmayın, etmeyin çocuklar!” diyerek…
Yıllar sonra, nedense, Mösyö Lambo bu koltuk meyhanesinde bir ortakla birlikte bir kadın ayakkabısı dükkânı açtı. Ve iflas etti. Ve kendini tavana asarak intihar etti. Bunun şiirini Oktay Rifat yazmıştı, hangi kitabında var bu şiir şimdi bilmiyorum. Ve Lambo’nun karşısında Lefter’in Meyhanesi. Kambur Panayot laterna çalardı. 1964’de bando mızıkayla Yunanistan’a gönderilmişti Lefter. Bizim kuşağın çok gittiği bir meyhaneydi ve ucuzdu.
Büyük Ziba ile Küçük Ziba (…). Ucuz. İlk kez Cihat Burak’ı oraya Sait Faik götürmüştür 1946’da. Bir kapıya tekmeler filan atmış Sait Faik.
Bursa Sokağındaki İşkembeci. Şimdi Ahududu Sokağı oldu.
Diamandi meyhanesi. Hammalbaşı caddesinde. İngiliz Konsolosluğu karşısı.
Panayot meyhanesi. Şimdi yine çalışıyor. Ondan ucuzu yoktur. Müşterilerinin hemen hemen hepsi hep hapishaneye girip çıkmıştır.
Anadolu Geçidi. Kuyumcu Franguli ile Fuat Uzkınay Sokağı arasında. Sait Faik Fikret Ürgüp’le oradaki birahanede buluşurmuş.
Rumeli Hanı’nın içersinde bir kahve, gizli. Ama İstiklâl caddesine ve Alkazar, Saray, Şark, Ar, Melek, İpek, Yıldız, Lale, Atlas, Aynalı, Şık ve Elhamra sinemalarına yakın.
Ve Cumhuriyet meyhanesi. Sahne sokağı ile Kalyoncukulluğu Caddesi’nin kesiştiği köşededir. 1933’den beri Cihat Burak’ın, Sait Faik’in, Orhan Veli’nin.. Edip Cansever’in.. vs.nin mekânıdır. Şimdi biz de (…) Cihat Burak’la, Sezer Tansuğ’la, Gülsün Karamustafa’yla, Özay Erkılıç’la, Turgay Özen’le, Ufuk Üsterman’la, Mithat Şen’le, Mustafa Irgat’la, Feryal Çeviköz’le, Yaşar Çubuklu’yla zaman zaman akşamları Cumhuriyet meyhanesine gidiyoruz.
Sait Faik’in daha bir dolu kış mekânları vardı tabii: Eftalikos, Degüstasyon, Çiçek Pasajı, Maya Sanat Galerisi.. filan gibi. Ama şimdilik bu kadar yeter.

Ece Ayhan
Arkitekt Dergisi, 1992, Sayı:3, s. 94- 99

Nis
28
2009
0

Düşünce de böyledir

Şu karşıki sandalı görüyor musunuz? Bakın sahile yaklaşıyor. Onu yürüten şey nedir? Kürekleri değil mi? Ya şu uçan martılar! Kanatları yolunsa artık uçabilirler mi? Düşünce de böyledir. Dört duvar arasında kapatılmak istenirse kanatsız kuş, küreksiz sandal oluverir ve bütün manasını kaybeder.

Sait Faik Abasıyanık

Akşam Gazetesi, 1949

Written by in: Usta Beni Öldür! (AKSAK KOLAj) | Etiketler:
Nis
24
2009
0

EDEBİYATÇILARIMIZ KONUŞUYOR!

Edebiyatımızın gelişmesi için neleri gerekli görüyorsunuz?

Turgut Uyar: Edebiyatımız herhalde hiçbir devirde eşine rastlanmamış bir büyük, bir geniş, adeta tertipli diyebileceğim bir nankörlük ve alâkasızlıkla, bir hor görme ile karşı karşıyadır. Sanatçı da nihayet bir insandır, üstelik evliya değildir. Uzun çileler bahasına bir şeyler yazıyorsa okunsun diyedir. (…) Halkımızın, bilhassa halk üzerinde sözü geçecek okumuşlarımızın, çoğunun o kadar sakat, o kadar kısır,o kadar bayatlamış sanat zevk ve anlayışları var ki, şaşırıyorum. (…) Arasıra inebildiğim yakın bir şehrin çarşısında bulunan tek kitapçının vitrinlerindeki o güzelim eserlerden hiçbirinin, komşu tuhafiye mağazasının vitrinlerindeki kravat veya çoraplar kadar alâka çekmediğini, hatta seyirci bile bulamadığını hüzünle görüyorum. (1965)

(…)

Bir gün meşhur bir edebiyatçı olacağınızı çocukluğunuzda tahmin eder miydiniz?

Nurullah Ataç: Ün salmağı, sizin dediğiniz gibi “meşhur olmağı” ne çocukluğumda düşündüm, ne de şimdi düşünürüm. Daha doğrusu, çocukluğumda belki olmuştur öyle hulyalarım. Şimdi kurtuldum: Biliyorum, kendimi tanıtamayacağım, beğendiremeyeceğim. Üzüldüğüm de yok. Tanınanları, beğenilenleri görüyorum da onlar gibi olmadığıma seviniyorum. (…) Öyle sanıyorum ki yüz kadar okurum var, onlar da yeter bana. (…) Ben edebiyata hizmet etmeğe çalıştım, edebiyat bana hizmet etsin, beni tanıtsın demedim.

(…)

Edebiyatımızın gelişmesi için neleri gerekli görüyorsunuz?

Necati Cumalı: Ben gelişmesinden geçtim. Mevcut alâkasızlık karşısında bugünkü durumunu muhafaza etmesi için çareler düşünmek gerektiğine kaniim.

(…)

Armağan kazanmış bir yazar olarak, armağanlar için ne düşündüğünüzü söyler misiniz?

Tahsin Yücel: Armağanlar elbette pek yararlıdır. En azından bir eleştirme görevi görürler. Belirli kişilerin belirli bir yapıtı üstün bulduklarını ortaya koyarlar. Ama edebiyat armağanları bizde istenen ortamı bulamadı, iyi oldukları söylenemeyecek amaçlarla baltalandı, yarardan çok, zarar verdi. (15 Ağustos 1962)

Dünkü ve Bugünkü “Edebiyatçılarımız Konuşuyor”

Varlık Yayınları, Kasım 1976, 1. Baskı

Nis
20
2009
0

“Ben şiirden değil müzikten geliyorum.” (Ece Ayhan)

(…)

Ece Ayhan: Yalnız ‘Sıkı Şiir’de değil, bütün tarihte “şiirin kâhyası” çoktur galiba?

Cemal Süreya: Evet, şiirde kâhya sayısı şair sayısından fazla. Herkes şiirden anladığını sanıyor. İşin ilginç yanı, bir noktaya kadar anlıyor da. Herkes ressama, müzisyene hayran; onların işine karışmıyor. Ama tutup şaire yol gösteriyor. Bunun iyi yanı da yok mu? Şiir ülkemizde herkesin işi olmuş. Şiir üzerine laf yürütenler sevimli değnekçilerdir. İşlerini açıktan açığa yaparlar. Bir de senin dediğin “gizliden gizliye kâhyalar” var. Onların sayısı çok az be!

(…)

Ece Ayhan: Caz?

Cemal Süreya: Şiirimi şöyle özetlemeye kalkıştım bir ara; “Güneşten yırtılmış caz, kavaldan dökülen gökyüzü” Tabii, bir yakıştırma bu, yaklaşık bir laf. “İkinci Yeni” kaç kez defnedilecek yahu!

(…)

Ece Ayhan: Müzik? Ben şiirden değil müzikten geliyorum.

Cemal Süreya: Güneyde küçük bir koy var. Biri oraya şavklı mahşer otobüsleriyle gitmişti. O koy, o otobüsler, o şavk hayatın özüdür. Müzik daha da özüdür.

(…)

Ece Ayhan: Türkiye’de şiirler sessiz çekilir. Ses sonradan (masada) eklenmiştir şiirlere.

(1990)

Ece Ayhan

Şiirin Bir Altın Çağı, YKY, 1993, s.165

 

Written by in: Usta Beni Öldür! (AKSAK KOLAj) | Etiketler:
Nis
18
2009
0

Aynalar İnsan Değil (Allen Ginsberg)

 

Aynalar insan değil
Aynalar insan
Hem de ikisi
Hem insan hem ayna
İster Manhattan’ın doğu yakasında
İster boğaz şehrinin Kumkapı’sında
Herkes yalanları söyler
Doğruları söyleyerek
Yeni rakı masasındaki sarhoş ağızlar bile

Allen Ginsberg
19.6.1990-Kumkapı

Hamiş: 1990’da Can Yücel ile Allen Ginsberg Kumkapı’da buluşmuşlar. Buluşmada birbirlerine birer şiir yazıp vermişler… Yukarıdaki şiir Allen Ginsberg’in Can Yücel’e yazıp verdiği şiirdir. Şiiri Can Yücel Türkçe’ye çevirmiş. İşbu şiir Öküz Dergisi’nin 1998 yılında yayımlanan 49. sayısında yer almıştır.

 

Nis
14
2009
0

Yarım santim…

Tutkusuz ve önyargısız tek eleştirmen, zamandır. İki ayaklı türüne gelince: Yarım santim bile esirgenmeli onlardan. Bir ele geçirmesinler o yarım santimi, tutar kocaman bir kitap icat ederler.

John Steinbeck

Nis
13
2009
0

Ağalı Dünya

 

 

Âşık İhsâni’nin “Ağalı Dünya” adlı kitabının kapağıdır. Kapak çizimi, Turhan  Selçuk’a aittir. 

 

Nis
13
2009
1

İktidarın kötü, çok kötü olduğuna inanıyorum.

(…) İktidarın kötü, çok kötü olduğuna inanıyorum. Onun varlığı karşısında mütevekkil ve kaderciyim, ama bir musibet olduğunu düşünüyorum. Bakın, iktidara ulaşmış kimseler tanıdım ve bu korkunç bir şey. Ünlü olmayı başaran bir yazar kadar korkunç bir şey. Üniformalı olmak gibi bir şey bu; üzerinizde bir üniforma varsa, artık aynı insan olamazsınız: İşte, iktidara ulaşmak da, daima aynı olan görünmez bir üniformayı giymektir. Kendime soruyorum: Normal olan, ya da normal gibi görünen bir insan, iktidarı neden kabul eder? Sabahtan akşama meşgul yaşamayı neden kabul eder? Muhtemelen hükmetmek bir zevk, bir zaaf olduğu içindir bu. Bunun içindir ki kendi isteğiyle iktidardan feragat eden hiçbir diktatör ya da mutlak şef örneği yoktur. (…) İktidar şeytanidir: Şeytan, iktidar hırsı olan bir melekti sadece. İktidarı arzulamak insanlığın uğradığı en büyük lanettir.

E. M. Cioran,

Ezeli Mağlup (söyleşiler), Çeviren: Haldun Bayrı, Metis Yayınları, 2007, s.22

Nis
12
2009
1

MEYDANSIZ’CA BİR SÖYLEŞİ…

Meydansız‘ca Bir Söyleşi…

Utku Kaygusuz: Zafer Yalçınpınar’ın “meydansız”la son dönem bir Türkiye portresi çizdiği söylenebilir mi?

Zafer Yalçınpınar: Bu amaçla yola çıkmadığımı ve bu eşleşmenin tüm hatlarıyla doğru olmadığını göz önüne almakla birlikte böyle bir portreden söz edebiliriz. Daha doğrusu söz konusu portrenin çıkarımlarından, türevlerinden biridir “Meydansız”lık… Mesela ilginçtir, soruya “Zafer Yalçınpınar’ın…” diyerek başladın ya.. böyle bir ayrıcalık da yok aslında. Neyi yaşıyorsak, neyi yükleniyorsak, bugün hangi boşluk bize dikte edilmekteyse onu işaret etmeye çalıştım. Yani söz konusu meydansızlık bana özel değildir; herkesin meydansız kalışının bir sonucudur, yüklenimidir, üzüntüsüdür, al-aşağı edilmesidir. Çeşitli olaylara baktığımızda 2007 ve 2008’i iktidar baskısı ile dikte dolu, hatta konjonktür içindeki en baskılı, yüklü yıllar olarak görüyorum. Bunun sonucudur “meydansız”… Günümüzdeki “strateji hastalığı” filan da bu yükün, baskının hatta “dikte edilmiş bir boşluğun” sonucudur. Gelecekte bu yükün azalmasını umut ediyorum.

U.K.: Bilindiği üzere meydanlar, toplumların özellikle de halkların(!) içinde bulunduğu tarih ve düşünce yapısıyla beraber kimliksel tipolojisini yansıtması açısından önemlidir. Buradan baktığımızda ‘meydansız’, bir şiir kimliğinin altında meydansız kalanların kalplerini ellerine tutuşturmuştur, diyebilir miyiz?

Z.Y.: Sorunu yanlış anlamadıysam ve şiirsellikten bahsediyorsak eğer, “meydansız”daki şiirlerin birilerinin eline “yarım ekmekte köfte” veya “yevmiye” tutuşturarak, “Hadi bakalım yürüyün meydanlara!” demediği, demeyeceği açıktır. İmgesel olarak da tarihsel arka plan açısından da böyle bir kökeni yoktur o şiirlerin… Yani senin düşüncen doğru… Oradaki şiirler için “bağımsızlık, kalb ve vicdan” dışındaki her şeyden vazgeçmenin tipolojisidir, diyebiliriz. Her şeyden önce bu özü, sivilliği, sıkılığı belki de sahiciliği işaret eder, yüklenir meydansız… Ve tabii ki günümüzde, böyle bir sivilliğin kabul edilmeyeceği, hoş karşılanmayacağı da aşikârdır. Misal, Ece Ayhan’ın yaşamı araştırılabilir…

U.K.: “Ön” adlı şiirde sıkı bir ironiyi ve bütünüyle kitabın düşünce yapısının akorunu duyuyoruz. O halde şunu sormak istiyorum: Neden “atından inenler/ masaların ucuna/ binerler”?

Z.Y.: Aslında “Merdiven, Ağaç ve Meydansız” adlı şiirimi bahsettiğin bütünsellik için daha öncelikli buluyorum ben. Fakat madem merak ettin, söyleyeyim… “Ön” adlı şiirimde yönetsel süreçlere ve statükoya karşı duruş olarak başka türlü bir vurgu vardır; masalar, yönetimin ve durağanlığın simgesi, mecrası gibidir o şiirde… Devinimin ve bağımsızlığın güzelliğine, yüceliğine karşı masaların yönetsel durağanlığı, bağlılığı, çirkinliği… Masanın hangi tarafında durursanız durun, hangi ucunda olursanız olun aslında “masa” sizi yönetiyordur. Masaya bağlısınızdır. Ahmet Arif bir gün bir mülakat sırasında şöyle der: “Ben bu masalardan çok gördüm!” Statükoya karşıdır Ahmet Arif… Bu sözü söyleyerek karşısındaki adama “Bana hikâye anlatma, seninle uzlaşmayacağım!” der gibidir Ahmet Arif. Masadan kalkmıştır da…

U.K.: Şiir kimliğini ve “meydansız”ı göz önünde bulundurursak- boşluğun önemi nedir senin için?

Z.Y.: Bu konudan bahsetmek istemiyorum. Fakat sana ufak bir ipucu vereyim: Hubert Reeves’in “Boşluk Bakışımın Biçimini Alıyor” adında bir kitabı vardır. Kitabın adı Paul Éluard’a ait olan “Boşluk bakışlarımın biçimini taşıyor” şeklindeki bir dizenin serbest yorumudur. Kitap 2001 yılında dilimize çevrildi. Bu kitap okunabilir…

U.K.: Teşekkür ederim.

Z.Y.: Sağolasın, asıl ben teşekkür ederim.

Nis
05
2009
0

Toprak Nedir?

(…)

“toprak nedir?” diye sordu tohumlardan biri;

toprak, içimizden gelen bir yerdi eskiden, güneşe başladığımız bir yerdi her sabah, geceler ağaçları, yağmurlar çiçekleri ağırladıktan sonra… ama harbe gitti toprak artık, ölüleri ağırlamaya…

(…)

Feyyaz Kayacan

“Sığınak Hikâyeleri” adlı kitabından…

 

Nis
03
2009
0

Şiir: GELMEYEN (Zafer Yalçınpınar)

(…)

2.

herhalde gelemedi
tek ders sınavından kalmıştır;

şiir!

ezberlenemez

(…) 

4. 

gelse
sonunda
şu meydansızlığa

kimsenin
olmadığını
görecek

Hamiş: Şiirin tamamına https://zaferyalcinpinar.com/s70.html adresinden ulaşabilirsiniz.

 

Nis
02
2009
0

Alıntı: “Yeni Adam Günleri”nden…

1936 yılı Temmuz’unda Yeni Adam’ın “Kısa tetkik ve tenkitler” sütununda Nâzım Hikmet’in oturduğu apartman dairesini konu alan şöyle bir yazı çıkmıştı:

“Bir gün Dr. Fuat Sabit, Kerim Sadi’ye: Nâzım Hikmet, Beyoğlu’nda bir apartman yaptırmış kapıları elektrikle açılıyor, dedi. Kerim Sadi bir an düşündükten sonra şu cevabı verdi: Nâzım’ın apartmanındaki kapılar bir şey mi, sen gel de benim Kuzguncuk’ta sekiz liraya tuttuğum yalıyı gör, kapılar rüzgârdan kendiliğinden açılıyor.”

Bu yazı her ne kadar mizahi bir öz taşısa da yine de Nâzım’ın alçakgönüllü bir yaşam yerine Beyoğlu’nda şaşalı bir apartman dairesinde farklı bir yaşam sürdürmekte olduğunu ima etmektedir. Öyle sanıyorum ki sözü edilen daire, Memet Fuat’ın “Gölgede Kalan Yıllar” adlı kitabında bahsettiği Cihangir’deki Nuri Demirağ’a ait olan dairedir. Nuri Demirağ bu daireyi iş için dışarıdan gelen mühendisleri oturtmak için boş tutarmış. Nâzım’a kiraya verirken de mühendisler geleceği zaman birkaç ay önceden haber verileceğini ve dairenin boşaltılması gerekeceğini koşul olarak öne sürmüş. Ben bu dairede bir gece kaldım. Bu dairede bir karyola bile yoktu, Nâzım ile Piraye bir yer yatağında yatıyorlardı. O yatak bugün gibi gözümün önündedir. Bazı şeylerin yarı espri görünümünde de olsa nasıl çarpıtıldığının bu olay güzel bir örneğidir.

Tuna Baltacıoğlu

Yeni Adam Günleri, YKY, 1998, s. 194

Nis
01
2009
0

öl de gel yanımıza…

öl de gel yanımıza 

(…) 

içimde bir kalb var 

uçurumun
kenarında
bekliyorum 

aşağıda
hastalık
var 

çocuklar uçamıyorlar artık 

sokaklar
boş 

kâğıtlar tıka basa dolu 

bir kelime geliyor
kaleme
kapımı vuruyor
kalbimin 

aç kapıları 

(…) 

 

Turgay Özen
Beyaz Dergisi, Şubat 2009, Sayı:21, s.82
 

 

 

Mar
28
2009
0

Bir Başka Atonalite

“Bir Başka Atonalite” adlı öyküye https://zaferyalcinpinar.com/o21.html adresinden ulaşabilirsiniz.

Hamiş: Bu öykü “Atonalite” adlı öyküyle birlikte (belki de karşılıklı) düşünülmelidir.

2. Hamiş: İşbu öykü Dr. Erdoğan Kul’a ithaf edilmiştir.

Sahicilikle/ Zafer Yalçınpınar

Mar
27
2009
0

BİR GEMİ…

1978 yılında, “Yazı” Dergisi’nin 2. sayısında yayımlanmış “Ece Ayhan” başlıklı bir Ece Ayhan şiiridir.

 

Mar
23
2009
0

Saltuk Erginer’in Sisifos Hikâyeleri

 

  

Saltuk Erginer’in “Sisifos Hikâyeleri” adlı albümünün tamamına

https://www.zshare.net/download/55445900a32cf699/%5Dsaltukerginer.rar
adresinden ulaşabilirsiniz…

 

Mar
19
2009
0

Meydansız Şiir (Cengiz Kılçer)

Cengiz Kılçer’in “Meydansız” hakkında yazdığı yazıya https://haber.sol.org.tr/okumaodasi/11608.html adresinden ulaşabilirsiniz.

Mar
17
2009
0

Meydan Sokağı

 

  

Meydan Sokağı

El yordamı ıslıklarla fırlıyoruz
ölümüne atlıyoruz kürsülerin üzerinden
geçiriyoruz tırnakları zembereği boş pankartlara
şafak yok!
Yeni düşlerle yürüyor yeni öyküler. 

Akışsız bir hırıltı sırtüstü yatmış kuyu
suyu ıskalayan çeliksin boğuluyorsun
kedi boğazında ahı mor salkım
dişleri dökülüyor ahşabın,
 

-say ki ateşle çevrelenmiş in
akrep gibi kendini sokuyorsun-
 

varlıklar adını alıyor varlıklardan
sebepsiz edepsizlik salınan güzelliğin
hani şöyle bir omuz olsa çıplak bir omuz
bir trenin terkinde sabahı uykusuz.
(…) 

Nefise Pınar
 

Powered by WordPress | Theme: Aeros 2.0 by TheBuckmaker.com