Sait Faik’in Sivilliği Üzerine Serbestçe Konuşmak…
11 Mayıs 2009 Pazartesi
Zafer Yalçınpınar: Sait Faik hakkında konuşuyorsak, öncelikle, Sait Faik’in edebiyatımıza yaptığı “ilerici” katkılara paralel bir şekilde “insancıl olmak” amacına yaptığı önemli katkılardan, “ideolojik” diyebileceğim bu özellikten de bahsetmek gerektiğine inanıyorum. Çoğu ders kitaplarında gördüğümüz ve bize ezberletilen “durum” hikâyesi tekniğini, çağdaş edebiyat bilgilerini, Sait Faik’in üzerine yüklenen söylenceleri, sağda solda dağıtılan sebilleşmiş klikleri filan şimdilik bir kenara bırakalım diyorum. Sait Faik’i “sıkı” yapan “sahici” bir şey üzerine odaklanmak gerekiyor. Sait Faik’teki en önemli farklılığın “okuyucuyla bir arkadaş gibi, kol kola, yan yana durmak” olduğunu düşünüyorum. Sait Faik hikâyesini okuyan biri onun koluna girer ve onunla birlikte adaların, denizin, mücadelelerin, balıkların, sokakların ve aslında tüm yaşamın, her şeyin soluk alıp verişini, ayrıntısını yüklenir. Sait Faik’i okuyan birisi “yazmayan yazar” gibidir. Sait Faik de aslında “yazan okuyucu” olmuştur belki de. Okuyucuyu hikâyelerinin “kahraman”ı olarak görmüştür Sait Faik. Bir anlamda da kendini… Sait Faik’in hiçbir hikâyesinde “statüko güzellemesi” bulunmaz. Bizim “mülki edebiyatımızın tüm kâhyaları” şu klik üzerinde birleşmiş gibidirler; “Sait Faik sıradan ve küçük insanı anlattı.” Hayır. Sait Faik tüm eserlerinde “sahici insan”ı anlattı yahu! Öncelikle bu sivillikten, bu başıbozukluktan ve hatta edebiyatımızdaki bu büyük devrimden, ilerlemeden bahsedelim istiyorum.
Cengiz Kılçer: “Sait Faik sıradan ve küçük insanı anlattı.” demek Sait Faik öykücülüğünü karikatürleştirmekten öteye gitmeyecek bir safdilliktir. Merak ediyorum; acaba “Sait Faik sıradan ve küçük insanı anlattı” cümlesini kim, ne zaman ve hangi akıl kurdu? Neyse önce “sıradan ve küçük insan” iddiasındaki ortak itirazımıza sıradan ve küçük insanların sadece soyut birer insan olmadığını belirterek başlayayım. Milyonlarca insan yaşama biçimlerini, çıkarlarını ve kültürlerini diğer sınıflardan ayıran ve onları diğer sınıflarla karşıtlık içine koyan ekonomik koşullarda yaşadığı sürece bir sınıf oluştururlar. Sait Faik’in dönemine yetişemediğimiz ve tanık olamadığımızdan için zorunlu olarak hakkında yazılanları okumak durumundayız. İtirazımıza tanık olarak Vedat Günyol’un “Sait Faik’in Abası” başlıklı yazısından şu satırları okuyoruz: “Sait Faik için insanlar ikiye ayrılıyordu: Namuslu-namussuz, sömüren-sömürülen insanlar.” ( Milliyet Sanat Şubat 1980. sf. 37). Peşinen, Sait Faik’i sıkı ve sahici yapan sanırım yine kendisiydi onun nevi şahsına münhasırlığıdır. Dikkat edilirse Sait Faik, bu topraklarda ne bir öncülü ne de bir ardılı olan yazarımızdır. Sanatın ama özellikle edebiyatın, zamana koşullu olduğunu ve ancak tarih içerisinde belli bir zamanın düşüncelerini, isteklerini, gereksinmelerini, umutlarını yansıttığı ölçüde insanlığı temsil ettiğinin altını çizmek isterim Faik, bunu başarmıştır. Sait Faik için nevi şahsına münhasırdır demiştim; yine Oktay Akbal’ın bir anısı var. Sait Faik ve Orhan Veli ile üçü bir bahar günü Boğaziçi’nde vapur gezisine çıkarlar. Bütün iskelelere uğrayacak vapuru binmişlerdir. Üsküdar’dan Beykoz’a kadar Sait Faik O. Akbal’ı sorguya çeker: “Şu iskeleyi anlatmak gerekse neresinden başlarsın?” Anadoluhisarı iskelesinin yanında küçük bir kahve vardır, önünde dururlar. Sait Faik: “Haydi, mademki hikâyecisin şu kahvede ilk göze çarpan nedir söyle bakalım” der. O. Akbal kahveye bakar üç dört kişi okurmuş kâğıt oynayıp kahve içmektedirler, kahvenin duvarlarında İran Şahı’nın Atatürk’le birlikte renkli basma resimleri vardır. Oktay Akbal bu resimleri belirtirim deyince Sait Faik kızar birden: Ulan o kenarda tek başına oturan ihtiyar sakallı var ya? İşte asıl hikâye o be!” der. Gerçekten denize doğru bir ihtiyar oturmuştur; yalnız sıkıntılı bir hali vardır. Ne vapuru ne de denizi seyretmemektedir, kahvenin önündeki o pis suları seyretmektedir. Sait Faik yol boyunca hep o ihtiyardan bahseder durur. Sait Faik’in Türk öykücülüğünde ayırt edici özelliklerinden biri de okur ile metnin arasındaki ilişkiyi/mesafeyi en aza indirgemesi diye düşünüyorum. Sait Faik öykülerinin birçoğunda düzen eleştirisini açık ya da zımnen işlenir; örneğin Kumarbaz Hayri Efendi öyküsünün başkişisi Hayri iç konuşmasında “Cemiyete faydalı olmak?” kavramını kendi kendine sorgular. “İnsanın cemiyete faydalı olması için düşünmesi, yürümesi kâfidir der Hayri.” Yine sorar “Öyle midir?” “Hayri münakaşayı sevmez” (…) insan cemiyete en faydalı gibi göründüğü zaman en büyük zararı da yapabilir mi yapamaz mı?”diye de sorar. Cevap verir Hayri “Hayriye göre yapabilir.” ama bize göre bu cevap Hayri karakterindeki Sait Faik’in aslında ta kendisidir. Oysa Hayri’nin cemiyete faydalı olmak lakırdısına fena halde içerlemesinin altında yatan bir eleştiri söz konusudur. Bununla beraber Sait Faik öykülerinde “sıradan ve küçük insan” yoktur sınıflar vardır. Sait Faik’e göre cemiyette zararsızlar ve faydalılar gibi iki kategori görürüz; önce zararsızlara bakalım: “En zararsızlarımız sütçü beygirlerinin arkasında İstanbul sabahlarının sisli perişan sokaklarına küfreden hilekâr sütçüler, akşam karanlığında, ışıksız, hanımeli kokan mahallelerde, «akşam simidi» diye haykıran bol şalvarlı, patates yüzlü masum çocuklardır.” Şimdi de en faydalılarımız: “En faydalılarımız büyük kitaplar yazan, cart curt öten, yanlış hesap yapıp binalar çökerten, beton köprülerin bin ton kaldıracağını hesaplayıp da 160 ton kaldıramayınca nasıl olup da yıkıldığına eseflenen mühendislerdir.” Sait Faik’ten bu yana toplumsal yaşamımızda değişen çok fazla bir şey yok gibi.
Zafer Yalçınpınar: Sait Faik’in nevi şahsına münhasır oluşu bence de çok önemli. Ayrıca, Sait Faik’in bu topraklarda bütünsel bir öncülü ya da ardılı olmadığına en az senin gibi, en az senin kadar inanıyorum. Özellikle de fasonluktan -hatta fasonlukla- kırılmış ya da çözülmüş günümüz edebiyat ortamını aklıma getirdiğimde böyle düşünüyorum. Fakat bununla birlikte, hem “anlatıcı ya da işaret edici” hem de “anlatılan ya da işaret edilen” açısından şu aktarımı ve devridaimi unutmamalıyız; başka nevi şahsına münhasır “sıkı insanlar” var, olmuştur! Hatta tamlamanın başından rahatlıkla “sıkı”yı atabiliriz artık; sadece “insan” da diyebiliriz! İşte, bugün, söz konusu bu nevi şahsına münhasırları, “insan”ları Sait Faik’in ardılı ya da devamı sayabiliriz. Örneğin; Ece Ayhan Çağlar bu “insan”lardan biridir. Ece Ayhan “ikinci yeni” şiir akımının köklerini Sait Faik’in “Alemdağ’da Var Bir Yılan” adlı kitabına ve Dağlarca’nın “Çocuk Ve Allah” adlı kitabına bağlar. Çoğu yazısında ve yaklaşımında Sait Faik’i bir şair olarak tanımlar. Zaman zaman ince bir ayrıntıyla “Cins Şair” der Sait Faik adlı “Çakır Hikâyeci” için… Peki ya Dağlarca? İlginçtir, Sait Faik 1949 yılında Akşam Gazetesi’ne verdiği bir röportajda şöyle söyler; “Gençler arasında pek beğendiklerim var. Meselâ Fazıl Hüsnü Dağlarca. Bence şair de hikâyeci gibi hakiki hayatı ve büyük kitleyi ifade etmelidir.” Anlaşılan Sait Faik birçok ezber çizelgesini, özellikle de endüstrileşmiş düşüncenin en önemli aracı ya da numarası olan “ayrım kıstaslarını” bozmuştur, bozmaktadır. Üzerine eğildiği tüm insanlık sorunlarında, hikâyelerindeki tüm tuşelerde, tüm karakterlerde, tüm durumlarda ve “kakışım”larda böylesi büyük bir başarıya ulaşmıştır. Bunu “toplumun içinde hukuki özgürlüğü olan biri gibi” değil de “doğanın içinde gerçek özgürlüğü arayan biri gibi” yapmıştır. Dünyanın öteki ucunda kendiyle ve özgürlüğüyle yanmış, insan olmuş bir “Alexander Supertramp” bence Sait Faik’le içsel olarak kardeştir. Tabii ki Ece Ayhan da öyledir. Kısacası, kördüğümleşmiş sıkı bir bağlama çekmek istiyorum meseleyi; “Dülger Balığı’nın Ölümü” adlı hikâyeye… Yani Dülger Balığı’yla özdeşleşmiş şu insanlığımıza…
Cengiz Kılçer: Günümüz insanının bariz özelliği kendi kendisini muazzam bir hızla unutmaya kimliğini yitirmeye başlamasıdır. Çok samimiyetle şunu eklemeliyim toplumsal koşulları bir yana atarak var oluşun kendisi bir yabancılaşmadır gibi bir önermeye karşı durmak gerekiyor. İnsanın özü tek başına bir bireye özgü ve soyut bir şey değil, toplumsal ilişkilerin tümüdür. Hiç şüphesiz ki sadece Sait Faik’in öykülerinden duyulan estetik heyecan değildir burada soğukkanlı ve akılcı bir sınama yapmayı güçleştiren. Hatta bu güçlüğün ardında daha çok Sait Faik’in anlatım tekniğine gizlenen ve hiç de önemsiz sayılmayacak olan tehlikeli bir vesile yatmaktadır. Belki de Sait Faik, hangi çağdan ve hangi ulustan olursa olsun, herhangi bir yazarın asla bir arada sahip olamayacağı şeylere fazlasıyla maliktir. Ardından gelen izlenim genel kabul gören her şeye böylesine karşıt düşen tuhaf ve çeşitli kanaatler karşısında duyulacak olan garipsemedir. Sanki Sait Faik, sadece kendi olağanüstü betimlemelerini ve üslubundaki büyüleyici gücü göstermekten imtina etmekte; cezbedici ve sürprizli yeniliklerle türlü ustalıkları üzerinden kendi benzemezliğini gözler önüne sermeye tenezzül etmez. Yani biraz da kuralların tiranlığına metin içinden yükselen isyanı görürüz. Dülger Balığının Ölümü adına bakıp okunursa -ki çoğunluk öyle okur- kanımca yanlış bir okuma yapılmış olur. Dülger Balığının Ölümü öyküsünü temel ve üst yapı olarak kurgulandığını söyleyebiliriz. Üstyapıda balığın ölümü görünürken temelde toplumsal durum anlatılır. Buradaki metnin üstünde ölüm söz konusudur ama alt metinde insana insanlığa doğru bir çevrim söz konusudur. Dülger Balığının Ölümü üzerinden insanlık hallerine gönderme yapar Sait Faik. Bu özdeşleştirme olağan, gelişigüzel bir özdeşleştirme değildir ve toplumsal/tarihsel bir durum analizi ve saptaması vardır.
Zafer Yalçınpınar: “Onu canavar haline getirmek için hiç bir firsatı kaçırmayacağız.” diyerek bitiriyor hikâyeyi Sait Faik… “Onu şair, küskün, anlaşılmayan biri yapacağız. Bir gün hassaslığını, ertesi gün sevgisini, üçüncü gün korkaklığını, sükûnunu kötüleyecek, canından bezdireceğiz. İçinde ne kadar güzel şey varsa hepsini, birer birer söküp atacak. Acı acı sırıtarak İsa’nın tuttuğu belinin ortasındaki parmak izi yerlerini, mahmuzları, kerpeteni, eğesi, testeresi ve baltasıyla kazıyacak. İlk çağlardaki canavar halini bulacak.Bir kere suyumuza alışmağa görsün. Onu canavar haline getirmek için hiç bir firsatı kaçırmayacağız.” diyor… Çok açıktır ki Sait Faik kendini “insan” kılan farklılıkların yitmesinden, körelmesinden korkuyor… Hoyratlıktan ve kalabalıktan korkuyor; bu durumun insanlığı “insanlıktan çıkaracağını, suyunu, huyunu değiştireceğini, yavaş yavaş öldüreceğini” düşünüyor. En çok da “kalabalığın hoyratlığı”ndan korkuyor gibi geliyor bana. Dülger Balığı’na bir kimlik, sualtında bir dünya yakıştırmasının nedeni de bu arayıştır. Mesela Sait Faik hikâyenin hiçbir yerinde “Dülger Balıkları” dememiştir. Bir Dülger Balığı’nın “suyumuza alışması” Sait Faik için -kendisi adına- bir “canavar” yaratmak demek… Öyle ki tarih boyunca üzerinde ilerlenmiş bir yolun “öfke”yle ve “zorlama”yla silineceğini, başa dönüleceğini sezdirmeye çalışıyor. Yani “Homo Faber”, Sait Faik için korkutucu bir şey, bir canavar belki de… Tüm bunları “gidip-gelen” bir uzamda, sürekli yönelim değiştiren, “gidip-gelen” bir bakışla, suyun bir altına inerek, bir üstüne çıkarak anlatıyor. Sait Faik, “Dülger Balığı’nın Ölümü” hikâyesiyle kimin daha “özgür”, “insan” ya da “sahici” olduğunu arıyor, bu yönde salınıyor gibidir. Bazen onun hikâyelerindeki tüm karakterlerin, ele aldığı tüm sorunların “Dülger Balığı”nın hikâyesinde vücut bulduğunu, sınandığını düşünüyorum.
Cengiz Kılçer: Haklısın, okumalarımızdan şunu çıkarıyoruz ki öncelikle Sait Faik’in yalnızca yazar olarak değil, insan olarak bir ontolojik sorunsalı var. Her ne kadar bir öykü metni ya da edebi yapıt eninde sonunda bir kurmaca olsa da öykücülüğündeki samimiyetinden ve sahiciliğinden anlıyoruz ki, Sait Faik’in hem yaşadığı zaman dilimindeki toplumla-insanla hem de kendiyle bir derdi olduğunu fark ediyoruz. Son olarak iki alıntıyla örneklemek istiyorum:
“Her zaman Şarlo ruhunda bir serseri düşünürüm. İnsanları delicesine sever, ama onlardan korkar, kaçar, hep kötülük görür, hep itelenir hep kakalanır.” (Parkların Sabahı, Akşamı, Gecesi, s.76)
“Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey. Burada her şey bir insanı sevmekle bitiyor.” (Alemdağında Var bir Yılan, s.30)
Zafer Yalçınpınar: Bitsin o zaman üstadım… Öyle bitsin, ben razıyım.
[…] Cengiz Kılçer’le birlikte 2009′da gerçekleştirdiğimiz sohbet, benim için “Sait Faik’in Sivilliği” üzerine düşünmek ve serbestçe konuşmak bağlamında özel bir önem […]