***
Bir Henri Michaux Deseni (1946)
***

Bir Başka Henri Michaux deseni (1981)
***
***
Bir Henri Michaux Deseni (1946)
***
Bir Başka Henri Michaux deseni (1981)
***
İstanbul bir meyve bahçesidir.
________Le Corbusier(1924)
Bir zamanlar, ders vermek İçin Türkiye’ye gelen bir (midesine düşkün) İskoç felsefeci, yanında, Türk mutfağı üzerine bir İngiliz hanım gastronomun yazdığı bir kitap getirmişti. Hanımın temel tezi, Türk mutfağı üzerine temel yorumu, bunun, göçebe bir halkın mutfağı olduğundan dolayı, kolay taşınabilir, küçük ögeli yemeklerden oluştuğuydu. Oradan oraya göçen insanların yanlarında kolayca götürebilecekleri yemekler… Bizim (midesine olduğu kadar esprisine de düşkün) İskoç da, dolma, sarma, börek, şiş, sucuk, pastırma yedikçe, bu yoruma doğrulamalar bulur; at sırtında giderken ceplerine doldurdukları köfteleri atıştıran göçebeler getirirdi gözünün önüne…
Espri bir yana, aradan geçen bunca yerleşik toplumdan sonra, bu ‘menkul’ mutfak tasarımı -en azından Osmanlı mutfağı için- uygunluğunu yitirmiş gibi: Topkapı Sarayı’na Sinan’ın eklediği olağanüstü mutfağa İmparatorluğun dörtbir yanından ‘ithal’ edilerek getirtilen, ya da burada geliştirilen yemek türleri bunu gösteriyor. -“İzmir İşi Köfte” ya da “Beğendili Kebap” da yiyoruz artık; ama, bu ‘kuşbaşı’ yemek alışkanlıkları da büyük ölçüde sürüyor.
Acaba başka yaşam alanlarında ne ölçüde ‘gayri-menkul’ olmuşuz? Anadolu’ya gelen Türk boylar, göçebelikten ne ölçüde kurtulup yerleşikliğe ne ölçüde geçebilmiş? Bugünkü kentlerimizin ‘yerleşiklik’ düzeyi ne?
Bu soruya yanıt ararken bakılacak ilk alan, yerleşmenin kendi alanı: İçinde yaşadığımız yerler, e v l e r i m i z; ve onların da içinde yer aldıkları yerler, k en t l e r i m i z.
İki çarpıcı olguyla başlayalım işe:-
Türk evlerinin (ister köyde ister şehirde) içleri son derece temiz-pak (“bal dök yala”) olduğu halde, dışları son derece bakımsızdır, pistir. Bu olgunun temel bir göstergesi, İyice burjuvalaşmış küçük bir kesim dışında hâlâ süren ‘eşikte ayakkabı çıkarma’ âdetidir: Pislik dışarıda, temizlik İçeride…
İkinci olgu, kentlerimizde ekonomik düzeyi yüksek bölgelerde apartmanların çoğunluğa geçme eğilimine karşılık, tek katlı evlerin genellikle ekonomik düzeyi düşük bölgelerde bulunması. Bu olgu, belki ekonomik nedenlerle (arsa pahalılığı) ya da kentleşme sürecinin genel özellikleriyle (gecekondulaşma; arsa kapama) açıklanabilir; benim bundan çıkarmak istediğim sonuç ise şu : Türkiye’de ekonomik düzey yükselmesine eşlik eden bir yerleşim eğilimi, evden apartmana geçiş olgusudur. Yani, ekonomik düzey yükseldikçe, bir yandan evler yıkılarak yerine apartmanlar yapılır, bir yandan da insanlar evlerden apartmanlara taşınır. Kasabalarda ve küçük kentlerde, ölçek küçüklüğü sayesinde daha açık görülen bu olgu, büyük kentlerimizde, başka olgularla İçice de olsa, epey yaygın : Ankara’nın Bahçeli(!)evler’inde ya da Gazi Osman Paşa’sında git gide kaybolan evler, villalar; onların yerinde git gide daha yükseğe yükselen apartmanlar… İstanbul’un Levent’inde bu açıdan ilginç bir gelişme, bahçeli villaların şirket büroları haline gelmeleri. Bu bakımdan bir gariplik, birçok İstanbullu (?) zenginin, ekonomik açıdan bahçe içinde bir evde rahatlıkla oturabilecekleri halde, ‘lüks’ apartman katlarını yeğlemeleri -bahçe içinde bir evde oturma, çok küçük bir ultra-zengin azınlığın (o da, muhtemelen, beğenileri yüzünden değil, ‘statü’leri gerektirdiğinden) imtiyazında; ya da, eski aile konaklarında ya da yalılarında (birçoğu da istemeye istemeye) oturan köklü ailelerin imtiyazında. Bu sonuncular da (kaderin cilvesi!), çoğu zaman, ekonomik düzeyleri yetmediğinden; onu yükseltmek için, yalılarını, konaklarını satıp, karşılığında kat alırlar: Milyonlara (artık milyarlara) satılan yalıyı, konağı bekleyen de, gene, apartmana dönüşmektir…
Bu olgunun garipliği şurada: Dünyanın hemen her yerinde, kapitalistleşme süreci içinde, ekonomik olanakları artan burjuva, bahçeli ev edinme yönelimi gösterirken, Türkiye’de tam tersi oluyor -Batı’nın kapitalist kentlerinin banliyöleri tek katlı evlerden oluşurken, İstanbul’un, Ankara’nın, İzmir’in banliyölerinde koca koca ‘blok’lar, ‘site’ler yükseliyor; kapitalist toplumlarda, apartman katında oturanlar en düşük gelir düzeyine sahip kesimken, Türkiye’de üst gelir düzeyliler oluyor.
Aynı şekilde, sanayileşme ve kentleşme sürecinin başka toplumlarda yarattığı yoksulluk bölgeleri (“slum”lar) şehir merkezindeki büyük (ama eski) yapılardan oluşur; bizde ise, şehir dışında, bahçe içinde (yepyeni!) evlerden -bizim kent merkezlerimizdeki (onlar da yeni) büyük apartmanlar ise, zenginlerin konutlarıdır…-Buradan da garip bir görünüm: Ankara’nın Kavaklıdere’sindeki beş katlı bir apartmanın beşinci katındaki 280 metrekare falan dairesinde oturan, işyeri Kızılay’da olan yeni palazlanmış işadamı, sabah kalkıyor, apartmanının beton ‘bahçesi’ne parkettiği 280 SE falan Mercedes’ine binerek ikibuçuk kilometre katediyor, bir ara sokakta zar-zor peylediği park yerine arabasını bırakıp, beş katlı bir apartmanın ikinci katma çıkıyor. Bu açıdan, arabasını Kadıköy’de parkedip, ‘karşı’ya vapurla geçen, ya da arabasıyla Köprü’nün hengamesine katılan İstanbullu daha mı burjuva? -o da, Erenköy’de ondördüncü falan katta oturuyor; işyeri de Karaköy’deki altı katlı bir ‘han’ın üçüncü katında… Oysa, New York’daki, Londra’daki, Frankfurt’taki burjuva, sabahleyin bahçeli evinin garajından arabasıyla çıkıyor, tren/metro istasyonuna gidip arabasını parkediyor, sonra da yüz kilometreye varabilen bir yolculuktan sonra, bir gökdelenin bilmemkaçıncı katına çıkıyor…
Bunlar acaba yalnızca ekonomik azgelişmişlikten, gelişmekte-olmaktan mı ileri geliyor? ‘Geri’lik ne anlama geliyor burada?
* * *
Ekonomi temelli toplum kuramları, burjuvaziyi (en azından tarihsel başlangıçlarında) büyük çapta kültürsüz ve görgüsüz sayar -nasıl başka türlü olsundu ki, yeni bir sınıf olarak-; bu yüzden, dolaysız yaşam, görgü/görenek ‘değer’lerini bir önceki egemen -köklü- sınıftan; aristokrasiden devraldığını söyler. (Bu duruma en somut örnek, burjuvazinin gözde otomobili Rolls-Royce’dur: Meraklı bir aristokrat ile becerikli bir mühendisin işbirliği sonucu yaratılan bu ‘alet’, burjuvazi devralana dek, zengin kalabilmiş aristokratlara ‘hitap’ ediyordu.)
Bizde de aynı ‘öncekine dönüş’ süreci işlemişe benzer; ama, sanki çok daha gerilere gidilmiş: İstanbul saraylısı ve taşra eşrafının görgü/göreneği (nedense) etkisiz kalmış; palazlanan burjuvazi de daha geriye, göçebe Anadolu geçmişine dek geri giderek, elde ettiği ekonomik güçle gerçekleştireceği yaşamsal ‘değer’leri oradan almış. Bu işlem sırasında, yoğun kentleşme içinde köyden kente çok hızlı aktarılan nüfus, zaten cılız olan yerleşim köklerini yeniden sökerek (“yorganını sırtına vurarak”) şehre gelirken, göçebe bilincini yeniden ve daha güçlü olarak canlandırmış. Bu arada, kentleşme süreci de, bu yoğun nüfusun eski şehirlilik geleneğini ‘usturuplu’ bir biçimde devralmasına elverecek bir biçimde yürümeyince, bugünkü duruma gelinmiş: köy irisi kentler olan şehirler…
Şunu söylemek istiyorum, kısaca:-
Türkiye’nin kentleri, en temelde, göçebe bir bilinç üzerinde gelişmektedir.
Birimlerden başlarsak da, yukarıdaki önermenin bir çıkarımı şu:-
Türkiye’deki temel yerleşim birimi haline gelmiş olan apartman, bir göçebe oba mantığıyla işleyen bir olgudur.
İlkin dilsel açıdan yaklaşalım.- Apartment sözcüğü kendi anadillerinde “ayrılmış bölme” gibi bir anlama geldiği halde, Türkçe’ye geçince, ilginç bir dönmeyle, o bölümlerin oluşturduğu toplam yapıyı niteler olmuş. Böylece, Batı’da aslında eski ve başlangıçta tek başına bir konut oluşturan büyük bir yapının sonradan bölümlendirilmesiyle oluşturulan aparment’ların yerine, Türkiye’de apartman, yeni ve baştan bölmeli olarak kurulmuş bir yapıdır. Bu açıdan bir başka terslik de, Batı’daki ilk apartment’ların oluşma sürecinin, şehir merkezindeki eski yapıların korunmasıyla sonuçlanmasına karşılık, Türkiye’de yapılan apartmanlar eski yapıların (köşklerin, konakların, evlerin) yıkılması sonucu oluşmuştur. Nitekim, Türkiye’de “apartman irisi” gibi bir anlama gelen blok’lar ya da site’ler, Batı’da kent dışına yapılır; kent içine yapılan gökdelenler ise, konut değil, işyeridir.
Bütün bunlardan, Türkiye’deki ‘apartman’ olgusunun temelinde şöyle bir tasarım bulunduğu sonucunu çıkarabiliriz : Nasıl bir göçebe oba, konakladığında, ortak bir (boş) alan üzerinde y a n y a n a toplanan çadırlardan oluşursa, bir ‘apartman’ da, aynı ‘arsa’ üzerinde, ama bu kez ü s t ü s t e toplanmış ‘dairelerden oluşur.
Bu tasarımın ne denli göçebe nitelikler taşıdığına, şimdi bazı gözlemler yoluyla bakalım:-
İnsan gözleriyle görmese inanmaz : Ankara’nın Kavaklıdere’sinin Bülten Sokağı’nda, beş katlı bir apartmanın üçüncü katında oturan; mutfağında musluk, lavabo, pis su boşaltım sistemi, vb. bulunan bir evkadını, bulaşığını bir tas içinde yıkadıktan sonra, tası mutfağının penceresinden aşağı boca ediyor…
Bu hanım, yaklaşık bir kuşak öncesinden Ankara’ya gelmiş (bu arada da bir hayli varlıklılaşmış) bir ailenin kızı: Kayınpederleri aynı apartmanın en üst katında; kızkardeşi ye eniştesi karşı apartmanda; halası yandaki apartmanda; dayısı iki apartman aşağıda – uzatmaya gerek yok…
Bu belki de biraz aşırı ‘tipik’ örnek, şunu gösteriyor: Aslında bir tür yerleşiklik içinde bulundukları köylerinden, henüz bilmedikleri bir yaşam biçimine girecekleri kente göç ettiklerinde, bu ailenin fertleri, en eski göçebe bilinçlerini yeniden kurmuş; yeni ‘yerleşiklikleri’nde de en eski ‘oba’larını yeniden oluşturmuş, eski çadırlarına geri dönmüş…
Ancak, eski obalarda kan bağı ya da ortak geçmiş yoluyla sağlanan toplumsal birlik, ve bunun temeli olan gelenek/görenek, tabii ki, bir apartmanın ‘çadırlar’ı arasında kurulamaz, oluşturulamaz duruma gelmiştir artık: Bu ‘sabit oba’lardan artık her isteyen ‘çadır’ satın alabiliyor ya da kiralayabiliyor; bazı durumlarda gelir düzeyi bile yeterli bir birlik sağlamıyor.
Bu da ilginç bir biçimde apartmanların yönetimine yansıyor: Gürültüsüz patırtısız yönetilen apartman var mı? ‘Oba’ birliği olmaksızın biraraya gelen ‘çadır’ sakinleri, bir türlü anlaşamıyorlar; her ‘çadır’ gittikçe kendi içine kapanık, kendi kendine bir birim oluşturuyor. (Örneğin, bir daire sakini, apartman yöneticisine şöyle diyebiliyor: “Ben radyatörlerimin musluklarını kapattım, soba yakıyorum; yakıt parası vermeyeceğim”…)
Obanın dayanışma unsuru bu yolla yitince, zaten başlangıçta başkaca bir ortaklık da bulunmadığından, kentlerimizde görülen keşmekeş ortaya çıkıyor. Kent sokaklarındaki; apartmanlarımızın bahçesinde, önünde, hatta girişinden başlayan düzensizlik, bakımsızlık, pislik, keşmekeş…
“Belediye hizmeti” kavramının göçebe yaşam biçimine ne denli yabancı birşey olduğunu düşünelim: Üzerinde konakladığı yayla, oba için, geçici bir çevre, bir mevsim sonra geçilip gidilecek bir uzam, geleceği hesaba katılması gerekmeyen bir doğa parçasıdır -belki ertesi yıl oraya yeniden gelinmeyecektir bile. Bu yüzden göçebenin bu yerde yapması gereken tek ‘çevre düzenlemesi’, çadırının tabanına gelecek toprak parçasını düzleştirmektir. Sonra da, temiz tutacağı tek yer, çadırının içidir; onun tek yaşam yeri budur. Geriye kalan geniş doğa parçası, kendi haline bırakılır; zaten, onu göçebe için değerli kılan, kendi haline bırakılmış halidir.
Bu gözle bakınca anlıyoruz: Kentlerimiz de bizim için böyle bir anlam taşımıyor mu? Sabah çıktığımız ve akşam döndüğümüz (ve tertemiz tuttuğumuz) evimizdir asıl ‘yer’imiz; gerisi, içinden geçip gittiğimiz boş uzam.. Aldırmayız bu uzama; yani kentimize – tıpkı obanın yaylası gibi, kendi haline bırakırız onu; o da, gerçekten ‘yayla’laşır, ‘doğa’laşır – ‘orman’laşır: Keşmekeş…
Böylelikle, Le Corbusier’nin New York’ta teşhis ettiği “barbarlık durumu”na ulaşıyoruz; ama bambaşka bir yoldan : New York’ta köklü kültür eksikliği ve yaşam ilişkilerinin salt ekonomi ilişkilerine indirgenmesi sonucu doğan ‘canavar’ kent, bizde, yerleşikliğin anlamına yabancılığımızdan; kentin varlık koşulu olan şehirli yaşam biçimine aykırılığımızdan doğan, ‘doğal haline bırakılmış’ kent oluyor.
Göçebe oba, yalnızca bir mevsim kaldığı yaylasını ne denli kirletirse kirletsin, oradan gidecektir; doğa da, rahat bırakılacak, kendi kendisini temizleyecektir. (Obanın geride bıraktığı pislikler, doğanın eritebileceği türdendir.) Oysa göçebe bilinç sahibi ‘şehirli’, yerleşiktir de aynı zamanda -göçebeliğiyle yerleşmiştir: yerleştiği çevreye -kentine- yönelik göçebe huyları sürüp gitmekte; bu huyların çevreye yığdığı pislikler de birikip durmaktadır (-bunlar da, doğada ayrışmayan naylon poşetler içinde…).
* * *
Bir şehir, bir yaşam biçimidir.
Bir konutlar toplamı -bir kent- değildir yalnızca, bir şehir; bir yaşam toplamıdır.
Konutlar toplamı haline gelince, bir yığından başka birşey olamaz – ki, öyle de oluyor; görüyoruz…
Her bir arsasında kendi başına buyruk oluşan yapıların ardından koşan belediye, hep geç kalıyor – ne bir parkı, ne bir çocuk bahçesi, ne bir spor salonu, ne bir alışveriş merkezi olan kişiliksiz ve niteliksiz yığın mahalleler çıkıyor ortaya.
Oysa Avrupa’nın köklü kentleri, içindeki insanların toplam yaşam alanlarıdır -bunun da gereklerini yerine getirirler. Bu kentleri “şehir plancılığı” çıktıktan sonra düzenlenmiş kentler diye görmek yanlıştır. Tersine, kentlerin planlanması gerektiği düşüncesi, z a t e n, bu toplam yaşam uzamı bilincinin gelişmesinden dolayı ortaya çıkmıştır. Eski ‘planlanmamış’ şehirlerde görülebilir bu : Onların gösterdiği bütünlük, yayladan ayrılıp yaşam uzamı olarak kenti seçen insanın yaşam biçimini yansıtır.
Bir şehir, bütün bir dünyadır.
İnsan ‘doğa’da yaşayamaz; yalnızca ‘ev’de de yaşayamaz – bunlarsız edemez; ama bunlar yetmez ona: Bir dünyada yaşar insan.
Çağdaş insanın dünyası, artık, beğensin beğenmesin, istesin istemesin, kaçınılmazca, kenttir.
Dünyasını, yani kentini, hem ‘doğa’sı hem de ‘ev’i haline sokmaktan başka çıkar yolu yoktur – yerleşmekten başka yolu, yok…
Oruç Aruoba
Temmuz 1990, Argos Dergisi
Kitap-lık Dergisi’nin 1995 tarihli 16. sayısında yayımlanan mektuba https://zaferyalcinpinar.com/cemalyusuf.jpg adresinden ulaşabilirsiniz.
Cemal Süreya’dan Yusuf Atılgan’a yazılmış bu mektup 23 Mayıs 1979 tarihlidir.
Alana ve Osiris bana bakınca, en ufak bir ikiyüzlülük, ya da, gizlilikten yakınamam. Dosdoğru yüzüme bakıyorlar; Alana ve mavi ışığı, Osiris ve yeşil ışını. Birbirlerine de aynı şekilde bakıyorlar; Alana Osiris’in siyah sırtını okşuyor, o da süt kabından burnunu kaldırıyor ve tatmin olmuş bir biçimde miyavlıyor. Kadın ve kedi benden ayrı, okşamalarımın yakalayamadığı alanlarda iletişimde bulunuyorlar. Osiris üzerinde bir otorite kurmaktan çoktan vazgeçtim; iyi arkadaşız, bununla birlikte aramızda aşılamayacak bir uzaklık var. Ama, Alana karım ve uzaklık bir başka. Bana baktığında, ve bana gülümsediğinde, Osiris gibi yüzüme doğruca baktığında, ya da, hiçbir şey gizlemeden konuştuğunda – her davranışında ve herşeyde kendini vererek, aşkta da nasıl veriyorsa; tüm bedeni de gözleri gibi olduğunda, mutlak bir bağış, kesintisiz bir karşılık, onun göremediği bir gölge düşüyor mutluluğuma.
Şaşılacak şey, Osiris’in evrenine doğruca girmekten vazgeçmeme karşın, Alana için olan aşkım, böyle tekdüze biçimde sonuçlanmış bir anlaşmayı kabul etmiyor : her zaman için bir çift olmak, gizemsiz bir yaşam. Bu mavi gözlerinin ardında başka birşey var, bu sözcüklerin, sızlamaların, sessizliklerin altında başka bir evren soluk alıyor. Bunu ona hiç söylemedim, bunca günün bunca yılın üzerinden geçtiği bu mutluluk yüzeyini kıramayacak kadar çok seviyorum onu. Kendi kafama göre anlamaya, keşfetmeye çalışıyorum. Gözetlemeden, kuşku duymadan izliyorum onu. Yaralanmış çok güzel bir heykeli, bitmemiş bir metni, yaşam penceresine yazılmış bir gökyüzü parçasını seviyorum.
Bir ara müziğin beni Alana’ya götürebilecek bir yol olduğunu sandım; ona, Bartok, Duke Ellington, Gal Gorta’nın plaklarını dinlerken baktığımda, duyarsız bir saydamlık beni onun yerine yerleştiriyordu; müzik onu değişik bir biçimde soyuyordu, onu daha da Alana yapıyordu, çünkü Alana doğruca yüzüme baktığında benden hiçbir şey gizlemeyen bir kadın olamazdı. Alana’ya karşı, Alana’nın ötesinde, onu daha iyi sevebilmek için arıyordum; ve başlangıçta müzik bana başka Alanalar gösterdiyse de Rembrandt’ın bir gravürünün önünde onun daha da değiştiğini gördüm: gökyüzünde bir bulut oyununun ansızın gölgelerin yerini değiştirdiği, ışıkların görüntü aydınlığa kavuşturduğu gibi. Resmin Alana’yı kendi kabuğunun dışına çıkardığını duydum, bir anlık bir değişim mı – Alana’dan Alana”ya giden, görünmesiyle yitmesi bir olan bu düşü – ölçebilen tek izleyici olarak. Gönüllü aracı Keith Jarrett, Beethoven, ve Annibal Troilo ona yaklaşmama yardımcı olmuşlardı. Ama bir gravürün, ya da, tablonun önünde Alana kendi olduğunu sandığı kişiden daha da ayrılıyor, bir an için düşsel bir evrene giriyordu. Bilmeden kendi dışına çıkıyordu, bir resimden diğerine giderek, onları yorumlayarak, ya da, susarak. Kraliçelerin, asların, maçaların, sineklerin, Alanaların birbiri ardına geldiğini gören, dikkatli ve temkinli ve biraz geride durup onu kolundan tutan biri için her yeni izlemenin yeniden dağıttığı bir iskambil oyunu..
Osiris ile ne yapabilirdim ki? Sütünü vermek ve tatmin olmuş siyah topaca saygı duymaktan başka. Ama Alana’yı, dün yaptığım gibi resim sergisine götürebilirdim; bir kez daha aynalar ve kara odalar tiyatrosuna tanık olmak ve tuale gerilmiş imgelerin başka bir imgeye-girişte sigarasını söndürdükten sonra üzerinde pislenmiş bir kot pantolon ve kırmızı gömlekle tablodan tabloya geçen, bakışının tam istediği aralıkta duran, ara sıra yanıma gelip bir yorum yada, bir karşılaştırma yapmamı isteyen Alana- karşı durmalarını görmek için. Buraya tablolar için geldiğimden, ve onu biraz geriden, ya da, yanından izleyen bakışımın kendi bakışıyla hiçbir ilgisi olmadığından kuşkusu olamazdı. Alana tablodan tabloya düşünceli bir şekilde geçerken çok değişiyordu. Gözlerimi kapatmak, ve onu kollarımın arasında sarıp taşkınlık yapmak, sokakta delice bir yarışa götürmek istiyordum. Bunu yapmamak için acı çektiğimi hiçbir zaman bilmeyecekti. Bulgusunda ve eğlencesinde rahatlığı bulurken, duraklamaları ve durgunlukları gerilimine ve susuzluğuma yabancı, benimkinden ayrı bir zamana yazılıyorlardı.
Şimdiye dek herşey yalnızca belirtiydi; müzikte Alana, Rembrandt önünde Alana. Ama bekleyişim artık çekilmez olmuştu. Sanat Galerisine gelişimizden beri, Alana kendini resimlere vermişti: bukalemunun korkunç saflığıyla bir durumdan diğerine geçiyordu: uygun zamanı gözetleyen bir izleyicinin onu, duruşunda, başının eğikliğinde, ellerini ya da, dudaklarının deviminde izlediğini, ve her yeni durumun tüm oyun bitene dek birbiri ardına masaya düşen iskambil kağıtları gibi Alana’nın Alana’yı kapattığını bilmeden. Alana’nın yanında, Galerinin duvarları boyunca ilerlerken, onun kendini bir resme verdiğini gördüm; Alana tabloya bakıyordu. Ben de tabloya bakıyordum. Sonra da bana bakıyordu, ve gözleri böylece değişmeyi yakalayan bir üçgeni çoğaltıyordu. Onu bir an için çevreleyen değişik bir ayla, yerini bir yenisine bırakıyordu; en son en gerçek çıplaklığa götürene dek. Bu birbirine geçişin nereye dek yineleneceğini, her ikimizin de arzusunu yerine getirecek bir bileşime kaç yeni Alana’nın beni götüreceğini önceden kestirmek olanaksızdı. Onu bir içki içmeğe götürmek istediğimi söylemeden önce yeni bir sigara yakan, ve hiçbir şeyden kuşkulanmayan Alana, ve uzun arayışımın en sonunda sonuçlandığını ve sevgimin bundan böyle görünür ile görünmeyeni ayırdedebileceğini, kapalı kapılardan yasak geçitlerden çekinmeksizin Alana’nın açık bakışını kabul edeceğini bilen ben. Bırakılmış bir kayığın ve ön planda kayalıkların bulunduğu bir resmin önünde Alana’nın yeniden durgunlaştığını gördüm; ellerinin görünmeyen bir dalgalanışı, onu sanki gökyüzünde yüzermiş gibi gösteriyordu. Sanki büyük denizleri, enginlerde bir kaçışı arıyordu. Ağaçların geçişini yasaklayan, ucunda maça desenleri olan parmaklıkların bulunduğu bir resmin onu ürküttüğünü görmek beni şaşırtmadı; başka bir yansıma noktası arıyor gibiydi; ve ansızın tablodan uzaklaşması, kabul edilemeyecek bir sınırlanmanın yadsınışı. Kuşlar, sualtı canavarları, sessizliğe açılmış, ölümün bir benzerinin içeriye girmesine göz yuman pencereler… her yeni resim, Alana’nın bir önceki rengini silerek, onu kaplıyordu: özgürlüğün, uçuşun ve büyük mekanların titreşimlerini ondan çekerek, geceyi ve hiçliği yadsıyışını, güneşin yörüngesinden kaynaklanan arzusunu, anka kuşunu andıran ürpertici çevikliğini olumlayarak. Beklediğim şeyin gerçekleşmesinin yüzümde yapacağı göz kamaştırıcı etkisini gördüğünde, soru dolu şaşkınlığı ve bakışının altından kalkamayacağımı bildiğim için, Alana’nın biraz gerisinde duruyordum. Çünkü bu arzu aynı anda bendim, benim tasarımdı. Alana benim yaşamım. Alana istemiş olduğum bir şey ve kuru bir yaşamın benden esirgediği bir armağan, işte en sonunda, en sonunda, bu andan başlayarak ve bu anda. Alana ve ben. Onu kollarımın arasında çıplak tutmak, onu, aramızda herzaman, herşeyin apaçık olacağı, herşeyin söylenebileceği bir biçimde sermek, ve yabancısı olmadığımız bu bitmeyen aşk gecesinden en sonunda yaşamış ilk şafağının doğmasını isterdim.
Sonunda Galerinin sonuna geldik. Çıkış kapısına doğru yaklaşıyordum, sokağın havasının ve ışıklarının Alana’nın beni tanıdığı biçime sokmasını bekleyerek başımı dışarıya doğru çevirdim. Alana’nın başka izleyicilerin, şimdiye dek görmemi engellediği bir tablonun önünde durduğunu gördüm. Bir pencere ve kedi imgesinin önünde uzun süre kımıldamadan durmuştu. Son bir değişiklik onu, diğerlerinden ayıran ve tualde onun yitmiş bakışını aramaya çalışan benden açıkça ayıran ağır bir heykel yaptı. Kedinin Osiris’e benzediğini gördüm. Pencere duvarının bizim de görmemizi engellediği uzaktaki bir şeye bakıyordu. Kedinin kımıldamadan oraya bakmasındaki durgunluk, yine de ona bakan Alana’nınkinden daha azdı. Üçgenin kırıldığını duyar gibi oldum; Alana bana doğru başını çevirdiğinde üçgen artık yoktu. Alana ve Osiris’in ne zaman yüzüme dosdoğru baktılarsa gördükleri, onlardan başka kimsenin göremeyeceği, ve şimdi ikisinin pencerenin ötesinde baktıkları yerde kurulmuştu.
Julio Cortazar
Çeviren: Engin Soysal
Cumhuriyet Gazetesi Arşivi’nden bir Ece Ayhan Fotoğrafı
Not: “Bakışsız Bir Kedi Kara” adlı Ece Ayhan web sitesine https://zaferyalcinpinar.com/bakissiz.html adresinden ulaşabilirsiniz.
Ayrıca bakınız: https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=544
***
İÇİNDEKİ HİÇ
nerden başlıyor
içindeki hiç
ordan yürüyorum seni
kimsesiz
tüm boşluklar el çırpıyor sevinçten
kendilerini unutuyor sayılar
gökyüzü aksıyor hayatında
ilk kez
nerden başlıyorsa
iç
indeki
hiç
ordan çivileniyor plastik çiçekler
duvarlara örülüyor bir sarmaşık gibi
yalanlardan pencereler
açılıyor
kırmızı ve siyah halılar ve plakalar
daha derin düşüncelere dalarak
zorlanıyor yapraklar ve ağaçlar
nerde bitmiyor
içindeki hiç
korkma
orda duruyorum dimdik
tüm boşluklar teslim oluyor
dağılıyor evler para balyaları gibi dizilen
yüzsüzler sırtlarını yüklenip gidiyor
mesaicilerin cepleri ve elleri
ve kafaları ve kalemleri duruyor
gökyüzü yoluna devam ediyor
topraklar birleşiyor
ki zaten bir deniz
kendini yineliyor
orda duruyorum
dimdik
bitiyor
iç
indeki
hiç
ölümden dönüyorsun
17 Ekim 2009
Zafer Yalçınpınar
(…)Tarihlendirilen zamanın dışına kaçmak istiyorlar.(…)Zaman baş ağrısı gibidir, unutmazsan geçmez, ağrıya bırakacaksın kendini. (…)
Latife Tekin
“Gümüşlük Akademisi”, Nisan Yayınları, 1997
Ulus Fatih’in “SOYUT OT” adlı kitabı “Borges Defteri E-Kitap Projesi” kapsamında yayınlandı. Kitaba https://www.mediafire.com/?m3owlodnjmr adresinden ulaşabilirsiniz.
“Borges Defteri E-Kitap Projesi” kapsamında daha önce yayımlanan kitaplar şunlardır:
-Allen Ginseberg; Howl(Uluma), Çev.Şenol Erdoğan
-C. Bukowski; “İntiharcı Çocuğun Son Günleri”, Çev. Mustafa Ziyalan
-Hasan Safkan; “Gezi Notları”
-Çağlar Tanyeri; “Direnmenin Estetiği Üzerine Gözlemler”
Apollinaire’nin Öldürülen Şair’inin Kapağı (1916 Baskısı)
*
«n’est pas du vrai sang
C’est du sang de bête
C’est du sang de tête
C’est du sang pensant
Jean »
Jean Cocteau’dan yaşlı dostu Andre Malraux’a imzalı… (1940)
*
Bérénice Abott’un “Jean Cocteau Portresi” (1927)
Sonaltından bu baharda yapılacak işlere dair:
Kalbimi çıkardım ve bir zümrüt koydum yerine
Aklımın olduğu yerlerden bulut geçiyor
Mavi türkü, yalnız türkü
Kardeşim benim, az sevgilim
Zeytin yaprağı, rüya bıçağı, kurşun ve kalem
Sana bir kılıç sunuyorum aramıza koyman için
Siyah ve beyaz biraz kırmızıyla örselenmiş
Bayrağı gamsız bir gemi olsam gerek
Ki, sana bir şarkı sunuyorum. Ört üstümüzü
Sonaltından bir bahar, dalları iğdeyle kanayan
Krizantem, manolya, nane, sardunya, bağ talanı
Sana kokular sunuyorum bu bahar
Beraber biriktirdiğimiz kokuyu ben aldım gidiyorum çünkü
Arzu Çur
DÜNYA
Bayan Sekmeler’in salonunda
sıkıştırılmış çiğ tanelerinden aynalar
konsol bir sarmaşık dalından yapılmıştır
ve halı yitip gider dalgalar gibi
bayan Sekmeler’in salonunda
çobanaldatan kuşunun yumurtalarında sunulur ay çayı
perdeler kendine çeker karların erimesini
ve karanlıkta sedefin içindeki tek bir parçada kaybolan perspektifte piyano
bayan Sekmeler’in salonunda
titrek yaprakların altında duran basık lambalar
pangolin kabukları içinde şömineye takılırlar
bayan Sekmeler’in zili çaldığında
hizmetçi kadınlara yol vermek için yarılır kapılar…
André Breton
(Breton’un 1924’te yayımlanan “Bir Kadavra” adlı kitabına ithafen 1930’da çıkardığı dört sayfalık özel baskı jurnaldir. Ya da işte, “Breton’un Gevezelikbilimi”dir… )
Anlamsızlık, saçmalık, bireycilik, kapalılık gibi sözcüklerin bu çağın sözcükleri olduğu artık herkesçe bilinen bir gerçektir. Kafka’nın, Faulkner’in, Beckett’in mutsuzluk çanları, bu çağın dışından gelen sesler değildir.(…)
Çoğunluğu yeni şiirin dışında bırakan, çoğunluğun yeni şiirle birlikte gelişmemesidir.(…)Çoğunluğun şiir karşısındaki ilk tepkisi, şiiri hemen anlayıvermek istemesidir.Yani kolay, ilk anda anlaşılıveren şiiri sevmektedir çoğunluk.(…)
Bir şiir azınlığa seslendiği zaman, o şiirin çoğunluk için olmadığını söyleyemeyiz. Yani çoğunluğun ona kapalı olması, o şiirin mutlaka azınlık için olduğunu göstermez.(…) Breton “Şiir usun bir bozgunluğu olmalıdır” diyecektir. Mallarme’nin şiirine, anahtarı kaybolmuş bir şiir gözüyle bakmak alışılmış bir şeydir.(…) Şiirdeki yalnızlık, bunalım, günümüzün yalnızlığı, bunalımıdır. Bugünün şiiri çoğunluğa saçma, anlamsız, karanlık geliyorsa, yaşadığımız hayattan başka bir yerden gelmiyor bu. Ayrıca bunun için de, belki de en çok bunun için, bugünün şiiri anlamsız, saçma değildir.(…) Bugünün şiiri bireyciyse, bu da bireyin yitikliğinin, ezikliğinin, yıkıklığının sonucudur.(…)
Kierkegaard kendisine , “Bir evin çatı arasında oturan, üstelik evin çökmesinin yakın olduğunu bilen bir insan” demiştir.
İlhan Berk
İnferno’dan…
Nâzım Hikmet’in Jokond ile Sİ-YA-U, Benerci Kendini Niçin Öldürdü? ve Taranta-Babu’ya Mektuplar adlı kitaplarına, tür, biçim ve içerik ilişkisi temelli yeni bir okuma modeli önermektedir. Kuramsal arka planını Nâzım Hikmet’in çağdaşı Soyvet kuramcı Mikhail Bakhtin’in “roman” ve “romanlaşma” hakkındaki görüşlerinin oluşturduğu bu kitabın temel iddiası, Nâzım Hikmet’in söz konusu kitaplarında şiirin romanlaştığı ve bunun da, kitapların ortak izleği olan sömürgecilik karşıtlığının tarihsel maddeci bir perspektifle sunulmasını sağladığıdır. Öykü Terzioğlu’na göre, Nâzım Hikmet’in bu şiirlerinin romanlaşarak “çok seslileşmesi”, sömürgeci üst sınıflar ile doğal işçi sınıfı addedilen sömürge halkları arasındaki sınıfsal çatışmanın temsilini olanaklı kılmış, yine romanlaşma ile ilintili olan “mizah” da bu çatışmanın sembolik düzlemde bir devrimle sonuçlanmasını beraberinde getirmiştir. (Tanıtım metninden…)
…
Bir nehir geçer evimin kenarından
Alır ışıklarını, lâmbamın, gider.
İçimde devam eder sabırsız
Ölülere ait düşünceler.
…
Ve olurdu vücudumuzdaki tarif edilmez çocukluk,
Nedense, daha uzun.
Uyanırdı karanlık hücrelerde,
Bütün yadigârlığı, ruhumuzun.
…
Susar şehri dolaşan,
Bütün sokaklar bana
(s.143)
…
gündüzlerden geçen uykular;
Denizler içre balık.
Sonsuz yalnızlığı kalbin
Bütün tarlalara aşinalık.
…
Evlerin gölgeleri evlere;
Akla gelen düşünceler ki garip.
Bilinmeyen güzel sulara dönmek
Gece vakti ağaçları bekleyip.
(s.113)
…
Yerine midir bu düşünmek,
Ki ölüme dair ve sonsuz.
Ve birleşir gecelerle birbirine
Bizim şahane uykumuz.
(s.147)
…
Fazıl Hüsnü Dağlarca
“Çocuk ve Allah” adlı kitabından…
(Zafer Yalçınpınar Koleksiyonu’ndan bir Dağlarca imzası…)
Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan “DAĞLARCA” ilgilerininin tümüne https://evvel.org/ilgi/daglarca adresinden ulaşabilirsiniz.
Nisan Dergisi’nin 1986’da yayımlanan sinema özel sayısında yer alan “Tanrının Sevgilisi Kim?” başlıklı Oruç Aruoba yazısına https://zaferyalcinpinar.com/tanrininsevgilisikim.jpg adresinden ulaşabilirsiniz.
Milliyet Sanat Dergisi’nin 1973 yılında yayımlanan 32. sayısında yer alan, Yaşar Kemal’in Sait Faik’le yaptığı söyleşiye https://zaferyalcinpinar.com/ilkturk.jpg adresinden ulaşabilirsiniz.
Milliyet Gazetesi arşivini incelerken Ece Ayhan hakkında önemli belgelere ve efemeralara ulaşmıştım. (Bkz:https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=544) Ardından, arşivde İlhan Berk üzerine de üç gün kadar süren bir tarama ve karşılaştırma çalışması gerçekleştirdim. Böylelikle, birçok efemeranın yanısıra İlhan Berk’in mevcut kitaplarına girmemiş bir söyleşisi günışığına çıkmış oluyor. 28.1.1964 tarihli Milliyet Gazetesi’nde “Yazdığı şiirleri halkın rüyasına benzetiyor…” spotuyla yayımlanan bu söyleşi, İlhan Berk’le yapılan söyleşilerin derlendiği ve Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanan “Kanatlı At” adlı kitapta ve Kültür Bakanlığı tarafından yayımlanan “Kendi Seçtikleriyle İlhan Berk Kitabı” adlı anı-kitapta yer almıyor. İlhan Berk’le Mustafa Ekmekçi konuşmuş… “Mısırkalyoniğne” adlı kitabın ardından oluşan İlhan Berk poetikasına ilişkin birçok “karanlığı” işbu söyleşinin “aydınlatacağını” düşünüyorum. “N. (Nesrin) İlhan Berk” hikâyesinden de çok etkilendiğimi ayrıca söylemeliyim.
Sonuçta, söyleşi aşağıdadır…
Artık ayarsınız ya da aymazsınız, orasını bilemem.
Sahicilikle / Zafer Yalçınpınar
*
—–
28.1.1964, Milliyet Gazetesi, Sayfa 6
(İlhan Berk’le konuşan: Mustafa Ekmekçi)
—-
ALTI AY İÇİN FRANSA’YA GİDEN, TÜRKİYE’DEKİ ANLAMSIZ ŞİİR’İN TEK TEMSİLCİSİ İLHAN BERK, YAZDIĞI ŞİİRLERİ HALKIN RÜYASINA BENZETİYOR…
Anlamsız şiirin Türkiye’de tek temsilcisi olduğunu söyleyen “Mısır-kalyon-iğne” kitabının yazarı İlhan Berk, altı aylığına Fransa’ya gitti. Gitmeden, onunla konuşmak istedim. Berk’in kendine yapılan saldırılara, beğenisizliklere karşı bir savunması olabilirdi belki.
İlhan Berk, ilk şiirlerini anlamlı yazmış, yani mânâlı. Sonra kendini bulmaya başlayınca sıyrılmış, anlamaktan anlaşılmaktan.
İlhan Berk, ilk şiir kitabına “İstanbul” adını koymuş. N. İlhan Berk imzası ile yayımlamış. Bu (N)nin anlamı çok büyük onca. O sıralar Nesrin adında bir kızı seviyormuş, aşkı o kadar büyükmüş ki, kızın adını kendi adının başına almış. O İlhan değil artık. Nesrin İlhan’dır. Bu adla, üç dört kitap yayımlamış. “Onun adını yıllarca yaşadım” dedi İlhan Berk…
İlhan Berk, Fransız hükumetinin “yaratma bursu”yla altı ay Fransa’da kalacak. Sözü uzatmadan yazıya, onun İstanbul şiirinden bir anlamlı parça ile girmek istiyorum:
İşte kurşun kubbeler şehri İstanbuldasın
Havada kaçan bulutların hışırtısı
Karaköy çarşısından geçen tramvayların camlarına yağmur yağıyor
Yenicami Süleymaniye arkalarını kirli kirli bir göğe vermişler
Hiç kımıldamıyorlar
Ayasofya elleriyle yüzünü kapamış
Bütün iştahıyle ağlıyor.
-İlhan Berk’in elinden Abidin Dino tutmuş…
-Kısaca anlatıvereyim, ilkokul öğretmeniydim o zaman. İstanbul’a geldiğimde SES dergisini gördüm. O dergiyi her keresinde okurdum. Nurullah Berk, Dino, yazarlar, çıkarırlardı bu dergiyi. O zaman bu dergiye şiir gönderdim. Benim şiirleri beğenip koyan Abidin Dino’ymuş.Sonra tanıştım onunla. Elimden tutanların arasına Yaşar Nabi’yi de katmak lâzım amma, o zaman bir taklit vardı şiirde. Halbuki, SES’te yayınlananlarda taklidin dışına çıkan, Cahit Sıtkı havasının dışında kalan şiirler vardı. Bunun için Abidin Dino dedim. Sonra Ankara’ya geldim, Gazi Eğitim Enstitüsüne girdim. Fransızca öğretmeni oldum.
-Anlamsız şiirde kaç kişi kaldınız şimdi?
-Yalnız kaldığımı sanıyorum, onun için de vatan değiştiriyorum.Zaten hep yalnız kaldım…
-Anlamsız şiire nasıl başladınız?
-Bizim yaşayışımızdır benim böyle yazmamın sebebi… Bizim yaşayışımızda bir anlamlı neden bulmuyorum ben bir defa. Mesela Çetin Altan’ın bir yazısı vardı. O yazısında, benden bahsederken, şiirimi anlamsız bulmasını doğal görmüştü. Yazısını da şöyle bitiriyordu: Böyle politikası, böyle bir düzeni olan ülkenin şiiri de böyle olur, diyordu. Ben de tıpkı onun gibi düşünüyorum. Toplumumuzla çatışma halinde değilim. En çok çağdaşım…
-Anlamsız şiire geçişin bir anısı vardır herhalde?
-Şiiri ararken, ben kendimi birdenbire burada buldum. Daha önceki okuduklarımda şiirden çok nesirle karşılaşıyordum. Nesirle karşılaşmak bana şiirin başka bir şey olduğunu gösteriyordu ki işte o zaman şiirin böyle bir ucuna gelip durdum. Buna da anlamsız dediler. Oysa halk benim yazdığım şiirin anlamsız olduğuna inanmıyor. Bu adı, daha çok zaten aydınlar veriyor. Çünkü halk şiirden, sözlerden, hikayeden öğrendiklerini aramıyor. Bir boşalma olarak kabulleniyor şiiri. Nedir ki, benim şiirim halkın değil, aydınlerın eline gidiyor. Ben, benim yazdığım şiiri halkın gördüğü düşlere benzetiyorum.
-Dilinizi de kınıyorlar mı?
-Ben şiirimde kelimelerden yararlanmam. Benim şiirim yararlandığım dili bozdum diye suçlandırıldığım kelimelerden, hatta dilden bile gelmez. Ben aslında dili değil, düşünceyi değiştiriyorum. Kelimeler beni ilgilendirmez dediğim zaman bunu demek istiyorum.
-Türk aydınlarından şikayetçi olduğunuz belli…
-Türkiye’de aydın durumu çok yavaş gelişiyor. Bunun da nedeni öyle sanıyorum ki, aydının düşünceden hareket etmesidir. Oysa batıda aydının hareketinden, davranışından bir düşünceye bir düzene bir sisteme gidiliyor. Bizde bunun tersi bir yaşama var. Kısacası biz düşünceleri yaşayarak bir gelişme yolunu seçmişiz. Son yıllarda bu değişir gibi görünüyor. Aydının ilerlemesinden belki o zaman söz edilebilir…
-Eleştiriciler konusunda da diyeceğiniz vardır elbette…
-Bizde eleştiri yazık ki, bir şiir, bir hikaye, bir roman okunarak yazılmıyor. Şiirin, hikayenin, romanın kuralları üzerinde konuşuluyor. şiir şudur, hikaye şudur, roman şudur deniliyor. Bir romanı sevdim, ya da sevmedim diye birisi çıkmıyor. Bir genellemeler yapılıyor hep.
-Fransa’dan ne getireceğinizi umuyorsunuz?
-Herhalde yine kendimi olduğum gibi getireceğim. Fransada da buradakine benzer bir yaşamın dışına çıkacağımı pek sanmıyorum. Bir oda bulup oraya yerleşeceğim. Fransa’da beni en çok Francis Ponge, Rene Char, Michaux ilgilendiriyor. Onları göreceğim. Onun dışında, başka kimse içimi çekmiyor. Yığınla Türk sanatçı arkadaşım var, en başta Abidin Dino. Öyle sanıyorum ki, birini görmeyeceğim.
*
28.1.1964, Milliyet Gazetesi, Sayfa 6
*
Ayrıca bkz: İLHANBERKİĞNE
*
Senem Korkmaz’la Puşt Ahali Edebiyat Platformu’nun kapanışı üzerine söyleştik… Aşağıdadır;
——-
Senem Korkmaz: Puşt Ahali Edebiyat Platformu’nu ne zaman ve hangi amaçla hayata geçirdin?
Zafer Yalçınpınar: Puşt Ahali Edebiyat Platformu’nu 2007’nin ilk aylarında kurdum. 2007’nin başına kadar birçok şiir ve edebiyat e-posta grubuna üyeydim. Bu e-posta gruplarında tartışılan başlıkların “paylaşım” odaklı olmadığını ve edebiyatın, şiirin içtenliğine ya da sahiciliğine uymadığını farkettim. Başka şeyler dönüyordu oralarda… Garip bir dirsek teması vardı ve bu dirsek teması küçük ölçekliyse bir “tarikat”, büyük ölçekliyse de bir “cemaat” oluşturmuştu. Bu grupların hepsinde de irtica faaliyetleri ya da unsurları vardı ve iğrenç bir “retorik arsızlığı” göze çarpıyordu. Akım derken bokum demekteydiler… Sıkı yazılar, şiirler, eleştiriler ve “hakikat” bu gruplarda paylaşılmıyordu. 2004-2007 döneminde basılı dergilere baktığımızda da durum aynıydı. Bir halay takımı, bir mutat zevat ordusu, kısacası bir “muhteris tipolojisi” statüko için elinden geleni ardına koymaz hale gelmişti. Müthiş çelişkiler ve irtica eylemleri söz konusuydu. Antoloji oyunları, sinsi manevralar, ödülcülük, jüricilik, ahbap çavuşluk, liyakatsizlik, temelsiz ya da gerekçesiz yazılar, biad yaklaşımları, yapay bağlamlar, yersiz ithaflar, binlerce yavşaklık, binlerce çelişki, binlerce döneklik… Baktım ki dergilerde de her şey bir “statüko üleştirisi” haline dönmüş ve neredeyse herkes bu “üleştiri mekanizması” etrafında çeteleşmiş… Yani sıkı şiir, sivil şiir, sahici şiir “mecra bulamaz” ya da “vücut bulamaz” hale gelmişti. Her yerde bir “sessizlik suikasti” oluşmuştu ve edebiyat kâhyaları tarafından uygulanan müthiş bir manipülasyon, kurulan bir menfaat şebekesi vardı. Günde üç dört kez “Puşt Ahali!” diyordum tüm bu cürufa… Sonra, bu durumu kendi kendime fısıldamayı bıraktım ve sözkonusu eğretiliklere karşı bir alternatif olsun diye “Puşt Ahali Edebiyat Platformu”nu kurdum. Çünkü “ben sustukça, sıra bana gelecek”ti. Susmamak gerekiyordu. Susa susa haysiyetini kaybeder insan… Başımıza ne geldiyse “susmak” yüzünden gelmiştir. “Sıkı şiir, sivil şiir, sahici yaratılar, araştırmalar, duyurular bu e-posta grubunda paylaşılsın ve edebiyat kâhyaları ya da sanat kabzımalları olmasın!” diye düşündüm. Edebiyat konusunda kimse kimseye “sessizlik suikasti” yapmasın, kimse kimseye susmasın, kimse kimsenin kâhyası ya da kabzımalı olmasın diye düşündüm. Kısacası, Puşt Ahali Edebiyat Platformu, “Ahali puşt olmasın!” demek için varolan bir paylaşım ve tartışma platformuydu. Platform, mevcut garabet ortamını işaret etmek ve bazı taşları yerinden oynatmak için kuruldu. Büyük ölçüde başarılı oldu da… Kapandığında 2150 konu başlığında 4500’e yakın mesajdan oluşan bir tartışma ve paylaşım arşivi vardı.
S.K.: Puşt Ahali Tarifesi, yani e-dergi fikri nasıl ortaya çıktı? Derginin misyonu neydi?
Z.Y.: Platformun katılımcılarının sayısı ve bendeki edebiyat-sanat efemeraları çok artmıştı. Bunları e-posta yoluyla iletişim kurarak paylaşmak çok zor oluyordu. Arada zayiatlar da gerçekleşiyordu. İstediğim dozda ya da ayarda bir kapsam ve tasarım da e-posta sistematiğiyle oluşmuyordu. Birkaç arkadaşın önerisiyle ve desteğiyle P.A.T!’ı çıkarmaya başladım. E-dergi’nin işlevi ve görevi de platformla aynıydı. Aradaki tek fark, e-derginin önemli yaratıları ve efemeraları daha derli toplu olarak içermesidir. Şunu da söyleyeyim, başlangıçta bana destek olacağını söyleyenler, sonradan yeterince destek olmadılar. Fakat, gene de, “Puşt Ahali Tarifesi” zaman ve mekân içerisinde yayımlanmış en sıkı ve sivil oluşumlardan, dergilerden biriydi. Ortalama 1000 kadar da sürekli okuyucusu ya da takipçisi vardı. Ayrıca, not olarak söyleyeyim, derginin yayımlanmış tüm sayıları şu adresten indirilebilir: https://zaferyalcinpinar.com/pat.rar
S. K.: Puşt Ahali neden kapandı? Seni buna iten durumları ve nedenleri açıklar mısın?
Z. Y.: Birçok kişisel gerekçem var… Şunu bil ki bu kişisel gerekçelerin hiçbiri de “keyfi” değil. Şimdi burada oturup, yaşama alanıma dair gerekçeleri, sıkıntıları ya da e-posta sistematiğinin teknik eksikliklerini ya da ne bileyim, işyerimdeki geçici sıkıntıların özel ayrıntılarını filan anlatmak istemiyorum. Bunları bir kenara bırakalım… Temel gerekçe şu: “Kişileri sırtıyla, yani sırt çevirişiyle tanımaktan sıkıldım! Buna zamanım yok artık!”
S. K.: Biraz önce senin de söylediğin gibi, Puşt Ahali Edebiyat Platformu kapandığında oldukça geniş bir arşive ulaşmış durumdaydı. Bu arşiv şüphesiz ki son derece değerli ve arşivin titizlikle korunması gerekir diye düşünüyorum. Ayrıca platformun takipçileri arşive ulaşmak isteyebilirler? Bu mümkün olabilecek mi? Bunun için herhangi bir şey düşündün mü?
Z. Y.: Arşiv bende… Fakat takipçiler için özel bir şey düşünmedim… Bu konuda suçluyum. Ama Evvel Fanzin’in ve P.A.T!’ın sayfaları arasında da birçok önemli şey “künk” gibi duruyor hâlâ… İsteyenler bunlara doğrudan ulaşabilir. Bunların dışındaki bir şeyleri merak edenler, kurcalamak ve bilmek isteyenler varsa bana e-posta ile sorabilirler…
S. K.: Platform oldukça geniş bir kitle tarafından takip ediliyordu. Grubun ve e-derginin kapanmasına çok üzülenler olduğu kadar çok sevinenler de olduğuna eminim. Bu minvalde grubun kapanmasının belli bir kitle tarafından “Yalçınpınar pes etti, yenildi.” şeklinde değerlendirileceği çok açık. Bununla ilgili ne düşünüyorsun?
Z. Y.: Yenildiğim filan yok… Puşt Ahali Edebiyat Platformu yapacağını yaptı. Ayrıca, Puşt Ahali Edebiyat Platformu’nun kapanmasına sevinenler hemen heveslenmesinler… Ölene kadar yazacağım. Yazdığım sürece de yenilmiş değilim. Beni bilen bilir. Platformun kapanışına üzülenler de aslında üzülmesinler… Bir de bakarsınız başka bir adla başka bir oluşum kuruveririm. Ve o oluşum da yüksek ihtimalle 20. sayısından yayım hayatına başlar. Yani, 19 sayı boyunca yayımlanan Puşt Ahali Tarifesi’nin bıraktığı yerden yeniden başlar. Edebiyat ve şiir bir zamanlama meselesidir… Hep söylerim; “zaman ve vicdan yargıçtır.” Saatlerinizi kontrol ediniz.
S. K.: Puşt Ahali Edebiyat Platformu’yla -senin kavramlarınla söylersek- “retorik arsızlığı” ve “yeni sinsiyet”e karşı büyük bir savaş verdin. Şimdi grup kapandığına göre Zafer Yalçınpınar savaş boyalarını silip baltasını toprağa gömdü mü?
Z. Y.: Bu soruna Oruç Aruoba’dan bir alıntı yaparak cevap vereyim: Yaşamın, seni ulaşman gereken düzeyin altında tutmağa çalışan eğilimlerle (bu arada kendininkilerle de)savaşmakla geçecek. –Bu yüzden de, ulaşman gereken düzeye ulaşamayacaksın; yani, başarılı olacak o eğilimler, sonunda. Zaten, belki, istedikleri de budur: Senin, onlarla savaşmak yüzünden, ulaşman gereken düzeyin altında kalman… Ama savaşacaksın, gene de: sonuç her iki durumda da aynı olmayacak mı zaten – sen, zaten, ulaşman gereken düzeyin altında kalmayacak mısın ki? –Ama, savaşırsan, en azından (nereye gelebilirsen) geldiğin düzeye savaşarak gelmiş olacaksın –bu da boşuna olmayacak.
S. K.: Platform kapanınca grubun takipçileri ve “sivil edebiyat” şiarının destekçileri olarak (kendimi de katarak söylemeliyim) bir anlamda “meydansız” kaldık. Bunu hak etmek için ne yaptık?
Z. Y.:Seni ve birkaç dostumu cevabımın dışında tutarak ve söylediğimin anlaşılacağını ümit ederek tek bir cümleyle cevap vereyim: “Bir şey yapmadılar!”
S. K.: Puşt Ahali’den sonra etkinlik gösterdiğin başka herhangi bir platform var mı? Paylaşımlarını nereden takip edebileceğiz?
Z. Y.: 2003’den beri yayımladığım “Sonrasızlık” adlı bir fanzin var. Önceleri basılı olarak yayımladığım bu fanzini 2006’da “blog” sistematiğiyle internete taşıdım. Sonrasızlık devam ediyor, sadece adı değişti. Fanzinin adını “Evvel” olarak değiştirdim. Fanzine şu adresten ulaşılıyor: https://zaferyalcinpinar.com/blog
S. K.: Yalçınpınar’ın bundan sonraki hedefleri ve projeleri neler?
Z. Y.: Aslında tek bir şiarım var: “İnsandan çok eşyaya benzememek!” Bu yoldaki uğraşılarım arasında, kısa vadede yani 2009’un sonunda ya da 2010’un başında “Denizaltı Edebiyatı” bildirisini yayımlamak var. Orta vadede de bir editöryal çalışmam var… Adını vermeyeceğim bir ustanın kitaplaşmamış bazı yazılarının editörlüğünü de üstlendim. Uzun vadede ise “sahiciliği” yazmak istiyorum: Kerim Çaplı, Ece Ayhan ve Kuzgun Acar arasındaki tipolojik ve yaşamsal benzerlikleri… Ayrıca, “Adabeyi” adlı “novella”mı da yazmaya devam ediyorum, fakat ne zaman tamamlarım ya da tamamlayabilir miyim, bilinmez. Kimse de bilemez…
S. K.: Umarım en kısa zamanda tamamlarsın. Kendi adıma Yalçınpınar’ın yeni çalışmalarını heyecanla beklediğimi söyleyebilirim. Çalışmalarında kolaylıklar ve başarılar, söyleşi için teşekkürler.
Z. Y.: Asıl ben çok teşekkür ederim… Eksik olmayasın…
*
9 Ekim 2009
Diğer söyleşilere https://zaferyalcinpinar.com/dilinkemigi.html adresinden ulaşabilirsiniz.
Ayrıca bkz: https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=503
ECE AYHAN HAKKINDA “ÖNEMLİ” BULUNTULAR
Bilindiği gibi Milliyet Gazetesi 1950-2004 yılları arasındaki arşivini internete taşıdı. İşbu arşivde bir hafta süren araştırmalarım sonucunda Ece Ayhan hakkında birçok buluntuya ve belgeye ulaştım. Örneğin, 1966’da Ece Ayhan’ın -Üstelik de “Bakışsız Bir Kedi Kara” adlı şaheseriyle katıldığı- Yeditepe Şiir Armağanı’nı “kaybettiğini” kim bilebilirdi?
Ya da, 1975’de, “Ozanın (Ece Ayhan’ın) Yaşaması İçin” adlı bir resim sergisinin düzenlendiğini, o sergiye katılanların tam listesini, hangi eserlerin, ne tip eserlerin sergilendiğini biliyor musunuz? Ya da o serginin gelirinin boyutunu (azlığını-çokluğunu) kim bilebilir, kim tahmin edebilir? 1968’de İçişleri Bakanlığı tarafından “adresi MEÇHUL olan Ece Ayhan” hakkında yayımlanan basın ilanını, yani Ece Ayhan’ın “emekliliğe sevk ediliş” ilanını okumuş muydunuz?
Kısacası, buluntulardan bazılarını -en önemli olanlarını- aşağıda paylaşıyorum. Gerisi size kalmış…
“Artık ayarsınız ya da aymazsınız, orasını bilemem.”
Sahicilikle / Zafer Yalçınpınar
***
ECE AYHAN ŞİİR ARMAĞANINI KAYBEDİYOR (27.01.1966, Milliyet Gazetesi,Sayfa 6):
Tahir Alangu, Asım Bezirci, Hüsamettin Bozok, Edip Cansever, Memet Fuat, Fethi Naci ve Behçet Necatigil’den kurulu Yeditepe seçiciler kurulu, “Yeditepe Şiir Armağanı”nı bu yıl, Ceyhun Atuf Kansu’nun “Bağımsızlık Gülü” kitabına verdi. Kansu’nun kitabı ile birlikte Metin Eloğlu “Türkiyenin adresi”, Ülkü Tamer “Virgülün başından Geçenler”, Ece Ayhan “Bakışsız Bir Kedi Kara” ve Ali Püsküllüoğlu “Sırtımızda Kızgın Güneş” kitaplarıyla yarışmaya katılmışlardı. (27.01.1966, Milliyet Gazetesi, Sayfa 6)
***
İÇİŞLERİ BAKANLIĞINDAN EMEKLİYE SEVK EDİLİŞ (12.07.1968, Milliyet Gazetesi, Sayfa 4):
İÇİŞLERİ BAKANLIĞI’NDAN
Çardak Kaymakamı iken, 2/9 1966 tarihinde Bakanlık emrine alınıp, 6435 sayılı Kanunun 1. maddesi uyarınca, 5/3 1967 tarihinden itibaren emekliye sevkedilen ve daha sonra açmış olduğu dâvâ sonunda emeklilik işlemi iptal edilen Ece Ayhan Çağlar’ın, Bakanlık emirinde geçen 6 aylık sürenin bitimi olan 1/4/1967 tarihinden itibaren 6435 sayılı Kanunun 1. maddesinin 3. bendi gereğince emekliye sevkedildiği, adresi meçhul olduğundan ilanen tebliğ olunur.(12.07.1968, Milliyet Gazetesi, Sayfa 4)
***
OZANIN YAŞAMASI İÇİN RESİM SERGİSİ (21.03.1975, Milliyet Gazetesi, Sayfa 8):
***
Hamiş: Tüm bu efemeralar Ece Ayhan Web Sitesi‘ne eklenmiştir.
SESSİZLİK
Güller gibi duran eşya
Eşyada yaşayan diyar.
Ortalıkta bir yalnızlık,
Birisi kaybolmuş kadar.
Bir aynadan geçmiş sanki
Rüya gibi esen rüzgâr.
Beyaz bir fanus içinde
Yüzen ve yüzen balıklar!
1936
Fazıl Hüsnü Dağlarca
“Çocuk ve Allah” adlı kitabından…
Powered by WordPress | Theme: Aeros 2.0 by TheBuckmaker.com