Mar
17
2010
0

Deha üzerine…

Aslında dehanın, zamanın yüzyıl ilerisinde olduğunun söylenmemesi gerekirdi. Bunu duymak insanları öfkelendirdi ve onların dâhiliğine karşı çıkmalarına yol açtı. Ayrıca birtakım delilerin üremesine neden olup, onlara destek verdi. Üstelik, bu söylenmiş olan doğru da değil, en azından bütünü doğru değil; çünkü asıl dâhilerdir ki, zamanlarının ruhunu, istemeseler ve bilincinde olmasalar bile, temsil ederler. Ortalama insanın zamanının yüzyıl gerisinde olduğunu söylemek, belki daha doğru ve daha eğitici olurdu.

Robert Musil
(Argos Dergisi, No:17,  Çev: Ahmet Cemal, 1990, s.64  )

Mar
17
2010
0

Uyku, Gece (Maurice Blanchot)

Maurice Blanchot’un  “Uyku, Gece” adlı deneme yazısına https://zaferyalcinpinar.com/geceblanchot.jpg adresinden ulaşabilirsiniz. Berran Gelgün’ün çevirdiği bu deneme, Argos Dergisi’nin 1989’da yayımlanan 16. sayısında yer almıştır.

Mar
16
2010
2

Üzgün Bir Sesle: Kuzgun Acar…

Borges Defteri‘nden Sufi, Kuzgun Acar’ın masklarının satışının ardından aşağıdaki yazıyı kaleme almıştır:

ÜZGÜN BİR SESLE: Kuzgun Acar..

Kibele Sanat Galerisi 2004 yılında Türkiye’nin en önemli heykel sanatçısı Kuzgun Acar’ı kapsamlı bir retrospektif sergiyle anmıştı. Sergi birçok özel koleksiyondan toplanan eserlerle gerçekleşmişti. Elim, canhıraş ölümünden sonra kendi yurdunda kapsamlı sunumlardan birisi idi söz konusu sergi. Gönül isterdi ki o yapıtların tümü onun adına ve sanatına yakışır bir müzede sürekli sergilenme, ulaşılma olanağına kavuşabilseydi.
1976 yılında kendi atölyesinde çalıştığı sırada insanın kalbini burkan bir kaza sonucu hayatını kaybeden bu değerli sanatçımızın tüm yapıtlarını izleme, görme olanağımız ne yazık ki pek yok. Bu gidişle asla olmayacak. Çünkü gözünü, kulağını kar, para, müzayedelerde bayrak kaldırma savaşına kaptıran ve konunun sadece kar-ziyan kısmıyla ilgilenen bir kısım sanat simsarının bazı önemli yapıtlar üzerine yine “genelde” kar-zarar dengesi uğruna “sahiplenme-hapsetme” tutkusuyla “çullanmaları” buna engel olmayı sürdürecek. Çünkü piyasa serbesttir ve serbest piyasada tahvilleşmeye nesne olarak ne yazık ki sanat yapıtını da bulaştırmış sermayenin kirli ruhu, bu iç kanama durumu (elbet ki dünya ölçeğinde alışkanlık-bağışıklık kazanılmış bir durumdur sadece bizde değil) nasıl okunmalıdır? Doğru olan bu mudur? Biraz daha “kar” uğruna nasıl haraç-mezat ve ulu orta satışa sunulabilir bu koleksiyon? Yoksa bir şeylerin bir yerlerde yanlış gittiğini mi gösteriyor? 22 Adet Kuzgun Acar yapıtını satın almaları için direkt her hangi bir özel müzeye teklif götürüldü mü? Bu koleksiyon hangi koşullarda oluşmuş ve karşılığında tek kuruş bile talep etmeyen Kuzgun Acar gibi bir sanatçıya ve yapıtların bütünlüğünü koruması açısından indirilmiş büyük darbedir! Bir Kuzgun Acar sevdalısı olarak zihin karışıklığı diyemem ama bir çeşit akıl tutukluğu yaşıyorum(bu durumları görünce). Bu faili malum durumun bana bıraktığı armağan sözcükler ise “gaga”, “makas”, “yırtıcı”, “dalga”, “ağ” oluyor istem dışı. Yapıtlarıyla 1962 yılında Paris Modern Sanatlar Müzesinin davetlisi olarak sergi açan ve terim yerindeyse bu efsane müzenin tozunu ta o yıllarda attıran sanatçının bir yapıtı ve iki deseni Paris Modern Sanatlar müzesi tarafından satın alınır, hala heykel bölümünde itinayla sergileniyorlar. Ama siz şu bulunduğumuz toprakların o yıllardaki sanat anlayışı, kavrayışına bakınız ki kendi yurdunda açlıktan ölmemek için 60’lı yıllarda balıkçılık yaparak yaşama tutunur, direnir Kuzgun Acar.
Geçen yüzyıl dahil, Paris Roden Müzesinde bütün bu coğrafyadan o müzede kişisel heykel sergisi açan tek kişi Kuzgun Acar’dır ikinci bir sanatçı yoktur, olmamıştır(yıl 1966), oysa kendi yurdunda, Anadolu topraklarının çorak olmaması, toprak erozyonu sorununu ta o yıllarda duyarlılıkla gündeme taşıyan devasa bir yapıtı Ankara’nın Emek İş Hanı’nın duvarından parçalanarak indirilir ve depolara kaldırılır, daha sonra hurda olarak satılır. Şimdi neyin günahını çıkarıyoruz? Biçilen müzayede fiyatıyla vicdan mı paklıyoruz yoksa kendi kadim vurdum duymazlığımızı mı örtmeye çalışıyoruz?
Kuzgun Acar’a bu günlerde müzayede kataloglarında biçilen, gösterilen “değerler” onun derin kişiliği, yüksek sanat tutkusunun yanı başında bir sinek vızıltısı bile olamayacağını bilerek bu kabus sahnesini es geçip bir kenarda tutmamız olası değil. Kuzgun Acar yaşadığı sürece sokağın ruhuna seslenen onu sahiplenen, önemseyen bir sanatçıydı. Yaşamın kıyısına itilen, çürümeye yüz tutan ve ya hurdaya çıkartılan nesneler onun sihirli ellerinde, yaratıcı dünyasında sonsuzluğu sınadılar, yeniden ama bu kez görkemli bir “varlık” olarak toprağı, gökyüzünü kucakladılar.
Maskeleri ve tüm heykellerinde yeniliği arayan ve kendine özgü üslubuyla çevresindeki tüm nesneleri, var oluş biçimlerini yorumlayan, değerler katan, düşleyen Kuzgun Acar 1961 yılında Türk heykel sanatına yurt dışında bugüne kadar kazanılmış en büyük ödülü armağan eder ve Paris Uluslararası Sanatçılar Bienali’nde birincilik ödülünü kazanır. Acar heykelin yanı sıra sinema ve tiyatro ile de yakından ilgilendi.
1967-68 yıllarında politik sokak tiyatroları için masklar yapan sanatçı, sokak sanatını-sanatçısını her hangi bir maddi kaygı gütmeden içtenlikle destekledi sanat’ın gür sesini bir bütün olarak sokağa ve halka ulaştırmak için onca çaba harcayan Kuzgun Acar o yapıtların severek çevresine hediye ettiğini biliyoruz ama o muhteşem yapıtların günün birinde pusuya yatmış sanat simsarlarının elinde bir kar-zarar nesnesine dönüşeceğini ve olanaksızlar yüzünden, gerekli güvenlik tedbirlerinden yoksun bir atölyede canı pahasına yarattığı ve canından çok sevdiği yapıtlarının acımasızca ve sokaktan, halkından esirgenerek sermaye çarkına takılacağını bilseydi tavrı ne olurdu acaba? Belki de bu üzücü öykü bütün bir sanat tarihinin öyküsüdür, ama yapıtları, geriye bıraktığı eserlerin sayısı sınırlı olan önemli sanatçılarımız için bir tedbir gerekmez mi?
Özel müzelerimize kendi bünyelerinde her an büyük bir tutkuyla ve yeni bir dekorasyonla genişlettikleri denize nazır restoran alanlarından başka çok önemli görevleri olduğunu kim anımsatacak? Gelecek kuşaklar adına yapabilecekleri hiçbir şey yok mu?
1974 yılında Mehmet Ulusoy’un Paris’te kurduğu “Özgürlük Tiyatrosu”nda sahnelediği Brecht’in ‘Kafkas Tebeşir Dairesi’ oyununda kullanılan maskları orijinal yorumlarla, savaş döneminden kalma eski çelik ve lastik malzemeleri kullanarak hazırlayan Kuzgun Acar’ın malzeme seçimi duyarlılığının sınırsızlığına götürür insanı.
Onun sanat’ı, yapıtları üzerine derinlemesine ve derli toplu bir irdeleme, yorumlama kitabı bildiğim kadarıyla daha yayınlanmadı, yapıtları hakkında bilinenler-bilinmeyenler denkleminde devasa bir alan hala meraklısını bekliyor.
Murat Ural’ın titizlikle yeniden kaleme aldığı biyografik şeması övgüye değerdir, ama bu biyografik irdeleme yapıtlarına karşı amaçlanan analitik yaklaşımlardan çok uzaktır.
Sıra dışı bir hayatın bilinmeyen girdisi, çıktısı, içsel med-cezirleri, başarıları, hayal kırıklıkları, beklentileri ve bir kelebek ömrüne sığdırılan bunca müthiş yapıtlar!
Onun yapıtlarını izlerken gözleriniz değil sanki yüreğinizi “görüyor” her şeyi.
Kuzgun Acar 3000 yıl öncesinden bu kentin her köşe bucağından bizlere seslenen İstanbul Heykel Atölyelerinin yılmaz Ustası gibi demire, çeliğe, bronza, doğaya, boşluğa, yokluğa fısıldayanlarla beraber binlerce yıllık bir tutku masalını sessizce bizlere aktarır. Açıkçası kurulan Kuzgun Acar para-pul-pazar tezgahı yüreğimi sızlatıyor, sızlattığı için yazma ihtiyacı duydum. Yoksa hepimiz biliyoruz J.M’nin deyimiyle “bu piyasada “satıcı” olmak ilk önce onu yaratanı derinden yaralamıştır, tarifsiz acılara boğmuştur.”
(“İnsanlar çoğu kez ellerinde olmayan nedenlerden dolayı hiçbir şey yapamama durumunda kalırlar. Kimbilir hangi korkunç, çok korkunç kafesin içine hapsolmuşlardır. Kurtuluş da var bir yerlerde, biliyorum, geç kalmış bir kurtuluş. Haklı ya da haksız yere yok edilmiş bir iyi ad, yoksulluk, yazgının oyunları, felaketler..İnsanları hapseden şeyler bunlar işte”-Vincent Van Gogh-Mektuplar)..
Evet, işte “ellerini sıkı sıkı sıkarak” kardeşi Theo’ya veda eden Van Gogh gibi yaşamı, zor koşullarını yeryüzünün Anadolu koordinatından selamlayan Kuzgun Acar, caddelerin, sokakların eliyle halkını selamlamaya devam edecek. O, atölyesindeki infilak anında her zerresini bu topraklara serpiştirdi, bunu biliyordu..
Pablo Neruda’nın dediği gibi: “hayranım denizcilerin sevdasına, söz verirler, ama dönmezler bir daha”, balıkçı dost, deniz dostu bir Kuzgun “gel de duyma geceyi”.. şimdi! Ruhunu Gökyüzü, yüzünü uçsuz bucaksız deniz ve yeryüzü tutuyor..rahat uyu!

Sufi.

Mar
16
2010
0

Kuzgun Acar’ın Maskları Satıldı!

Demek ki  zamanında,  devrimci tiyatro adına, Mehmet Ulusoy’un Özgürlük Tiyatrosu’nda sergilenen, Brecht’in ünlü Kafkas Tebeşir Dairesi adlı oyunu kapsamında,  mimiklerini kullanmakta zorluk çeken amatör tiyatro oyuncularını desteklemek adına Kuzgun Acar’ın tasarladığı masklar bugün 490000TL ediyormuş!

Böylesi bir çelişkiye ne desem boş!

Sonuçta, Kuzgun Acar’ın maskları satılmış. 16 Mart 2010 tarihli  Cumhuriyet Gazetesi’nden satışa ilişkin kupür aşağıdadır:

***

14 Mart 2010 tarihli  Cumhuriyet Gazetesi’nden Kuzgun Acar’ın masklarının satışına ilişkin bir kupür;

Mar
15
2010
0

Şiirin Belirlenmesi (Boris Pasternak)

Bu, yalçınlardan dökülen ıslık,
Bu, çıtırtısı sıkışan buzların,
Bu, yaprağı donduran gecedir,
Bu, düellosu iki bülbülün.
(…)
Tahtalardan daha yassı suda bunaltı.
Çöktü kızılağaç kütleleriyle gökkubbe,
Bu yıldızlara yakışır gülünse kahkahalarla,
Hah, işte sağır bir yer şimdi evren.

Boris Pasternak
“Kızkardeşim Hayat”, Çev: Azer Yaran, İyi Şeyler, 1993, s. 15

Mar
15
2010
0

İkamete Memur

Hani Nâzım’ın dizeleri vardır: Bileklerine takılan kelepçeyi altın bilezik sayıp taşımış ya… Bizimki biraz başka… Her şey bir yana, kelepçelerimiz bilezik değil, olsa olsa birer yüzüktü. Değil mi ki Hamdi Bey dostumuz, bize nedense başparmak kelepçesi taktırmayı daha uygun bulmuştu: Ortaçağdan kalma, çapraşık demir taklavatlı bir şey. Kuramsal bir sanat türü ürün sanıp, Hilton müzayede salonunda bugün, bu kelepçe cinsine, heykel niyetine yüksek para yatıracak sanatseverler çıkar mutlaka. Tasavvur buyurun efendim, insanın iki başparmağını sırt sırta sımsıkı bitiştiren, müzelik, acayip, koca vidalı bir makineydi bizim kelepçeler. (…)
Mecitözü küçük ama şirin. Topu topu üç beş dükkân, birkaç ev, karakol, şu bu…Şükrü’nün kahvesinde Mecitözü’nün önde gelenleriyle tanışıyoruz artık. “Geçmiş olsun”a geliyorlar hepsi, sürgünlüğüm, sürgünlüğümün nedeni umurlarında değil. Çabucak farkına varıyorum ki, “ikamete memur” olmam bir çeşit erdem, ressamlıktan “terfi” edip, saygıdeğer sürgün “pâyesine” yükselmişim bilmeden.

Abidin Dino
“Kızılbaş Günlerim”, Sel Yay. Geceyarısı Kitapları, 2001, s.15

Mar
15
2010
0

Valleys Of Neptune

Ölümünün üzerinden 40 yıl geçen Jimi Hendrix’in yayınlanmamış parçaları, bir albümde toplanıyor.

8 Mart’ta raflardaki yerini alması beklenen albümde “Valleys Of Neptune”, “Sunshine Of Your Love” ve “Bleeding Heart” gibi parçalar bulunuyor.

Albümde 1968-1970 arasında Londra ve Birleşik Devletler’de çeşitli stüdyolarda kaydedilen parçalar olacak. Jimi Hendrix’in üvey kız kardeşi Janie Hendrix bu albümün “Jimi’nin kayıt sürecindeki ustalığını gösterdiğini ve onun bir gitarist olduğu kadar bir kayıt mucidi” olduğunu göstereceğini söylüyor.

Bkz: https://www.garaj.org/haber/25506/yeni-album-jimi-hendrix-valleys-of-neptune

Mar
15
2010
0

Konser/Albüm: “ACİL SERVİS”

Temelleri 1992 yılına dayanan Acil Servis, ‘Dur Bekle’ adını taşıyan yeni albümünün çıkmasıyla beraber ilk kez 17 Mart Çarşamba akşamı İstanbul Jolly Joker Balans sahnesinde dinleyenleriyle buluşacak.

Vokalde Ertan Kızıltan, gitarlarda Emre Karabulut ve Orhan Yolsal, basta Çetin Güney ve davulda Soner Doğanca’dan oluşan orjinal kadrosunu ilk çıktığı günden bu yana koruyan grup, Jolly Joker Balans’ta vereceği konserde; ilk kez dinleyicisiyle buluşacak şarkılarının yanı sıra, kendini rock müzik severlerle tanıştıran şarkılarını da dinleyicisiyle paylaşacak.

Bilet için; https://www.biletix.com/event.htm?id=LLBD4

Written by in: Duyurular, Tartışmalar | Etiketler:
Mar
15
2010
0

Deniz

“Deniz, ehil bir kasaptır.”

Duygu Güles

Mar
15
2010
0

Gerçeklik…

“Gerçeklik? Yığınların yellenmesi.”

Samuel Beckett
(Dünya ve Pantolon’dan…)

Mar
14
2010
0

Eski Ezgiyi Yeniye…

çok zorlu bir yerden devraldık
bu eski ezgiyi yeniye
kollarımız uzadı gözlerimiz yer değiştirdi
büyüdü omuzlarımız dizlerimiz
ve kalblerimiz delik delik
böylece birbirimize kanatlanıp
hiç duyulmamış o çalgıya evrildik

bir kaşık oltasını göndere çektik.

(…)

Hamiş: Şiirin devamına https://zaferyalcinpinar.com/s79.html adresinden ulaşabilirsiniz.

Mar
13
2010
1

Sanatın İnsan(sız)laştırılması

(…)Şimdi dikkat buyrulsun: Bu noktayı iyice aydınlatmamızda yarar var. Sanat yapıtının kimi zaman gönderme yaptığı ya da sunduğu insani olaylar karşısında mutlu olmak ya da üzülmek, gerçek sanatsal zevkten çok ayrı bir şeydir. (…)
Pek basit bir bakış açısı sorunudur bu. Bir cismi görebilmez için görme aygıtımızı belli bir biçimde ayarlamamız gerekir. Eğer görüş ayarımız yerli yerinde değilse, cismi doğru dürüst göremeyiz ya da tümüyle gözden kaçırırız. Okur bir pencere camının ardından bir bahçeye baktığımızı düşünsün. Gözlerimiz öyle uyarlanmıştır ki, görüş açımız camda durmayarak ötesine geçer, dalları, çiçekleri kucaklar. Bakışımızın hedefi bahçe olduğundan, görüş açımız ona yöneliktir,, camı hiç görmeyiz. (…) Ama sonra bir çaba gösterip bahçeyi seyretmekten vazgeçerek bakışlarımızı camda toplayabiliriz. O zaman bahçe gözümüzden kaybolur, ancak cama yapışmış gibi duran bazı karışık renk lekeleri görürüz. (…)
Geleneksel tabloda yer alan nesnelerle birlikte yaşamayı hayal edebiliriz. Bir alay İngiliz Gioconda’ya âşık olmuşlardır. Oysa yeni tabloda gösterilen şeylerle birlikte yaşamak olanaksızdır: Ressam onlardan yaşanmış gerçek görünümü çekip alırken, bizi alıştığımız dünyaya iletebilecek köprüyü yıkmış, gemileri yakmıştır. (…) Önceden  hiç hazırlığımız yokken, alışkın olduğumuz o nesneleri yaşayışımızdan farklı bir tutum oluşturuvermek durumunda kalırız; alışılmadık figürlere uygun düşecek yepyeni davranışlar yaratmamız gerekir. İşte o yeni yaşam, önce doğal yaşamımızı silip yok ettikten sonra icat ettiğimiz o yaşam, sanatı anlamanın ve zevkine varmanın ta kendisidir. Duygudan ve tutkudan yoksun değildir, ancak hiç kuşkusuz, o duygular ve tutkular bizim ilk ve insani yaşamımızın doğasını kaplayan ruhsal bitki örtüsünden çok ayrı bir bitki topluluğundandırlar. O nesne-ötesi şeylerin bizim içimizdeki sanatçıda uyandırdıkları ikincil coşkulardır.(Ultraismo’lardır.)(…)
Halk kitleleri sanır ki gerçeklerden kaçmak kolay şeydir, oysa dünyanın en güç işidir.(…) “Doğal”ın kopyası olmayan, yine de belli bir tözlüğü bulunan bir şeyi yapılandırmak sanatçıya çok yüce bir yeteneğin bağışlanmış olmasını gerektirir. (…) Eğer sınırlarını genişletme yolunda müthiş bir atılımla şahlanması olmasa, yaşamın pek önemi kalmazdı. (…)
Geçen yüzyılda şair olmayı isteyen ilk kişi Mallarmé oldu. Kendi söylediğine göre, “doğal gereçleri yadsıdı” ve insani hayvan ve bitki topluluğundan ayrı, ufak lirik nesneler oluşturdu. (…) Eğer bir kadından söz ediliyorsa o “hiçbir kadın”dı, eğer bir saat çalarsa “kadranda yer almayan saat”ti. (…) Ancak tek bir şey: gözden silinmek, buhar olup uçmak, lirik girişimin gerçek başkişileri olan sözcükleri havada tutan, kimin olduğu belirsiz bir sese dönüşüp yok olmak. O kimin olduğu bilinmeyen, dizesinin sesçil tabanından başka bir şey olmayan mutlak ses, çevresindeki insandan kendini soyutlamayı bilen şairin sesidir. (…)
Günümüzde şiir, eğretilemelerin yüksek cebiridir.
Eğretileme herhalde insanoğlunun elinde tutuğu en verimli güç olmalı. Etkisinin büyüklüğü neredeyse mucizeye yaklaşır ve tıpkı hastasının karnında neşter unutan dalgın bir cerrah gibi, Tanrı’nın yarattıklarından birini biçimlendirirken içinde unutmuş olduğu  bir yaratıcılık gerecine benzer.
Tüm öteki güçler bizi gerçeğin, zaten varolanın içine tutsak ederler. Yapabileceğimizin en fazlası bazı şeyleri başka şeylere katmak ya da çıkarmaktır. Yalnızca eğretileme kaçış yolunu açar bize ve gerçekte varolan şeyler arasında düşsel kayalıklar yaratır, tüy gibi hafif adalar yeşertir. (…) Bu yakınlarda genç bir şairin yapıtlarında okudum, yıldırım bir marangoz cetveliymiş, kışın yaprakları dökülen ağaçlar da gökyüzünü temizlemek için birer süpürgeymişler. Lirik silah böylece doğal nesnelere karşı harekete geçiyor, ya yaralıyor onları, ya da öldürüyor.
(…) Yeni sanatın birbirinden en uzak görünen biçimlerini birleştiren bağlantı bu işte. Eğretilemeyle gerçekliğin ötesine geçerken de, gerçekliğin içinde dolanmak diye adlandırabileceğimiz biçimde de, dışavurulan şey hep o aynı olaydır: gerçeklerden uzaklaşma, gerçeklerden kaçış. Şiirsel yücelişin yerini, doğal bakış açısının düzeyinin altına iniş de alabilir. Gerçekliği doruğuna çıkarmak için onu nasıl aşmak gerektiğinin –bu iş için büyüteç elde, yaşantının mikroskopik olaylarını izlemek yeter- en iyi örnekleri Proust, Ramon Gomez de la Serna, Joyce’dur. (…)
Önceleri eğretileme bir gerçeğin çevresinde yer alıyordu; süsleme, çerçeve ya da koruyucu örtü gibiydi. Şimdi işler tersine dönmüştür: Eğretilemenin, şiir dışı ya da gerçek destek olmadan silinerek yapılmasına çalışılmakta, eğretilemenin kendisi şiirsel nesne’ye dönüştürülmek istenmektedir. Estetik sürecin böylesine teryüz edilişi bir tek eğretileme işlemine özgü değildir, tüm düzlemlerde, tüm olanaklarla gerçekleştirilmektedir, hatta bugün yapılmakta olan her türlü sanatın ağırlıklı eğilimler olarak genel çehresi durumuna gelmiştir.

José Ortega y Gasset
“La deshumanización del arte”

1925

Mar
12
2010
0

Wittgenstein ve Mimarlık (Erhan A. Balkan)

“mimar.ist” dergisinin 2003’te yayımlanan 9. sayısında yer alan “Wittgenstein ve Mimarlık” adlı yazıya https://zaferyalcinpinar.com/wittvemimarlik.jpg adresinden ulaşabilirsiniz. İşbu inceleme yazısını Prof. Dr. Erhan A. Balkan kaleme almış…

Mar
12
2010
0

Oyun: Kristal Gece / Anne Frank’ın Hatıra Defteri

Bkz: https://cansufirinci.wordpress.com/2010/03/10/kristal-gece/

Kristal Gece// Anne Frank’ın Hatıra Defteri…
Prömiyer: 13 Mart C.tesi Saat: 19.30 Nâzım Hikmet Kültür Merkezi/Kadıköy
20 Mart C.tesi Saat:19.30 Nâzım Hikmet Kültür Merkezi/Kadıköy
2 Nisan Cuma Saat: 19.30 Kadıköy Sanat Tiyatrosu (KAST)

Mar
11
2010
0

Sığınak Hikâyeleri’nden; Mrs. Valley ve Şair Alvin (Feyyaz Kayacan)

Feyyaz Kayacan’ın 1962’de yayımlanan efsane kitabı Sığınak Hikâyeleri’nden “Şair Alvin” başlıklı bölüme https://zaferyalcinpinar.com/siginakhikayeleri.jpg adresinden ulaşabilirsiniz.

Hamiş: Feyyaz Kayacan kimdir diyenler şu adrese bakabilirler;
https://mithatsarcan.blogspot.com/2008/10/feyyaz-kayacan.html

Mar
11
2010
0

Haber: Turhan Selçuk Vefat Etti

Bkz: https://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=121138&kw=Turhan+Sel%E7uk%27u+kaybettik

Ustanın karikatürlerinden bir seçkiye https://www.cumhuriyet.com.tr/?im=galeri&kid=704&sn=1#sd adresinden ulaşılabiliyor. Cemal Süreya’nın Turhan Selçuk’u anlattığı bir yazıyı ise https://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=121332 adresinden okuyabilirsiniz.

Mar
10
2010
0

“Deniz ancak bir taş verdi” ya da “şairlere dair”…

(…) Ben bugünün ve dünün eseriyim. Fakat içimde bir şey var ki, yarının, yarından sonranın ve daha uzak bir istikbalindir. Ben eski ve yeni şairlerden bezginim. Bence hepsi sathidirler. Ve sığ sulardır. Derinlere dalamamışlardır. Onun için duyguları dibe nüfuz edememiştir. Biraz şehvet biraz can sıkıntısı. Onların en çok düşündüğü bu idi. Onların saz tıngırtıları bir hayaletin hışırtılarıdır. Seslerin içliliğinden ne anlıyorlardı?
Onlar temiz de değillerdi. Derin görünsün diye bütün sularını bulandırmışlardır. Ve böylelikle barıştırıcı görünmek istediler. Fakat bence aracı, karıştırıcıdırlar. (…) Ah, ben ağımı onların denizlerine daldırdım ve balık avlamak istedim. Fakat daima eski bir tanrının başını çektim. Böylece deniz ancak bir taş vermiş oldu. Bizzat onlar da denizden gelmiş olabilirler. Tabii içlerinde inci vardır. Fakat kabuklu hayvanlara o nispette benzerler. (…)

F. Nietzsche
“Zerdüşt”ten…
(Şairlere dair…)

Mar
09
2010
0

491’e İKİ!

491‘e İKİ!

İNECEK KALMASIN…

Bkz: https://zaferyalcinpinar.com/491iki.pdf

*

Yokoluşlarının ağıtını yazan o kifayetsiz muhterislerle senin ilgilenmeyişinin 2010’daki  yüzüdür 491
DÖRTDOKUZBİR “Evvel Fanzin” cakasıdır ve Kadıköy tribidir.

491‘in tüm sayılarını https://zaferyalcinpinar.com/491.html adresinden indirebilirsiniz.

E-posta: dortdokuzbir@gmail.com

Mar
08
2010
0

“Solucanları, sülükleri şımartmayalım.” (Feyyaz Kayacan)

Feyyaz Kayacan’dan senarist Ziya Metin’e,
“Solucanları, sülükleri, şımartmayalım” ithafıyla imzalı…
Tarihsiz.

*

Kaçıncı yüceliği bu
Tek heceli bilginliğin?

Yalvaçlarını ışıldatıp dururlar
Kibrit kutularında.

Biz subaşına oturmuş
Gölgesini tasarlıyoruz bir yaprağın.

Yaprağı bulursak gecikir mi ardından
Okul kitaplarında
Kuş açan ağacın gövdesi?

Feyyaz Kayacan
“Benim Örümceğim Başka” adlı kitabından…

Mar
07
2010
0

Dilin Sınırları

Wittgenstein, Tractacus’a yazdığı önsözde kitabın amacının dilin sınırlarını çizmek olduğunu belirtir. (…) Sınırın öbür yanında anlamsızlıktan başka bir şey bulunmayacaktır. Oysa bunun birkaç yönden nitelendirilmesi gerekir. Çünkü, Tractacus’da sınırın öte yanı diye bir şey olamaz. Dolayısıyla sınırı çizme işi de, sanki uzayın uzayın kendi eğriliğini hesaplamak gibi bir iştir. Eğer olgu önermelerinin anlamları mantıksal uzaydaki noktalar olarak düşünülecekse, anlamsızlığı orada yerleştirecek hiçbir yer olamaz.
(…) Eğer anlamın sınırları olgu söyleminin sınırlarıysa, olgusal olmayan bütün söylem anlamsız olacaktır. Öyle ise, sınırı çizme işini bu biçimde gören herkes yıkıcı türden bir pozitivist olacakmış gibidir. (…) Örneğin Wittgenstein, “olgu söylemi” terimini genellikle kapsadığından daha çok şey kapsayacak biçimde genişletebilirdi: Bu durumda olgu söyleminin uzayı, düşüncenin daha az bilimsel alanlarında meydana gelen her şeyi kendine çekebilmesine izin verecek biçimde, daha girdili çıktılı bir eğrilik kazanırdı. Ya da daha iyi ve daha kötü anlamsızlıklar arasında incelikli bir ayrım kurmaya çalışabilirdi. (…) Onun yola çıktığı nokta sıradan olgu söylemidir. Ancak sıradan olgu önermelerini günlük yaşamda ve hatta bilimde kullandıkları gibi bırakmaz. Dilin düşünceyi gizlediğine ve düşüncelerimizin gerçek biçimlerinin ancak içinde dile getirildikleri dil çözümlenip, başlangıç önermeleri diye adlandırdığı en küçük öğelerine ayrıldığında ortaya çıkacağına inanır. Bunun altındaki düşünce, sıradan bir olgu önermesinin dile getirilmesinin, içinde birçok küçük adımlar bulunduran kaba bir atlayışa benzediğidir. Örneğin, tak başına, saatin masanın üzerinde durduğu bildirimini yapmak, içerme yoluyla, örneğin saatin içindeki düzeneğe ilişkin önermeler gibi birçok başka bildirimlerde de bulunmaktadır. Oysa bu, böyle içermelerin ancak ilk kuşağıdır. Çünkü, bu önermeler başkalarını, onlar da yine başkalarını içerecekler ve bu böylece çözümlemenin tamamlanmış olacağı, yukarıki önermenin en son öğelerine ulaşıldığı noktaya dek sürüp gidecektir.

David Pears
“Wittgenstein”, Çev: Arda Denkel, Afa Yay, 1985, ss. 57-60


İlhan Berk’in “Dün dağlarda dolaştım, evde yoktum ”
adlı kitabından bir görüntü…

Mar
06
2010
0

Yıllık Geyiği

Şu edebiyat yıllığı ve antoloji geyikleri -kurulmuş birer işkence düzeneği gibi- her yıl tekrarlanmak zorunda mı? “Yıllık” denen şeyin -ki aslında bizim memleketteki haliyle, minik sahtekârların büyük seçkisinin- uygulamaya konulduğu senelerden (1940’lardan) beri hazırlayanları tarafından bir “üleştiri” ve “yapay saygınlık” enstrümanı olarak kullanıldığı bilinmiyor mu? (Ne yazık ki tarihin salınımında yer alan birkaç istisna, bu “kötü kural”ı bozmaya yetmemiştir.)
Yeni Sinsiyet’in üssel bir hızla sosyolojik olarak kavramlaştığı şu günlerde, yıllık denen şeylerin, “sessizlik suikastı” ya da bunun diğer ucu, tersi olarak “insan yemleme” bazlı bir “yöntemli kötülük” çerçevesinde hazırlandığı hâlâ anlaşılmadı mı? Sözde yıllıklarda oluşan o “halay takımları”nın ve yıllığı hazırlayan o halaybaşı ya da subaşı zevatların “haysiyet ve şahsiyet” diye bir şeyden haberleri olmadığı belirgin, yani o halayın kendisi gibi, yıllığın kendisi gibi, kısacası nal gibi ortada değil mi? Diğer mutat zevatlar da böylesine bir “vasatlık kolyesi”nin içerisinde, dizgesinde yer almaktan özel bir zevk alıyorlar ya da bunda halayvari bir uyum mu hissediyorlar, anlayamıyorum… Her sene her sene, şunları tekrar etmek, söylemek zorunda mıyım;
“Edebiyat yıllıkları” denen şeyler iktidar hırsının endüstriyel kasaplık zaaflarından, mezbaha kurmak zaaflarından biridir. (Üstelik bu enstrümanlar iktidar için diğer enstrümanlara -şiir ödüllerine, şair anmalarına, gezilere, etkinliklere vs- göre daha masrafsız ve ekonomiktirler, senede bir kez icra edilirler, kurulurlar ve bir şeylere ek olarak dağılırlar.) Günümüzde yayımlanan yıllık seçkilerin tümü, Türk Şiiri alanındaki irticai dezenformasyonun belgeleri olmaktan başka bir işe yaramıyor. Bu yıllıklar her alandaki “Gerçeklik Terörü”nün yani yapay bağlamlarla oluşmuş “derin bir gericiliğin” edebiyat alanındaki uzantılarıdır. Ve inanın ki hazırlayanların “dilbilimsel ve göstergebilimsel ilkellik ile fikir kelliği” doğrultusundaki kâhyalıklarından, “irtica paydaşlığı” yolundaki dirsek temaslarından başka “ortak bir söylemleri” de yoktur. Benim gözümde, tabii ki, bardak altlıklarıdır.

İşbu “minik sahtekârların büyük seçkileri”nden medet umanlara ve şiirini bu mezbahalarda “teyit” ettirmeye, “kayıt” altına aldırmaya çalışanlara bu işten vazgeçmelerini tavsiye ederim. Çünkü o mezbahalardan akan sadece sizin kanınız değildir; eşanlı olarak “yaşamın ve canlılığın” kanıdır… Bu yıllıklara, bu mezbaha bileşkelerine ve düzeneklerine isimlerini bulaştırmamayı başarmış, bunlardan sakınmış olanlara ve “genç şair” denen profile de şu uyarıda bulunmak zorundayım: “Her seferinde, her yıl direkten döndünüz ve dikkatli olun! O kasaplar her an sizi de çeşitli yemler kullanarak ve çaktırmadan ve nazikçe sözkonusu mezbahaya davet edebilirler! Yani seçilebilirsiniz…”
Zamanında, Dr. Erdoğan Kul’un sorduğu şu sıkı soruları ve aşağıdaki metnini hatırlayarak bu seneki “Yıllık Geyiği”ni sonlandıralım:

“Yakın tarihimize eleştirel ve nesnel bir gözle bakmaya çalıştığımızda hemen karşımıza çıkan o sonu gelmez rezaletler silsilesi insanı biraz da ürkütür; “bunca pisliği çözümlemek ve bir ölçüde de ayıklamaya çalışmak, belki o yakın tarihin kendisinden bile uzun bir süreyi gerektirecek” diye… “Edebiyat dünyamız” denilen (hangi “biz”) çarpıklıklar sahnesi ise çooook uzun bir konu; özetlenmesi bile ayrı bir baş belası!
Konuyu daraltarak, en özde birkaç noktaya değinmeye çalışalım? Örneğin, rahmetli M.H.D. özelinde birkaç küçük sorudan yola çıkabiliriz.
1. Kendisi, eleştiri tarihimize hangi kuramı/kuramları kazandırmış ya da hangi kurama/kuramlara yeni bir açılım getirmiştir? Ona borçlu olduğumuz kaç tane “eleştiri terimi” vardır? Eleştiri yönteminde işlevsel ve vazgeçilmez olan ne gibi özellikler vardır?
2. “Yıllık” ne demektir? “Seçki”den farkı nedir? Hazırladığı çalışmaya “yıllık” adını veren ama önsözde vs. bunun aslında bir tür “seçki” olduğunu belirten bir kişi, bilerek ve isteyerek yanlış sözcük seçmekte değil midir? Bu, çağrışımsal anlamı ve tarihsel işlevi bakımından taşıdığı önem derecesi (belge, birinci el başvuru kaynağı olma vb.) nedeniyle “yıllık” sözcüğünün gaspı, işgali, istismarı değil midir? Bundaki niyet, “öznel”liğini “nesnellik” haline getirme çabasından başka neyi gösterir? Böylesi bir eylemin sahibi, yaptığını meşru görebilmek ve gösterebilmek için hangi sosyo-psikolojik durumdan ve hangi çevrelerden güç almaktadır?
3. Yukarıda dile getirdiğimiz çarpıklık, kısa sürede türevlerini oluşturmuş mudur? Aynı sözcük gaspı ve istismarıyla sıra sıra ardılları gelmeye başlamış mıdır, başlamamış mıdır? Yıllıkçılık, bir tür yetkelik yarışına dönüşmüş müdür? Kavramlar/terimler bu biçimde kirletilirken, ilkeler, ölçütler de edebi ve düşünsel zeminden finansal zemine kaymış mıdır?
4. Yıllık adıyla seçki hazırlayanlar, “seçki”nin nasıl olması gerektiği konusunda bir ön çalışma yapma gereği duymakta mıdırlar? Duymuyorlarsa, sebebi nedir? Bu kişiler arasında, örneğin Kenan Akyüz’ün “Batı Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi” gibi bir çalışma ortaya koyabilecek düzeyde, sabırda ve yeterlilikte kimseler de var mıdır? Yoksa, neden? Varsa, kim(ler)?
Bu sorular uzar gider… “Edebiyat dünyamız” denilen ve Türkiye’de bir “aile şirketi”ne dönüştürülmeye çalışılan şu menem şeye de biraz göz atmak gerekir. Yukarıda söylediklerimiz o garabet sahnesinden tümüyle soyutlanamaz elbette; ama bir ölçüde ayrı bir “vakıa” gibi düşünülmeyi de gerektiriyor. Şu sorulara, edebiyatla azıcık ilgilenmiş herkes aşağı yukarı aynı yanıtı verecektir? Farklı yanıt sahipleri sadece ikiyüzlülüklerini ortaya koyarlar…
1. Ülkemizde yayımlanmakta olan edebiyat dergilerinde kim(ler), hangi ilkelere göre, nasıl bir yayın politikası izlemektedirler? Yazı ya da şiir yayımlamakta keyfilik, kişisel ilişkiler ön planda mıdır, değil midir? Bu kişilerin saygınlıkları “tartışmalı” mıdır, yoksa bunlar hem sütten çıkmış ak kaşık hem de Türk ve dünya edebiyatı için vazgeçilmez kişiler midir?
2. Edebiyat dünyasında “sıradışı” ve “yeni” olana bakış nasıldır? Bir tür gelenekçilik var mıdır, yok mudur? Varsa, bu kimler tarafından, nasıl ve hangi maskeler altında oluşturulmuştur?
3. Edebiyat dünyasının dokunulmazları, putları, totemleri var mıdır? Kimlerdir bunlar, ortak paydaları nelerdir?
4. Türkiye’de eğer Blanchot-vari, Bataille-vari, Artaud-vari metinlere rastlanamıyorsa, bunun nedeni ülkemiz insanlarının zekâ noksanları, okuma ve anlama sorunları, genetik engelleri midir; yoksa bu ülkede bu tür insanların daha ortaya çıkmadan önlerini kesen bir çeteler topluluğu mu vardır? Bunlar kimlerdir ve nasıl bir düzenle çalışırlar?”

Mar
05
2010
0

“İnsan” olurken…

Açıkça görülüyor ki, insanda, “insan” olmaya başlamasıyla birlikte, bütün öteki hayvanlarınkiyle kıyaslanamayacak üstünlükte bir iletişim gereksinimi ortaya çıkmıştır; önüne geçilmez şiddetteki o gereksinimin tek kaynağı insan olmaya hazırlanan o hayvanın “söyleyecek çok fazla, acayip bollukta şeyi olması” idi. (…)
Dışarda bulunan ya da olup biten bir şeyle bağlantılı olan ve algılayabildiğimiz işaret, yeterli bir açıklama sayılmaz; o varlıkların her birinde, kendi “içinde” gizliden gizliye kaynaşan şeyi –düşünsel iç dünyasın aktarma yolunda bastırılamaz bir gereksinim (…) bulunduğunu varsaymak zorundayız. Ne var ki iç dünyasına ait şeyler algılanamadıklarından, onları “göstermek” yetmez; yalın gösterge anlatıma dönüşmek zorunda kalmıştır, yani başlı başına bir anlamı, kendi içinde bir gösterileni olan bir göstergeye. Ancak çevrede olmayan, “oracıkta bulunmayan” şeyler üstüne “söyleyecek çok şeyi olan” bir hayvan, bir gösterge dizisiyle yetinmeme zorunluluğu duyacak, o dizinin sınırlarına çarpacak, ve o çarpma kendisini diziyi aşmaya sürükleyecektir. Ne tuhaftır ki, yetersiz bir iletişim aracına bu çarpış, dil yetisinin “icadının” kaynağı gibi göründüğü halde, dil yetisinde varlığını sürdürür ve bitimsiz bir küçük yaratılar dizisi oluşturur. Birey ile, kendi içinde doğan ve başkalarının görmediği yeni şeyleri söylemek isteyen kişi ile, önceden hazır bulduğu dil arasındaki çatışmadır bu –söyleyiş ile konuşma’nın verimli çarpışması.

José Ortega y Gasset


Mar
04
2010
0

Görsel İş: “Tutukluk Yapmak”

*

“Tutukluk Yapmak”,  Zafer Yalçınpınar, 2010

*

Powered by WordPress | Theme: Aeros 2.0 by TheBuckmaker.com