evvel.org‘un sıkı takipçilerinden Balkan Naci İslimyeli vefat etti. İslimyeli, çağdaş sanat alanındaki eserleriyle güçlü etkiler bırakan bir isimdi. Yukarıdaki videoda Balkan Naci İslimyeli, 2017 yılında (45. sanat yılı vesilesiyle) oluşturduğu “Hatırla” adlı serginin kavramsal, sanatsal ve düşünsel arka-planını anlatıyor…
1. Bölüm- ” Her giden, bizden bir parça da götürür” 2. Bölüm- GİYSİLER / ” Her giysi, bir üniformadır ” 3. Bölüm – SUÇLAR / ” her suç, bizim suçumuzdur ” 4. Bölüm – AYNALAR / ” Her bakış, bir yansımadır ” 5. Bölüm – YAZILAR / ” Yazımız, yazgımızdır ” 6. Bölüm – SAATLER / ” Zaman yok, saatler vardır ” 7. Bölüm – TARİH / ” Her çağ, bir ortaçağ’dır” 8. Bölüm – KARA TAHTA / ” Yaşasın büyümeyen çocuklar ” 9. Bölüm – ADIMLAR, YOLLAR / ” Her yol, kendimize çıkar ” 10. Bölüm – YÜZLER / ” Her yüz, bizim yüzümüzdür”
evvel.org‘un sıkı takipçilerinden İlker Gören, 47 yaşında -kalp krizi nedeniyle- vefat etti. “Düzyazı şiir” tipindeki özel betikleriyle yalnızlığı, kuytuları, köhneleri, karanlık geceleri ve boş odaların, duvarların işaret ettiği tüm dipsiz uçurumları deneyimlemiştir. Kuzey Yıldızı Edebiyat Dergisi döneminden beri neredeyse 20 yıllık tanışıklığım vardı. Vefatına müthiş üzüldüm. Sonunda -hepimize olacağı gibi- hiçliğin sessizliğine karıştı İlker Gören… (Zafer Yalçınpınar)
SESSİZ OLAN odanın içinde üç tane adam var. odanın lambası tavandan aşağıya iyice sarkmış durumda. adamlardan biri bu lambayla konuşuyor ve bu adam ayakta. diğer ikisi oturuyor. oturan adamlardan biri boğazındaki kolyesiyle oynuyor ve sürekli annem nerde öldü diyor. üçüncü adam ise çıplak.
YALAN OLMAYAN odaya iki kişi girdi. biri geldi tam karşıma oturdu. karşıma oturan bu adam sakız çiğniyor. diğer adam ayakta. hava sıcak. pervane havayı yelliyor. sakız çiğneyen adam odadaki radyoyu yerinden alıp koynuna sokunca ben yalnızlık nedir dedim kendime.
GECEYE NERDEYDİN DİYE BAĞIRANLARIN ANLATTIKLARI bir yaz günü ölünen dünyanın ortasında kendine saklı kalan bir köylünün ağlaması beni ilgilendirmezdi. ama hayatın serçe yanı kimseyi affetmedi o fırtınalı gecede. ben susmuştum bir yatırın söylediklerine. ama yalnızlık olabildiğince sessiz olabildiğince korkunç elleriyle bir kere kendini aldatmıştı işte.
aynı susulan gecenin kimse yok mu diye bağırması gibiydi her şey.
UĞULTUNUN GELDİĞİ YERDE sanki hayat basit bir ölüm gibi sessizce ağladı celladın karşısında. sanki ben insanın yeni yetme gençliğini anlatan bir akasya ağacının altında incil okudum. sanki yalan olan her şey gibi saçları kısa olan bir yalnızlık üşüyüverdi kırlangıçların dansında.
Thick as a Brick,Jethro Tull‘ın 1972 yılında yayınlanan ve yaklaşık 43 dakika uzunluğundaki tek bir parçadan oluşan konsept albümüdür. Söz konusu parça sözlerini Gerald Bostock, namıdiğer “küçük Milton” (Ian Anderson’ın kendisi) adındaki hayali bir çocuğun büyümenin zorluklarına ilişkin yazdığı şiirden almaktadır. Hem grubun hem de progresif rock türünün en önemli albümlerinden olup ABD müzik listelerinde bir numaraya kadar yükselmiştir. Albüm kapağı yerel bir gazetenin ön sayfasına benzetilmiş olup şarkının tüm sözlerini içermektedir.
Afa Yayınları‘nın kurucusu Atıl Ant vefat etmiş… Onurlu, sıkı, sağlam duruşlu ve gerçek bir yayıncıydı. Hermann Hesse‘in tüm şaheserlerini ilk kez Afa Yayınları’ndan okumuştum… Çok üzüldüm. (Atıl Ant efsane bir karakterdi. Bugün sağda solda ‘en büyük yayıncı/editör benim’ diyerek gezinen holdingci ekibi, Afa Yayınları döneminde ofisinden kapı dışarı etmesiyle/kovmasıyla tanınır.) (Zy)
Gözlerime sürdüğüm deniz kör etmiş olmalıydı beni Bıçağı kınından ayıran bir kalabalıktaydım Gidenlerin kalanlardan kopardıkları cinsten bir şey değildi bu Eleğe takılan sözcüklerden bıkmakla ilgisi yoktu Yüzümdeki kıyı bir türlü dinmiyordu
İlk damla çoktan düşmüştü ateşe Birbirini örtmez iki dünyaydı şimdi Herkesin hüznü aynı soluktaydı (…)
Her şeye âşığım ben, bütün ateşler arasında yalnız aşkın ateşi sönmez bu yüzden, dolaşıyorum yaşamdan yaşama gitardan gitara ne ışıktan, ne gölgeden korkuyorum toprağın kendisi olduğumdan kaşıklarım var sonsuza uzanan.
Kimse şaşırmaz bu yüzden ararken benim kapısız, numarasız evimi, orada siyah taşlar arasında, yüz yüze, ışıltısıyla acımasız tuzun orada yaşıyoruz, kadınımla ben, orada kök salıyoruz. Yardım! Yardım! Yardım edin! Yardım edin bize her gün daha çok toprak olalım diye!
Yardım edin bize daha çok kutsal köpük, dalganın havası olalım.
sonra yere düşmüştü söz göklerin değildi artık ve tarifsiz bozulmuştu insan ağır bir ihanete dönüşmüştü kendine yangınlara ormanlar taşıyarak kıyameti mayalıyordu kör kibriyle
bizse lanetliydik sürülmüştük ötelere çağlar kanlı ünlemlerle kargışlardı adımızı çünkü şairdik şiirlerle bilenmiştik bozgunlara alnımıza kazınmıştı bir kez sözlerin kutlu aydınlığı
ne zaman bir mutluluğu kazansak şüphesiz herkesin olurdu ne zaman kaybetsek umudumuzu kalbimizden bir deniz eksilirdi muhakkak karanlıkla tutuştuğumuz şu incelikler bahsinde
Furkan Berber’in Upas Yayın tarafından yayımlanan “Bir Ürkekliği Yaşatmak” adlı şiir kitabının tam metnine bit.ly/birurkeklik adresinden ulaşabilirsiniz.
Dümensiz taife ilk basılı atraksiyonunu gerçekleştirdi. Koleksiyon öğesi olarak numaralı/sınırlı nüsha şeklinde yayımlanan Dümensiz Seçki‘nin ilk sayısını shopier.com/11141193 adresinden satın alabilirsiniz.
Ukrayna-Rusya savaşının özeti şöyledir: Neo-liberalizm’in 2000-2020 yılları arasında taksonomisini kurarak piyasalandırmaya (ve tutundurmaya) çalıştığı “yeni insanlık” şovu her açıdan çökmüştür.
Bu tip durumlarda tarih başa sarar ve “kandırmacalı/sahte parçaları” yeniden kalb, vicdan ve hakikatle nakşeder. Şu an o nakışa şahit oluyoruz: Yalın gerçeklerle yüzleşilen özel bir “karar verme dönemi” başlamıştır, diyebiliriz.
Bununla birlikte, Rusya’nın ve kurmaylarının -tek başlarına- uluslararası/küresel paradigmada gerçek bir “oyun değiştirici” olduğunu da kabullenmek zorundayız.
Yılmaz Özdil‘in Zeleski‘yi tanıttığı ve savaşın nedenlerini, öncesini-sonrasını basitçe anlattığı köşe yazısına halkımız kızıyor. Fakat, Yılmaz Özdil haklı: “Ukrayna yazık etti Ukrayna’ya”
Böylesi tarihsel geçiş/hamle dönemlerinde yanlış karar veren halklar, kendilerine yazık ederler. Herkesin -özellikle de solculuk oynayan güdümlü liberal tipolojinin- takkesini önüne koyup düşünme zamanı gelmiştir.
Televizyon karşısında dizi seyrederken, haber kanallarında ölüm sayılarını, uluslararası ekonomik yaptırımları, müzakere açıklamalarını, göç koridorlarını, askeri söylemleri ve çift taraflı dezenformasyon hamlelerini takip ederken… ya da sosyal medyada histerikleşip sağa sola bilinçsizce sallarken doğru bir düşünme sürecinin gerçekleşmeyeceği -tarihle sabit olarak- aşikârdır. (Bu hallerin yerine, satranç oynadığınızı, satranç tahtasının başında olduğunuzu filan varsayın, mesela…)
Hezeyanlardan uzaklaşıp iyi düşünmek zorundayız: Karar verme sürecinin gerçek yaşamımızda geleceğimizi ve varoluşumuzu gerçekten belirleyecek şekilde olacağını unutmamalıyız.
“HAP YAP, PARA KAP” YA DA TARKAN’IN İYİLEŞTİRİCİ ŞARKISI: GEÇÇEK
Büyük bir sosyolog ve düşünür olan popçu Tarkan, “geççek” adında yeni bir şarkımsı sürmeseydi piyasaya -veya halkımız olanca süratle onu bir devrim kahramanı olarak görmeseydi- kendimle konuşmalar başlıklı işbu yazılarıma devam edemeyecektim.
İyi oldu, iyi geldi harbiden… Kendime geldim.
Geççek‘in video klibini -sesi kapatarak- izledim ve şarkı sözlerini çeşitli haberlerden okudum. Evet, şarkıyı “dinlemedim” çünkü geçtiğimiz on yıllar sonucunda, Tarkan’dan dinlenecek bir şey çıkmayacağını öğrendim, biliyorum artık. (Enayi değilim sonuçta: Bu benimkisi kulak ve beyin, boru değil yani…) Neyse…
Tarkan hep “dalgalandırıcı” (sansasyonel) bir karakter oldu, gene aynı haller filan…
Konunun/olayın özeti şu: Tarkan kendini yeterince parasız/ünsüz hissetmiş, sağa sola sallayarak kendine yeni para/ün katlamak istemiş. “Herkesler birilerine, bir şeylere sallayıp para kapıyor, ben de sallıycam, benim neyim eksik,” demiş… “Daha önce ‘kuzu kuzu’ ve ‘şıkıdım şıkıdım’ kendi kendime salladım. Şimdi halkım için sallıycam.” demiş. Olay bu kadar: Tarkan sallıyor, ortam yıkılıyor. Kent kültüründen, çalışmaktan filan bunalmış olan halkımız da -tabiî, hazır ve nâzır olarak- konunun özünü yanlış anlıyor.
Sanırsın, Tarkan CHP’den milletvekili olacak, ülkeyi ve dünyayı kurtaracak filan… Bir dakika… Olur mu olur, uyar mı uyar! Tam bir CHP tipi kültür-sanatçı Tarkan! Daha önce türkücüler CHP’den milletvekili oldu, Tarkan niye olmasın, megastar sonuçta…
Deep Purple, bundan tam 47 yıl önce, 15 Şubat 1974’te, vokalist olarak (binlerce demo kaset arasından, o ana kadar hiç stüdyoya girmemiş ve bir butikte tezgahtar olarak çalışan) David Coverdale‘i ve basçı olarak ise Glenn Hughes’u kadrosuna alarak Burn albümünü çıkarmıştı. Albüm, blues etkisini en çok taşıyan Deep Purple albümü olup, ilerki yıllarda klasikleşecek iki parça içeriyordu. Bunlar, albüme adını veren Burn adlı parça ve Mistreated’di. Albüm liste başı oldu ve o yıl Deep Purple, yılın grubu seçildi.
Salih Bolat‘ı sevmezdim. İki nedenden dolayı sevmezdim:
1/ Herkesi sevmek zorunda değilim. 2/ Salih Bolat’ın son 20 yılda şiirimizde/edebiyatımızda oluşturulan kötücül ödüllendirme sistematiğinde -jüri üyesi olarak, özellikle- payı büyüktür.
Ödüllendirme sistematiğine karşı yoğun mücadele verdiğim ilk zamanlarda -2008 yılının ilk aylarında- Salih Bolat beni TYS’ye (Türkiye Yazarlar Sendikası‘na) şikayet etmiş ve Enver Ercan‘la birlik olup beni TYS disiplin kuruluna sevk ettirmişti. (Şimdi düşünüyorum da, aslında adam bana iyilik yapmış: Bendeniz, TYS’nin disiplin kurulunun verdiği “üyelik askılama” kararı sonrasında TYS’yi terk ederek, ödüllendirme sistematiğinden ve benzeri tipolojiden iyice uzaklaşmış oldum. 2008 yılından beri TYS’yle hiçbir ilişki kurmadım. Ve şimdi geriye dönüp baktığımda, bu “terkediş”in benim edebiyatıma TYS’nin kendisinden ve çevresindekilerden çok daha fazla fayda sağladığını düşünüyorum. Salih Bolat’a ve Enver Ercan’a benim ayağımı TYS’den kestikleri için ne kadar teşekkür etsem azdır.)
Salih Bolat’ı en son 9 Kasım 2017 tarihinde Tüyap İstanbul Kitap Fuarı‘nın vip salonunda görmüştüm. Salonun baş tarafında bacak bacak üstüne atmış, dört kişilik geniş bir koltukta krallar gibi yalnız başına oturuyordu. İçeriye girdiğimizde bizi farketti ve alaycı bir şekilde bize gülümsedi. Bu tavırdan müthiş rahatsız olup vip salonundan çıktık ve konuşmacısı olduğumuz panel saatine kadar başka bir yerlerde beklemek/takılmak zorunda kaldık. (Aslında adam gene bana iyilik yapmış: Bu olaydan sonra, yani 2017’den günümüze Tüyap İstanbul Kitap Fuarı’na ne ziyaretçi, ne de konuşmacı olarak ayağımı atmadım. Çünkü genel olarak baktığımda, Tüyap İstanbul Kitap Fuarı gibi organizasyonlar tamamiyle anlamsız… Bu çıkarıma ulaşmamda bana yardım ettiği için Salih Bolat’a teşekkür etmem gerekir aslında…)
Ece Ayhan vefat ettiğinde Hilmi Yavuz, hızını alamamış ve “ölünün ardından konuşmak” başlıklı kötücül bir yazı yazmıştı. Şimdi, bugün, kimse daha fazlasını beklemesin benden! Ben öyle biri değilim! Daha önce de söyledim: “Onlara benzemezsek, onlar gibi olmazsak bize yeter de artar!” Ayrıca, Ece Ayhan’ın, Onat Kutlar’a ilişkin olarak Enis Batur’a yazdığı bir mektupta ifade ettiği şu sözü de çok önemsiyorum: “Bu dünyanın kavgası bu dünyada kalır!” Ben en fazla şunu söyleyebilirim: “Allah taksiratını affetsin…” Diyeceğim budur!
Önemli Not: Aşağıda, Salih Bolat’ın beni TYS’ye şikayet edişine, Enver Ercan’ın beni TYS disiplin kuruluna sevk edişine ve TYS disiplin kurulunun “üyelik askılama” kararına dair 2008 yılında tarafıma gönderilen resmi yazılar bulunuyor. Resmi yazıların ilk ikisindeki “TYS Yönetim Kurulu” imzası Enver Ercan’a aittir. Kararı içeren resmi yazıdaki imza kime ait bilmiyorum. Allah, taksiratlarını affetsin…