Eki
30
2010
0

“Desen Bir Bütün, Öncesi Sonrası Yok!..” (Tiraje Dikmen)

(…)

Tiraje Dikmen: Benim desenlerimde anın ‘heyecanı’ hızla dışa yansıyor; spontane olarak. Konuların farklılığı, hareketi ve hızı değiştirmiyor. Michaux desenlerinde ’düşüncesini’ çiziyor, cerebrale olarak. Düşüncesi: Hız. Jean-Dominique Rey’in kitabındaki söyleşisinde Michaux diyor ki: “Resim ve heykel hâlâ ortaçağın yavaşlığı içindeler. Oysa günümüz hızı konuşuyor. Kapımdan çıkar çıkmaz hız dünyasının içinde buluyorum kendimi. Hız devrimizin esaslı bir fenomeni olduğu halde, hızla ilgilenen ressamların bu kadar az sayıda olmasına her zaman şaşırıyorum. Uzun süre yalnız suluboya kullandım; çok hızlı bir medium. Mürekkep çok hızlı gitmeyi sağlıyor; hatta akrilik daha da hızlı.”

Bu açık farklılığa rağmen, yüzeysel de olsa, dış görüntüdeki bu benzerlik nereden geliyor? Herhalde, tek ortak yanımız olan yaşadığımız dünyadaki ’Hava’dan! Haberleşmenin büyük hızıyla giderek yoğunlaşan bu hava, dünyayı küçülttü. Aslında küçük bir dünyada yaşıyoruz. Bir küçük mekanda gibi. Üstümüzde esiyor hepimizi içine alan bu Hava. Hız ve hareket de onun içinde!
(…)

Ali Artun’un Tiraje Dikmen’le gerçekleştirdiği ve Aries Dergisi’nin Temmuz-Ağustos 2003 tarihli 3. sayısında yayımlanan söyleşinin tam metnine https://www.aliartun.com/content/detail/35 adresinden ulaşabilirsiniz.

Eki
29
2010
0

Edebiyat Pazarı! (Eser Gürson)

Eser Gürson’un “Edebiyat Pazarı” adlı yazısına https://zaferyalcinpinar.com/edebiyatpazari.jpg adresinden ulaşabilirsiniz. Yazı, “Somut” adlı derginin 1979 yılında yayımlanan 11. sayısında yer almış…

Written by in: Usta Beni Öldür! (AKSAK KOLAj) | Etiketler:
Eki
29
2010
0

Yeni Dergi: “Yeni”

Sonunda, gerçekten “yeni” diyebileceğimiz sıkı ve vizyoner bir dergi “Yeni”, Kırmızı Yayınları tarafından yayımlanmaya başladı…

Bkz: https://www.kirmiziyayinlari.com/productDetail.asp?id=221&kat_id=39

Ideefixe Bağlantısı: https://www.idefix.com/kitap/yeni-dergi-sayi-1-kolektif/tanim.asp?sid=B1CGETSJJ3KF1WMII482

Eki
27
2010
0

Haber: Ece Ayhan’ın evi yıkılmış…

 

Bugün, Ece Ayhan Buluşmaları Sivil İnsiyatifi’nden Semra Canbulat’tan önemli bir e-posta geldi. Bu e-posta’da Semra Canbulat, Ece Ayhan’a ilişkin bazı önemli konuları benimle paylaşıyor ve böylece bir çeşit “dert ortağı” olduğumuz da kesinleşiyor, keskinleşiyor; Semra Hanım’dan Ece Ayhan’ın Çanakkale Eceabat Yalova Köyü’nde yer alan evinin yıkıldığını öğrendim. Üstelik, bu yıkım kararını Ece Ayhan’ın ailesinden biri vermiş. Nasıl diyeyim, sanki ben de yıkıldım. Semra Hanım, sağolsun, Ece Ayhan’ın Çanakkale’de yaşadığı evin yıkıntılarının görüntülerini de  göndermiş. (Bu fotoğraflara “Yıkılan” adını vermek geldi içimden…) Aşağıda paylaşıyorum:

Ece Ayhan’ın Çanakkale Eceabat- Yalova Köyü’nde yaşadığı evin yıkıntı biçimindeki görüntüleri (2010)
Fotoğraflar: Semra Canbulat

Eki
26
2010
0

Patricia Barber ve “Çalgıdönüm”

(…)
M.Davut Yücel: Müziğe ve özelde caza olan ilgini biliyorum. Şiirlerini kurarken de o alana ait bir takım şeylerden faydalandığını yazmıştın bir keresinde. Bu anlamda, evet,  şiirine ilişkin bir takım denemelerde/açılımlarda bulunmaktan kaçınmıyorsun (görsel şiiri şu an için konu dışı tutuyorum). Deneysel olanın sende, şiir düşüncende yeri nedir?

Zafer Yalçınpınar : Mesele sanıldığı kadar karışık değil aslında; deneysellik olarak görülen şey, caza olan ilgimi, müzisyenlik geçmişimi ve bu izlekten öğrendiğim tuşeleri ya da “coşku dönemeçleri”ni şiirlerime yansıtmaya çalışmamdan başka bir şey değil. Aslında yaşamsal, geçmişimle ilgili bir şey bu… Ben caz davulcularını ve onların tuşesini çok takip ettim.  Davul cümlelerinin veya senkopların nerede, nasıl tınıdığını iyi bilirim. Bir ritm, bir şarkının “köprü” bölümündeki köşeler, bir hi-hat’teki sektirmeler, bir şarkının “verse” bölümündeki tekrarlar ve yükselişteki koro duygusu, bir atak ya da bir senkoptan sonraki “sus”… Bunlar benim için çok önemli şeylerdir. Bir de çalgıların tınısı önemlidir. Kontrbas ile trompet en sevdiğim çalgılardır.  Ayrıca, üflemeli çalgıları çok içten ve şiirsel bulurum. Zurna da buna dâhildir. “Çalgıdönüm” bu tip müzikal benzetmelerin ve çalgıların mevsimlerle eşleşmesinden başka bir şey değildir. Bunu akıl etmek de, ne bileyim, geçmişimden gelenlerin pekiştirmesi, bir çeşit sezgisel yetidir… Örneğin Patricia Barber’ın “The Moon” adlı şarkısının girişindeki kontrbas ezgisi kafamın içinde “bakar yüzün/oyuk oyuk” dizeleriyle birlikte tınıyor. O dinlediğim ezgiyi kafamın içindeki dizeyle birlikte baş başa buluyorum birden… Bu nasıl oluyor, ben de gerçekten bilmiyorum. Şunu da eklemek isterim; en son “Ece Ayhan İçin Bir Davul Cümlesi” adında bir şiir tamamladım. Bu şiiri okuyan bir davulcu bunun hiç de deneysel bir şiir olmadığını anlar. Ama siz bunu deneysel olarak algılıyorsunuz… Ece Ayhan şu sözü boşuna dememiştir: “Tarihe bakarsanız anlarsınız!” Ben de rahatlıkla “Müziğe bakarsanız anlarsınız!” diyorum.  (2007, Monokl Dergisi)

***

Vedat Kamer:Çalgıdönüm” adlı e-kitabın mevsimlerin ve müziğin şiirlerinden oluşuyor. Şiir ve caz arasında nasıl bir bağ kuruyorsun?

Zafer Yalçınpınar: “Çalgıdönüm” fikrinin oluşmasında iki etken vardı. İlki müzisyenlikle ilgili uzak geçmişim ve bu geçmişin bana verdiği bilgi, diğeri de Patricia Barber adlı “cool caz” sanatçısına olan ilgimdir.  Patricia Barber’ın “Verse” adlı albümündeki “The Moon” şarkısını, oradaki caz yürüyüşünü ve notalar arasındaki gezintiyi içselleştirmek, çoğaltmak istedim. Şarkının sessizlik(sus) anlarını, oradaki boşlukları betimlemek istedim. Şarkının sözleri ve Barber’ın Ay’a olan takıntısı beni çok etkilemiştir. Bu durum baştan sona şiirsel geldi bana. Şarkının açılış bölümündeki Kontrbas melodisi  aylarca kafamın içinde tınıdı ve sonunda “Bakar yüzün/ oyuk oyuk” dizesi oluştu kafamın içinde. Bu dizeyi Ay’ı tanımlamak için söylemiştim. Sonra farklı mevsimlerde aynı şarkının üzerimde farklı etkiler bıraktığını hissedip mevsim dönümleriyle şarkıyı birleştirmek istedim. Böylece, “senkop”, “sus” ve “koro” gibi müzikal terimleri ya da çeşitlemeleri de kullanarak “çalgıdönüm” dörtlemesini oluşturdum. Çalgıdönüm; çeşitli çalgıların tınıları ile şiirsel sesi (veya dize ritmini) benzeştirerek “mevsim dönümleri”nin ve mevsimlere ilişkin imgelerin anlatımıdır. Ayrıca, “The Moon” adlı şarkının üzerimde bıraktığı etkilerin de bir özetidir.
Şiir ile caz arasındaki ilişkiye girmeyelim… Çünkü, ne poetik ne de müzikal bilgim, bunu tutarsız bir biçimde açıklayabilecek kadar güçlü değil. Ancak şu hikayeyi aktarabilirim; Armstrong’a biri “Caz nedir?” diye sormuş. Armstrong da adamı “Şu zamana kadar Caz’ın ne olduğunu anlayamadıysan, bundan sonra da hiç kurcalama!” diye cevaplamış. Cazı ve onun coşkusunu anlatmak güç bir şey; tıpkı şiiri anlatmaya çalışırken olduğu gibi… (2006)


Evvel Fanzin kapsamında yer alan Patricia Barber ilgilerine https://zaferyalcinpinar.com/blog/?s=patricia+barber adresinden ulaşabilirsiniz.

Eki
26
2010
0

“Patricia Barber Dengesi” ve “Piyano ile Kış Gecesi Şarkısı”

Şiir Dengesi III – 2006
By Zy

*

Ayrıca bkz: Piyano İle Kış Gecesi Şarkısı

Dinleyiniz: The Moon (P. Barber)

*

Evvel Fanzin kapsamında yer alan Patricia Barber ilgilerine https://zaferyalcinpinar.com/blog/?s=patricia+barber adresinden ulaşabilirsiniz.

Eki
24
2010
0

Caz Şairi Patricia Barber İstanbul’da…

Amerika’nın ünlü caz dergilerinden Down Beat’ten “En İyi Kadın Vokalist”ödülünü alan ve günümüzün Cole Porter’ı olarak kabul edilen Patricia Barber, Garanti Caz Yeşili konserleri kapsamında 25-26 Ekim tarihlerinde, İstanbul Jazz Center’da sahne alacak.

Bkz: https://www.muzik.net/etkinlik/1311/Patricia-Barber/
Bkz: https://www.ab-pr.com/tr/BasinOdasi/ab/garanti-bankasi/507/patricia-barber-istanbul-jazz-centerda.aspx

Evvel Fanzin kapsamında yer alan Patricia Barber ilgilerine https://zaferyalcinpinar.com/blog/?s=patricia+barber adresinden ulaşabilirsiniz.

Written by in: Duyurular, Tartışmalar | Etiketler:
Eki
24
2010
0

1979’da Ece Ayhan’la Söyleşmek (Arslan Kaynardağ)

“Somut” adlı derginin  Kasım 1979’da yayımlanan 11. sayısında Ece Ayhan’la gerçekleştirilmiş bir söyleşinin ilginç notlarına rastladım… Arslan Kaynardağ’ın kaleme aldığı notlara https://zaferyalcinpinar.com/eceayhankonusma.jpg adresinden ulaşabilirsiniz.

Eki
22
2010
0

Doğmamış Olan Bir Adamın Hikâyesi (Ece Ayhan)

Doğmamış  Olan Bir Adamın Hikâyesi; Şiirin Bir Altın Çağı‘nda,  bir Ece Ayhan öyküsü…
Bkz: https://zaferyalcinpinar.com/dogmamisolan.jpg

Written by in: Usta Beni Öldür! (AKSAK KOLAj) | Etiketler:
Eki
22
2010
0

Öğle (Hsia Ching)

Bütün gölgelerini topladı güneş
Hava sesini – soluğunu kesti
Kapatıyor bir uyuklama
Gecelerin altınıyla parlayan
Kıskanç kedinin gözbebeklerini.

Düş derinliğinde bütün varlıklar
Dünya bir gençkız dinlenişinde
Bakın işte sonunda… sonunda…
Hamarat, vızıl vızılarının biri
Geri geri çekiliyor bir gülün içine.

Hsia Ching
Çev: L. Sami Akalın

Eki
22
2010
0

“İnsan” sözcüğü bir fiildir. (Ece Ayhan)

(…) 1977’de İsviçre’de Zürih’te yaptığım bir konuşmada da söylemiştim: Bence bildiğimiz ‘insan’ (isim ya da sıfat’ sözcüğü bir ‘fiil’dir (edim) hem gerçekte, hem bence. Ve ben insan aklına gelebilecek bütün zamanlarda bu ‘insan’ fiilini  çekmeye çalışırım. Tabii yeni bir sözdizimi ve yeni bir dilbilgisiyle. Hem çaktırmadan yürürlüğe salınmış algı ortalamasına kesinkes karşı olarak. Evet bütün işlediğim iş bu. (…)

Ece Ayhan
Şiirin Bir Altın Çağı, 1993, YKY, s.133

Written by in: Usta Beni Öldür! (AKSAK KOLAj) | Etiketler:
Eki
20
2010
0

Arif Damar ya da Ece Ovalı

(…)
Sığırgeçidi’nde Dolmabahçe’de sivil bir Ece Ovalı yazdı bu düzşiiri.
V. Mustafa’nın padişahlığının 10. yılında aylardan mayıstı.

Yukarıdaki dizeler Ece Ayhan’ın “Bir Askeri Şairin Ölümü!” adlı şiirinin son dizeleridir. (Bkz: Ece Ayhan,”Son Şiirler”, 1993, YKY)

***

Arif Damar vefat etmiş… Yakınlarına ve sevenlerine başsağlığı diliyorum.
Yaşantımla Arif Damar’ın yaşantısına ilişkin bazı kesişimleri madde madde açıklamakta fayda var;

2001-2002; Arif Damar’ın oğlu Nice Damar’ın yaptığı bazı şiir çevirilerini Kuzey Yıldızı Edebiyat Dergisi‘nin çeşitli sayılarında yayımladık.
2003 Yazı; Kadıköy’de, Yazı Kitabevi-Cafe’de Arif Damar’la tanıştım. Cafe’de yer alan tüm masaları dolaşıp herkese istiridye kabuğu hediye ediyordu.
2004 Kışı; Arif Damar, Kuzey Yıldızı Edebiyat Dergisi’nin 10. sayısında Oruç Aruoba’nın “Geç Çıtırtılar” adlı şiirini görmüş ve şiirde yer alan “Pembe parmaklı Tan” dizesi ilgisini çekmiş. Böylelikle Arif Damar, Şubat 2004’te, Cumhuriyet Gazetesi’nde kendisine ayrılan “Ayın Şiiri” bölümünde Aruoba’nın söz konusu şiirini alıntıladı. Ayrıca, Aruoba’yla bu şiir üzerine “söyleşmek” istediğini de belirtti.
2004 İlkbaharı; Gene Yazı Kitabevi-Cafe’de karşılaştık. Bana kendi elyazısıyla bir şiirini, daha doğrusu farklı şiirlerinden alıntılağını düşündüğüm çeşitli bölümleri bir kâğıda yazıp hediye etti. (Söz konusu bölümler, Damar’ın kendi el yazısıyla aşağıda yer almaktadır.) Aynı gün Ece Ayhan’dan da konuştuk. Damar, Ece Ayhan’ın annesini yakından tanıdığını ifade etti.
2008 Kışı; Kadıköy’de “Son Gemi” adlı meyhanede Arif Damar’ı son kez gördüm. Köşe masalardan birinde tek başına oturuyordu. Mutsuzdu. Yan gözle bana baktı. Tanıdı mı tanımadı mı, bilinmez…

Zy

Zafer Yalçınpınar Koleksiyonu’ndan…

Eki
20
2010
0

Şiir: Pekiştirmeler (Zafer Yalçınpınar)

(…)
sonra
ağırlaşıyor ağırlığıyla ağır
__________________gündüz
motorları ve direksiyonlarıyla
kendilerini işe sürüyorlar
hizmet ile emek karıştırılıyor
____________________birbirine
bir hiç için
binlerce olta uzanıyor denizin dibine
(…)

Zafer Yalçınpınar
20 Ekim 2010

Hamiş: Şiirin tam metnine https://zaferyalcinpinar.com/s86.html adresinden ulaşabilirsiniz.

Eki
20
2010
0

fmag: içerik platformu

Muhteviyat, altZine, Futuristika! ve GriZine kolektif atölye çalışmaları 23 Ekim, 06 Kasım, 27 Kasım ve 07 Aralık tarihlerinde DEPO’da gerçekleşiyor.

Türkiyeʼnin genç dijital bağımsız yayınlarından GriZine, altZine, Futuristika! ve Muhteviyat’tan oluşan fmag: içerik platformu, Aralık ayındaki GriZine 1. yaş etkinliklerinin ilk ayağını gerçekleştiriyor. fmag: içerik platformu, DEPO’da atölye çalışmaları ile yer alacak.

Atölye çalışmalarının ayrıntılı programına https://www.grizine.com/fmag/ adresinden ulaşabilirsiniz.

Eki
16
2010
0
Eki
16
2010
0

“kapalımetin” bir fanzin…

“kapalımetin” adlı fanzinin ilk sayısı yayımlandı.

Bkz: https://www.facebook.com/group.php?gid=149531311751452

E-posta: kapalimetin@gmail.com

Eki
15
2010
0

S. Zweig’dan M. Gorki’ye mektuplar…

19.12.1926

Sevgili ve büyük Maksim Gorki,

(…)Öyle sanıyorum ki, dünyamız dış görünüşü açısından tekdüzeleştiğinden, yaşamın çizgileri birbirine benzemeye başladığından bu yana yapılması gereken,ruhun içersinde, derinliklerde farkları aramak, serşnkanlı ve bu arada içten olmak. Bizim görevimiz, gözlerimiz önünde akıp giden sonrasız sürecin tanıklığını yapmak: düşünülebilecek en büyük yoğunluk düzeyinde  gerçeklik ve açıklık adına konuşabilmek, bundan başka yapabileceğimiz bir şey yok. Balzac veya Dostoyevski gibi bir evren yaratabilecek gücümüz kaldı mı, bilmiyorum. Belki de tek bir bakışın alanına sığdırılamayacak kadar hareketli bir çağda yaşamaktayız. Ama tek tek eserler, belki de gelecekteki kuşaklara ruhsal konumumuza ilişkin derli toplu bir görüntü sunabilecektir.
(…)

Stefan Zweig


10.3.1927

Sevgili, büyük Maksim Gorki,

(…) Gerçek büyüklüğe erişmem için neyimin eksik olduğunu çok iyi biliyorum: büyük bir yalınlık ve uzun vadeli planlar üzerinde yoğunlaşabilmek. Eğer o korkunç yıllar yoğunlaşmamı engellemeseydi, belki de kapsamlı bir esere başlayabilirdim. Günlük olaylar için bir sanatçı olarak kalıcı eserler vermemizi olanaksız kılacak kadar çok çaba harcadık: son büyük çağın kahramanları, Dotoyevski, Tolstoy, büyük İngiliz yazarları sakin, tutkulardan uzak bir dünyada yalnızca eserleri için yaşadılar. Bizim çağımız ise eserlerimizin düşmanıydı.
(…)

Stefan Zweig

Argos Dergisi, Sayı 12, Ağustos 1989
Çev: Ahmet Cemal

Eki
14
2010
0

Bir Darkafalı Şaşıyor

“Anlamıyorum nasıl tartışıyorlar kendi kendileriyle böyle
Senden çalmasınlar, sevgili efendim, ceketini ilikleyiver de.”

Karl Marx
“Jenny’ye Adanmış Şiir Albümlerinden (1836-1837)”

Çev: Barış Pirhasan, Sol Yay., 1998

Eki
14
2010
0

TÜYAP, falan filan…

2006 yılında Doğan Hızlan’ın onur konuğu seçilmesiyle birlikte TÜYAP Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı organizasyonlarıyla ne ziyaretçi, ne konuşmacı, ne de katılımcı olarak ilgilenmemeye, fuar ya da fuarın kapsamındaki hiçbir etkinlik üzerine de zerre kadar merak beslememeye başladım. Fakat, bu sene fuar kapsamında gerçekleşecek şu iki şey beni oldukça ilgilendiriyor;

İlki, bazı sahafların kitap fuarında standlarının bulunması… (Fuarda yer alacak sahafların listesini, standların konumunu ve Facebook etkinlik bağlantısını aşağıda bulabilirsiniz.)

İkincisi, 3 Kasım 2010 Çarşamba günü 18:00-19:30 saatleri arasında TÜYAP Büyükada Salonu‘nda Broy Yayınevi’nin düzenlediği “Şiirimizin Son Kişotları” adlı etkinliğe konuşmacı olarak davet edildim. Söz konusu etkinlik, sanıyorum, şiir okumaları ekseninde kollektif bir şey olacak… Etkinlikte kendi şiirlerimden birini değil de Özge Dirik’in bir şiirini ya da şiirsel metnini paylaşmayı düşünüyorum. Hatta, rahmetli Cenk Koyuncu’nun yayımladığı “Son Kişot” adlı dergiden kolajlarla etkinlik için özel bir fanzin tasarlamayı da düşünüyorum.  Kısacası, ne bileyim işte; bekleriz, falan filan… (Zy)

TÜYAP Kitap Fuarı’na Katılacak Sahaflar ve Stand Konumları:

SAHAF ANKA NADİR KİTAP, Salon 4, Stand 103
SAHAF BABİL, salon 4, stand 203
SAHAF BARIŞ, salon 4, stand 102
SAHAF GEZEGEN, salon 4, stand 204
SAHAF İKARUS, salon 4, stand 206
SAHAF İMGE, salon 4, stand101
SAHAF KİTAP İÇİN, salon 4, stand205
SAHAF LEVANT, salon 4, stand104
SAHAF MÜTEFERRİKA, salon 4, stand202
SAHAF NİGAR, salon 4, stand 203
SAHAF OSMANLI KOLEKSİYON, salon4, stand 105
SAHAF TURCALİBRİS, salon 4, stand 103
SAHAF TURKUAZ, salon 4, stand 201

Facebook Etkinlik Bağlantısı:  https://www.facebook.com/event.php?eid=153499701352606

Eki
12
2010
0

Tarihlendirilen Zaman (Latife Tekin)

(…)Tarihlendirilen zamanın dışına kaçmak istiyorlar.(…) Zaman baş ağrısı gibidir, unutmazsan geçmez, ağrıya bırakacaksın kendini. (…)

Latife Tekin
“Gümüşlük Akademisi”, Nisan Yayınları, 1997

Written by in: Buluntular (Efemeralar) | Etiketler: ,
Eki
12
2010
0

Fahri Şişeler

“Bizden başka herkes fahri şişedir burda” diyor Londra ikametli Feyyaz Kayacan ve  Ahmet Haşim’in söyleyemediği üç dizeyi kaydediyor: “Akşam, akşam, yine akşam / Bu dem göllere / bir kamış atsam.”

Hatay Meyhanesi Defterleri’nden…

Written by in: Buluntular (Efemeralar) |
Eki
12
2010
0

Sting’in Berklee Konuşması (1994)

İşte burada, tuhaf bir şapka ve tuhaf, dökümlü bir cüppeyle seyirci gibi görünen bir kalabalığın önünde duruyorum ve insanların karşısında konuşmak gibi hiç de sık yapmadığım bir şey yapmak üzereyim. Ve kendi kendime soruyorum, buraya nasıl geldim?

Bu hiçbir zaman planladığım bir şey değildi. Yine de buradayım ve hepiniz ağzımdan tutarlı, belki de anlamlı bir şeyler çıkmasını bekliyorsunuz. Deneyeceğim, ama garanti veremem. Biraz gergin olduğumu söylemek zorundayım. Hayatını insanlarla dolu stadyumlarda çalarak kazanan biri için bunun garip olduğunu düşünebilirsiniz; ama ben hâlâ kendime aynı soruyu soruyorum: “Nasıl oldu da geldim buraya?” Buna verilebilecek en basit cevap benim bir müzisyen olduğumdur. Ve neden bilmiyorum, müzisyen olmaktan başka bir arzum olmadı. Anlatmaya en başından başlayacağım.

İlk anım aynı zamanda ilk müzikal anımdır. Annem piyano çalarken onun dizinde oturduğumu hatırlıyorum. Neden bilmem, her zaman tango çalardı. Belki o zamanlar modaydı, bilmiyorum. Aşınmış pirinç pedalları olan upright(?) bir piyanoydu. Annem tangolarından birini çaldığında başka bir dünyaya gitmiş gibi olurdu. Ayakları yüksek ve alçak pedallar arasında ritmik olarak sallanır, kolları tangonun aksak ritmiyle inip kalkar, gözleri önündeki notalara dikkatle bakıyor olurdu.

Annem için piyano çalmak, dünyasının merkezinde benim olmadığım tek uğraşıydı – beni önemsemediği tek zaman. Anladım ki değerli bir şey vardı – burada önemli bir ayin yürütülüyordu. Sanırım bir şeyin içine çekiliyordum – bir tür gizeme katılıyordum. Müziğin gizemine.

Böylece piyanoya heves ettim ve saatlerce tuşlara atonal bir şekilde vurmaya başladım, yeteri kadar uzun süre devam edersem gürültümün müziğe dönüşeceğini hayal ederek. Hâlâ bu hayalle çabalıyorum. Annem beni bir müzisyenin hassas kulağı ve bir muslukçunun elleriyle lanetlemiş. Her neyse, piyano mali bir zorluktan kurtulmak için satılmak durumunda kaldı ve atonal bir solist olarak kariyerim merhametlice engellendi. Amcalarımdan biri, beş paslı teli olan eski bir İspanyol gitarı arkasında bırakarak Kanada’ya göç ettiğinde, kocaman ve biçimsiz parmaklarım da müzikal bir ev bulmuş oldu. Bu gitar benim en iyi arkadaşım olacaktı. Piyanoya aklım ermezken, gitarda neredeyse hemen müzik yapmaya başlamıştım.

Melodiler, akorlar, şarkı tasarımları parmak uçlarımdan dökülüyordu. Her nasılsa radyodan bir şarkı dinliyor ve ardından onu çalmak adına iyi bir deneme yapabiliyordum. Bir mucizeydi. Bu mucizenin sevinci içinde ve muhtemelen annemle babamı delirterek saatlerce, günlerce, aylarca çaldım. Ama bu onların hatasıydı. Müzik bir bağımlılık, bir din, bir hastalıktır. Çaresi yoktur. Panzehiri yoktur. Yakalanmıştım bir kere.

O zamanlar İngiltere’de sadece bir tane radyo istasyonu vardı – BBC. Beatles’la Rolling Stones’u yan yana, biraz Mozart, Beethoven, Glenn Miller ve hatta blues ile birlikte dinleyebilirdiniz. Bu benim müzikal eğitimimdi. Annemlerin Rodgers ve Hammerstein, Lerner ve Lowe, Elvis Presley, Little Richard ve Jerry Lee Lewis plaklarının da eklenmesiyle oluşan bir eklektizm. Fakat yaşamımı müzikten kazanabileceğimi fark etmem Beatles sayesinde oldu.

Beatles da benim gibi işçi sınıfı arkaplanından gelmişti. İngilizdiler ve Liverpool da benim yaşadığım şehirden daha süslü ya da romantik değildi. Gitarım yalnızlığıma arkadaşlık ederken kaçış yolum olmuştu.

O zamandan beri hayatım hakkında çok şey yazıldı, dolayısıyla hangisinin doğru hangisinin yanlış olduğunu hatırlamıyorum. Resmi bir müzik eğitimi almadım. Fakat öyle zannediyorum ki aptal şans, ucuz kurnazlık ve meraktan doğan risk alma bileşimi sayesinde başarılı oldum. Hâlâ da aynı şekilde çalışıyorum. Ancak müzikte merakınızı asla tamamen gideremezsiniz. Müzik hakkında henüz bilmediklerimle kütüphaneleri doldurabilirsiniz. Her zaman öğrenecek daha fazla şey vardır.

Şimdi, müzisyenler toplumda özellikle örnek alınacak kimseler değildir. Gerçekten çok iyi bir ünümüz yok. Kadın peşinde koşanlar, alkolikler, bağımlılar, alimony jumpers(?), vergi kaçıranlar. Üstelik sadece rock müzisyenlerinden de söz etmiyorum. Klasik müzisyenlerin ünü de aynı derecede kötü. Caz müzisyenleri ise, unutun gitsin. Fakat bir müzisyeni çalarken seyrettiğinizde -o özel müzikal dünyaya girdiğinde- çoğu zaman oyun oynayan bir çocuk görürsünüz, masum ve meraklı, sadece gizem olarak tanımlanabilen kutsal bir olaya duyduğu hayranlıkla dolu. Derin bir şey. Tuhaf bir şey. Hem keyifli, hem kederli. Kelimelerle anlatılması imkânsız bir şey. Demek istediğim, bize saatlerce, günlerce, yıllarca gamlar ve arpejler çaldıran şey ne olabilir ki? Muğlak bir şan, para ya da şöhret vaadi mi? Yoksa daha derin bir şey mi?

Enstrümanlarımız bizim bu gizemle bağlantı kurmamızı sağlar ve bir müzisyen ölene kadar bu hayranlık duygusunu korur. Büyük aranjör Gil Evans’la yaşamının son yılında bir süre birlikte olmak ayrıcalığına sahip oldum. Hâlâ dinliyordu, yeni fikirlere açıktı, müziğin mucizesine açıktı. Hâlâ meraklı bir çocuktu.

Şimdi burada cüppelerimizin içinde diplomalarımızla, unvanlarımızla dururken -bazıları sadece onursal, bazıları gayretlice çalışılmış(?)-, armoni yasalarını ve kontrpuan kurallarını, aranjman ve orkestrasyon tekniklerini, temalar ve ritmik motifler geliştirmeyi çok iyi biliyoruz. Fakat herhangi birimiz gerçekten müziğin ne olduğunu biliyor muyuz? Yalnızca fizik mi? Matematik mi? Nedir onun özü?

Biliyormuş gibi görünemem. Yüzlerce şarkı yazdım, piyasaya sürdüm, listelere soktum. Grammy benim hakiki, başarılı bir şarkıyazarı olduğumun yeterli bir yazılı kanıtıdır. Yine de, biri bana nasıl şarkı yazdığımı sorarsa “Gerçekten bilmiyorum” demeliyim. Gerçekten nereden geldiklerini bilmiyorum. Bir melodi her zaman başka bir yerden gelen bir armağandır. Sadece minnettar olmayı öğrenmeniz ve başka bir zaman tekrar kutsanmak için dua etmeniz gerekir. Sözler için de aynı şey geçerli. Metaforsuz bir şarkı yazamazsınız. Kıtaları, nakaratları, geçişleri, ara sekizlikleri mekanik bir şekilde birleştirebilirsiniz; ama merkezi bir metafor olmadan hiçbir şey elde edemezsiniz.

Sık sık merak ederim: Melodiler ve metaforlar nereden geliyor? Bunları bir dükkândan satın alabilseydiniz, sıranın en başında ben olurdum, inanın. Zamanımın çoğunu bu gizemli ürünleri aramakla, ilham aramakla geçiriyorum.

Paradoksal olarak, müzikte sessizliğin önemine inanmaya başlıyorum. Bir müzik cümlesinden sonraki sessizliğin gücü. Örneğin, Beethoven’ın Beşinci Senfonisi’nin ilk dört notasının ardından gelen dramatik sessizlik, bir Miles Davis solosunun notaları arasındaki boşluk. Müzikteki bir durakta çok özel bir şey var. Pedaldan ayağınızı kaldırıyorsunuz ve dikkat kesiliyorsunuz. Düşünüyorum da müzisyenler olarak yaptığımız en önemli şey acaba yalnızca sessizlik için bir çerçeve sağlamak mı? Sessizliğin kendisi belki de müziğin özündeki gizem mi? En mükemmel müzik sessizlik mi?

Şarkı yazmak bildiğim tek meditasyon şekli. Melodi ve metafor armağanları da sadece sessizlik sırasında sunulur. Modern dünyadaki insanlar için gerçek sessizlik nadiren yaşadığımız bir şeydir.Sanki ondan kaçınmak için işbirliği yapmış gibiyiz. Üç dakikalık sessizlik çok uzun bir zaman gibi görünür. Pek az zaman ayırdığımız düşüncelere ve duygulara dikkatimizi vermek için bizi zorlar. Bunu uygunsuz ve hatta korkutucu bulan insanlar var.

Sessizlik rahatsız edicidir. Rahatsız edicidir çünkü o ruhun dalgaboyudur. Eğer müzikte boşluk bırakmazsak -ve bu konuda ben de diğer herkes kadar suçluyum- oluşturduğumuz sesi tanımlayıcı bir bağlamdan yoksun bırakmış oluruz. Bu da çoğu zaman daha fazla endişe yaratmaya yarayan endişeden doğmuş bir müziktir. Sanki boşluk bırakmaktan korkuyoruz. Müziğin güzelliği notaların kendisi kadar onların arasındaki boşlukla da ilgilidir. Bir barlık durak, öncesindeki yarım sekizliklerden oluşan bir bar kadar önemli ve anlamlıdır. Burada söylemeye çalıştığım şey şu ki, dindar olup olmadığım sorulduğunda her zaman “Evet, sofu bir müzisyenim” diye cevap veririm. Müzik beni aklın ötesinde, başka bir dünyadan, kutsal bir şeyle temasa geçiriyor.

Nasıl oluyor da bazı müzikler bizi gözyaşlarına boğuyor? Niye bazı müzikler anlatılamayacak kadar güzel? Samual Barber’ın Adagio For Strings’ini, Faure’nin Pavane’sini ya da Otis Redding’in Dock Of The Bay’ini dinlemekten asla bıkmam. Bu parçalar benimle anladığım tek dini dilde konuşuyor. Beni derin bir meditasyon durumuna, bir hayranlık durumuna sürüklüyor. Beni sessizleştiriyor.

Müzik hakkında kelimelerle konuşmak çok zordur. Kelimeler müziğin soyut gücü karşısında gereksizdir. Kelimeleri şiire uydurabiliriz, öyle ki onlar da müziğin anlaşıldığı biçimde anlaşılsınlar; ama onlar böylelikle müziğin zaten bulunduğu bir konuma sadece ulaşmaya çalışıyor olurlar.

Müzik herhalde en eski dinsel törendir. Atalarımız melodiyi ve ritmi ruhların dünyasını amaçları yolunda harekete geçirmek, evreni anlamlandırmaya çalışmak için kullandılar. İlk rahipler muhtemelen müzisyenlerdi, ilk dualar da şarkılar.

Asıl söylemek istediğim şeye gelirsek, müzisyenler olarak, başarılı da olsak -her gece binlerce kişiye de çalsanız-, pek başarılı olmasak da -küçük barlarda ve kulüplerde de çalsanız-, hatta hiç başarılı olmasak da -evinizde yalnız başınıza kedinize de çalsanız-, ruhları iyileştiren bir şey yapıyoruz, kalbimiz kırıldığında onu onaran bir şey. Milyonlarca dolar da kazansanız, bir sent bile kazanamasanız da, müzik ve sessizlik paha biçilmez armağanlardır. Onlara her zaman sahip olun. Onlar da size sahip olsun.

Sting

Çev: Akın Demirci

Eki
11
2010
0

Yeats, Pound ve James Joyce

James Joyce’un 1916 yılında bir edebiyat dergisine gönderdiği ve dergide Joyce’u tanıtmak için kullanılan yazıdan bir fragman:

8 Kasım 1916

(…) Daha öğrenimdeyken Yeats’in Kontes Cathleen’ini protesto eden bir mektubu imzalamayı reddetmiştim. İmzayı reddeden tek öğrenci bendim. Birkaç yıl sonra Bay W. B. Yeats’in tanışıklığını kazandım. Beni tiyatrosu için oynamaya davet etti ve on yıl içinde onun davetini kabul edeceğime söz verdim. (…) Paris’te tıp öğrencisiyken Bay Yeats’in Kontes Cathleen’ini İtalyanca’ya çevirdim fakat proje biz ilk biçimini çevirdiğimiz ve Bay Yeats bu biçimin İtalyan yayıncıya verilmesini istemediği için başarısız oldu.
1913’te Trieste’de Bay Ezra Pound bana yazarak yardımını önerdi. Romanın elyazısını sürekli yayınladığı The Egoist’e getirdi. Aynı zamanda Amerika ve İngiltere’de yayınını ayarladı. İngiliz ve Amerikan gazetelerinde (çok arkadaşça ve takdirle) makaleler yazdı. Fakat onun arkadaşça yardımları ve The Egoist’in yayıncısı Bayan Weaver’in girişimine karşı “Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi” bütün yayıncılarca reddedildi ve halen romanım basılamadı.

James Joyce

“James Joyce’un Mektupları”
Düşün Yayınevi, 1983, Çev: Kudret Emiroğlu

Eki
07
2010
0

SES

(…)Manavdan sonra ortaokuldan eski edebiyat öğretmenime rastladım.
-Unutma, dedi, sende bir şey vardı -o kadarını hatırlıyorum- sese dönük bir şey vardı, veresiye bir gırtlaktan çıkmışa benzemeyen. Yalın bir dal gibi konuş, okundukça yapraklanan, gövde devşiren.
(…)
Gene de bir köşede bir bucakta, sesini kullanmak, takma dişli bir tanrıya en uydurma dilini kaptırmamak diye bir yol var. Dilim uydurmaymış. Ne çıkar. Onu ben uydurdumsa? Bunu yapmak da, temel atmak, bir duvara pencereler taşımak kadar emek isteyen bir şey değil mi?
Kulağın hep doğada olsun, türünden sözcükler de eklemişti öğretmenim. Hangi doğa? Kimin doğası. Benim doğam, ne bileyim, bal yapan bir akrep de olabilir. Bu da var, demek istiyorum, işin içinde. En iyi niyetler uçurumlarla süslenmelere gidebilir. Sonra uydurmaların insanı sömürmede öyle bir yanı vardır ki duman attırır gerçeğin kırıtkan yiğitliklerine. Yani al birini vur uzun uzun ötekine. Bunların ötesinde en önemlisi pireye file bakmadan yaşayabilmek.
(…)
Sendeliyor olsa bile, ortada bir ses var dolaşan, arayan, sorunlarımın yükünü taşıyan. Bir topraksızlığın önünde sıraya girip beklemekten daha iyi değil mi bu?

Feyyaz Kayacan
“Gibiciler”, Yeditepe Yay., 1967, s.22-23

Powered by WordPress | Theme: Aeros 2.0 by TheBuckmaker.com